ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
2181 Okunma
65 VE 66.AYETLER

Enfal Sûresi-31

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ إِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ يَغْلِبُوا أَلْفًا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ (65) الْآنَ خَفَّفَ اللَّهُ عَنْكُمْ وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا فَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ أَلْفٌ يَغْلِبُوا أَلْفَيْنِ بِإِذْنِ اللَّهِ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ (66)

 

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ

(YAv EayYuHa elNaBiyYu XarRıWı eLMuEMiNIyNa Ga Lay eLQıTALı)

Bundan bir âyet önce “Ey nebi, Allah ve sana tâbi olan mü’minler yeter” denmişti.

Böylece müslimler ve diğerlerinin yaptıkları ile ilgilenmemesi gerektiğini, onların dışında kimse ile iş yapmaması gerektiğini ifade etmektedir.

Bu nokta çok önemlidir.

Burada yaptığımız işlerin iki başlı olmaması gerektiğini, Lütfi Hocaoğlu’nun başkanlığını kabul edenlerle bizim çalışmamız gerektiği hususu belirtilmiş olmaktadır.

Bu başkan aşiret başkanıdır. Aşiret on aileden oluşur. Biz Adil Düzen Çalışanları olarak henüz on aile olamadığımız için aşiret kurallarını tam olarak uygulayamıyoruz. Aşiret içindeki tüm itirazlar başkana yapılır ve onun kararına herkes uymak durumundadır. Ondan sonra askeri birlik oluşmaya başlar. Bunlar aynı zamanda mü’minlerdir. Bucak başkanı ortaya çıkar. Bucak başkanı o bucağın kadısıdır. Hakemlerin verdikleri kararları o icra eder. Kadı soruşturma yapmaz. Soruşturmayı şehitler (görevli şahitler) yapar. Olay şehitler tarafından tesbit edilince hakemlere havale edilir. Hakemler de hükmü ortaya koyar, kadı veya bucak başkanı bunu icra eder.

Birinci İslâm uygarlığında buna yakın uygulama yapılmıştır. Adil kimselerin şehadeti ile karar veren kadı müftülere danışır ve onların verdiği hükümleri infaz ederdi. Hakemlik sistemi yerine müftülük sistemi uygulanmıştır. Biz müftülerin yerine tarafların seçtiği hakemlerin fetvalarını esas alıyoruz, Kur’an’a uymak için bunu yapıyoruz.

Burada bir mesele ortaya çıkmaktadır.

Hakemlerin şehitlerin yani polis ve savcıların tesbitlerini bozma yetkileri var mıdır; yani şehitlerin şehadetini kabul etmeme durumu var mıdır?

Fıkıhçılar, tezkiye müessesesi getirerek kadının şehadetleri kabul veya reddedebileceği görüşündedirler.

Biz bu meseleyi şöyle çözüyoruz. Şahitlerin/şehitlerin tahkikat dosyalarını hakemlere veriyoruz. Hakemler, dosyayı yeter görmemeleri hâlinde iade edip şahitliklerini kabul etmemiş olurlar diyoruz. İşte bu bizim delilsiz istihsanımızdır. Biraz tarihi uygulamanın ve günümüz uygulamasının etkisinde bu istihsanı yapıyoruz. Bir gün elbette Kur’an’da çözüm bulunacaktır. Yani bu fetva bizde zahir mertebesindedir, nass mertebesinde değildir.

İçtihat yaparken tam kanaat gelmemekle beraber, uygulamanın gecikmemesi için içinden doğan hüküm zahir mertebesindedir. Uygularsın ve o uygulama geçerlidir. Ama araştırmaya devam edersin. O an için geçerlidir ama sonrası için geçerli değildir. Nass mertebesine yükseldiği zaman sizin için artık kesindir. Şüpheniz kalmamıştır. Artık içtihada devam etmezsin. Yeni bir delil ortaya çıkarsa o delili değerlendirme durumunda olursun.

İşte, benim şahitlerin/şehitlerin dosyalarını geri çevirme varsayımım zahir mertebesindedir, nass mertebesinde değildir.

