ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
2234 Okunma
12 VE 14.AYETLER

Enfal Sûresi-8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

إِذْ يُوحِي رَبُّكَ إِلَى الْمَلَائِكَةِ أَنِّي مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذِينَ آمَنُوا سَأُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْأَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ (12) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَمَنْ يُشَاقِقِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (13) ذَلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَأَنَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابَ النَّارِ (14)

 

إِذْ يُوحِي رَبُّكَ إِلَى الْمَلَائِكَةِ أَنِّي مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذِينَ آمَنُوا

(EiÜ YUvXIy RabBuKa EiLay eLMaLAEiKaTi EinNIy MaGaKuM FaÇabBiTUv elLaYIyNa EAvMaNUv)

“Rabbin meleklere ben sizinleyim mü’minleri tesbit edin diye vahyetmişti.”

Bedir Savaşı iki fasılda anlatılmaktadır. Biri savaş kararı alınmadan yani hukuk düzeni geçerli olduğu zamandaki savaş kararı alma zamanından önceki durumdur. İkincisi savaş kararı alındıktan sonra artık askeri düzene ait hükümlerin geçerli olduğu düzendir. Bu safhaları da dört grupta toplamıştır ve bunları dört “İz”le ayırmıştır. Bu sonuncu “İz”dir. Birinci “İz” bölümünde iki taifeden birinin onların olacağı anlatılmıştı. İkincisinde ise ikmalleri istenmişti. Üçüncüsünde yağmurun yağması ile oluşan Allah’ın doğal kanunları ile imdat etmesi anlatılmıştır. Şimdi de meleklerin onlara yardım etmesi anlatılmaktadır.

Bedir Savaşı’nda meleklerin gelip yardım ettiği bu âyetle ve Bedir Savaşı’nın kazanılması ile bilinmektedir. Baştan vaat etmiş olmasaydı, bu yardımın gerçekte olup olmadığını bilemezdik ama baştan Allah bin mürdif melaike ile yardım edeceğini bildirmiştir.

Mü’minler üçte bir kadar az idiler... 2 senelik ağır ekonomik krizler içinde idiler... Muhacirleri barındırma da onlara ayrı yük teşkil ediyordu... Mekkeliler sayıca çok fazla idiler,  sayıları üç misli idi... Ayrıca 1000 deve gibi büyük bir kervanla Suriye’den yeni mal gelmiş zenginleşmişlerdi... Her birinin en az bir deve yükü imkânı vardı... Medine’ye gidenler de vurucu kırıcı takımdan kimseler değil, hakkı teslim eden sabırlı kimselerdi... Medineliler zaten tarımla uğraşıyordu, savaşma kabiliyetleri azdı... Onun için Mekkelilerin ticari himayesine girmiş olarak yaşıyorlardı... Medine Yahudileri de Roma sürgününde oraya yani barış ülkesine sığınmışlardı... Belki de Medine halkı ilk defa savaşıyordu...

Bu durumda Medinelilerin galip gelmesi ancak bir “mucize” olabilirdi.

Hazreti Muhammed bunu söylüyordu, yeneceksiniz diyordu, Allah bin melekle size yardım edecek diyordu. Yenilseler, Hazreti Muhammed’in peygamberliği sona ererdi. Çünkü Allah’ın melekleri yenilmiş olacaktı.

Ben AK Parti’nin ömrü iki yıldır dedim. Dediğim olmadı. Hâlâ bundan dolayı benim sözlerimi hafife alıyorlar. Düşünün ki, bu kadar yanılma bile Hazreti Muhammed’in yalancı çıkmasına yetecekti. Ama Hazreti Muhammed ve yakınındaki mü’minler inanmışlardı. İnandıkları gibi de galip gelmişlerdir.

Kur’an meleklerin nasıl yardım ettiklerini de anlatmaktadır.

Melekleri asıp kesen güçlü varlıklar kabul etmeyeceksiniz. Onlar da bizim gibi varlıklardır. Güç kuvvet kullanırlar ama her zaman başaramayabilirler. Onlar da Allah’ın yardımına muhtaçtırlar. Burada o anlatılmaktadır.

İlk insanlar doğa kanunlarını bilmedikleri için doğa olaylarını birtakım insan benzeri güçlerin yürüttüğüne inanırlardı. Sihre inanmak da buradan doğmuştur. Mezopotamya’da başlayan müsbet düşünme Hazreti İbrahim aleyhisselam tarafından genişletilmiş ve tüm insanlığa öğretilmeye başlanmıştır. İnsanlık müsbet ilme Batı’daki sanayi gelişmesi ile inandı. İnsanlar Amerika’yı keşfettiklerinde, trenle seyahat edebildiklerinde, motorla tezgâhları çalıştırabildiklerinde müsbet ilme inanmaya başladılar. Bu sefer de her şeyi inkâra kalkıştılar. Madem görmüyorum, madem fizik laboratuarlarında deney yapamıyorum, o halde o yoktur demeye başladılar. İşte 18’inci yüzyılda başlayan ve 19’uncu yüzyılda moda hâline gelen bu ‘görmüyorum o halde yoktur’ anlayışı 20’nci yüzyılda tarih olmuştur.

Madem görmüyorum o halde Allah yoktur. Madem görmüyorum o halde melek yoktur. Madem görmüyorum o halde ölüler dirilmez gibi mantıksız anlayış hâkim olmuştur. Bizim nesil böyle yetiştirildi. Hâlâ melek deyince ütopik/hayali bir şey zannederiz. Melek yoktur, Cin yoktur, Ruh yoktur demek adeta beynimizi kemirir.

Yirminci yüzyılın son yarısında pek çok görmediğimiz şeylerin varlıklarını artık biliyoruz. Gözümüzle hücreleri göremiyoruz ama mikroskopla görür olduk. Asıl hiç görmediğimiz ve hiçbir zaman göremeyeceğimiz molekülleri keşfettik. Atomları keşfettik. Atom parçacıklarını keşfettik. Elektronu görmemiz mümkün değildir. Biz onu ona çarpıp yansıyan ışıkla görürüz. Oysa ona ışık çarptığı zaman o yerini değiştirir. Işık geri döndüğü zaman o orada değildir. Daha önce de o orada değildi. Hareket hâlinde idi. o halde daha önceki zamanı da bilemeyiz. O da yetmez. Bunun dışında biz gördüğümüz ışık dalgalarının milyon katı görmediğimiz ışıkları keşfettik. Eskiden göremiyorduk. Şimdi görüyoruz. Bizim işitemediğimiz ses dalgaları keşfettik. Bu işittiğimiz dalga aralığı çok küçüktür. Bütün bunları öğrendikçe ne kadar cahil olduğumuzu öğrendik.

