Enfal Sûresi-12
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْوَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24) وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (25) وَاذْكُرُوا إِذْ أَنْتُمْ قَلِيلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْأَرْضِ تَخَافُونَ أَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَآوَاكُمْ وَأَيَّدَكُمْ بِنَصْرِهِ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (26)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ
(YAv EayYuHav elLaÜINa EAvMaNUv iSTaCIvBuv LielLAvHı ve Li elRaSUvLı EiÜAv DaGAvKuM LiMAv YuXYıKuM)
“Ey iman etmiş olan kimseler, sizi ihya etmek için sizi davet ettiğinde Allah’a ve resule isticabe ediniz.”
Bundan önceki iman edenler bölümünde “sem’ etmekten” yani “işitmekten” bahsedilmişti. İnsanlar Allah’tan nasıl işitirler, o anlatılmıştı. İçtihat ve icmalar Allah’tan gelen vahiydir. Biz onlarla amel etmeye emrolunmuş bulunuyoruz.
Bize gelen vahiy ile peygamberlere gelen vahiy arasında ne fark vardır?
1- Peygambere Cebrail gelmiş ve doğrudan söyleyerek vahyetmiştir. Bize ise Allah ilham etmektedir, melek gönderip doğrudan bir vahiy yapmamaktadır. Bu doğrudan vahiy şekli Hazreti Muhammed aleyhisselâm ile son bulmuştur.
2- Bize gelen vahiyde hata ihtimali vardır. Bu sebeple fıkıhçılar buna vahiy değil de “istihsan” diyorlar. Peygamberlere gelen vahiyde hata olsa bile Cebrail gelir onu düzeltirdi. Düzeltmemişse hata yoktur demektir.
3- Bize gelen vahiy sadece bizi ilgilendirir, bize delildir. Oysa peygamberlere gelen vahiy bütün ümmeti hattâ bütün insanlığı ilgilendirir.
4- Biz vahyi delillere dayanarak alırız yani içtihadımızı edille-i erbaadan alırız. Oysa peygamberler Cebrail’in talimi ile öğrenirler. Onlar dört delile dayanmazlar. Dört delil Hazreti Muhammed’in vefatından sonra delil olmuştur.
Yaptığımız içtihatlar eğer hep birbirine uyuyorsa icma olur ve o da kesin delil teşkil eder. Kur’an’ı yorumlayan icmalar uygulamada Kur’an’dan daha ilerdedir. Yani icmaya aykırı Kur’an yorumları geçersizdir. Bu usul Ehli Sünnet usulüdür.
Bundan önceki bölümde âlemlerin rabbi olan Allah’tan alınan vahiy anlatılmıştır, içtihadımız anlatılmıştı. Şimdi ise aldığımız vahiyle uygulamaya geçilmiştir. İçtihat ve icmalara uyacağız.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜINa EAvMaNUv)
“Ey iman eden kimseler”
İki çeşit düzen vardır. Biri hukuk düzenidir, şeriat düzenidir. Bu düzende herkes kurallara uyar, kimse kimseye itaat etmez. Kurallara uymazsa, bundan dolayı mağdur olan taraf hakemlere gider ve kurallardan sapanlar zararları tazmin ederler. Üstlerin astları sorgulama, yargılama veya cezalandırma yetkileri yoktur. Müslimler bu hukuka tâbidirler.
Mü’minler ise normal hayatlarında müslimler gibidir ama savaş zamanlarında veya savaş alanlarında bu düzenden tamamen farklı bir durum vardır. Ast üste mutlak olarak itaat eder. İşlenen suçlardan ast üste karşı sorumludur. O soruşturur, o yargılar, o ceza verir. Sonunda sadece başkomutan yargı karşısına çıkarılır. Astlar yargı karşısına çıkarılmaz.
İşte…
“İman edenler” dendiği zaman bazen hukuk düzeni içindeki emirleri içeren emirler verilmiş olur, bazen askeri düzeni içeren emirleri içerir. Bir “Ey iman edenler” hitabı içinde hem askeri hem hukuki düzenle ilgili emirler verilmez.
Burada “Ey iman edenler” denmiştir. Bundan sonraki hükümlerle biliyoruz ki şeriat düzeninde yani hukuk düzeninde emirdir.
Bu koyduğumuz kuralı “Ey iman edenler” hitabının geçtiği âyetlere uygulayarak doğru olup olmadığımızı tahkik edeceksiniz. Benim anlattıklarımın hepsi varsayımdır. Zamanla uygulanacak ve isabet edip etmediğimiz ortaya çıkacaktır. Malik, Ebu Hanife ve diğerleri de böyle mezhep müçtehidi olmuşlardır. Onların zamanlarında 200’e yakın fetva verenler vardı. Sistemler oluşturdular. Ne var ki onlar silinip gitti. Şimdi iki ana mezhep vardır; Şii ve Sünni. Sünnilerde de dört mezhep vardır; Maliki, Şafii, Hanefi ve Hanbeli mezhepleri yer almaktadır. Bunlar birinci Kur’an uygarlığının mezhepleridir. III. bin yıl uygarlığı yeni olarak oluşacaktır. Eski mezhepler bugünkü şartlarda uygulanamadığı için tarihe karışacak yahut sadece ibadetlerde geçerli olacaktır.
اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ
(iSTaCIvBUv LielLAvHı)
“Allah için isticabe ediniz.”
“İsticabe etmek” istenen bir şeyi yerine getirmektir. Sözle cevap vermek değil, doğrudan istediği şeyi yapmaktır. “Li” harfi ile taaddi eder. Yani isticabe aslında lazım fiildir. “Li” gelince taaddi eder ve onun isteği yerine getirilmiş olur. Cevap vaadi demektir.
“İsticabe etmek” vadiyi geçmeye çalışmak demektir. “Li” ile gelince onun için vadiyi geçme anlamına gelmiş olur.
Allah’a isticabe edilecektir, yani O’nun istedikleri yapılacak, emirleri yerine getirilecektir. Buradaki “Allah” topluluktur. O halde topluluğun kanunları ne emrediyorsa onları yerine getirmek zorundayız.
Bir topluluk içinde olduğunuz müddetçe onlarla sözleşmen var demektir. Onların kurallarına, onların şir’alarına uyacaksın demektir. Sözünde durman gerekir. Eğer o kurallara uyamayacaksan o topluluğu terk edip gideceksin. Çünkü buradaki emir mutlaktır. Bundan sonraki kayıtlar buraya ait değildir.
“Cae Ahmedü el-âlimu ve Mehmedü” dersen Mehmet de âlimdir. Ama “Cae Ahmedü ve Mehmedü el-âlimu” dersen Ahmet âlim olmaz. Türkçede “Âlim Ahmet ve Mehmet geldi” dersen her ikisi âlim olur. “Ahmet ve âlim Mehmet geldi” dersen Ahmet âlim olmaz. Türk dil mantığı Arap dil mantığına ters olduğu için orada hükümler de terstir.