İster zahir olsun, ister nass olsun, kişi içtihadını yeni içtihatla değiştirebilir. Ne var ki eğer icma hâsıl olmuşsa artık kişi kendi içtihadını değiştirse bile icmaya uyar, kendi içtihadı ile amel edemez. Böyle icmalara “müfesser” denir. Öyle icmalar vardır ki o icmalar icmalarla değişmez. Bu da sahabelerin ve resulün Kur’an yorumuna dayanan icmalardır. Yani tüm insanlığın yaptığı icmalardır. Günümüzde de müsbet ilmin kesin verilerine dayanan icmalar doğrudur, değiştirilemez. Fizik ve kimya kanunları böyledir. Newton fiziği değişmemiştir. Newton fiziğinin uygulanamadığı alanlar bulunmuştur. Yani Newton fiziği tahsis edilmiştir. Tahsis icmaen nesh olmadığı yani sahabeler böyle bir icma yapmadıkları için sahabe icmaına aykırı olmaz.

Bundan önceki âyette “Sana Allah ve sana tâbi olan mü’minler yeter” dendikten sonra, şimdi mü’minlerin durumlarını ele almakta, onlara dair hükümler koymaktadır.

Kavmin reisi olan başkan muhataptır.

Bunu nereden biliyoruz?

Bundan evvelki âyette “bir kavmin hıyanetinden korkarsanız” denmişti. Demek ki savaş kabileler arasında olmayacaktır, şa’bler (iller) arasında olmayacaktır, millet yani insanlık arasında olmayacaktır. Savaş kavimler/ülkeler arasında olacaktır. Bununla beraber bir ordunun 100 000 asker civarında olduğu Kur’an’da belirtilmiştir. Bir ülkede 10’a yakın da ordu olacağı yine Kur’an’la sabittir. Demek ki bir ülkede bir milyon asker olacaktır. 50 milyon nüfuslu bir ülkede 10 milyon rical vardır. Demek ki 10’da veya 12’de biri askerde olacaktır. Biz bunu senede bir ay olarak istinbat ettik, Ramazan’a kıyas ettik.

Fıkıhta bu da kuraldır. İnsanın kolları açık olacaktır. Çalışmada buna gerek vardır. Bileği geçtiğine göre dirseklerde dururuz yani küsurları atarız. Biz de onda birini yuvarlatmak için senede bir ay yaptık. Elli haftada dört hafta eder. Siz de başka kıyaslarla başka miktar çıkarabilirsiniz. Sizin ülkeniz için de o doğru olabilir. Bizim için bu doğrudur.

Mü’minlerin işi kıtaldir. Bunun için bir araya gelmişlerdir. İnsanlığın güvenliğini sağlamak için bir aradadırlar. Hakem kararlarını infaz eden bir güce ihtiyaç vardır. Bunlar gönüllü askerlerdir. Bunlar nöbet tutarlar. Senede dört hafta nöbet tutarlar. Bunun dışında kazai icraları yerine getiren bir polis teşkilatı yoktur. Polis soruşturma yapar, olayları tesbit eder, hakemlerin yanında şahitlik yapar. Hakem kararlarına uymayanları yakalamak, tutuklamak, hapsetmek, sürmek, öldürmek, dayak atmak işi illerde jandarma birliklerine, ülkede ise askeri birliklere aittir.

Burada “harbe tahrid et” veya “cihada tahrid et” denmiyor, “kıtale tahrid et” deniyor.

Savaşa girdiniz mi savaşı ya kaybedecek ve öleceksiniz ya da galip geleceksiniz; “ya zafer ya ölüm” budur. Bir mü’min savaşa böyle gider. Takdir-i İlâhi’dir, ömrüm buraya kadarmış deyip ölmeyi göze almayan ordu savaşamaz. Batı komutanlarından birinin bir sözü vardır: "Ölümü göze almış bir asker kadar korkunç silah yoktur." Ölüme yönelmiş bir kimsenin sabırla ve metanetle korkmadan ölümü beklemesi işte böyle bir imandır.

Demek ki tahrid kıtalle olacaktır, kıtal esnasında olacaktır.

Savaş hâlinde bile düşmanın ölmesini değil, esir olmasını istemeliyiz. Böylece savaşan askerler zafer kazandıklarında daha çok esir alabilmeleri için mümkün olduğu kadar az düşman katlederler. Bu sebepledir ki harp hâlinde düşman askerlerini öldürmek nehy edilmiştir, sadece çatışma esnasında öldürülebilir.