Daha önemlisi, ışık hızından daha hızlı madde dalgalarını keşfettik. Onları kullanarak ışıkların analizini yapıyoruz. Atomun yapısını o sayede bilebiliyoruz. Uzaydaki yıldızları o sayede tanıyabiliyoruz. Ne var ki daha o dalgaları üretecek araçlar keşfedemedik. Onları kullanan teleskoplar ve mikroskoplar yapamadık. Bunu başardığımız zaman en uzak galaksilerle haberleşme imkânını bulacağız. Bize ışığı gelmeyen galaksilerle konuşabileceğiz. Çünkü bunlar ışık hızının milyon milyar katı daha hızlı gitmektedirler. Biz ne kadar yavaş hareket edersek onlar o kadar hızlı karşı tarafa ulaşır. Yavaş konuşmak zorunda kalırız ama ulaşma o kadar çabuk olur.

Müsbet ilim bize şunu ispatlamıştır. Yeni şeyler öğrendikçe bilgilerimiz artmaktadır. Ama bilemediklerimizin ne kadar çok olduğunu da ondan daha hızlı öğreniyoruz. Bir problemi çözdüğümüzde yeni on problem ortaya çıkmaktadır.

Şimdi melekler var mıdır sorusunu cevaplamaya çalışalım.

Önce benim ruhum benim bedenimle irtibata geçtiği zaman ben kendimi biliyorum. Bedenimden ayrıldığımda, uyuduğumda, bayıldığımda bedenimle ruhum arasında ilişki kesiliyor. O halde beden dışında ruhum vardır. Başka benim gibi ruh ve bedenler olduğunu biliyorum ve görüşmüyorum. Bedenlere girmeyen, ruhumuza benzer ruhların olmaması için sebep yoktur. Peki, onlar nerede ortaya çıkıyorlar?

1- Bir doğruyu alın, sağ tarafı pozitif sol tarafı negatiftir. Demek ki her doğrunun artı ve eksi tarafı vardır. Şimdi daireyi düşünün. Yarıçap merkezi etrafında dönüldüğünde daireyi oluşturur. Bu yarıçap doğrusunun negatifi nerede? Her doğrunun negatifi vardır demiştik. Daire çap doğrusunun negatifi yoktur. Bu görülmemekte, biz onu gözlerimizle göremiyoruz ama o vardır. İşte buna bâtınî doğru diyoruz. Bir üçgende iki kenarın toplamı üçüncü kenardan büyüktür. Ya iki kenarın toplamı üçüncüden küçükse bununla nasıl üçgen oluşturacağız? İki kenarı bâtın düzlemde oluşur. Bunlar bir kumaşın iki yüzü gibidir. Birbirine çok yakındır ama bir yüzünden görünürler.

İşte, melek ve ruhlar âlemin bâtın tarafında, insanlar ve cinler âlemin beri tarafında yaşıyorlar. Onlar deliklerinden geçerek bizim tarafa geçebiliyorlar. Bunun en açık ispatı bizim ruhumuzun rüyasız uykuda ve ölüm esnasında bâtınî tarafa geçmekte, uyanık diri iken ise bu tarafta yer almasıdır. Meleklerin de bu tarafa geçememesi için bir sebep yoktur. Ne var ki onların bizim tarafta bizim gibi bedenleri yoktur. Bizim beynimize davetli davetsiz misafir olmaktadırlar. Bizim tarafta da iş yapabilmektedirler.

2- Şimdi siz bu yazılarımı okuyorsunuz. Ben yazdım. Nerde yazdım? Bilgisayarda yazdım. Bilgisayarı nerede buldum? Mağazada buldum. Nerden aldığını sorduğumda Sony firmasından diyor. Demek ki bilgisayarı yapan ve bu programları koyan firma vardır. Binlerce insan orada çalışmaktadır. Satıcı, hayır, bu kendiliğinden oluştu derse kimse inanmaz. Yahut yeraltı kazısı yapıyoruz. Duvarlara ve sokaklara rastlıyoruz. Hemen diyoruz ki, burada insanlar yaşamış. Hayır, sel geldi, o sel bu duvarları yaptı desek kimse inanmaz. 

Bugün biz canlıları tetkik ettiğimizde bilgisayara benzer bir şekilde programları olduğunu görürüz. Biz bilgisayar programını yaparken 01 kullanırız. Canlılarda ise dört çekirdek asidi kullanılır; adenin, guanin, timin ve sitozin. Bizim bilgisayar programı gibi programlarla canlı oluşur. Biz ekranda resimler üzerinde oynuyoruz. Onlar ise uzayda cisimler üzerinde oynamaktadır. Canlı böyle oluşmuştur.

Peki, bu programı kim yaptı?

Yirminci yüzyıla kadar ihtimaliyat hesabı olmadığı için kendiliğinden oldu der, açıklamaya çalışırlardı. Bugün ise “ihtimaliyat hesapları” ortaya çıkmıştır. Böyle bir ihtimal az değildir, hiç yoktur. Bunu bir misalle anlatmaya çalışalım.

Bir kimse saniyede bir para atmakta, yazı veya turadan biri gelmektedir. Bir dakikada 60 defa atabilir. Altmışın da yazı gelmesi ihtimali 1.15 kentrilyonda birdir. Bunu bir insanın başarması elbette mümkün değildir ama yine de vardır. Eğer kişiye bir dakikalık müddet verseniz, saniyede bunu atar ve bunu gerçekleştirebilir. Yani 60 tane tura getir, sana bir milyon dolar derseniz, çok çok az olmakla mümkündür. Ama bunu 50 dakikada yapacaksınız derseniz bu mümkün değildir. Çünkü saniyede bir defa atmaktadır. Ancak 50 defa atmıştır. 60 tane yazı getirmesi mümkün değildir.

Şimdi insan bedenini ele alalım ve insan bedenindeki DNA’ların dizilişini isteyelim. Kâinat 13,7 milyar yıl önce yaratılmıştır. Hücrenin saniyede bir bölünebildiğini varsayalım. Gerçekte birkaç saniyede bölünebilir. Bir sene 31.557.600 saniyedir. Demek ki şimdiye kadar geçen zaman 0,432 milyar x milyar saniye geçmiştir. Her deneme 1 saniyede olmaktadır. Dolayısıyla geçen zaman bu deneylerin yapılabilmesi için çok çok az olduğu için seleksiyon yoluyla evrim çok az muhtemel değil, imkânsızdır.