وَلِلرَّسُولِ
(Ve Li elRaSUvLı)
“Ve resule (isticabe ediniz)”
Topluluğun yönetilmesi, toplulukta düzenin sağlanabilmesi için iki yol vardır. Bunlardan biri yetkililere, yöneticilere itaat etmedir. Diğeri ise şeriata yani mevzuata uymadır.
Yazılı kurallar vardır. Bu kuralları halk kendisi yapar. Yapmadan önce kurallara halk hâkimdir. Sözleşmelerle oluşan kuralları koymakta ve katılmakta herkes özgürdür, hürdür, serbesttir ama katıldıktan sonra artık o kurallara uyma zorunluluğu vardır. Aşireti seçme, bucağı seçme serbesttir ama aşiret ve bucak içinde yer aldıktan sonra hep ona uyulacaktır.
İşte…
Aşiretin kurallarına uyma Allah’a isticabe etmedir.
Yöneticiye yani başkana uyma da resule icabet etmedir.
“İsticabe” kelimesi burada iade edilmemiştir. Dolayısıyla Allah’a isticabe ile resule isticabe aynıdır. Bunu tam olarak kavrayabilmemiz için namazı ele alalım.
Namazda ne yapılacağı kurallarla bellidir. Tekbir alınacak... Ayakta durulacak… İmam Kur’an okuyacak.. Cemaat dinleyecek… Rükuya gidilecek... Sonra secdeye gidilecek… Secde iki defa tekrar edilecek... İki rekât böylece kılındıktan sonra oturulacak ve herkes dua edecek... Sonunda selâm verilip namazdan çıkılacaktır.
Burada imama verilen yetkiler vardır. Kur’an’dan istediği parçayı seçer ve onu okur. Bu biraz uzun veya biraz kısa olabilir. Rükûda ve secdede bir defa “sübhanallah” veya üç defa “sübhanallah” kadar bekler. Bunun dışında namaz kıldıranın hiçbir yetkisi yoktur. İmam zaten yapılması belli olan hareketleri yapar. Cemaat de ona uyar. İmam emretmez. Cemaatin kendisine uyup uymadığına karışmaz. Yüzü zaten cemaate dönük değildir.
İşte başkanın vazifesi ve yetkileri bu kadardır. Kendisine icma ile verilen hareketleri yapar ve cemaat de ona uyar.
Asıl olan kurallardır. Başkana uyma onun tamamlanması içindir.
Bu mesele bu kadar açık iken, siyasi parti başkanları particilerden mutlak itaat istemektedirler. Halkın da kolayına gelmekte, başkanları ne derse onu yapmaktadırlar!
İşte bu âyet bu hareketi nehy etmektedir.
“İsticabe” kelimesinin iade edilmemesinden öğreniyoruz ki başkanın yapacağı iş kuralların icrasıdır. Kendisi doğrudan emir vermez. Kendisi kural koyamaz. Çünkü aynı isticabe içinde toplanmıştır.
Bununla beraber “Ve” harfi ile atıf edilmiş ve “Li” harfi iade edilmiştir. O halde iş bir olmakla beraber kurallarla emirler aynı değildir. Kuralları koyan topluluktur, sözleşmelerdir, yazılıdır, geneldir. Zaman ve yere göre değişmez, devamlı uygulanır. Oysa başkanın davetine özel olarak bir defaya mahsus uyulur. İşte bu sebeple “Li” harfi iade edilmiştir, Allah’a itaat mutlak olarak getirilmiştir. Resule itaat ise kayıt altına alınmıştır.
İşte kayıtların topluluk kurallarına tesir etmemesi için resule isticabe tehir edildiği gibi daha da açıklamak için “Li” harfi getirilmiştir. Tekrar edilmiştir.
Vücub var, eda var.
Vücub görevin ortaya çıkması veya hakkın ortaya çıkmasıdır.
إِذَا دَعَاكُمْ
(EiÜAv DaGAvKuM)
“Sizi davet ettiğinde.”
“İzâ” ile takyit etmiştir. Yani başkan kural koyamaz ve biz o kurala her zaman uyma durumunda olmayacağız. Davet ettiği zaman ona isticabe edeceğiz. Allah bize başkana isticabeyi değil de Allah’a isticabeyi emretmiştir. Ancak Allah’ın emirlerini zamanında yerine getirmemiz için de başkanın daveti edanın edası için şart yapılmıştır.
Bir kimseyle anlaştın, salı günü gidip ona iş yapacaksın; bunun dört aşaması vardır.
Biri diyor ki; benim evimin sıvasını yap. Bedelde anlaştılar. Sıva yapılacaktır. Belli gün sonra sıvayı yapacaktır. İşveren talepte bulunacaktır. O da günü belirleyecektir.
a) Namaz vaktinin gelmesi vücubun vücubuna sebeptir.
b) Kişinin mümeyyiz olması vücubun edasına sebeptir
c) Kişinin baliğ olması edanın vücubuna sebeptir.
d) Ezanın okunması edanın edasına sebeptir.
İşte de:
a) Sözleşme vücubun vücubuna sebeptir.
b) Kişinin iş yapmaya ehil olması vücubun edasına sebeptir.
c) İşyerinin hazır olması edanın vücubuna sebeptir. İş yapacak olan her zaman o işi yapabilir. Hemen yapmak zorunda değildir.
d) İş sahibinin işi yapmayı talep etmesi edanın edasına sebeptir.
Başkanın daveti ancak diğer üç sebebin ikmali hâlinde edanın edasına sebeptir. Ezan bunun en açık örneğidir.
“Yed’ûküm” denmemiş de “Deâküm” denmiştir. “Yed’ûküm” denseydi kural koyabilirdi. Oysa “Deâ” mâzi sigasıdır, istimrarı içermez.
Kur’an böylece bir şeyi anlatmak için değişik şekilde onu vurgulayarak anlatır. Başkanların şeriat koyma yetkileri, yasama yetkileri yoktur.
İşte, Batılılar buna dayanarak yasama ile yürütmeyi sözde ayırmışlardır ama aslında ayırmamışlardır. Osmanlılar da kanunnameler ihdas etmekle bu kuraldan sapmışlardır.
İslâmiyet’te şeyhülislâm veya müftülük müessesesi yoktur, müçtehit müessesesi vardır. Bilmiyorsan ehli zikre sorarsın. Sen istediğine sorar, öğrenir, ona göre amel edersin.
Demokrasi demek halkın kendi kendilerini idare etmesidir.
Şimdi “dört senede bir gerçekleşen seçimle gelen meclisin sözde ekseriyetle yaptığı kanunlarla yapılan merkezi yönetim” mi, yoksa bizim “içtihat sistemi ve icma sistemi ile yerinden yönetimli hakemlik sistemi” mi daha demokratiktir?
