ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1690 Okunma
11.AYET

Enfal Sûresi-6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

إِذْ يُغَشِّيكُمُ النُّعَاسَ أَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْأَقْدَامَ (11)

(EiÜ YuĞaşŞAvKuMu elNuGASa EaMaNaTan MiNHu Va YuNazZiLu GaLaYKuM MiNa elSaMAEi MAvEan Li YuOahHiRaKuM BiHi Va LiYuOahHiRaKuM BiHIy Va YuÜHiBa GaNKuM RiCZa elŞaYOAvNı Va LiYaRBİOa GLAv QLUvBiKuM Va YuÇabBiTa BiHiy elEaQDAMa)

“Hani kendisinden emene olmak üzere nuası size tağşiy etmişti. Sizi onunla tathir etsin ve şeytanın riczini izhab etsin diye ve kalblerinin üzerini rabt etsin, ekdamı tesbit etsin diye semadan mâi inzâl etmişti.”

“Seni ihraç ettiği gibi” ile başlayan âyette Bedir Savaşı anlatılmaya başlanmıştır. “Veİz” diyerek Bedir Savaşı anlatılmıştır. Dört “İz”in birincisi “Ve” ile “Kema”ya atfedildiği için “Kema”da “İz” hazfedilmiştir demiştik. Onu deyişimizin başka bir sebebi bu âyetlerin Bedir Savaşı’ndan sonra gelmiş olmasıdır.

“İz”siz başlayan bir fiil cümlesine “İz”le başlayan bir cümlenin atfı fasih olmaz diyorum. “Kema” ile başlayan cümlede istişare durumu anlatılmaktadır.

“Seni ihraç ettiği gibi” cümlesinde Bedir Savaşı anlatılmaya başlamıştır. “Ve”siz “İz”in getirilmesi gerekirken “Ve” ile getirilmiştir. İki ayrı şey anlatılmaktadır. Biri savaşa çıkışlarındaki sahabelerin itirazlarıdır. Diğeri ise savaşın devamıdır. “Ve” ile atfedilmiş olmasının sebebi karar alındıktan ve savaş başladıktan sonra artık onlar hep birden savaşmışlardır. Başlangıçta müzakeredeki ihtilafları sonra fiiliyata intikal etmemiştir.

İşte burada yeni kaide ortaya çıkmaktadır. Hukuk düzeninde herkes kendi içtihadı ile amel eder. Başkanın veya başka birisinin içtihadı ile amel edilmesi caiz değildir. Bir konuda ihtilaf varsa, başkanın içtihadı ile kişinin içtihadı uymuyorsa, kişi kendi içtihadı ile amel eder. Oysa askerlikteki savaşta başkanın emrine uyulur, onun içtihadına göre verdiği emirlere tâbi olunur. “Kema”dan sonra “Veİz”in ve sonra iz’in gelmiş olması buna delalet eder.

Demek ki “Kema Ehraceke”de hukuk düzeninde istişare vardır. Ondan sonra da askeri düzende emir komuta zinciri içinde hareket vardır. Askeri düzen anlatılırken bir “Ve” harfi içinde dört “İz” ile başlayan cümle getirilmiştir.

Birinci “İz”de servet yüklü kervan değil de, savaş için hazırlanmış birlikle sizi karşı karşıya getirmiş olduğu hususu anlatılmaktadır. Bundan önceki “İz”de mü’minlerin aldıkları emri yerine getirme kararında artık Allah’tan yardım istemeleridir. Melekler ile yardım edeceğini, asıl yardımı Allah’ın melekler olmaksızın yapacağını bildirmişti. Buradaki “İz”de melekler olmaksızın bu yardımın nasıl yapıldığı anlatılmakta, bundan sonra ise meleklerin yardımı anlatılmaktadır.

Demek ki savaşa başlamadan önce hukuk düzeni içinde istişare edilmektedir.

Anayasamızda diyoruz ki; savaşa hukuk düzeni içinde geçilir, savaş askeri düzende yapılır. İşte burada da öyle olmuştur. “Kema” ile başlayan âyette savaş düzenine geçme kararı alınmıştır, ondan sonra da savaş düzeni anlatılmaya başlanmıştır.

Savaşı kazanmanın birinci şartı inanmış olmaktır. Biz bu savaşı kazanacağız denilmeli ve buna inanılmalıdır. Ya ölüm ya zafer azmi içinde savaşa girilmelidir. Savaşa katılanlar; nasılsa öleceğiz, savaşı kazanırsak zaferimizin nimetlerinden yararlanırız, ölürsek biz cennete gideriz, çocuklarımız da bu savaşın nimetlerinden yararlanmış olurlar, derler.

Savaşı kazanmanın ikinci sebebi ise birlikte hareket etmedir. Yani komutana kayıtsız şartsız riayet etmedir. Bu sayede birlik birlikte hareket eder ve düşmanı yenmiş olur. Bir masayı bir kişi tek başına kaldıramaz ama dört kişi rahatlıkla kaldırır. Ancak masanın kalkması için birlikte kaldırmaya çalışmalıdırlar. Savaşın masanın kaldırılmasından önemli bir farkı vardır. Masayı dört kişi birden tutmazsa masa yerinden kalkmaz. Savaşta ise karşı taraf da saldırdığı için komutanın emrinden ayrılmak ölüm demektir. Düşmana zamanından önce ateş eden olursa düşman birliğin yerini tesbit eder ve önce davranarak imha eder. Bu sebepledir ki askerlikte içtihatla değil de emirlere göre amel edilir.

Dr. Lütfi Hocaoğlu arkadaşımız Kıbrıs’ta kısa dönem askerlik esnasında doktorluk yaparken muayeneye gelenlerin önce göstermelik hasta olup olmadığı hususunu araştırıyorduk; askerlik dönemimde buna öyle alıştım ki, hastaneme döndüğüm zaman gelen hastalarımıza da aynı muameleyi yapıyordum demiştir.

İşte askerlik budur, insana refleksler kazandırır. Hukuk düzeni yerine askeri düzenin içine koyar. Oranın mantığı ile düşünmeye başlarsınız.

Bürokrasi demek sivil hayatın da askeri düzenle yapılması demektir. Bu sebepledir ki hukuk düzeninde yetkili görevli yoktur, serbest meslek erbabı vardır. Hukuk düzeninde halk onlardan birinden hizmet alır. Son söz hizmet verenin değil, hizmet alanındır.

Oysa askerlikte kamu görevinde son söz görevlinindir.