O halde biz varız, hayvanlar var, bitkiler var, çiçekler vardır. Bunları programlayanlar vardır. İşte bu programları yapanlara biz “melek” diyoruz. Siz başka ad verebilirsiniz. Bunun kestirme cevabı Allah’tır diyebiliriz ama bunları doğrudan yapmıyor; meleklere, insanlara, cinlere ve ruhlara yaptırıyor. Çünkü bu kâinatı onlar için O var etti. Bizim yaptıklarımızı da Allah yapıyor ama bize yaptırarak yaptırıyor. Kıyas yoluyla da canlılara ait programları insanlara benzer kimselere yaptıracaktır.

Melekler vardır ve DNA’ları dizip genleri üretecek kadar da bu dünyada görevlidirler. Bu programları kendileri de bâtınî âlemde kullanırlar. Matematikten biliyoruz ki bâtınî âlemin kanunları da bizim kanunlara benzemektedir.

إِذْ يُوحِي رَبُّكَ

(EiÜ YUvXIy RabBuKa) 

“Hani Rabbin meleklere vahyetmişti.”

Bütün sinir sistemi ve beyin bilgisayardır. İnsanın bedeni en gelişmiş beden değildir, insandan daha güçlü ve daha marifetli bedenler vardır ama beyni en çok gelişmiş varlık insandır. İnsan beyni bir bilgisayardır, en ileri seviyede düzenlenmiş bilgisayardır.

Bilgisayarlara sen girebiliyorsun, şifresi olan girebiliyor. Bilgisayarlar dış uyarıları alabiliyorlar. Bir de internetle dışarıya bağlanabiliyor. Ruhlar, melekler, cinler sizin beyninizin devresine girebiliyor. Nitekim siz de interneti açarsanız size mesajlar geldiğini görürsünüz.

İşte…

Allah böyle internet vasıtasıyla mesajlar hattâ programlar yüklemektedir. Buna vahiy denmektedir. Vahiyde beyniniz kendi bedeninizden değil sizin dışınızdan gelen mesajları alır.

Melekler de bizim gibi varlıklardır. Beyinleri vardır. Beyinlerinde programlar yüklüdür. Allah onların beyinlerine de bizim beyinlere olduğu gibi vahyetmektedir. Kur’an’ı Cebrail ve onun arkadaşlarına böyle yüklemiştir. Onlara manâsını yüklemiş, dijital yani 01’ler ile almışlar, onu bizim anlayacağımız Arapçaya çevirmişlerdir.

Buradaki “Ke” harfi “seni ihrac etti”deki “Ke” olabilir. O zaman hitap edilen Hazreti Muhammed’dir. Okuyucuya da hitap etmiş olabilir. Allah Muhammed’i yetiştirmiştir. Musa’yı yetiştirdiği gibi ona özel görev vermiştir. Son nebidir. Kur’an’ın ilk uygulayıcısıdır. Örnek bir insandır. Onun örnek olması kendi çabasından çok Allah’ın onu öyle yaratmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla insan olarak diğer insanlardan bir farkı yoktur. Kendisinde olağanüstü hiçbir özellik yoktur. Melekler onu korumuş, günahta ısrarı önlemişlerdir.

إِلَى الْمَلَائِكَةِ

(EiLay eLMalAEiKaTı)

“Meleklere”

Melaike vahyediyordu. Bedir Savaşı’nın kazanılması için Allah takviye birlik göndermiştir. Melekler de düşmanlarla savaşmış, sonunda düşmanı mağlup etmişlerdir.

Bizim hayatımız da hep böyle meleklerle beraber yürümektedir. Başarılarımızda onların katkıları vardır. Bunun anlamı şu değildir, doğa kanunları değişecektir. Doğa kanunları içinde meleklerin bize yardımları vardır. Birden aklımıza bir fikir gelir, o bizim çözümümüz olur. Beklemediğimiz bir arkadaş ortaya çıkar. Bunların varlığını kabul ettiğiniz zaman vazifeye atılmak için içinde bulunduğu ahval ve şeraiti düşünmezsin. Bunlar Allah’ın emri, ben görevimi yaparım, sonrası O’na aittir dersin.

1960’larda DP’ye bile tahammül edemeyen sermaye askerlere müdahale yaptırdı. Çetin şartlar içinde yaşıyorduk. Başbakan Adnan Menderes iftar yemeği vermişti ama iftar ikindide yapılmıştı. İşte Menderes’in başına gelenler bu ikili davranışları sebebiyleydi.

Ben şuna karar verdim; bağımsız da olsa namaz kılan birine oyumu vereceğim. Bunun için 1961’den sonra hep bağımsız adaylıkları teklif ettim. Kimse kabul etmedi. Sonunda Necmettin Erbakan kabul etti. Hiç beklenmedik olaylar oldu. Konya’da üç misli oy aldı. Bunu kendi kendine aldı sanılmasın. Meleklerin insanlara ilham etmesiyle almıştır. Bugün hâlâ O’nun yardımı devam etmektedir. AK Parti böyle bir yardımdan dolayı kapatılmamıştır. Yüzde elliden fazla oy onların bu yardımlarından dolayı gelmektedir.

Ne var ki Bedir’deki yardım vaat edilmiş bir yardımdı, bu yardım ilk ve son olmuştur.

أَنِّي مَعَكُمْ

(EinNIy MaGaKuM) 

“Ben sizinle beraberim.”

Allah meleklere “Ben sizinle beraberim” diyor. Demek ki melekler de kendi başlarına zafer elde edememektedirler. Diyelim ki mü’minlere cesaret verecek, kâfirlere korku. Melekler bunu için görevli ama başarabilecekler midir, kesin değil. Ama Allah onlara da vaat ediyor, “Ben de sizinle beraberim” diyor.

Allah’ın gücü yetmiyor mu da yanına melekleri de almaktadır? O savaşa katılacağına göre bir de insanlara ve meleklere ne gerek vardır?

Allah kulları yapsın diye kâinatı var etmiştir, insanlar ve melekler kullanmayacaksa Allah’ın ne işine yarar? Öğretmen problem sorar ve çocuğun çözmesini ister. Çözmeyi öğrenmesi için ona yardım eder. Böylece çocuğu yetiştirmiş olur. Allah insanlara ve meleklere savaşı kazanmayı öğretmektedir. Ne var ki arabayı sürücü öğrenci kullanırken yanında usta şoför oturur, arabanın devrilmemesi için bekler. Allah da insanlara arabayı sürmeyi öğretirken hep onların yanında öğretmen olarak bulunur, arabayı devirttirmez.

Mekkeliler de Medineliler de Allah’ın var ettiği takımlardır. Kendiliklerinden bir şey yapmamaktadır ama Medinelilerin yenmesi takdir-i ilâhidir. Allah onların yanındadır.

فَثَبِّتُوا الَّذِينَ آمَنُوا

(FaÇabBiTUv elLaZIyNa EAvMaNUv)

“İman etmiş olanları tesbit edin.”