Bunu kavramak için mü’min olmak gerekir.
Çünkü Allah hakkı görmemeleri için kâfirleri kör etmiştir.
لِمَا يُحْيِيكُمْ
(LiMAv YuXYıKuM)
“Sizi ihya etmesi için”
Evet, Allah’a yani topluluğa mutlak itaat emredilmiş olduğu halde, resul için her emredildiği zaman uyacağız kuralı mahiyetinde bir davette bulunamaz. Her olayda ayrı davette bulunacaktır. Çünkü başkanların kural koyma yetkileri yoktur. Başka bir kayıt da; davet ettiği şey bizi ihya mahiyetinde olacaktır yani topluluğa yararlı olacaktır.
Genel olarak fıkıhçılar da şeriata muhalif emirlere itaat edilmeyeceği anlamında birleşmişlerdir. Ancak yararlı olmayan ama şeriata da aykırı olmayan emirlere itaat edilecek midir? Bu hususta itaat edileceği görüşündedirler.
Bizim görüşümüz bunun aksinedir.
Başkan ancak kendisine yetki verilen konularda emretme yetkisine sahiptir. Kendisi yetkili olmadığı konularda davet edemez. Ederse cemaat uymak zorunda değildir.
Her türlü tenazu da hakemlere gidilmesi emredildiği için burada emri yerine getirmeyene karşı başkan hakemlere gidebilir, kendisi ceza veremez.
“Sizi ihya edecek konularda” sizi davet ettiği zaman ona uyacaksınız.
“İhya” kelimesi çok önemlidir.
Çalışmamızda gaye nedir?
Çalışıp yaşıyoruz. Düzen var. Kurallar var. Yönetici var.
Gaye nedir?
Gaye hayattır. Toplulukta nüfusun artması ve insan ömrünün uzamasıdır. Yani düzenin temel kriteri daha çok insanın daha uzun ömürlü hayat sürmesi gayedir. Bu sebeple “ihya” kelimesini kullanarak tüm şeriatın ihya ile ilgili olduğu belirtilmiştir. Başkanın emredeceği şeyler ihyaya yaramalıdır. Bunun böyle olduğunu tesbit etme ya kuralların konması yani şeriatla tesbit edilmesidir ya da hakemlerin buna karar vermesidir.
Burada çelişki içinde olabiliriz. Bir taraftan başkanların istişare sonunda karar alabileceğini, kural koyabileceğini söylüyoruz, diğer taraftan başkanın kural koyma yetkisinin olmadığını söylüyoruz.
Bu çelişki değil midir?
Çelişki değildir. İstişarede başkan ortak hakem olarak karar almaktadır. İstişare sonucunda ve orada karar almaktadır. Oysa uygulamada kendisi doğrudan emretmektedir. Uygulamada emretme yetkisi olan kişi olarak karar almaktadır.
Bu sebepledir ki iki türlü başkan vardır. Biri meclis başkanıdır, sadece hakemlik yapar. Bir de Talut gibi komutan olan başkan vardır. Bu iki başkanlık bir kişide birleşebilir yahut ayrılabilir. Ama görev yaparken ayrı kişiliğe sahiptirler.
وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24)
(Va iGLaMUv EanNa elLAvHa YaXUvLu BaYNa eLMaREi Va QaLBiHIy Va EnNaHUv iLaYHi TuXŞaRUvNa)
“Allah’ın mer’in kendisiyle kalbi arasına havl ettiğini ve
O’na haşr olunacağınızı ilmediniz.”
Kur’an’da “İ’lem” emri “Fa’lemû, Va’lemû” olarak geçmektedir. “İ’lem” olarak dört defa geçmektedir. İlimle emredilmesinin manâsı araştırmanın yapılmasıdır. Bilgilenmesi gerekmektedir. İlimde araştırma safhası vardır, tartışma safhası vardır, içtihat safhası vardır.
“Va’lemû” dendiği zaman bu hususta icma edin demektir.
“İ’lem” dendiği zaman bu hususta zahir mertebesindeki içtihatla değil de nass mertebesindeki içtihatla bilgi sahibi olun demektir.
İÇTİHADIN DERECELERİ VARDIR.
1- MUHKEM olan bilgi asla değişmeyecek bilgidir. Dört kere beş 20 eder bilgisi muhkem olup asla değişmeyecektir, hattâ âhirette de değişmeyecektir.
2- MÜFESSER olan bilgi ise bugün doğrudur ama yarın değişebilir. Ay’da hayat yoktur bilgisi doğrudur ama yarın değişebilir, orası da meskûn hâle gelebilir.
3- ZAHİR içtihatla sabit olan bilgidir. O esnada zannedilen ilimdir. Amel edilmesi gerekir. Ama onunla daha sonra amel edilmez. Yeniden içtihat yapmak gerekir. Amel vaciptir. Bu bilgilere başkaları uymazlar.
4- NASS mertebesinde olan ilimler de kişi için kesin olarak doğrudur. Onun için ilim mertebesine yükselmiştir. Ne var ki hata etmiş olabilir.
İşte, müfret olarak “i’lem” emrinde eda ederken bu mertebede ilme sahip olacaksın. Böyle konularda zahir ile amel edilemez.
Çoğul olarak “i’lemû/biliniz” dendiği zaman icma edin, ittifak edin demektir. Müfesser mertebesinde olmalıdır. Biz mahalli icmaları da kabul ettiğimiz için o topluluğun ittifakı gerekir diyoruz. Sükuti ittifakları da buraya koyabiliriz. Âyetleri okuyup bu hususta hükme varmak gerekmektedir.
İnsanın kendisi ile kalbi arasına girmesinden kastedilen nedir?
Bunu bilmemiz ne demektir?
İnsanın kendisi ruhudur, kalbi ise beynidir. Ruh ile beyin arasında bağlantı var. Nasıl bizim kulağımız ve ağzımız telefon cihazına bağlı ise; kulakla duyarız, dilimizle söyleriz... Telefon beyindir. Onu alır ve başka beyinlere ulaşır. Böylece ruhlar arasında görüşme başlar. Allah bazen ruh ile beyin arasına girer, beyin ruhun isteklerini almaz ve daha önceki kurgularla çalışır. Bazen de beyinden gelen etkiler Allah tarafından değiştirilir, başka şeyler anlaşılır. Hale engeldir. Yani ruh beynin gönderdiği sinyallerin bir kısmını almaz yahut ruhun gönderdiği sinyaller beyne ulaşmaz, Allah onlara duyurmaz.
Bunun fizikî manâsı çok kolay anlaşılmakla beraber;
Bu âyette anlatılmak istenen nedir?