Mü’min demek, malını ve canını yani özgürlüğünü de cennet karşılığı Allah’a satmış kimse demektir. Her nimetin bir külfeti vardır. İnsan askerde iken askerî düzene, sivilde iken hukuk düzenine kendisini alıştırmalıdır.

Bu âyette iki yardım anlatılmaktadır.

Biri insanın kendisinde, bedeninde veya beyninde meydana gelen ilâhi yardımdır. İnsan beyninin sağlıklı çalışması ile birçok sorunlar çok kolaylıkla çözülmüş olur. Bunun için insanın eğitime ihtiyacı vardır. Namaz, zekât, oruç, hac insanın bedenî ve ruhî kabiliyetlerini geliştirir. Öğretim ve eğitim kurumlarıdır. Topluca yapılan bu memurunbihler insanın hem askeri melekelerini hem de hukuki melekelerini geliştirir. Namaz kılarken ilk iki rekâtında imam okur cemaat dinler ama iki rekâtında ise kişi kendisi kendi başına okur veya tezekkür eder. Ramazan’da imsak birlikte yapılır, iftar birlikte yapılır ama sonra herkes ayrı ayrı oruçlu olur. Dini merasimler insanların askerî ve hukukî melekelerinin gelişmesini sağlar.

İkinci ilâhi yardımdan bahsetmektedir. Semadan mâi’nin yani suyun inmesidir.

Demek ki askeri harekâtta Allah’ın iki desteği olacaktır. Biri bizim ruhî ve bedenî durumumuzda oluşacak güç, diğeri ise dışarıda doğadan gelen yardımdır. Bu da mâ ile ifade edilmiştir, iklim şartları ile ifade edilmiştir.

Doğal âfetler veya bereketli yağmurlar Allah’ın bize o günlerde yaptığımız amellerin sonucu mudur? Bizi cezalandırmak veya bize rahmet etmek için midir? Yoksa olayların bizim amellerle veya dualarla bir ilgisi yok mudur? Bugün küfreden mantığa göre zelzelenin, su baskınlarının, hortumların ve benzeri âfetlerin bizim yaptığımız işlerle bir ilgisi yoktur, onlar doğal olaylardır, kendi kendine olup biterler.

Kur’an, bunlar bizim yaptıklarımız veya yapacaklarımız için Allah’ın âyetleridir diyor. Biz cezalandırılıyoruz veya mükâfatlandırılıyoruz. Bugün ilmî araştırmalar yapılabilir. Bir milyondan fazla bucak var olacaktır. Bunların maddelerine bakarak bunların refah seviyeleri ölçülebilir ve buna göre bir felaket eğrisi çıkarılabilir. Böylece insanların başına gelenlerin kendi elleri ile yaptıkları olup olmadığı çok kolay ve basit olarak ortaya çıkar, Kur’an’ın söylediklerinin hak olup olmadığı ilmen tesbit edilebilir.

Burada bir şeye işaret etmek gerekir. Yukarıda anlattığımız yağan yağmur aslında aynı yağmurdu ama bu yağmur Medinelilere rahmet olmuş, Mekkelilerin ise hezimetlerine sebep olmuştur. O halde insanlar için doğa olayları değişmez. Kendi akışına göre devam eder. Ama o iyi insanlar için rahmet, kötü insanlar için musibet olur.

Yine de ilmî çalışmalar yapılarak tarihî akışa doğa olaylarının etkisi araştırılabilir.

Evet, sünnetullah vardır, kader vardır. Bunlar değişmez. Tarihî akışı içinde devam eder gider. Bunun yanında insanların, meleklerin, cinlerin ve ruhların da iradesi vardır. Olaylar onların isteklerine göre ve fiillerine göre biçim alır. Sünnetullah ve kader değişmez ama o kaderin icra biçimi ve sünnetullahın uygulanması insanların iradesine ve amellerine bağlanmıştır. Kur’an’a göre bu uygulamada Allah mü’minlerin yanındadır, bâtıl ehlinin galibiyeti söz konusu değildir. Bedir’de başlayan bu galibiyet, Uhut’ta ve Hendek’te devam etmiş, Mekke fethedilmiştir. Sonra Kudüs de fethedilmiştir. Sonunda İstanbul da fethedilerek tüm eski dünyaya İslâm’ın zaferi ulaşmıştır. Amerika fethedilmiş ve Hıristiyanlık orada da yayılmış, arkasından zenci Müslüman hareketi ile orada da İslâm zaferini kazanmış, Kur’an’ın dediği gerçekleşmiştir.

Son iki üç asırdır ise Kur’an’ın dediklerinin aksi olaylar cereyan etmişti. Marks’ın sosyalizmi ve ateizmi son safhaya varmış, 1950 ve 60’lara kadar mukaddes kitapların haber verdiklerinin yanlış olduğu iddia edilmiş, peygamberlere ve kitaplara inanmanın gayri ilmî olduğu ilân edilmişti. Tüm yayın organları, basın, okullar, yönetimler hep buna göre harekete geçmişti. Sosyalist ülkelerde sopayla, kapitalist ülkelerde para ile insanlar dinsizleştiriliyordu. Okumuşların ve zenginlerin, makam sahibi olanların dindar olması ayıp sayılıyordu. Dindarlar parya sınıfını oluşturuyordu. Dindar nesil öldükten sonra din sorununun halledilmiş olacağı zannediliyordu ya da iddia ediliyordu.

1960’larda Türkiye’de yeni bir hareket ve hamle başlamıştır. Akevler kurulmuş, ilk Millî Görüş partisi siyasete atılmış, Risale-i Nur şakirtleri F. Gülen ekolünü geliştirmişlerdir. Konya’da Anadolu Holdingleri ortaya çıkmıştır. Bu İslâmî hamle Türkiye’ye özgü olarak kalmamış; önce İran’a, oradan Gorbaçov’la Sovyetlere sıçramış ve tüm dünyada sosyalistler de din düşmanlığından vazgeçmişlerdir. Amerikan halkı bir Müslüman çocuğunu başkan seçmiş, Rusya devlet başkanı İslâm Konferansı’na (İKÖ) katılmak için başvurmuştur. Papa İstanbul’a gelerek camide dua etmiştir. Şimdi Arap baharı ile sol diktatörler patır patır dökülmektedirler. Yani Kur’an’ın söylediklerinin yanlış olduğu iddiası 200-300 sene sürmüştür.