“Sibat” kayış demektir. Bir şeyi başka bir şeye bağlamış olmak anlamında sabit oldu anlamındadır. Savaşın temel kuralı sabretmektir, dayanmaktır. İnsanlar galip geleceklerdir diye savaşa girerler. Ortak bir ruh birlikte hareket etmeyi sağlar. Beyinden yapılan yayınlar kişileri birleştirir. Nasıl yürüyen iki arkadaş farkına varmadan ortak adım atarlarsa, kişilerin aynı adımı atmalarını ayarlayan beyindeki birlikte davranış sinyalidir. Ben ayaklarımı atarken beynimde bir periyod belirlerim. Ben farkında olmadan hep zaman içinde adımlarımı atarım. Beraber yürüyen insanlar bu zamanı akort ederler. Artık şaşmadan aynı ayarla ikisi adımını atar. Askerlikteki uygun adım böyle oluşmaktadır.

İşte, toplulukta beyinler ortak ayarlama yaparak ortak davranışlarda bulunurlar. Birden ordunun birinde bir kişide bir karar değişikliği olur, yenildik, kaçayım der. Bir bakarsınız ki bütün birlik farkında olmadan onun peşine düşer.

İkinci Cihan Savaşı’nda Alman-Rus savaşına katılan biri (Gafur Hacıoğlu) anlatmıştı. 3000 kişilik bir ordu olarak bir yerde mevzide idik. Üstümüzde Alman uçakları uçuyordu. Bizi tek tek vurabilecek durumda idiler. Rus uçakları müdahale edemiyordu. İçimden beyaz bez kaldırıp teslim olmak geçti. Yanımdakiler bundan dolayı beni vurabilirdi yahut onlar da bana katılabilirdi. Kimseye bir şey demeden yanımdaki mendili namluya bağlayıp kaldırdım. Birkaç dakika sonra 3000 kişilik ordu teslim bayrağını çekmişti.

Aşırı halde doygun olup elektronlar olmadıkça yağmur yağmayacağı hususunu sizlere başka yerde anlatmıştım. Topluluk da aşırı doyar ama bir kıvılcım olmadıkça hareket edemez. Savaşın zaferi böyledir. Öyle ordular olur ki bütün erler ölmeyi göze almışlardır. Geri dönmek, kaçmak, teslim olmak akıllarına gelmez. Bunlar Allah’a inanmış Bedir’in mü’minleri gibi olanlardır. Allah’a inanmayıp dünyevi hırs veya menfaat için savaşanların durumu şöyledir. Bir kıvılcım onlara korku düşürür, hepsi birden sırtlarını çevirip giderler. İman etmiş olanların beyninde daima melekler nöbet tutmakta ve böyle toplu etkilerle paniğe kapılmalarını önlemektedirler. Onlar da aksi yayın yapmaktadır. Yani savaşanlar yayın yapıp ortak hareket ettikleri gibi melekler de yayın yaparak bunları takviye etmektedirler.

سَأُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ

(Sa EuLQIy FIy QuLUuBİ elLAÜIyNa KaFaRUv elRuGBa)

“Küfretmiş olanların kalblerine yakında ru’bu ilka edeceğim.”

Arapçada gelecek zaman sigası yoktur. Hâl, gelecek ve geniş zaman bir siga ile ifade edilir. Gelir, gelecek ve geliyor için “Yeciu” denir. Geleceğe hasretmek için bazı kurallar vardır. Sonunda tekit nunu gelirse geleceği ifade eder. “Yecienne” derseniz gelecektir demektir. Gelmesi kesindir ama zaman belirsizdir. “Se” yakın geleceği, “Sevfe” uzak geleceği ifade eder.

Bedir Savaşı’nın çabuk biteceğini meleklere bildirmektedir. Demek ki melekler de gaybı bilmektedirler, cinler de bilmemektedirler. Bundan önce meleklere “Mü’minleri tesbit edin” denmiş, burada da “Ben küfredenlerin kalbine korku salacağım” demektedir. Meleklerle beraber olacağını da söylemiştir.

İşte, kâfir olanların sonunda mağlup olacakları kesindir.

Mikroplar zafer kazansa hayat olmaz. Mikroplar olmasa da hayatta yenilik ve ilerilik olmaz. Kâfirlere gerek vardır ama onların mağlup olması de gerekmektedir.

İşte Allah bu âyetlerde bunu anlatmaktadır. Geçici zamanda iki taraf savaşırlar ama sonunda mü’minler sebat ederler, kâfirler de korkup kaçarlar. Kâfirlere korkuyu şeytan salar. Şeytan insanın düşmanı olduğu için önce savaşa sokar, sonra kaçar.

Şimdi Suriye’ye saldırmamız için desteklemektedirler. Sonra çekilip giderler. Şimdi bizim PKK’lılara yaptığımıza ses çıkarmıyorlar ama Suriye’nin işi bittiğinde sıra bize gelir. O zaman da R. Tayyip Erdoğan zalim ve vahşi bir yönetici olur, dağdaki eşkıyalar ise vatanperver demokrat olurlar.

Demek ki yeryüzünde ister savaşta olsun ister cidalde olsun iki gurubun mücadelesi kıyamete kadar hep sürüp gidecektir. Başlangıçta hastalanan insan gibi mikroplarla hücreler arasında eşit şartlarla savaş başlar. Vücut hazırlıklı olmadığı için kişi yatağa düşer. Vücut hazırlığını tamamlar. Sonunda vücut galip gelip mikropları temizler.

İşte, vücudun galip gelmesi için mikropları korkutup mücadele azmi kazanması için ilaç veririz. Ayrıca vücudun hücrelerini destekleyen serum veririz. Sonunda savaşı hasta kazanır ve iyileşir. İyileşmeyip ölse bile yerine vâris bırakır. Zafer daima yaşama yönündedir.

Soğuk ve sıcaklarda da durum böyledir. Melekler serum verip birlikleri takviye ederler. Allah da ru’b ilacını verip kâfirleri direnemez hâle getirir. Sonunda mücadele mü’minlerin zaferi ile biter.

سَأُلْقِي

(Sa EuLQIy)

“İlka edeceğim”

“Lekat” iki yerleşik bölge arasındaki buluşma yerinin adıdır. “Lika” buluşmak, kavuşmak demektir. “İlka” ise koymak, yerleştirmek anlamına gelir.

Önce eşit şartlar içinde savaş olacaktır. Kısa zaman sonra kâfirlerin kalbine ru’b ilka edilecek ve mü’minlerin zaferi ile bitecektir. Bu kısa cihat da asırlarca sürebilir.