“İsticabe edin ve ilmedin” denmiştir. İlmedin, istişare edin ve araştırın; Allah sizin beyniniz ile ruhunuz arasına girer ve hatalı karar almanızı önler; neyin sizin için ihya olduğunu bildirir.
Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. İcmada hata olmaz kuralı vardır. Allah herkesi dalalet içinde bırakmaz. Burada işte buna işaret ediyor.
İcma ettiğiniz husus ilimdir.
Allah sizin beyniniz ile ruhunuz arasına girer ve dalalette icma etmenize imkân vermez demektir. İcmanın ilim mertebesinde bilgi olduğunu ifade etmektedir.
İçtihat hususunda da kişi içtihat ettiği zaman Allah hataya izin vermez. Dolayısıyla herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi gerekir. Kişi için hak olan kendisinin içtihadıdır.
Demek ki bu âyet içtihat ve icmanın isabetini söylemektedir.
Ne var ki “MER’” kelimesi müfrettir. O halde her kalbe ve ruha kendilerine özgü düzenlemesini yapmaktadır. Herkesin içtihadı kendisi için o anda sevaptır. Değişik zamanlarda sevap olan farklı olabildiği gibi kişiler arasında da fark olabilir. Bu içtihattır. Eğer herkese aynı şeyi ilham etmekte ise bunun anlamı bunun değişmez hak olduğunu göstermiş olmaktadır.
“O’na haşr olunacaksınız” ifadesi ile bu içtihatla sorumlu olunduğunu ifade etmektedir. İnsan isabet etmekle mükellef değildir, insan içtihadına göre amel etmekle mükelleftir. Mademki içtihadımızı Allah yaptırmaktadır, o halde O’nun emri içtihadımıza uymadır. Âhirette O’na haşr olunacağımız için başka doğru bir şey yoktur.
Yine bu âyette mezhepler arası iddialara da cevap vermektedir.
1- Mutezile diyor ki; Allah’ın da bağlı olduğu akıl vardır, Allah da yanlış yapabilir ama yapmaz.
Batıda da bu tartışılmış ve kanunların akli doğrulara uyması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
2- Eş’ari diyor ki; Allah neye hak derse o haktır, Allah için yanlış ve hata yoktur, dolayısıyla ancak vahiy ile hak bilinir demektedir.
Batıda kanun ne diyorsa hak olan odur. Hâkim kanunda yazılı olandan başka bir hüküm veremez.
3- Matüridi ise buna şöyle ara çözüm bulmuştur: Allah neye hak demişse hak odur ama vahiy kadar akıl da Allah’ın neye hak dediğini ispat eder diyor. Dolayısıyla metinler akla göre yorumlanır.
Eş’ari ve Matüridi’nin görüşünü Kur’an teyit etmektedir. Çünkü O’ndan başka sorguya çekecek ve muhakeme edecek kimse olmadığına göre siz içtihadınızla amel edin.
وَاعْلَمُوا
(Va iGLaMUv)
“Ve ilmediniz”
“İsticabe ediniz”e atfedilmiştir. İsticabe etmek, içtihada göre amel etmedir, sem’ edileni amel etmektir ve sem’ edilen yani içtihat edilenin İlâhi talimatla olduğunu bildirmektedir. Bu hususta bilgi sahibi olun ve ona göre amel edin.
“İlmediniz” emri içtihatların icmalara aykırı olamayacağını da ifade eder.
“Siz bilin” demek, siz denetleyin demektir. İcmaya aykırı içtihat olmasın demektir.
Fıkıhçıların istihsanla kabul ettiği ve bizim de istihsanla uyduğumuz kurallara şimdi burada delil bulmuş oluyoruz. İstihsandan çıkıp mensus hâle gelmektedir.
أَنَّ اللَّهَ
(EanNa elLAvHa)
“Allah”
“Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Zamir gönderilmemiştir. Çünkü bundan önceki âyette zikredilen “Allah” ile halife olan topluluk kastedilmiştir. Bunda âlemlerin Rabbi Allah’ın zatı kastedilmiştir. Bundan sonraki “O’na haşr olunduğunuz” ifadesi bunun âlemlerin Rabbi Allah olduğunu gösterir.
Evet, insanlar Allah’ın kulu ve topluluğun üyesidir. Topluluğu oluştururken kişi topluluktan öncedir, topluluğa hâkimdir. Sözleşme yaparken özgürdür. Sözleşme yaptıktan sonra artık insan sözlerinin esiridir. Kişi topluluğun üyesidir ve onun emrindedir.
Ayrılma özgürlüğüne sahiptir ama topluluk içinde kaldığı müddetçe topluluğun kurallarına ve yetkililerin emirlerine uymak zorundadır.
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
(YaXUvLu BaYNa eLMaREi Va QaLBiHIy)
“Mer ve kalbi arasına havl eder”
Demek ki insan beyinden ibaret değildir. Beyin başka kendisi başkadır. Beyin arabadır, insan ise şofördür. Araba kullanırken usta şoförler acemi şoförlerin yanında oturur, şoför hata yaparsa müdahale eder.
İşte, içtihat yaparken Allah da insanın yanındadır, hata yapacak olursa müdahale etmektedir. İnsanın aslı ruhtur. Beyin ve beden aracıdır. Ne var ki bu dünya düzeninde ise insan bedeniyle birlikte ruhtur. İnsan yaratılmadan önce de vardı. “Ruhumdan nefh ettim” dediğine göre daha evvel vardı demektir. Öldükten sonra da ruh vardır. Bu dünyanın hayatında ruh ile değil bedeni ile birlikte sorumludur. Nasıl nakliyeci olan arabasıyla nakliyeciyse, insan da bedeniyle dünyada insandır; dünyadaki hak ve görevleri bedeniyle birliktedir.
“Havl” engel anlamında olduğu için yanlışlıkları elemektedir. Kendisi doğrudan kararlar almamaktadır. Dolayısıyla içtihatların tamamı kişinin kararlarıdır. Bunun için sevab ve hata da mükâfat ve mücazat görmektedir.
وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
(Va EnNaHUv iLaYHi TuXŞaRUvNa)
“Ve O’na haşr olunacaksınız.”
Burada “Allah” kelimesi iade edilmemiş, izmar edilmiştir. Çünkü insanın kendisi ile kalbi arasına giren Allah ile O’na haşr olacağımız Allah aynıdır.
“EnneHu” teyit için getirilmiştir. “İleyHi”nin takdiminden daha fazla tekit vardır.
“Haşr” Bir araya toplanıp hareketli halde bulunan küçük böceklerdir. Sonra toplanma ve dirilme anlamlarını kazanmıştır.
İnsanlar farklı zamanlarda yaratılmaktadır. Babalar, analar ölmekte, yerlerine evlatlar ve torunlar gelmektedir. Âhirette ise Hazreti Âdem’den kıyamete kadar geçen bütün insanlar bir arada haşr olunacaklar ve birlikte yaşayacaklardır. Aynı evde baba, torun, dede bir arada nasıl sığacaklardır. Dört boyutlu uzay içinde yaşayacağız, şimdi olduğu gibi üç boyutlu uzayda zaman içinde hapsolmayacağız.