Gerçekte ise yine Kur’an’ın dediği olmuştur. Kur’an’a göre her topluluğun bir ömrü vardır; doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Hak uygarlıkları vardır. Kuvvet uygarlıkları vardır. Bu uygarlıklar zaman zaman bin yılda bir biri diğerine hâkim olur. Böylece devamlı uygarlaşma devam eder gider. Kur’an böyle diyor.

Yaşlanan beden kendisini yenileyemez, gençleşemez. Ölü diriltilemediği gibi insan da diğer canlılarda olduğu gibi gençleşemez. Yaşlanan beden ölür ve toprak olur. Yerine onun vârisi olarak yeni vâris ortaya çıkar.

İşte, 1400 yıldan beri oluşmakta olan İslâm uygarlığı yaşlanmış ve sosyalistler tarafından öldürülmüştür. Onun yerine III. bin yıl uygarlığı başlamıştır. İşte şimdi yeryüzünde III. bin yılın hak uygarlığı oluşmaktadır.

Biz bunu 1960’lı yıllarda yaptığımız siyasi konuşmalarda açıkça anlatmıştık. 1970’lerde bu konuşmalarımız basılmış ve yayımlanmıştır. Şimdi kırk sene sonra söylediklerimizin doğruluğu açıkça görülmektedir.

Demek ki Kur’an ne söylüyorsa doğru söylüyor.

Âyette belirtilen suyun indirilişinin dört sonucu olmuştur. Temizlenmişler, şeytanın riczi giderilmiştir. Bu sayede birlikte birbirlerine bağlanmışlar ve artık cesaret kazanmışlardır.

Şimdi kelime kelime bu âyeti yorumlamaya devam edelim.

إِذْ يُغَشِّيكُمُ

(EiÜ YuĞaşŞIyKuMu)

“Sizi tağşiye ediyordu.”

İz” muzari fiilleri mâzinin hal hikâyesi yapar. Muzari gelmesi istimrar içindir. Sürekli ğaşyetmişti. Tüm savaş zamanında bu ğaşyet sürmüştür.

Ğışave” perdedir. Katarakt için Kur’an “ğışave” demektedir. Varlıkları yok etmemektedir. Varlıkları dışardan gelen tesirlerden korumak için konan perdelere “gışave” denmektedir. “Ğışa” kılıf demektir. Bir şeyi kendi şekline uygun bir kabın içine koymadır. Kılıcın ğışası kılıcın kınıdır. İf’al bâbı ile de kıraat vardır. Meçhul ve malum sıygası ile kıraat edilmektedir. Cumhurun kıraati ise “yuğaşşi” şeklindedir.

Burada ğaşyeden Allah’tır. Diğer kıraatlerde ğaşyeden nuasdır. Allah nu’asını vererek gaşyetmiştir veya nu’as gaşyetmiştir. İki kıraat aynı şeyi ifade etmektedir. Fail olan sebep değildir, sebebin hâlikidir. Ama biz hâliki değil de sebepleri gördüğümüz için sebeplerin o işi yaptığı şeklinde ifade ederiz.

Ateş yakmaz, ateşe yakma kabiliyeti veren yakar. Ehli Sünnete göre ateşin yakma kabiliyeti devamlı değildir. Allah kendi kudreti ile ona devamlı o kabiliyeti vermeye devam etmektedir. Bir mıknatısı alırsanız demirleri çeker. Buna sabit mıknatıs denir. Yumuşak demir ise demir çekmez ama başka bir mıknatısın yanına konursa yumuşak demir de mıknatıslanır ve demiri çeker. Sabit mıknatısı uzaklaştırdığınızda mıknatıslığı kalmaz. Buna geçici mıknatıs denir. Şimdi kâinattaki sebeplere etki etme gücü vardır. Bu güç Allah tarafından ona verilmiştir. Ehli Sünnete göre bu geçici kuvvettir. Allah gücünü çekse onda güç kalmaz, hattâ varlığı da kalmaz. Mutezileye göre ise Allah onu var etmiştir, ona o özelliği vermiştir. Artık sonradan devamlı ona kuvvet vermesi veya varlığını koruması gerekmez demektedirler.

Bu ihtilafın amelî hiçbir farklı sonucu yoktur. Bize göre bu husustaki tartışma bir sonuca varamaz. Çünkü Allah bize gerekli olmayan bilgi vermemiştir.

Bu âyette iki kıraat olduğuna göre Ehli Sünnetin görüşünü doğrulamaktadır. Nu’as perdelemiştir yahut Allah nu’as ile perdelemiştir. Her ikisinin manâsı aynıdır. Sadece söylenişi farklıdır. Birinde işaretle diğerinde iktiza ile delalet vardır.

Burada muhatap olan Bedir Savaşı’na katılanlardır. Medineliler ensar ve muhacir olarak savaşmak üzere Medine’den çıkmışlardır. Allah onlarla başkanları aracılığı ile görüşmektedir.

Peki, bundan sonra ne olacaktır?

Cebrail gelmeyecektir, Allah’ın şu kadar melekle size yardım edeceği bildirilmeyecektir. Bedir Savaşı’ndaki bu yardım sadece Kur’an’ın peygamberine verilen mucize olup bizim için söz konusu değildir. Nasıl biz sopayı bıraksak yılan olmuyorsa, nasıl Hazreti İsa gibi ölüleri diriltemiyorsak, nasıl ateşte yanıyorsak, bir daha Bedir Olayı tekerrür etmeyecek, savaşan birlikler vahiy alıp müjdelenmeyecektir.

Bununla beraber rüya gibi, ilham gibi yollarla Allah insanlara vahyetmeye devam etmektedir. İçtihat ve icmalar birer vahiydir. Bunun Bedir’deki vahiyden farkı, onun bildirdiği kati idi, yanlış çıkması mümkün değildir. Oysa bize gelen rüya veya ilhamda ise daima hata ihtimali vardır. Hata ettiğimizi gördüğümüzde düzeltiriz.

النُّعَاسَ

(elNuGASa)

“Nu’ası ğaşyetmiştir.”