Fransa’da başlayan ihtilal, o gün yaşlanmış olan birinci Kur’an uygarlığını ortadan kaldırmayı amaçlamış ve bunda da başarıya ulaşmıştır. Sakarya’ya kadar gelmişlerdir. Ama orada aksi dönüş olmuş, bugün yeryüzünde “Adil Düzen”i anlatan Türkiye vardır. İslâm âlemi ve tüm insanlık bağımsızlıklar kazanma yolundadırlar. Bugün düşmanın kalbine ru’b ilka edilmiş, panik içinde kaçma yollarını aramaktadırlar. Türkiye’deki ateizm modası artık tarih olmuş, herkes dindar olma yarışına girmiştir.

فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُوا

(FIy QLUvBi elLAÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanların kalbine”

“Ellezîne Keferû”da hem fail hem fiil marifedir. Fail olanlar Bedir’e savaşmak üzere gelen Mekkelilerdir, bin kişiye yakın bir ordudur. Küfürleri ise din hürriyetini tanımamalarıdır. Kur’an gerçekleri haykırdığı zaman onlar silahla saldırmıyordu. Müslümanlar onlara, ‘siz iktidardan inin biz iktidar olalım’ demiyordu. Mekkeliler de, ‘bizim putlarımız aleyhine konuşma, seni Mekke’nin başkanı yapalım’ diyordu.

Hazreti Muhammed bunu şiddetle reddetmiş, ‘değil iktidar, sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı verseniz bundan vazgeçmem’ demiştir. İktidara talip olmak şöyle dursun, verilen iktidarı da kabul etmemiştir.

İşte, Erbakan’ın yapacağı bu idi. 1973’te koalisyon ortağı olacaktı. Düzeni değiştirmek için olacaktı. O mevcut olan düzende iyi işler yapmaya kalkıştı. 1990’larda da koalisyon hükümetini kuracaktı. Bu hükümet “Millî Mutabakat Hükümeti” olmalıydı, düzeni değiştirmeyi hedefleyecekti. Oysa o mevcut düzende iyi işler yapmaya kalkıştı. 11 ay sonra gitti.

Bugünkü AK Parti de mevcut düzende iktidarını sürdürürken, “Adil Düzen” pilot uygulamaları yapması gerekmektedir. Bunun için uygulama olarak pilot yüz dairelik apartmanlar, pilot bucaklar, pilot belediyeler, pilot hastaneler, pilot okullar vesaire. Bunun için Başbakanın her gün bir saatini Akevler’e ayırması gerekmektedir. O ise Adil Düzen Çalışanları ile görüşmemek için her çareye başvurmaktadır.

الرُّعْبَ

(elRuGBa)

“Ru’bu”

Ru’b” taşmakta olan havuz veya taşan su demektir.

Ru’b” kelimesi Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Biri burada, biri de Ashabı Kehf’in kıssasında geçer. “Onları görseydin dönüp kaçardın ve ru’b dolardın” denmektedir.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, “ru’b” kelimesiyle anlatılan savaş ve savaş hallerine benzeyen durumlarda olmaktadır. Bu savaşa girmeyenler bu hâli yaşamadıkları için onlara anlatmamız zor olmaktadır. Dolma fiiliyle ifade edilince ru’b korkudan çok bıkkınlık anlamına gelir, mücadeleyi veya gayreti terk etmedir. Hayatta bir iş yapmaya kalkışırsınız. Belli bir yere kadar direnirsiniz, artık can boğaza gelir ve direnişi bırakırsınız. İşte bu direnişi terk etme hâli ru’bdur. Allah düşmanların kalplerine biz bunları yenemeyeceğiz diyerek teslim olma duygusu vermektedir.

Millî Görüş Hareketinin ortaya çıkması ile başlayan savaş 28 Şubat’la en yüksek seviyeye ulaşmış, tam zafer kazandık dedikleri zaman, ondan sonra gelen hükümetlerin başarısızlıkları, o hükümetleri getiren dış güçlerin niyetlerini ortaya koymaları, orduyu küçültmeye kalkışmaları, ordunun Millî Görüş tarafında yer almasına sebep olmuş ve AK Parti iktidar edilmiştir. Bundan sonra onlarda ru’b doğmuş, Millî Görüş ile mücadele etmek yerine Millî Görüş’ün yanında yer alarak onu bozmaya çalışmaktadırlar. Böylece Allah onların kalbine ru’bu düşürmüştür.

Hayat işte böyle savaşmaktan ibarettir. Mü’minler son ferde kadar direnirler, teslim olmazlar. Kâfirler belli bir süre sonra içlerine düşen ru’b sebebiyle savaştan çekilirler.

İşte, bizim “Adil Düzen” direnişimiz budur.

“Adil Düzen”i Ak Partililer baştan reddettiler, Millî Görüşçüler de vazgeçer oldular, İzmir Akevler de buzdolabına koydu.

Yenibosna merkezli İstanbul Akevler ise imanını korumakta ve Adil Düzen Çalışmalarına devam etmektedir. İlk bakışta çevrede bir ışık görülmüyor. “Se” harfinin işaret ettiği üzere biraz sonra tüm muhaliflerin kalplerine Allah ru’bu koyacak ve herkes Adil Düzenci olmaya başlayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Korkumuz, iktidar olduğumuzda Ak Parti gibi Saadetçiler gibi bilgisizliğimizden dolayı “Adil Düzen”den uzaklaşmamızdır. Dua edelim de Ak Parti’nin ömrü uzun sürsün, biz de bu arada gerekli olan hazırlığımızı tamamlayalım.

فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْأَعْنَاقِ

(Fa iWRiBUv FaVQa eLEaGNAQı)

“Unuklarının fevkine darb ediniz.”

Buradaki “Fa” harfi ile ben onların kalblerine ru’bu ilka edeceğim, siz de onun arkasından hemen unuklarını darb ediniz anlamı oluşur.

Ordu bozguna uğrayınca dağılmaya başlar. O ani dağılmadır. Eğer o esnada galip gelenler hücuma geçip onları öldürmeye girişmezlerse, o takdirde biraz sonra o ru’b geçer, tekrar toparlanır ve mağlup iken galip gelebilirler. Bu duruma göre galip gelen ordular düşmanı takip etmez, nasıl olsa galip geldik derler ve ganimet peşine düşerler. Yorgundurlar, istirahat ederler. Oysa bozguna uğrayan düşman takip edilecektir. Birçok savaşlarda bu sebeple mağlup olan galip gelmiştir.

Türk savaş taktiğinde ise önce yenildik anlamında geri çekilinir, sonra arkadan vurarak ru’b meydana getirilir.