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (25)
(Va itTaQUv FiTNaTan LAv TuÖIyBanNa elLaÜIyNa JaLaMUv MiNKuM PaöÖaTan VaGLaMUv EanNa elLAvHa ŞaDIyDu elGıQABı)
“Özellikle sizden zulm eden kimselere isabet etmeyecek olan fitneyi ittika edin ve bilin ki Allah, ikabı şiddetlidir”
Allah insanların ne yapacaklarını son derece kolaylaştırmıştır. Kulak verecek ve sonra içtihat yapacaktır. Kendi aklı ile ne yapacağına karar verecektir. Bu içtihattır.
Sonra içtihadına göre amel edecektir. Ameldeki gaye daha fazla insanın daha uzun ömür içinde yaşaması olacaktır. Ben abdest alıp namaz kılacağım, çünkü bu sayede hem benim sağlığımı ve kazancımı korumuş olurum hem de benim yaptıklarım çevre ile uyumlu olur, amel-i salih hâline gelir. Başkalarının da yaşamalarına ve sağlıklı olmalarına sebep olur. Bu hususta çevremdekilerle istişare edeceğim ve kararımı vererek uygulayacağım.
İşte bu kadar kolaylık sağlanmıştır.
İçtihat yaptığımda Allah bana yardım edeceğini de vaat ediyor.
Böyle yapmaz da içtihada göre hareket etmezsek, icmaları değerlendirmezsek ne olur?
Fitne olur, değişik yerlerde değişik zamanlarda değişik fitne olur. Hayat tersine döner. Nüfus azalır, ortalama ömür kısalır. O topluluklar helâke giderler.
Yirminci yüzyılı düşünelim. İnsanlık bu yüzyılda en büyük sanayi nimetlerine ulaşmıştır, tarihin en büyük sanayi hamlesini yapmıştır ama en çok insan bu asırda katledilmiştir, en büyük zulüm bu asırda ortaya çıkmıştır.
İnsanlar müsbet ilimle her şeyi emirlerine aldılar ve artık Tanrı’ya ihtiyaçları kalmadı gibi zannetmeye başladılar. Bu asra “aydınlanma asrı” dediler, “demokratikleşme asrı” dediler ama sonunda en çok zulmü bu asırda yaptılar.
İşte fitne budur.
Size fitnenin sadece bir tanesinden bahsedelim.
Faizi meşru gördüler.
Faiz ne yaptı?
Fiyat ve ücret anarşisini doğurdu. Durup dururken mallar pahalanmaya başladı. Kimse mal üretip stok yapmadı, yapamadı. Böylece bir asrın içinde defalarca işsizlik sorununu ortaya çıkardı. İşsizlik açlığı getirdi. İnsanlar borçla yaşamaya başladılar. Üretim durdu. Borç da bulunamaz hâle geldi. İnsanlar yolsuzlukla, birilerini çarpmakla ve soymakla yaşamak zorunda kaldılar. Yöneticilerin baskısı ortaya çıktı. Geçinemeyen görevliler rüşvetle yaşamaya başladılar. Yolsuzluk müessese hâline dönüştü. Bir gün geldi halk rüşvet de veremez oldu. Bu sefer görevliler halkı ezmeye başladı. Sonunda mafya doğdu. Bugün mafya dünyaya hâkimdir ve bu hâkimiyet azalmıyor, aksine artıyor...
İşte, tüm fitnenin kaynağı faizdir.
ABD’deki 200 İsrail oğlu hükümranlığını sürdürecektir diye dünyada savaşlar, isyanlar, ihtilaller, açlıklar, işsizlikler, krizler vs olmaktadır.
Burada şu soru sorulur.
Peki, bugün bütün insanlar zalim midir, bu fitneyi hak etmekte midir?
Bu konudaki kural şudur. Âhirette zalimler cehenneme mazlumlar cennete gideceklerdir. Herkes ameline göre karşılığını bulacaktır.
Bu dünyada ise kural başkadır. “ADİL DÜZEN” için yani “İslâm düzeni” için cihat edenler sonunda başarıya ulaşırlar. Şehit verseler de sonunda zafer onların olur. Ama cihat yapmayanlar kendileri zalim olmasalar bile zalimlerle birlikte helâk olurlar.
İşte, yirminci yüzyılın musibet asrı budur, birçok zalim olmayan insanlara da bu asrın musibetleri isabet etmiştir.
ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI tereddütsüz bilsinler ki, onlar peygamberlerin vârisleridir, onların yerlerinde oturmaktadırlar. Kendilerini ve insanlığı bu fitneden kurtaracaklardır. Bunun için ittika edeceklerdir.
Ve Allah bize bildirmektedir; Allah’ın ıkabı şiddetlidir.
“Allah ıkabı şiddetli olandır” diyor. Buradaki ıkab dünyevi ıkabdır. Şiddetli olması, zalim olmayanlara da isabet etmesine sebep olmaktadır.
Bu âyetlerin manâsını kavrayabilmek için genel hayat felsefesini bilmemiz gerekir. Allah kâinatı denge içinde yaratmıştır. Biri çeker diğeri iter iki kuvvet vardır. Atomlar, yıldızlar ve gezegenler buna dayanırlar.
Sağlık hücreleri vardır, mikrop hücreleri vardır. Bunlar arasında devamlı savaş vardır. Yaşlanıp işe yaramaz hâle gelen sağlıksız hücreler ortadan kaldırılır ve yeni sağlıklı genç hücrelerin gelmesi sağlanır.
Toplulukta da yıkıcı ehli fitne hücreler vardır. Ameli salihi işleyen kişiler yaşlanır ve bozulurlarsa, yerine yenileri genç ileri nesil gelsin diye fitne olur ve yaşlanmış nesil kalkar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması bu sünnetullaha tâbidir. İslâm âleminin geriliği, Hıristiyanların dinsizleşmesi hep bu kanunla ifade edilir. Sosyalizmin dünyayı kana boyaması bu kanunlarla açıklanır. Ne var ki yirminci yüzyılda 50 milyondan fazla insan savaşlarda helak olmuştur. Bunların hepsi zalim değildi ama yeni düzenin gelmesi için gerekli idi. Allah âhirette mazlumlara yapılan zulüm karşılığı onlara sevap yazacaktır ama bu dünyadaki durumları doğa kanunları gereği böyledir.
وَاتَّقُوا فِتْنَةً
(Va itTaQUv FiTNaTan)
“Ve fitneden ittika ediniz.”