Devenin fazla sütü toplanmışsa sıkıntı çekmeğe başlar. Sağılır veya yavrusu tarafından emilirse o deve bu durumdan hoşlandığı için gözlerini kapatır. Buna nu’as denir. Türkçede “kendinden geçme” tabiri vardır. Uykuda gibi gözleri kapalı olduğu halde ayık olan kimsenin durumu nu’as hâlidir, çevresiyle ilgilenmeme hâlidir. Nevmde insanın beyni bilinçli konularla ilgisini keser, artık duygu organları çalışmaz, iradeli hareketler yapılamaz. Rüyasız uykuda insanın ruhu da beyinle irtibatı keser. Rüyada ruh beyinle irtibatlaşır. Nevmin karşıtı yakazadır. Rüyasız uyku subattır. Sine ile nu’as birbiriyle eşleşirler. Nu’asda beynin bedenle ilişkisi kesilmez, ruhun da kesilmez. Ruh ve beyin bir konuya teksif edildiği için diğer zihni ve bedeni olaylardan insan ilgisiz kalır. Sinede insanın hareketi ile ilgisi kesilmiş olur. Sinede iken insan hareket edemez ama sesi duyar, gözleri açıksa çevreyi görür.

O halde uyku zihnin ve şuurun algılama melekesini tatil etmesidir. Ayrıca hareket mekanizması da tatil edilir. Bilinçli algılama ve bilinçli yapma böyledir. Beyin bedenle ilgisini kesiyor ama ruh bilgisini sürdürüyor. Sinede hareket melekesi tatil oluyor, algılama melekesi devam ediyor. Nu’asda meleke bir noktada o kadar teksif oluyor ki artık diğer olaylarla ilgilenmiyorsun.

Persler Atina’yı işgal ederler. Yunan filozofu kum üzerinde çizdiği dairede geometri problemini çözmektedir. Askerler teslim almak üzere yaklaştığı zaman filozof onlara “dairemi bozmayın” der. İşte bu hâl nu’as hâlidir.

Hayatımızda böyle pek çok nu’as halleri gelip geçer, dalgınlık deyip geçersiniz. Savaşta insanlar korkularından bütün zihinlerini savunmaya toplarlar. Böylece korku halleri geçer. Artık nu’as hâline geçmişlerdir. Onların düşmanı yenmekten başka düşünecek bir şeyleri yoktur. Bu dalgınlık sürekli dalgınlık hâlini alır. Artık uyarılar dalgınlığı gideremez. Gafletten farkı budur. Gaflette uyarı geldiğinde gafletten uyanır. Biraz sonra kendiliğinden de gaflet zail olur. Nu’asda ise artık o uyarılarla uyanamaz. Savaş böylece başlar. Başlangıçta yeneceklerine karar verirler. Birbirlerine girişirler. Ondan sonra ya yenmek ya da ölmek vardır. Esir olmak yoktur. Esaret ancak mü’min olmayanların işidir. Kadın, yaşlı, savaşmayan âlimler, rahipler müstesnadır. Onlar esir olabilirler. Müslimlerin esareti normaldir.

Hayatımda nu’as hâlini bir defa yaşamışımdır. Kooperatifi şeriatla yönetiyorsun diye savcılığa çağırdılar. Savcı takipsizlik kararı aldı. Baskı yaptılar, sonra tutuklatmak isteğiyle nöbetçi hâkime gönderdi. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir albay hâkim sorguya çekti. Cezası sekiz senelikti. Hapishaneye gireceğime kani oldum. Seksen yaşıma kadar yaşamayacağımı düşünerek kafamda hapishane hayatımı düzenlemeye başladım. Karakolda beklerken planımı yaptım. Arapça daktilomu hapishaneye alacağım ve artık ölünceye kadar ilim yapacağım. Savunmamı hiç tereddütsüz yapacağım.

İşte bu şekilde emene nu’asına girdim.

Hâkime; “Ben İslâm dinini değil İslâm düzenini savunuyorum. Ne İslâm ne de düzen yasaktır. Yasak olan İslâm dinidir, İslâm düzeni değildir.” dedim. Sonra saldırmaya başladım, “Ben rüşvetle ve vergi kaçakçılığıyla uğraşırken sizin benim yanımda olmanız gerekirken hainlerle bir olup bize saldırıyorsunuz!” dedim. Bunu yüksek sesle bağırarak söyledim. “Dur, daha hüküm vermedim” dedi ve takipsizlik kararı aldı.

Savaşa katılmayan bizlerin bu emene nu’asını kavramamız mümkün değildir. Birbirleriyle boğuşan insanlarda böyle nu’as halleri oluşur.

Mü’min olmak demek malını ve canını Allah’a satmak demektir.

Bu nasıl olur?

Allah’ın emrini yerine getirirken artık malınızı ve canınızı unutuyorsanız mü’minsiniz demektir. Onun için canınızı vermeye hazır iseniz mü’minsiniz, emene nu’ası içindesiniz demektir.

أَمَنَةً مِنْهُ

(EaMaNaTan MiNHu)

“Kendisinden emene olarak.”

Emene” demek güven demektir. “Mena” korunmuş iç avludur.

Yüz dairelik apartmanı yaptığımız zaman etrafını surla çevireceğiz. Girişe kameraları koyacağız, sinyalleri koyacağız ve apartman bahçesine giren eman içinde olacaktır.

İşte bu güven altına alınmış yere “mena” denir. Menaya girmek de emndir. Emene ise eman içinde olmadır. Kendini güven içinde görüyorsun, korku gitmiştir.

Savaşta iki türlü nu’as vardır.

Biri havf nu’asıdır. İnsan beyni o kadar korkar ki karşı gelme gücünü kaybeder ve teslim olur. Savaşmayı bırakır, kaçmayı ve teslim olmayı düşünür. Buna havf nu’ası diyoruz.

Diğeri ise emene nu’asıdır. Burada da korku diye bir şey kalmaz, galibiyete teksif olan mağlubiyeti aklına getirmez.

Savaş içinde havf nu’asına düşen taraf mağlup olur. Teslim olur. İdam sehpasına giderken bile direnmez. İdama mahkûm olanların direnç göstermemesi bu havf nu’asından ileri gelmektedir. Bu zihindeki bazı dosyaların açılamayacak şeklinde kapatılması ile gerçekleşir.

Bir hizbin taraflısı olanlar artık tarafsız düşünmez olurlar, muhakemelerinde mantıklı olmayı unuturlar. Bu kadar mantıksız nasıl düşünülür dersiniz ve şaşırırsınız ama nu’as demek mantıksızlık demektir. Düşünmeden hareket etmektir. Partilerini savunanlar veya iktidara çatanlar da böyle nu’as içindedirler.

Savaş zamanında nu’as içinde olmak ne derece doğru ise hukuk düzeninde nu’as içinde olmak da o derece yanlıştır. İnsan fiillerinde nu’as içinde olmalıdır. İçtihatlarına göre hareket etmelidir. Ama içtihat yaparken artık yakaza içinde olmalıdır. Doğru düşünmeli ve hakkın yanında olmalıdır.