Köleliği kaldırma demek daha çok insanı öldürme demektir, savaşı çıkmaza sokma demektir. Kölelik müessesesi olunca dünya çıkarları için savaşanlar, ölmektense esir olmayı tercih ederler. Galip gelecekler de daha fazla köle payımız olsun diye daha az insan öldürürler. O halde savaş devam edecekse kölelik de devam edecektir. Müessese kaldırılabilir. Islah edilebilir. Kur’an bunu yapmıştır. Ne var ki fıkıhçılar tam değerlendirememişlerdir.

Örnek olarak Kur’an’da çalışarak bedel verip hür olmak isteyen kimsede hayır görülürse buna bu imkânı sağlama emredilmiştir. Yani buna böyle sözleşmenin yapılması zorunludur, memurunbihtir. Kur’an’da sahibi hayrı görürse demiyor, siz görürseniz deniyor. Topluluk da bunu hakemler yoluyla görür, aksi halde sen görürsen denirdi.

Beni eleştiren Cengiz Demirci ve Sam Adyan’a soruyorum; bu anlatımımda bir hata var mıdır? Bu husustaki görüşünüzü açıklarsınız. Çok şeyi anlatma yerine sadece bu konu üzerinde yazı yazılmalıdır. Âlimler bir sözü bir defa söylerler, aynı şeyleri tekrarlayıp durmazlar. Bu Millî Görüşe aykırıdır, dolayısıyla yanlıştır demek, bu benim görüşüme aykırıdır demek de yanlıştır. Herkes kendi delilini ortaya koyup kendisinin veya başkasının hata etmemesi için yardımcı olmalıdır. Bu iki kardeşimiz eleştiri yapıyorlar. Allah onlardan razı olsun. Diğerleri sükût içindedirler. Bu sükût görevi yapmama demektir.

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ

(YAv EayYuHa elNaBiyYu)

“Ey nebi”

Bir âyet yani kısa bir âyetten sonra “Ey nebi” diye tekrar etmesi üzerinde durulmalıdır. Konu değiştikçe “Ey iman edenler” veya “Ey nebi” veya “Ey nâs” gibi hitap tekrarlanır. Yahut özel olarak bir konuya dikkat çekilecekse muhataba hitap tekrarlanır.

Bir görevliye hitap ettiğinizde, görevde kendisine has bir emir var ise araya “Ey Ahmet” diyerek tekrar edersiniz. Maanide buna dair kurallar konmuştur. O kuralların bir kısmını biz çok kullanıyoruz ama bütün kuralları ezberlemiyoruz.

Kur’an’da böyle iade edilen kelimeler üzerinde duruyor, orada onu izah ediyoruz. Sonra siz bunları değerlendirecek ve kendinize göre kuralları sıralayacaksınız. Bu şekilde çalışan yeter sayıda âlim ortaya çıkınca bunların ittifak ettikleri hususları maani kitaplarında yazacaksınız. Öğrencilere bunları okutacaksınız. Diğerlerini ise öğrenci sonra kendisi okur ve kendisine göre sıralar. Mesela gramerciler kullanılan bazı harfleri, “Mâ”yı, “Bi”yi zaiddir derler. Ben zaid kavramını kabul etmiyorum. Hiçbir âyette bu zaiddir demem. Müteşabihtir derim ama zaittir demem.

                                                        حَرِّضِ

(XarRıWı)

“Tahrıd et”

Hurd” kireç taşı demektir. Yandığı zaman rutubet alınca dağılır. Hurda bu anlamdadır. “Dal” harfi ile “Hard” hasat yapma yani buğdayı başağından ayırma demektir. Onlar sabahleyin biçmek için her türlü hazırlığını yapmış olarak hasat yapmak üzere idiler, öyle yola çıktılar demek olur.

Hard” kelimesi Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Biri buradadır. Biri de Nisa Sûresi’ndedir. Buradaki ifadeye yakındır.

تَذْكُر يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضًا

“Hurda oluncaya kadar Yusuf’u anacaksın.”

Bu âyette açıkça görüyoruz ki “hurd” hurdahaş olma anlamındadır.

Âyetlerimize buna göre manâ verme durumundayız.

فَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا تُكَلَّفُ إِلَّا نَفْسَكَ وَحَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ

يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ

Bu âyetler komutanın bizzat savaşa katılmak zorunda olduğunu ifade etmektedir. Birinci âyette “kıtal” kelimesi hazfedilmiştir, çünkü daha önce geçmiştir. Burada ise “alâ” ile “kıtal” mef’ul yapılmıştır. Her iki âyette de “mü’minler” kelimesi geçmektedir. “Ellezîne âmenû”da doğrudan topluluk muhataptır, fertler ayrı ayrı muhatap değildir. Burada ise bir topluluğa mensup olan fertler ayrı ayrı muhataptırlar. Bu sebeple ismi fail ile zikredilmiştir. Kurallı çoğul geldiği için cemaat muhataptır. Ama ismi fail ile geldiği için her biri ayrı ayrı muhataptır, sorumludur. Bunu birinci âyette anlıyoruz. Sen kıtal et, sen sadece kedinden sorumlusun demekle tek başına olsak da savaşa devam edeceğiz. Herkes kaçtı, ben de kaçayım diyemezsin. Öleceksin ama kaçmayacaksın.

Burada “tahrıd et” diyerek onları helâke kadar kıtale götür, onların savaşmalarını sağla demektir. Askerlikte kural vardır, dönüp kaçmak isteyen vurulur. Önce savaşa kimse götürülmez, sadece gönüllüler gider. Savaşa gitmemek için ülkeyi terk ederse onu kovalamayız. Ama savaş başladıktan ve savaşa katıldıktan sonra artık o savaşı terk edemez. Terk ederse kanı heder olur. Ülkemizi terk etmek zorundadır. Bir daha orduya iltihak edemez. Ama eğer çatışma zamanında terk edip gitmeye başlarsa arkadan vurularak öldürülür.

İşte buradaki “harrıd” kelimesi bunu ifade etmektedir.

Onları savaşa teşvik et ama bu yalnız nasihat şeklinde olmayacaktır, zorlama şeklinde olacaktır. Savaşa giren kişi şunu bilecek; ya galip geleceğim ya da öleceğim. Kaçıp kurtulma ümidi olan kimse zora girdi mi savaşmaz, kaçmaya çalışır.

Başkomutanın savaştaki rolü budur. Onun dışındaki bütün erat kaçtığım zaman vurulurum korkusu içindedir. Başkomutanı vuracak kimse yoktur. Dolayısıyla başkomutan savaşı terk etmedikçe savaş devam eder.

Âyette sen savaş sen kendinden sorumlusun denmektedir. Harrıd emri ile üstlere kıtalden kaçan kimselerin öldürüleceğini, öldürülmesi gerektiğini emretmektedir.

الْمُؤْمِنِينَ

(eLMuEMiNIyNa)

“Mü’minleri”

Müslimler ve kadınlar da savaşa katılabilir ve savaştan pay alabilirler. Ne var ki bunların sorumlulukları yoktur. Savaş kaybedileceği zaman savaşı terk edebilirler. Bunlar öldürülemezler. Bunlar arkadan vurulamazlar. Müslimler için “mü’minler” kaydını getirmekle bunu biliyoruz. Kadınları da bunlara kıyas ediyoruz. Bununla beraber bu kıyası fasittir, mademki savaşa katıldılar savaşmak zorundadırlar diyenler olabilir. Kadınlar ve müslimler ganimetten yarım pay alırlar. Eğer bunların da kıyas yoluyla kaçmaları hâlinde öldürülmeleri söz konusu ise o takdirde bunların da payları erkeklerle eşit olmalıdır.

Bu takdirde “mü’minler” kaydı, öldürülmelerinin hikmeti mü’min olmalarıdır. Yani illet imanla belirtilmiş olur. Fıkıhçılar irtidadın katl sebebi olduğunu iddia etmişlerdir. İrtidadı çatışma esnasında kaçma ile tarif ettiğimiz zaman doğrudur. Yahut cizye vermeyen, nöbet tutmayan kimse için bu hüküm geçerli olabilir.

İlletlerin tesbitinde kullanılan bir usul de tavsiftir. Evlerinizde bulunan üvey kızlarınızla boşandıktan sonra da evlenmeniz haramdır denmiş olmasının sebebi, bir evde yaşayanlar artık evlenemezler. Kölelerde akrabalık bu sebeple doğmaktadır. Sütannelik de bundan dolayıdır. Sıhrî hısımlığın nedeni de budur.