Burada meleklere verilen emir insanlara da kıyas yoluyla verilmiştir. Hattâ buradaki darb edin emri mü’minlerin kalplerine ilham edin, boyunlarını vurmağa başlasınlar. İşte savaşta öldürme hâli yalnız bu durumdadır. Yeniden toparlanıp savaşma ihtimali olan hallerde direnmeyeni öldürme meşrudur. Onun dışında teslim olan esir öldürülemez. Özel suçu varsa kısas yapılır veya diyet öder.

“Rakabe” boyun demektir. Hayvanın boyundan bağlanması sebebiyle “rakabe” bağlı anlamına gelir. Köle demektir.

Düşmanlar kovalanacak, yatıp teslim olsalar bile vurulacaklardır. Burada artık bağışlama yoktur, acıma yoktur. Asıl galibiyet budur.

Savaşın bu hâli ele alınıp sorunlar savaş dışı çözülmelidir. Hakemlere uyulmalıdır. Buradaki öldürme savaştıkları için değildir, hakem kararlarına uymadıkları için öldürülüyorlar. Savaşma ise nefsi müdafaa olduğu için iki taraf için de meşrudur. Zira savaş demek sen öldürmesen o öldürecektir demektir. Ama bozguna uğrayıp kaçmağa başladıktan sonra nefsi müdafa yoktur, hakem karalarına uymama cezasıdır. Bu da bozguna uğradıkları an uygulanır.

Burada kurşunla öldürün demiyor, kılıçla darb edin diyor. Başka yerde mermi atın deniyor. O halde buna kıyasla boyunlar darb edildiği gibi mermi ile de vurulacaktır.

Mefhumu muhalefeti değil de kıyası tercih edeceğiz. Asıl olan mermi değil kılıçtır. Gerek mermide gerek kılıçta hedef bellidir. Salladığın kılıç birini öldürecektir, attığın mermi birini öldürecektir. Oysa bombalar kitle imha silahlarıdır. Patlayıcı bombalar vardır. İçine barut yerleştirilir. Düştüğü yerde patlar ve çevresini tahrip eder.

Devletin kendi halkı üzerinde bu tür silah kullanması meşru değildir.

İsyan eden kimsenin üzerine kılıçla veya tek mermi ile gidebilirsin.

Suriye hükümeti ve Türkiye hükümeti bu sebeple yanlış hareket ediyorlar. Buna ancak cephe oluşturmuş ve cephe savaşı verdikleri zaman meşru gözüyle bakabiliriz. PKK uçak kullanıyorsa biz de uçak kullanabiliriz. Keşif ve ikmal uçakları bundan müstesnadır. Bomba atamaz. Tek mermi atabilir.

Burada “El-Anak” denmemiş de “Fevka’l-Anak” denmiştir. Müfessirler bu hususta epeyce zorlanmışlardır. Biz ise bunu iki manânın pekiştirilmesi için böyle ifade edilmiştir diyoruz. Biri, yere düşmüş kimse de yerde iken üstten vurularak öldürülecektir. Düşmanı takip edersiniz, kaçar kaçar ve ru’b içinde yerlere düşerler, siz de varır katledersiniz. Arkadan mermi ile vurma ancak silahlı iseler caizdir. Bir daha geri dönmemek üzere kaçacaklarında kaçmasını isteriz. Biz onları geri dönmemeleri için takip ederiz, yoksa öldürülmeleri için takip etmeyiz. O günkü mübareze biter, iki taraf yorulur ve dinlenemeye geçtiklerinde müzakere yapılarak savaş sona erdirilir. Bu emir çatışma esnasında böyledir. “Fa” harfi bunu ifade eder.

وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ

Va iWRiBUv MiNHuM KulLa BaNANin)

“Ve onlardan her benanı darb edin.”

Birkaç mesele vardır.

1- “Darb” kelimesi iade edilmiş öyle atfedilmiştir. O halde birinci darb ile ikinci darb farklıdır. Bu fark nedir?

2- “Boyunlarının fevkini vurun”da “minhum” kaydı olmadığı için burada bu kayıt getirilmiştir. Yani başka benanlara değil onlardan olan benanlara darb edilecektir. Buradaki “min” cins için olabilir, onlardan olan herkesi darb edin çıkar. Yahut onlardan olan benanları darb edin başkalarını darb etmeyin anlamları çıkar. Hangisi?

3- “Külle’l-Anak” denmemiş de burada “Külle Benan” denmiş. Bu tamimin hikmeti nedir?

4- Benan nedir?

İşte, yorum yapmak demek bunlara ayrı ayrı cevap vermek demektir. “Vav”la atfedildiği için de anakı darbedinden başka bir darbdır.

Önce “Benan” kelimesini araştıralım.

Benan” kelimesi “beyan” kelimesi ve “bina” kelimesi ile akrabadır. Parmağın iç tarafındaki kısma “bena” denmektedir. Buranın beyanla akrabalığı, parmak uçlarının ayırt etme kabiliyeti en fazla olması sebebiyledir. Deride alıcılar vardır. Bir şey değdiği zaman onlardan etkilenir. Elektrik dürtüler alır ve beyne götürülür. Bunlar bütün bedende serpiştirilmiştir. Sırtta en azdır. Parmak uçlarında en fazladır. Ayrıca parmak uçlarında çizgiler vardır, bunlar her insanda farklıdır. Kâğıt üzerine parmak bastığınız zaman sizin kim olduğunuzu gösterir. Bugün bu iş DNA’larla yapılmaktadır. O halde DNA’lar birer benanedir. Benan cins isimdir. Benane onların bir tanesidir.

Topluluk içinde ve askeri birlik içinde de böyle benan vardır. Bunlar casuslardır. Yabancı teröristlerdir. Bunların öldürülmeleri emredilmiştir.

Kur’an casusluk yapmayı yasaklamıştır. Bir casusluk teşkilatı kurup savaş dışında karşı ülkelerden istihbarat toplamak meşru kılınmamıştır. Bunu başka devletlerin mensupları yaparsa onlar öldürülür. Bunların ülkede açık olan haberleri ulaştırmaları elbette doğrudur, haklarıdır. Vatandaşlarımıza da gizli olan, meclisimizde gizli olan sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın bildiği sırlar ifşa edilemez, başkalarına ulaştırılamaz. Savaş zamanında savaşanlar öldürüldüğü gibi savaş dışında benandan olanlar da ördürülürler. Her benan öldürülür. Savaştan sonra gelecek barışı bozacak her türlü tedbir savaşta alınır.

İslâmiyet’te iki temel kural vardır. Cezalar çok azdır. İspat zordur. Her türlü şüphe cezaları düşürür ama sabit olanlara ise çok ağır ceza verilir. İdam bunun için vardır. Kol kesme bunun için vardır. Hadım etme bunun için vardır. Dayak bunun için vardır.