Askerlikte haklılık veya haksızlık düşünülmez, yenmek ve ölmekten başka bir şey beklenmez. İnsan artık tarafsız değildir. Orada tam taraftır, ölesiye taraftır.

Burada “Minhu” zamiri getirilmiştir, kendisinden emene denmektedir. Emenenin cinsini ifade eder. İzafet minidir.

İşte Bedir Savaşı böyle bir savaştır. Allah mü’minlere doğrudan emene nu’asını vermiştir. Bedir Savaşı her yönüyle bir mucizedir.

Siz parti kuruyorsunuz, kurucu yöneticiler olarak korkuları sebebiyle bir ilçede 7 kurucu kişi bulamıyor ve orada parti teşkilatını kuramıyorsunuz. Kapalı, kimsenin görmediği seçim sandığı odasına giriyor ama size dört senede bir “evet” mührünü basmayı kıyamıyor. Ama bunlar beş vakit namazı sünnetleriyle ve tesbihleriyle kılan, bunlar üç ayları tutan, bunlar her sene umreye giden, bunlar kırkta bir zekâtı veren kimselerdir.

Bedir’de inanmış insanlar vardı. Onlar sayesinde İslâmiyet bugün bütün yeryüzüne yayılmıştır. Müslümanlar sonra zekât dağıtırken derecelenmişlerdir. Bedir’den önce Müslüman olanlar ilk sırayı almışlardır. Sonra fetihten önce Müslüman olanlar ikinci sırayı almışlardır. Ondan sonra Müslüman olanlar üçüncü sınıf Müslümanlardır.

İkinci emene nu’ası Uhud Savaşı’nda zikredilmektedir. Burada nu’as marife gelmiş, emene nu’asın hâli olmuştur. Emene nekre gelmiştir. Oysa Âli İmran’da Uhud harbini anlatırken 5000 melaike ile Allah’ın imdad ettiğini bildirmektedir. Orada kendisinden bir emene olmak üzere nu’as demeyip nu’as emenenin hâli olarak getirilmiştir. Nu’as emene denmiştir. Yani Uhud’da da yardım etmiş ama o emeneyi kendisinden bir emene olarak hallendirmemiştir. Uhud ikinci derecede önemlidir. O savaşta mü’minler aslında mağlup olmamışlar, ne var ki yine hava şartları, melekler, nu’as mü’minlerin imdadına koşmuş, galip olanlar mağlup olmuş gibi kaçmışlardır. Oysa Uhud’da Mekkeliler Medine’ye gider ve orasını işgal edebilirlerdi. Bunu deneyemediler çünkü Medine’de hâlâ Müslüman olmayanlar vardı. Onları Müslümanların cephesine katıyorlardı. İşte bu korku nuasıdır.

وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً

(VaYüNazZiLu GaLayKuM Mina elSaMAvEi MAvEan)  

“Ve semadan size mai inzal ediyordu.”

Arabistan’da bunaltıcı sıcak vardır. Bir de susuzluk sorundur. Bedir kuyusu yağmur yağdıkça dolar, sonra kısa zamanda suları çekilir. Bu kuyu hâlen mevcuttur. Bunun su debisi durumu ölçülmeli ve bu âyetlere öyle manâ verilmelidir. Mekke’nin güneyinde batıya doğru 130 km mesafededir. O günkü deve yürüyüşü ile bir haftalık yoldur.

Yollarda suyun bulunması en büyük olaydır.

Bedir civarında başka kuyu var mıdır?

Ne kadar mesafeden sonra oradan su temin edilebilir?

Bunların öğrenilmesinden sonra buradaki “su” kelimesinin manâsı anlaşılmış olur. 

Bedir Savaşı için suyun hayati önemi vardır. Kim Bedir’e önce ulaşır orasını işgal ederse, o su bakımından güçlüdür. Öbür grup ancak galip geldikten sonra oradan su alabilir. Suyun yeter derecede olmaması da orada olanlar için büyük tehlikedir. Bu sefer muhasarada olduğu için su bitince oradakiler teslim olmak zorundadır.

Müslümanlar Bedir’e önce ulaşmışlardı. Ne var ki çok az su vardı. Savaş uzun sürerse teslim olmak zorunda kalacaklar veya susuzluktan kırılacaklardı. Yarıp çıksalar bile suya ulaşmak kolay olmayacaktı.

“Semadan size mâı/suyu/yağmuru inzal etti” diyerek yağmurun yağdığına işaret etmektedir. Yağmur yalnız susuzluğu gidermemiş, etrafı serinletmiş ve bunalan Müslümanların bunalmışlıklarını gidermiştir. Yağmur suları Bedir kuyusunun etrafında toplanıp göl oluşturmaktadır. Güneş’in buharlaştırması sebebiyle de çevresi serinlemektedir. Sıcaklığın uyuşturma kabiliyetini yok etmektedir. Oysa dışarıdan gelenler kuyudan uzakta oldukları için bu serinlik avantajından da yararlanamamakta idiler.

Demek ki yağan yağmur savaşın bütün şartlarını Mekkelilerin aleyhine çevirmiştir.

Şimdi şu sorulabilir.

Bedir Savaşı olmasaydı yine o gün o saatlerde yağmur yağacak mı idi, yoksa Allah sadece Medinelilere yardım etmek için mi bu suyu indirdi, bu yağmuru yağdırdı?

Yağmur o saatte yağacak olsa bile, Mekkeli ve Medinelileri o gün orada buluşturan, onları o tarihlerde harekete geçiren Allah, o yağmurlardan yararlanma imkânını sağlamış olmaktadır. Sonuç değişmemektedir. Kaldı ki o yağmuru kader-i ilâhide insanlar için yağdırdığı için soru şu şekilde sorulabilir: Allah bunu kaderi ezelideki planla mı yapmıştır, yoksa o zaman karar almış da mı yapmıştır? Bu tartışma gereksizdir. Çünkü bu soru zaman içinde sorulabilir, zaman yoksa o takdirde iki durum da aynıdır.

لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ

(LiYuOahHiRaKuM BiHIy)

“Onunla sizi tathir etsin.”

Suyun en önemli fonksiyonu taharettir. Yağmur suyu tahurdur, temizleyicidir. Oysa yeraltı suları zamanla kirlenir ve işe yaramaz. Sular güneş enerjisi ile denizlerden göğe çıkar, böylece temizlenmiş olur. Demek ki sular Güneş’le temizlenmektedir. Yapraklarda da hava temizlenmektedir. Canlılarda yaprak ne ise cansızlarda denizler odur.