“İttika” kelimesi “İsticabe” kelimesine atfedilmiştir. Davete icabet dışında herkesin kendi içtihadı ile yapması gereken şeyler vardır. İttika etmesi gereken şeyler vardır. Bu da mü’min olup savaşa katılmadır. Müslimler savaşa bedenen katılmazlar, mâlen katılırlar; mü’minler bedenen katılırlar. Asıl olan sem’ etmek içtihat yapmak, icmaları ortaya koyup inkılâpları savaşsız yapmaktır. İçtihat ve icmaları yaparken mevcut yaşlanmış düzeni koruma şeklinde olmamalıdır. Yeni düzen gelmelidir.
Medrese bin sene önceki fıkhı korumakla uğraşmıştır. O sebeple Birinci Cihan Savaşı olmuş ve inkılâplar olmuştu. Hâlbuki medrese yeni dünya düzenini içtihat ve icmalarla tesbit etmeli idi.
Millî Görüş iktidarının sadece 11 ay sürmesinin hikmeti de budur.
AK Parti’nin başına gelecek olan da budur.
Ne yazık ki Kur’an’ın bu uyarılarına kimse kulak vermiyor. Herkes zannediyor ki Allah zina, faiz, rüşvet ve terör düzeninin sürüp gitmesine izin verecektir!
Kimileri de kıyameti bekliyorlar!
İşte bu fitnelerden korunmamız bize emrediliyor.
“Fitne” nekredir. “İttika”nın masdarı da nekredir. O halde her devrin fitnesi de ittikası da farklıdır. Bugün zina, faiz, rüşvet ve terör fitnesi vardır. Bunlar birbirinden ayrılmaz birer fitnedir.
Bunlardan korunmanın yolu da “Yüz Lojmanlı Semt Apartmanları” kurmaktır. Bunun için “Müçtehit Yetişme Medresesini” kuruyoruz, “Müçtehit Yetişme Merkezini” kuruyoruz. Böylece o fitnelerden ittika etmeye çalışıyoruz.
لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا
(LAv TuÖIyBanNa elLaÜIyNa JaLaMUv)
“Zulmetmiş olan kimselere isabet etmez.”
“Ellezîne Zalemû”yu marife getirmiştir.
Kimdir bunlar, bu maruf zalimler kimlerdir?
Çağımızda bunlar Amerika’daki Merkez Bankası (FED) sahibi 200 Yahudidir.
Zina, faiz, rüşvet ve terör düzenini hep bunlar kurmuşlardır.
Zina düzenini kurdular; aile müessesesi yıkılsın, ailesiz kalan kadın erkek bizim işçimiz olsun diye;
Faiz düzenini kurdular; ekonomi tekelleşsin, sadece onlar olsun, kendilerinden başka işveren kimse kalmasın diye;
Rüşvet müessesesini geliştirdiler; kendileri kadar kimse rüşvet veremediği için yönetimi emirlerine alsınlar diye;
Mafyayı kurup geliştirdiler; tetikçileri olsun, istedikleri kimseleri ortadan kaldırsınlar diye…
İdamı ortadan kaldırıp yasakladılar, hapishaneleri lüks otellere çevirdiler…
Zalim olanlar işte bunlardır.
Evet, zalim olan Filistin’deki İsrail oğulları değildir. Zalim olan Lenin ve Stalin değildir. Zalim olan Bush değildir. Zalim olan yalnız ve yalnız tekel sermayedir.
İşte, fitne yalnız onlara isabet etmiyor ama bütün insanlık çekiyor.
مِنْكُمْ خَاصَّةً
(MiNKuM PaöÖaTan)
“Hassaten sizden.”
Buradaki “Küm” insanlığa hitaptır.
Yahut Türkiye’deki Amerikan sömürü sermayesini destekleyen kademe kademe Türk Yahudileri, Tük masonları, Türk renksiz siyasileri ve “Adil Düzen”i askıya alan AK Parti ve Saadet Partisi’ndekiler kastediliyor. Bu fitne yalnız onlara isabet etmemektedir. Sonunda hepimiz onun ıstırabı içinde yaşamaktayız.
“Hassaten” özel olarak demektir.
Yeryüzünü saran fitne tüm insanlığı ezmektedir.
وَاعْلَمُوا
(VaGLaMUv)
“Ve ilmedin.”
Burada “Bilin” demekle “Müçtehit Yetiştme Merkezi”ni kurun da öğrenin demektir.
Yani ilim emredilmektedir.
Bu âyetlerde iki defa “Va’lemû” geçmektedir.
Birinde içtihat ve icma emredilmektedir.
Burada ise bu durumun değerlendirilmesi yani şiddetli ıkaba karşı alınacak tedbirler emredilmektedir.
Yukarıda içtihat ve icma emredilmişti.
Burada ne üzerinde içtihat ve icma yapılacağını emretmektedir.
Yani müçtehit yetişecek ama bunlar neyin üzerinde içtihat yapacaklardır?
Bugün insanlığı saran ve tekel sermayenin oluşturduğu zina, faiz, rüşvet ve terör fitnesinden korunma üzerinde içtihat ve icmalar yapacaklar yani “ADİL DÜZEN”i ortaya koyacaklardır.
İşte Kur’an’ın mucizesi budur.
Biz şimdi bugünlerde ne ile uğraşıyoruz?
“Müçtehit Yetişme Merkezi”ni kurmakla uğraşıyoruz...
Kur’an bize neleri anlatmaktadır?
Uğraştığınız şeyleri sizlere söyler…
Âyetlerin o konularla olan manâları ortaya çıkar.
أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (25)
(EanNa elLAvHa ŞaDIyDu elGıQABı)
“Allah ıkabı şiddetli olandır.”
“Ikab” burada marife gelmiştir. Yani bu gidişin sonunun nereye varacağını düşünmemiz ve ortaya koymamız gerekmektedir.
İçtihadın ve icmanın bir konusu da bu olacaktır.
“Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Bundan önceki “Allah” insanlarla ayrı ayrı Rab olarak ilgilenen Allah’tan, burada ise herkes için aynı olan ve değişmez kanunları koyan Allah’tan bahsetmektedir. Bu sebeple iade edilmiştir. Doğa ve sosyal kanunlar değişmez.
AK Partililer ne kadar Müslüman olurlarsa olsunlar sosyal kanunlar değişmez. Kötü düzen, zulüm düzeni onların iyiliği için devam edemez. Uyarılarımıza kulak vermemeleri durumunda onlar zalim olmasalar da onlara da isabet edecektir.