Savaşın meşru olması için çok ağır sebeplere ve hakem kararlarına ihtiyaç vardır. Ama savaş meşru olunca da sonuçları mağlup olanlar için çok ağırdır. Mü’minler son ferde kadar direnirler, ya yenerler ya ölürler. Kâfirler ise bozulup kaçarlar, savaşta öldürülürler, bir daha savaş yapamaz hâle getirilirler.

ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَه

(ÜAvLiKa Bi EanNAHuM ŞaqQu eLLAvHa VaRaSULaHUv)

“Bu onların Allah ve resulüne şikâk etmelerinden dolayıdır.”

Buradaki “Zâlike” onların boyunlarının vurulması ve benanların öldürülmesi sebebi iledir. Buradaki muhatap melekler değil Bedir Savaşı’nın başkomutanı Hazreti Muhammed’dir. “Zâlike” diyerek muhatabını değiştirmiştir.

İşaret zamirlerinde muhatap belirtilir. Türkçede bu özellik yoktur, bildiğimiz başka dillerde de yoktur. “Zâlike i’ti” derseniz, bunu sen ver demiş olursunuz; “Zâlike ihfız” derseniz, sen de bunu koru demiş olursunuz. “Zâlike”nin iadesi ile muhataplar değişir.

Bizim, “Allah ve resulü” derken hakemlerden oluşan yargıyı kastettiğimizi biliyorsunuz. Oysa burada yargı kararı yoktur. Çünkü henüz yargı müessesesi oluşmamıştır. Hazreti Muhammed hakem kararını Hendek Savaşı’nda uygulamıştır, diğerlerinde resen karar almıştır. Kimse hakemlere gitmediği için de başkanın kararı kesinleşmiş ve hakemler kararına dönüşmüştür. O halde bucak başkanı resmen başhakemdir. Çıkan nizalar geçici başhakeme götürülür. Onun verdiği karara itiraz hakkı vardır. Ama kimse itiraz etmezse o karar kesinleşir ve uygulamadan sonra itiraz edilemez.

O halde Bedir Savaşı’nda hakem kararı yoktur. Savunmaya geçilmiştir. Başkan buna karar vermiştir. İşte bu da Allah ve resulünün kararıdır. Bir de Kur’an nâzil olduğu zaman kararları Allah verdiği için Allah’ın kararlarına karşı hakemlere gidilemez. Bu sebepledir ki hakemlik sistemi Kur’an’ın nuzûlü tamamlandıktan sonra tam olarak işlemeye başlamıştır. O zamanki imkânlar bu sistemin çalışmasına tam müsait olmadığı için kısa zaman sonra kadılık sistemine geçilmiştir. 1400 sene hakemlik sistemi uygulanmamıştır. Batı’da hakemlik sistemi geliştirilmiş ama ihtiyari bırakılmış ve kamu hukukunda kabul edilmemiştir.

İşte, buradaki “Allah ve resulüne şıkak etme” tabirinde itiraz edilmeyen adil başkana isyan anlamındadır. Mekke’nin emiri olamayan Hazreti Muhammed elbette Mekke’de savaşamazdı. Ama Medine ve civarının emiri olan Hazreti Muhammed o toprakların güvenliğini sağlamakla görevli ve yetkili idi. Orada olanlar Allah ve resulüne isyan edemezler. Onun kararlarına uyar sonra hakemlere giderler.

İşte, onun kararlarına uymayanlar Allah ve resulüne isyan etmiş olurlar.

Şıkak” ise ayrımcılıktır, ayrılmak üzere isyandır. Yani başkanın emrini dinlememek şıkak değildir, eğer onunla çatışmaya girerseniz şıkakdır.

BDP şıkak içinde değildir, PKK şıkak içindedir. BDP’nin şıkak içinde olanları desteklemesi şıkak değildir. Mübaşir varken müsebbibe ceza verilemez.

Allah ve resulü” bir kurumdur. İki ayrı varlık değildir. Bu sebeple ona zamir tekil olarak gönderilir. “Allah” topluluk, “resul” de başkandır. “Allah ve resulü” ise topluğun elçisi demektir. Topluluk onu hakemler yoluyla takip etmektedir. Mürsel ancak mürsilin yetkileri içinde mürsilin dediklerini yapar, yetkilerini aşamaz, görevli olmadığı hususlarda karar veremez. Onun için yargı denetimindedir. Ama yargıya gidilmediği takdirde kararlar kesinleşmektedir. Yani herkes karara rıza göstermiş demektir.

وَمَنْ يُشَاقِقِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

(Va MaN YUŞaQıQı elLAha Va RaSUvLaHUv Fa EinNa elLAvHa ŞaDIyDu eLGıQABı)

“Allah ve resulüne kim şıkak ederse Allah ikabı şiddetli olandır.”

“Ve” harfi ile atfedilmiş “Fa” harfi ile atfedilmemiştir. Bu demektir ki kıyas yoluyla bu hükümler geçerlidir. “Allah ve resul”den başkasına kıyas yoluyla bu hüküm uygulanır.

İfade tekrar edildiğine göre birincideki şıkak ile ikincideki şıkak farklıdır.

Birincisinde Bedir’deki Mekkelilerin şıkakıdır. Hakem kararı yoktur ama hakemlere de gitmemişlerdir. Burada hakem kararları doğrudan hakemlerin aldığı karardır. Taraflar birer hakem seçerler, başhakemi hakemler seçer. Onlar soruşturma yaptırırlar. Soruşturmacıların şahadeti ile karar verirler. Asıl olan budur. Başkan ise geçici karar alır. Hakemlere gidilmezse o da hakemler kararı imiş gibi olur.

İşte bu iki karar farklı olduğu için “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Birincisi ikincisinin kıyasla tesbit edilebilen hükmüdür.

Bizden başka bu konuları şimdiye kadar tartışanlar olmamıştır. Bizim için de çok önemlidir. Bugün hakemlerden oluşan mahkemeler yoktur. Bunların düzeninde hakemlik sistemini ancak kendi aramızda uygulayabiliriz. Devletin mahkemelerine uymak durumundayız. Yoksa hicret etmekten başka çaremiz yoktur.

Biz bunu yeni söylemiyoruz. Kırk sene evvel yayımlanan Tek Yol Dergisi’nde bu yazılarımız mevcuttur. 20 sayı kadar çıkmıştı. Ali Bülent Dilek bunları Akevler sitemizin “Kitaplar” kısmında yayınlayabilir, Allah’ın rahmeti üzerine olur.

ذَلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَأَنَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابَ النَّارِ (14)

(ÜAvLiKUM FaÜUvRUvHu VaEnNa LiLKAvFiRIyNa GaÜABa elnNARı) 

“(Size söylüyorum) bu (ikabdır), onu tadın ve kafirler için nar azabı vardır.”