“Semadan mâı inzâl ediyordu” diyerek semadaki suyun ayrıcalığını ifade ediyordu. Temizleyici su anlamında “mâen tahura” demektedir.

İnsan bedeni terledikçe tuzlu suları dışarı çıkarır. Dışarıdaki tozlarla da birleşerek derideki gözenekleri tıkar. Diğer canlılarda doğal vücut örtüsü bu temizliği kendiliğinden yapar. Boyanan bir hayvan biraz sonra kendisini temizler. Oysa insanın elbisesi bu bedeni temizleme kabiliyetinde değildir. Dolayısıyla insan yıkanmadıkça deri nefes almaz. Böylece hayat tehlikeye girer. İşte, yağan yağmurlar temizleyici su ile yıkanınca ve elbiseyi yıkayınca insan zindeliğe erişir.

Mekke’den gelen kirlenmiş kimseler su bulamayacakları için savaşa o pis durumları ile katılacaklar, bu durumda savaşma kabiliyetini o kadar kaybetmiş olacaklardır.

Bugünkü savaşlarda da en büyük tehlike su şebekelerine atılacak biyolojik ve kimyasal maddelerdir. Bu yapılırsa artık kentlerdeki su şebekeleri kullanılamaz hal alır. Hattâ yeraltı suları da kirlenir. İlk yağmurlarda yağmur suları da kirlilik taşır. Ama denizden kirler buharlaşmadığı, virüsler bulutlarla taşınmadığı için yağmur suları tek temiz sulardır.

Yağmur sularını sarnıçlarda veya göllerde biriktirsek kendimizi koruruz ve yaşarız.

Böyle sulara sahip yerler savaşa karşı direnç gösterirler.

Savaşın başka kuralı da sabırdır.

Eskiden kaleler muhasara edilir, dışarıdan gelenlerin malzemesi bitince bırakıp gitmek zorunda kalırdı. İçeridekilerin malzemeleri daha önce biterse onlar teslim olurlardı. Uzaktan ikmal ise mümkün değildi.

Gelecekte de temiz suyu bulan ve bulunduran devletler daha çok dayanacağı için savaşı kazanacaklardır.

وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ

(Va YuÜHiBa GaNKuM RiCZa elŞaYOAvNı)

“Ve sizden şeytanın riczini izhab etmesi için”

Temizlemek ve riczi izhab “Li” harfi kullanılmadan atfedilmiştir.

Kirlilik iki çeşittir.

Biri görünen pisliklerdir. İnsan bedeninde önden ve arkadan çıkanlar pistir. Ölü hayvanlar pistir. Domuz eti pistir. Bunlara “necaset” denmektedir.

Diğeri de zamanla bedenin ve elbisenin kirlenmesidir. Görünür pislik yoktur ama görünmeyen pislik doğmuştur. Buna “hades” denmektedir.

Daha önce hadesten taharetten bahsedilmiştir, burada da necasetin giderilmesinden bahsedilmektedir. Namazın şartları arasında “necasetten taharet, hadesten taharet” diye sayarlar. Ricz var, necaset ve rics var. Bunlar değişik manâları ile ayrı ayrı kullanılmaktadır.

Demek ki ricz görünen pisliktir. Görünen pisliği de su temizlemektedir. Hayatın temeli sudur. Su iki şekilde bedende yer almaktadır. Biri moleküllere katılarak istenen asitlerin oluşmasını sağlamaktadır. Diğeri ise bütün organik maddeler suda çözülürler. Dolayısıyla hayat için suya ihtiyaç vardır. Kur’an ve biyoloji ilmi susuz hayat olmaz demektedir.

İşte, su pislikleri erittiği için pislikler su ile yıkandıkça temizlenmiş olur. Önce pisliği çöple veya bezle uzaklaştırırsın sonra da yıkarsın. Ancak ondan sonra temizlenmiş olur. Bunun için bir defa, üç defa, hattâ yedi defa yıkama şartlarını koymuşlardır.

Bu âyet fıkıhçıların riczin izalesinden sonra su ile yıkama gerektiği hususundaki hükümlerini teyit etmektedir. Buradaki müşkül olan riczi şeytana izafe etmesidir. Şeytan kelimesi marife olarak gelmiştir.

Neden şeytanın riczinden demiştir?

Bazı yorumcular cinden maksat mikroptur veya virüstür demektedirler. Görünmedikleri için cin denmektedir. Cin kelimesini yabancılar şeklinde anlayabilmekteyiz. Cin kelimesi Güneş’te yaşayan bizim gibi şuurlu varlıkları anlatabilmektedir. Pisliklerdeki mikroplar olarak da anlayabiliriz. Mikroorganizmaların hepsi zararlı değildir, yararlı olanları da vardır, zararlı olanları da vardır. Cinlerin de yararlı olanları vardır, zararlı olanları vardır. Zararlı olan cinlere “şeytan” denmektedir. Cinin şeytanı vardır, insin şeytanı vardır, hücrelerin bakterilerin virüslerin de şeytanî olanları vardır. Kromozomların şeytanisi virüstür. Bakterilerin şeytanisi ise hastalıkları yapanlardır.

Şeytanın riczi demek, zarar verenin riczi demektir. Sizden mikropları ve virüsleri uzak tutmak anlamında getirilmiştir. Bit ve pire gibi canlılar da pislik üzerine gelirler. Gerçi bugün onları uzaklaştıran ilaçlar bulunmuştur ama o ilaçların insana ne kadar zararlı olduğu hususu henüz ortaya konmamıştır. Eskiden alkolün eşyayı temiz hâle getirdiği ileri sürülmüş ve her durumda temizleyici olarak kabul edilmiştir. Şimdi Dr. Lütfi Hocaoğlu’nun beyanına göre alkol mikropları uyuşturmakta, deriye yapıştırmakta, sonra ayıldıklarında yeniden faaliyet göstermektedirler. Demek ki sudan başka temizleyici bir şey yoktur.

Bu âyet şeytan kelimesinin manâsını bize daha açık olarak göstermektedir. Zarar veren ve canlı olan her şeye şeytan diyebiliriz. Cinlerin şeytanı iblistir. İnsanların da şeytanı vardır. Bir de canlıların şeytanı vardır. Mikropların ve virüslerin de şeytanı vardır.