وَاذْكُرُوا إِذْ أَنْتُمْ قَلِيلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْأَرْضِ تَخَافُونَ أَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَآوَاكُمْ وَأَيَّدَكُمْ بِنَصْرِهِ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (26)
(Va uÜKuRUv EiÜ EaNTuM QaLIyLun MüSTaWGaFUvNa FIy eLEaRWı TaPAvFUvNa EaN YaTaPaoOaFaKuMu elNAvSu Fa EAvVAvKuM Va EayYaDaKuM Bi NaÖRiHIy Va RaÜaQaKuM MiNa eloOayIBAvTı LaGalLaKuM TaŞKuRUcvNa)
“Sizin kalil olduğunuzu, arzda mustadaf olduğunuzu, nâsın sizi tahattuf etmesinden havf ettiğinizi zikrediniz. Sizi iva etmiş ve nasrı ile sizi teyit etmişti. Şükredesiniz diye tayyibattan sizi rızk etmişti.”
Biliniz emrinden sonra bilmenin nasıl olacağını öğretmektedir. Bilgi geçmişteki olayları tezekkür ettikten sonra gelecekte de benzer olayların olacağına hükmetmedir. Fıkıhçılar buna delillerden hükümler çıkarma demektedirler.
Deliller nedir?
Bundan önce cereyan eden her şey delildir.
Hüküm nedir?
Bundan sonra olacak veya yapmamız gereken şeyleri tesbit etmek hükümdür.
Demek ki ilim delilleri toplar, sonra da hükümler ortaya çıkar.
Burada önce hüküm bildirilmiş, sonra geçmiş anlatılmıştır.
Medine’ye göç ettikleri zaman Müslümanlar yüzlerle sayılacak kadar az idiler. Mekkeliler onları kovalamakta idiler. Medineliler rızıklarını onlarla bölüşmüşlerdi. Mekke kervanları da Medine’den geçmiyordu. İşte o duruma rağmen gittikçe zenginleştiler. On sene sonra o kadar zengin oldular ki Medine’de zekât verilecek fakir kalmamıştı.
Bu âyeti şimdi okuduğunuz zaman, İkinci Cihan Savaşı’nda yenilmiş ve Mustafa Kemal’in anlatımı ile “Düşmanlarımız bütün dünyada emsali görülmemiş galibiyetin mümessili idiler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti.” Nüfusumuz 12 milyon olmuştu. Sonra ne oldu? İstiklâl Savaşı’nı kazandık. İnkılâplar dayatıldı. Bugün seksen milyona yaklaşan nüfusumuzla güçlü devlet hâline geldik.
1900 yılından sonra oluşan olayları tezekkür etmemiz gerekmektedir.
Sonunda 1970’lere doğru büyük hamleler yaptık.
Akevler kuruldu...
Millî Görüş ortaya çıktı…
Gülen’in ışık evleri faaliyette...
Anadolu Holdingleri hâlâ yaşıyor...
İşte bütün bunları tezekkür etmemiz gerekmektedir...
Nereye doğru ilerlediğimizi göz önüne alınarak ona göre hareket etmemiz gerekmektedir... Sonunda büyük yoksulluk günlerimizi geçerek şimdi zenginleşmiş bulunuyoruz... Şükretmemiz gerekir... Bu şükür de “ADİL DÜZEN”i kuracak müçtehitlerin yetişmesi ile olacaktır.
وَاذْكُرُوا
(Va uÜKüRUv)
“Zikrediniz.”
“Zikretmek” demek anmak demektir, konu etmek demektir, hatırlamak demektir, geçmişte olan olayları tesbit etmek demektir, onun tarihini yazmak demektir.
Bizim tarihimizi yazmamız gerekir.
Akevler’de Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir’le yaptığımız çalışmalarla insanlık tarihini aydınlığa ulaştırmış bulunuyoruz. Parça parça bilinenleri birleştirdik ve yazdık...
Bu işi ilk yapan İbni Haldun’dur.
Sonra yapan ise Karl Marks olmuştur.
Biri kendi dönemi içindeki birkaç asrı bütünleştirmiştir.
Marks da kendi sanayi dönemini bütünleştirmeye çalışmıştır.
Biz ise onlardan daha çok bilgilere sahibiz. Yirminci yüzyılda ilimler çok gelişti. Karbon 12, radyoaktif bozunma, DNA gibi araçlarla tarihi daha çok okumaya başladık. Işıktaki kırmızıya kayma bize geçmişimizi günümüze getirdi. Zikretme yani geçmişimizi bilme konusunda daha çok imkânlara sahibiz. Asrımıza gelecek ve asrımızı daha çok bileceğiz.
Tarihimizi yazmalıyız...
Yirminci yüzyılda neler oldu?
Ondan sonra 2000 yılına girdik.
Dünyada neler oldu? Türkiye’de neler oldu?
إِذْ أَنْتُمْ قَلِيلٌ
(EiÜ EaNTuM QaLIyLun)
“Siz kalil idiniz.”
Bir canlı var edildiği zaman bir hücreden ibarettir. Önce bölünür iki tane olur. Bunlar birbirine değerler ve aralarında işbölümü yaparlar. Artık birbirine benzemeyen iki hücre vardır. Sonra bunlar dört hücre olur. Hücreler ikişer yerleri ile birbirlerine değerler. Dört hücre vardır. Dördü de ayrı hücredir. Farklılaşmışlardır, görevleri ayrı ayrı olmuştur.
İşte böyle çoğala çoğala sonunda insan olmaktadır.
Bu kural tüm canlılar için geçerlidir. Hiçbir canlının hiçbir uzvu birden oluşmaz. Hücrelerin çoğalması, bitişmesi ve faklılaşması ile oluşur. Hücre bölünmesinde durum böyle değildir. Bir hücre ikiye bölünür ve ikisi de ana hücrelerin tüm özelliklerini taşırlar.
“Siz az idiniz” diyerek İslâmî toplulukların az ile başlayacağına da işaret etmektedir.
Adil Düzen Çalışanları az olacaktır. Bu azlık bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir, bizdeki çalışma azmini kırmamalıdır. Unutmayalım; her birimiz dört adet ilmi öğrenmeye başlamalıyız. Yaşınız çok ileri olabilir. Ondan siz mesul değilsiniz. Matematiği öğreneceksiniz, Usulü Fıkhı öğreneceksiniz, içtihat yapmayı öğreneceksiniz ve nihayet ortaklık muhasebesini öğreneceksiniz. Bu işe beşikten başlayacaksınız, mezarda bitireceksiniz. Beşikte başlayamamış olabilirsiniz. Onlar geçmiştir. Bugünden itibaren sorumlusunuz. Geçmişinizi Allah mağfiret edecektir.
Bu ilimler sayesinde geçmişimizi de hatırlayacağız, neler olduğunu bileceğiz.
مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْأَرْضِ
(MüSTaWGaFUvNa FIy eLEaRWı)
“Arzda mustadaf idiniz.”
“İstid’af” istifa’l bâbından istihale için gelir. “İstahcere ettînu” derseniz toprak taşlaştı demiş olursunuz.
“Mustadaf olmak” demek zayıf olmak demektir. Kuvvetli iken zayıf oldunuz.