“Zâlike”den sonra “Zâlikum” getirerek tüm Bedir’de savaşanları veya tüm zafer kazanan savaşan mü’minleri muhatap almıştır. Buradaki savaş Bedir Savaşı’ndaki mağlubiyet galibiyete gidiyorsa, Medineliler zevk edin olur. Şedidu’l-ikaba gidiyorsa o zaman kıyamete kadar zafer kazanan mü’minler kastediliyor. Galibiyetin zevkini alın demektir.

Zevk almak” tat almaktır. “Sevik” (Sin) özel bir un çorbasıdır. Sonra “sin” “zel”e dönüşmüş, tat anlamını almıştır. Yemek yerken ağzımızın aldığı tat zevktir. “Uzbe” ise bütün bedende alınan hoşlanmadır. Acısı tatlısı da zevk ve azabdır. Bu âyette ikisi de geçmektedir. Geçici tatlara “zevk” diyoruz, sürekli olanlara “azab” diyoruz.

“Hu” zamiri şedidu’l-ikaba gitmektedir. Kâfirlerin takip edilmesi müminler için zevk oluşturmaktadır. Bununla beraber buradaki muhatap savaşanlar olabilir. Savaşanlar haksız yere savaşıyorlarsa mağlup olurlar. Kendileri haklı olsalar da savaşmada hakları yoksa mağlup olurlar. Hazreti Ali ile Muaviye savaşında Ali taraflarının mağlup olması böyledir. İslâmiyet’te babadan oğula intikal eden bir başkanlık sona ermiştir. Hâlbuki onlar irsen kendilerinin haklı olduklarını iddia ediyorlardı. Belki Hasan ve Hüseyin Muaviye’den daha layık idiler ama onların galibiyetleri İslâmiyet’te saltanatı meşrulaştıracaktı. Hasan bundan dolayı feragat etmiştir. Hüseyin ise direnmiştir. Ehli Sünnete göre Hasan daha faziletlidir. Şiilere göre Hüseyin daha faziletlidir.

Buradaki muhatap “vav”ı ile “hu” zamirinin rücuunu düşündüğümüzde değişik manâlar ortaya çıkar. Yer ve zamana göre olaya uygulamak gerekir. Muhatap Bedir mü’minleri, gelecekteki tüm mü’minler, Bedir kâfirleri ve gelecekteki bütün kâfirler olabilir. Söyleyen Allah olabilir. Yahut söyleyecek melekler olabilir. Melekler dahi muhatap alınabilir. O takdirde onlarda da savaşı kazanma heyecanı söz konusudur.

“Ve Li’l-Kâfirîne” dendiğine göre zevk alanlarla cehennem ateşine gidecekler farklıdır. Yani savaşta mağlup olan herkes ateşlik değildir. Zaman zaman onlar da galip gelirler. Allah insanlar arasında eşit kanunlar vazetmiştir. Burada “kâfirler” erkek çoğul kullanılmıştır. Temel kural şudur. Mü’minler arasında yaşayanlar küfür etmedikçe iman etmeseler de iman etmiş sayılır ve cennete giderler. Kâfirler arasında yaşayanlar iman etmedikçe ister küfür etsinler ister küfür etmesinler nâr ehlidirler. Böylece ne küfretmiş ne de iman etmiş kimseler bulundukları topluluğun grupları içinde yer alırlar. Bu kuralı kabul ettiğimiz zaman çocuklar da babalarının grubunda yer alırlar. Bu durumda onlara zulüm edilmez mi?

Bu hususu iyi kavrayabilmemiz için suda yaşayan balıklar ile karada yaşayan kuşları düşünelim. Kuşu suya batırsan boğulur. Balığı da karaya çıkarırsan ölür. Cehennemde olmak mutlaka azab içinde olmak değildir. Oraya göre şekillenince orası da cennet gibi sevilir yer olur. Demek ki cehennemdeki azap geçicidir. Herkes cezasını çeker. Suç işlemeyenlerin bir cezaları yoktur. Cezalarını dolduranların durumu nedir? Ya cehenneme alışır orası onlar için cennet gibi olur, ya da cezaları bitince oradan çıkıp arafa veya cennete giderler.

“Li’l-Kâfirîne Nâr” demeyip “Azâbe’n-Nâr” denmektedir.

Buradan şunu söyleyebiliriz. Onlar için ateş azabı vardır. Yani eli yananın duyduğu azabı duyarlar. Yoksa onlar ateşte yanmazlar. Bu anlayışla cehennemi bir ateş değil de ateş acısı duyulan bir yer olarak da düşünebiliriz. Bu manâ Kur’an’ın diğer âyetlerine verilemez ama biz buradaki manâyı alıyoruz.

Küfretmiş olanların bu dünyadaki acıları da ifade edilmiş olabilir.

Bedir Savaşı burada hikâye edilmiştir. Bundan sonra savaş hükümlerini anlatacaktır. “Ey iman edenler” deyip hepimizi muhatap alacaktır.

Demek ki Bedir Savaşı ilk savaştır. O zamanki galibiyet kıyamete kadar devam edecektir. Geçmişte peygamberlerin hikâyeleri anlatılmıştır. Daha çok peygamberlerin çocukluğundan başlayan hayat hikâyeleri kıssa edilmiştir. Kur’an’da seni yetim bulup yetiştirmedi mi diyerek onun peygamber olmadan önceki hayatına işaret edilmektedir. Evlilikle ilgili hayat anlatılmaktadır. Bunun yanında daha çok peygamberlerin savaşları ile ilgili kıssalar vardır. Çünkü savaş örneği ile ilgili eski peygamberlerde az kıssa mevcuttur. Savaşan peygamberler olarak Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman’ı biliyoruz. Ancak bunlar Kur’an’da anlatılmamaktadır. Kur’an’da Bedir, Uhut, Hendek ve Mekke’nin fethi ile Huneyn anlatılmaktadır. Bir devlet savaşla kurulur. Demek ki Kur’an devleti savaşla anlatmaktadır. Diğer kısımlar ise tüm insanlarla ilgilidir.

 

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2100 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1621 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1337 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1891 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2112 Okunma
6-11.AYET
1625 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2234 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1851 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1644 Okunma
10-19.AYET
1384 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1461 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1590 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2439 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1481 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1646 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1361 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1302 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1589 Okunma
19-41.AYET
2209 Okunma
20-42.AYET
1725 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2791 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2155 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1592 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1434 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2125 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1468 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1390 Okunma
28-60.AYET
1659 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1680 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3614 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2027 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1719 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1561 Okunma
34-72.AYET
1989 Okunma
35-73.AYET
1468 Okunma
36-74.AYET
1466 Okunma
37-75.AYET
1542 Okunma