Demek ki tek temizleyici su yağmur suyudur ve tek temizleyici sudur. Diğerleri uzaklaştırıcıdır, belki önleyicidir. Yani alkole batırılmış bir alete yeni mikroplar belki bulaşamaz ama bulaşmışsa onları gidermez çünkü canlılar kendi maddelerinin sudan başka madde içinde erimelerine karşı tedbir almışlardır.

وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ

(Va LiYaRBİOa GLAv QLUvBiKuM)

“Ve kalblerinizi rabt etmesi için.”

Su iki imkânı sağlamıştır. Biri maddi temizlik yapmıştır. İkincisi ise bu durum mü’minlerin cesaretlerini artırmış, Allah’ın yardım edeceğine dair vaatlerine inanmışlardır.

İnsanlar çok sıkıntılara girdikleri zaman herkes kendi derdine düşer ve birbirlerinden çözülürler. Bir de fazla imkânlara kavuştukları zaman da birbirlerine ihtiyaçları kalmadığı için birbirlerinden koparlar. Sıkıntı içinde olduklarında birlikte olurlarsa galip geleceklerine inanırlarsa o zaman birlik olur, birbirinin beyinleri arasında rabıta doğar.

Erbakan ortaya çıkmadan önce İslâmiyet’e inananlar sinmiş, birbirleriyle irtibatlarını kesmiş, herkes kendi derdine düşmüştü. Erbakan ortaya çıkınca insanlarda ümit belirmişti. Erbakan’ın anlattıkları gökten gelen su gibi olmuş ve mü’minler arasında rabıta doğmuştu. Sonra anayasa ekseriyeti ile iktidar olunca artık insanlar arasında rabıta kopmuş, sadece çıkar etrafında toplananlar AK Parti etrafındadırlar. Bir gün en küçük bir sarsıntı sonucu getirir, ANAP ve DYP gibi dağılıp giderler.

İşte, Bedir’de insanlar kısmen rahatlamışlar ama düşmanın güçlü olması onların beyinlerini birbirine rabt etmiştir.

Rabt etme” demek birbirine bağlama demektir. Dil ve konuşma ile aralarında rabıta olduğu gibi bir arada aynı şeyleri duyma da rabıta teşkil eder, insan beyni hattâ bedeni bu sayede bazı şeylere alışır, onlara yer ayırır. Sonra onlarla ünsiyet peydah eder ve onu arar. Kavga ettiği kimseyi bile kavga etmek için arar. Sigara böyledir, içenler için zehirdir, vücut o zehri alınca ona karşı zehir hazırlar. Zehri yok edemez, zehri etkisiz hâle getirir. Yeni nikotin gelmeyince vücut ürettiği karşı maddeleri depolayacak yer bulamadığı zaman sıkıntı başlar.

Gorbaçov’un yenilik yapması sonunda NATO’ya gerek kalmadığı için NATO şimdi yeni savaşacak yer aramaktadır. Sermayenin emrinde olan NATO önce Amerika’da kuleler yıkarak gücünü orada harcamak istemiştir. ‘Kuleleri Müslüman teröristler yıktı’ diyerek tüm dünyayı İslâmiyet’e ve Müslümanlara saldırtmak istemiştir. Ne var ki artık insanlar oyunu anlamaktadırlar. ABD Başkanı Bush’un yalanını bilmeyen kalmadı. Bush gitti Obama geldi. Zencilerle aynı otobüse binmediklerini, aynı okulda okumadıklarını, aynı lokantada yemek yemediklerini sermaye bize hep inandırdı. Müslümanlar Amerika’da anarşist ilan edildi. Amerikan halkının yüzde ellibeşi bu yalanı Obama’ya oy vermekle tekzip etti. Obama hâlâ bunun farkında değildir. Amerikan halkı gerçek demokrasi istiyor, Amerikan halkı gerçek laiklik istiyor; yalnız Amerika’da değil, bütün dünyada istiyor.

İsrail’i hâlâ sermayenin taşeronu olarak desteklemektedir. İsrail desteklenmelidir ama fitne yuvası olarak değil, savaş merkezi olarak değil, İsrail bir hizmet merkezi olmalıdır. Finans merkezi Tel Aviv olmalı, karşılıksız para çıkarmamalıdır. ABD Merkez Bankası (FED) altın parasını çıkarmalı, faizsiz kredileşme sistemi içinde tüm dünyaya hizmet vermelidir. Dünyayı sömürme yerine dünyaya hizmet verme yoluyla sermaye varlığını korumalıdır. Reel ekonomi de dünyaya silah üretmemeli, insanlığın ihtiyacı olan malları üretmeli ve dünyanın her yerinde rahatça gümrüksüz ve vizesiz yayılmalıdır. Demek ki biz sermayeye karşı değiliz, sermayenin çıkar paralelliği içinde çalışmasını istiyoruz.

İşte, Bedir’de rabtolan beyinler Medine’de tamamlandı. Arabistan’da tamamlandı. Eski dünyada tamamlandı. Şimdi insanlık Bedir zaferinin nimetlerini dünyaya yaygınlaştırıyor. Irk ve din ayırımı gözetilmeyen adil yargı sistemi içinde, sosyal dayanışma içinde liberal bir düzen için savaş vermektedir. İnsanlık her gün ona yaklaşmaktadır. Bu düzen İslâm düzenidir. Bu düzen Hak düzenidir. Bu düzen şeriat düzenidir. Bu düzen “Adil Düzen”dir. Bu düzen Batılıların ‘hukuk düzeni’ dedikleri ahkâm düzenidir.

Hukuk yalnız alacakları içerir.

Ahkâm ise yalnız borçları içerir.

Hak düzen Batılıların ‘sosyal düzen’ dedikleri düzendir.

Hüküm hem hak hem de vecibeleri içeren düzendir.

Batılıların diliyle yeni düzen demokratik, laik, liberal ve sosyal düzendir. Batıda bunların sadece aldatmacaları vardır. Kur’an bunu şeriat, İslâm ve hak ahkâmını din/düzen olarak tanımlar, düzen barıştır, din İslâm’dır der.

وَيُثَبِّتَ بِهِ الْأَقْدَامَ

(Va YuÇabBiT EaQDAMa)

“Ve kademleri tesbit etsin diye.”

Kudam” ön demektir. İleri götürdüğü için ayağa “kadem” denmiştir. “Ricl” ayak demektir. Erkekler avda ve savaşta hep yürüyüş içinde olduklar için onlara “racül” denmiştir. Erkeklik kromozomu da ayaklıdır.