Mekkeliler Mekke’de kuvvetli idiler ama Medine’ye hicret edince Medineli Ensar da Mekkeli Muhacir de zayıf idi. Sonra güçlendiler.
Türkiye de İstiklâl Savaşı’na girerken zayıflamıştı. Osmanlı İmparatorluğu süper güç hem de tek süper güç iken birden yok olma durumuna girdi. İstiklâl Savaşı kazanıldı. Bu sefer Müslümanlar mustadaf idiler, şimdi zenginleştiler.
Adil Düzen Çalışanları şimdi mustadaftırlar. Ama bir gün gelecek, bu âyeti okuyacaklar ve mustadaf olmaktan çıktıklarını göreceklerdir.
تَخَافُونَ أَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ
(TaPAvFUvNa EaN YaTaPaoOaFaKuMu elNAvSu)
“Nâsın sizi tahattuf etmesinden havf ediyordunuz.”
Hızlı gelen bir sel önüne geleni silip süpürür, ağaçların ve evlerin yerlerinde yeller esmeye başlar. İşte, ‘biz de bu güçlü sel karşısında yok olup gideceğiz’ diye korkuyordunuz.
Evet, Adil Düzen Çalışanları yalnız düşmanları ile boğuşma durumunda kalmamaktadır; Kur’an’a inanan ve Müslüman olan kimseler de onlara saldırmaktadır. Bu şartlar altında biz nasıl dayanacağız deyip kâfirlere doğru bayrak açan kardeşlerimiz vardır.
AK Partililer Erbakan’ın anlattığı cihadı terk ettiler...
Gülenciler Bediüzzaman’ın başlattığı cihadı terk ettiler...
İşte bu korkudan dolayı terk ettiler.
Oysa çok kalil olan Akevler’den bir grup “Adil Düzen Çalışmalarına” devam ediyor; onların başarılarını gelecekte göreceksiniz...
فَآوَاكُمْ
(Fa EAvVAvKuM)
“Sizi iva etti.”
Önce mü’min muhacirler yurt yapacaktır.
Bugün Adil Düzen Çalışanları önce “Yüz Dairelik Lojmanlı İşyerlerine” taşınacaklardır. Allah onlara önce bu yurdu iva edecektir. Çünkü bugün ayrı ayrıyız, uzağız, işlerimiz ayrı ayrı, parça parça. Allah bizi yüz dairelik apartmanda bir araya getirecektir.
Yalnız biz değil, gelecekte bütün insanlar böyle yüz dairelik semtlerde yerleşmiş olacaklardır. Kendi şeriatlarını orada kuracaklardır. Kendi içtihat ve icmaları ile sosyal ve ekonomik düzenlerini kuracaklardır.
Sonra ne olacak?
Bunlar arasında hayırda yarış başlayacak. Kimler Kur’an’ı en doğru olarak anlamışsa onların semti, onların apartmanı gelişecek. Yanlış veya eksik anlayanlar ise eleneceklerdir.
İşte, peygambersiz yeni düzen böyle oluşacaktır.
Bu yarış yalnız Kur’an ehli içinde olmayacak, bütün dinler ve rejimler arasında olacaktır. Karl Marks işin silah zoru ile halledileceğini iddia etmiştir. Biz ise yarış ile bu sağlanacaktır diyoruz. Artık savaşlar yeni uygarlıklar getirmeyecektir. İnsanlığın cahiliye dönemi bitmiştir.
وَأَيَّدَكُمْ بِنَصْرِهِ
(Va EayYaDaKuM BiNaÖRiHIy)
“Ve sizi nasrı ile teyit etti.”
“Nusret” düşmana karşı yardım etmedir.
Düşman yalnızca savaşçı olmaz. Soğuk savaşçı olabilir. Fitne erbabı olabilir. Münafık olabilir.
Gelecekte; geçmişte olduğu gibi Adil Düzen İşletmelerine saldıracaklardır, çıkaracakları kanunlarla sizi yıkmak isteyeceklerdir.
Sömürü sermayesi şunu yapmaktadır. Önce girişimleri desteklemekte, ses çıkarmamakta, hattâ yardım etmektedir. Denemelerle iş başarılır, piyasa oluşturulur, halk artık yeni duruma uyum sağlar. O zaman onların üzerine yürüyerek eline geçirir. Devleti firmalara saldırtır. Ama “Adil Düzen”e göre işletmeleri kuranlara Allah nusret eder. Sermayenin yıktığı faizli işletmelerin yerini “Faizsiz Adil Düzen İşletmeleri” alır. Nitekim geçmişte teyit etti.
Bugün Anadolu holdingleri vardır. Bugün bağımsız İslâm ülkeleri vardır. Bugün Avrupa Birliği vardır. Çin vardır. Rusya vardır. Yarın da teyit edecektir.
Yeryüzü yalnız “Adil Düzen İşletmeleri” ile ayakta kalacaktır.
Evet, bir semtin kurulup işletilmesi ile kapitalizmin ve sosyalizmin balonu delinmiş olacak ve sönecektir. Yeryüzü “Adil Düzen İşletmeleri” ile dolacaktır.
وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ
(Va RaZaQaKuM MiNa elOayYıBAvTı)
“Ve sizi tayyibattan rızk etti.”
Akevler’i kurmadan önce işlere başladım. Bir iş yaptım zarar ettim, iki iş yaptım zarar ettim, üç iş yaptım zarar ettim. Zararın sebebi haramı işe katmadığımızdan ileri gelmişti. Yaptığımız inşaatlarda çimentoyu çalmak istemedik, demiri eksik yapmak istemedik, iki misli pahalıya mâl ettik.
Bunun üzerine Akevler’i kurduk.
Ondan sonra artık helal lokma yedik.
Gerçekten Allah bizi tayyibat ile rızk etti.
Ne var ki Millî Görüşçüler ve AK Partililer ile Gülenciler böyle rüşvetsiz, faizsiz bir kazanma sistemini kuramadılar.
Adil Düzen Çalışanlarına Allah vaat ediyor, onları helal rızıkla rızıklandıracaktır.
لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (26)
(LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa)
“Şükredersiniz diye.”
Evet, Allah bize helal rızık verecek, o helal rızka dayanarak “Adil Düzen İşletmelerini” kuracağız. Yani helallik ile zenginlik birlikte olacaktır.
Evet, “Müçtehit Yetişme Ortaklığımızı” başaracak, Adil Düzen Çalışanlarını zengin edecek ve Adil Düzen Çalışanları da Adil Düzen İşletmelerini kuracaklardır.
Bu da Allah’ın bize müjdesidir.
Bu müjde şunu göstermektedir. Henüz III. bin yıl uygarlığının “Adil Düzen” kuruluşu tamamlanmamıştır. Çünkü henüz ufukta tayyibat rızkı görülmüyor.