Sibat(te)” kayış demektir. Bir şeyi başka bir şeye bağlamış olmak anlamında sabit oldu anlamındadır. İleriye zorluklar içinde ilerlerken ayağın kayar ve yıkılırsın. Ama ayakların altında kaymayı önleyen girinti ve çıkıntı varsa kayma önlenir. Şimdi su ile ayaklar kayışlanmaktadır, sağlamlaşmaktadır. İleriye gitmek için imkân sağlamaktadır.

Savaşta iki iş vardır.

Biri taktiktir ki savaş bununla yapılır.

Diğeri ise ikmaldir yani savaşmaya devam edebilmek için arkadan ikmalin yapılması gerekir. Yiyecek ve giyecek gelmelidir, silah ve mermi gelmelidir. En önemli ikmal kaynağı sudur. Savaşı sürdürmek için kendi cephemizdeki uhdemizde mutlak su kaynağı olmalıdır. Uzaktan gelen su kesildiğinde savaş gücü kırılmış olur. Kıyasen yiyecekler de bulunmalıdır. Ancak bunlarla sebat edersiniz yani cephede kalabilirsiniz.

Suları olduğuna göre savaşa devam edebilirler.

Oysa Mekke’den gelenlerin suları yoktur, savaşıp bir an önce galip gelmelidirler, dolayısıyla onların savaşı kazanma şansı azalmaktadır.

Su ile yağmur suyu ile kademler tesbit edilmektedir.

Demek ki savaşın merkezinde yağmur suyu vardır.

Burada Medineliler ile Mekkelilerin savaşı anlatılmaktadır. Kıyamete kadar bu hüküm devam etmeyebilir ama kıyamete kadar su hayatın merkezi olmaya devam eder.

Eskiden suyun bulunduğu yerlerde çadır kurulur gelen geçenlere su temin edilirdi. Su almak için gelenler birbirleri ile alışveriş yaparlardı. Yahut suyun başında oturan suyu bedava verir mal alır mal satardı. Böylece zengin olurdu. Çadırdan sonra taştan veya ağaçtan kulübeler yapılmaya başlandı. Buraya gelenler geceleri misafir edildi, para ile değil iyilik olsun diye misafir edildi. Böylece merkezler ve kentler oluştu.

Demek ki kentleri oluşturan sulardır. Su önemini korurken bir gün geldi elektrik ve pompalar icat edildi. Her yerde topraktan su çıkarıldı. Su önemini kaybetti. Zamanla barajlar oluşturuldu ve su şebekeleri kuruldu. Böylece su sorunu çözülmüş gibi göründü.

Bir de baktık ki çevre kirliliği doğdu. Hava kirlendi, toprak kirlendi, su kirlendi, hayat kirlendi. Su yeniden önem kazandı. Gelecekteki savaşlar su savaşları olacaktır. Kirlenmemiş su bulmak imkânsız olacak ve insanlar pislikten helak olacaklardır.

Bunun tek çözümü yağmur sularına sahip çıkmaktır, havayı kirletmemektir.

Biz Almanya’da “Adil Düzen”i anlatıyorduk. Bir Fransız profesör bize, çevre kirliliğine çareniz var mıdır diye sordu. Çünkü bugün besin sorunu yoktur. On milyar insanı bugün besleyebilirsiniz. Bu nüfus da artmayacak ama çevre kirlenmektedir. 100-200 sene sonra yeryüzünde hayat bile kalmayabilir.

Evet, bugün en büyük sorun çevre kirliliğidir. Çevre kirliliğinin tek çözümü yağmur sularıdır. Eğer kirletme kaynaklarını durdurursak denizden çıkan temizleyici sular havayı temizler, sonra toprağı temizler, sonra akarsuları temizler ve bunlarla hayat bulan canlıları temizler. İnsanlığın uygarlaşma yolunda ayakları sabit kalır ve uygarlaşmaya devam eder. Eğer yağmur suları ile yeryüzünü temizlemezsek ayağımız kayar ve sosyal tufan olur.

Bedir Savaşı yalnız Medineliler ile Mekkelilerin savaşı değildir. Uygarlık savaşıdır. Medine’de başlayan yağmur sularının temizlemesi ve buna dayanılarak savaşı Medinelilerin kazanmasıyla tüm insanlık bugün çevre kirliliği ile savaşmaktadır. Yağmur suları ile bugün de ayaklarımızı sabit tutacağız.

Bu arada yağmur sularının yeryüzünde neler yaptığını değerlendirmemiz için yine yeryüzüne bakalım. Yeryüzüne Güneş’ten enerji gelir. Entropisi düşük enerji gelir ve yeryüzünde entropisini yükselterek hayat sürer. Gelen enerji tekrar geri gider. Yer altında üretilen atom enerjisi kadar fazla enerji da dışarıya gönderilir. Böylece denge kurulur. Sıcaklık sabit kalır. Yani sıcaklığın kademi tesbit edilmiş olur.

Güneş enerjisi en kolay bir şekilde suyun buharlaşması ile suda tesbit edilir. Sonra canlılar kimyasal enerji olarak depolarlar.

Bizim tek enerji kaynağımız Güneş’tir. Bu da suların yağmur hâline dönüşmesi ile mümkün olmaktadır. Nasıl kalbimiz durduğu zaman ölmekteysek, yağmur olmazsa yeryüzündeki hayat durur. Su yeryüzünün kanıdır. Vücutta kan ne yapıyorsa yeryüzünde de su onu yapmaktadır.

Kur’an bu âyette Bedir örneği ile tüm insanlığın yeryüzündeki hilafetini anlatmaktadır.

İnsan doğa kanunları ile zahiri âlemde yerini almış, suyun temizlediği kâinat içinde bir canlı olarak yaşamaktadır. Bir de bâtın âlemde de insan ruhu meleklerle beraber yaşamaktadır, zahir alemde bedeni cinlerle beraber yaşamaktadır. Bedir’deki bu ikinci durumu bundan sonraki âyetlerde anlatacaktır.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2208 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1722 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1399 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1978 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2189 Okunma
6-11.AYET
1690 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2295 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1922 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1746 Okunma
10-19.AYET
1467 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1538 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1668 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2526 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1555 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1718 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1440 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1370 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1675 Okunma
19-41.AYET
2292 Okunma
20-42.AYET
1809 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2873 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2265 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1665 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1487 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2259 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1531 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1457 Okunma
28-60.AYET
1741 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1755 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3773 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2162 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1798 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1623 Okunma
34-72.AYET
2072 Okunma
35-73.AYET
1528 Okunma
36-74.AYET
1531 Okunma
37-75.AYET
1602 Okunma

© 2024 - Akevler