عَلَى الْقِتَالِ

(GaLay eLQıTALı)

“Kıtale tahrid et”

Kıtal” burada marifedir. Başlanmış çatışmadan bahsetmektedir. Henüz başlamamış, hattâ savaş esnasında olsa dahi tahrid söz konusu değildir. “Li’l-kıtal” denmemiş de “ala’l-kıtal” denmiştir. “Li’l-kıtal” denmiş olsaydı savaşmak için tahrid et yani insanların savaşmalarını iste anlamı istenirdi. Hâlbuki burada kıtal aleyhine tahrid denmiş olmakla, savaşın olmaması için tahrid et denmiş olurdu. Nisadaki âyette kâtil emrinden sonra gelmesi, burada da bundan sonraki ifadelerde savaşmadaki oranlar belirlenmiştir. Dolayısıyla savaşa zorla denmiş olur. Savaş aleyhine savaşa zorla anlamı çıkar. Bu da çok önemlidir.

Boşamayı boşanmayı önlemek için kolaylaştırıyorsunuz. Zorladığınız zaman boşama ve boşanma artar. Karı koca nasılsa birbirlerini boşayamayacaklar deyip hep boğuşup dururlar. Oysa kadına da erkeğe de eşit kolay boşama haklarını tanırsanız, eşim beni boşamasın diye birbirlerine saygılı olurlar ve boşama olmaz.

Demek ki bazı olaylar vardır ki zıddını yaparsanız kendisini önlemiş olursunuz.

İnsanlar suç işlemesin diye cezalar artırılır. Böylece kısas hayatın sebebi olur. Kısas olmadığı takdirde daha çok insan ölür. Savaşa girme hususunda şartlar konmuştur. Yani savaşa girildikten sonra savaşmayı bırakma yoktur. Savaşa girerken ise girme şartları konmuştur. Bundan sonra âyetin devamında bu anlatılacaktır.

إِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ يَغْلِبُوا أَلْفًا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ (65)

(Ein YaKuN MiNKuM GıŞRUNa ÖaBıRUvNa YaĞLiBUv MiEaTaYNı Va EiN YaKuN MiNKuM MiEaTun YaĞLiBUv EaLFan MiNa elLaÜIyNa KaFaRUv BiEanNaHuM QaVMun LAv YuEMiNUvNa)

“Sizden sabreden yirmi olursa ikiyüzüne galebe eder. Sizden yüz olursa küfretmiş olanlardan binini yener, çünkü onlar fıkhetmez kavimdir.”

Mü’minleri kıtale tahrid et denmiş ve savaş esnasında ya ölüm ya zafer deyip hareket etmemiz gerektiği bildirilmiştir. Önce savaş karşı tarafın saldırısı sonucu meşru olur. Bununla beraber taviz verilerek savaşa girilmeyecekse taviz verilir.

Hudeybiye sözleşmesi bunun tipik örneğidir.

Bu âyetlerde önemli noktalara işaret vardır. Önce ordunun teşkilatlanması ile ilgili sayılar verilmekte, onlu sistem kullanılmaktadır. Bu sistem Avrupa’ya da geçmiştir. Ordumuzda hâlâ uygulanmaktadır. Onluk sistemdir.

Savaşın kuralları vardır, o kurallar içinde ordular galip gelir.

a) Erken davranan savaşın galibi olur.

b) Birlikte hareket eden savaşın galibi olur.

c) Gafil avlayan savaşın galibi olur.

d) Savaşı sürdürebilen savaşın galibi olur.

Savaşı sürdürebilmek için sıra ile çarpışmaya katılacaksınız. Birliğiniz üçe ayrılmalıdır. Üçte biri uyku, üçte biri ikmal, üçte biri de çarpışma esnasında geçer. Yani savaşan bir birlik en az üç kişi olmalıdır.

Uyku dinlenme zamanıdır. Yönetim karışmaz. İkmalde ise kurallar içinde herkes rutin işler yapar. Asıl savaş çatışma zamanıdır. Çatışmanın kuralları ayrıdır. Dolayısıyla üç çatışan grup birleştirilir ve bir birlik oluşur.

(3*3+1) on kişi mangayı oluştururlar. Üçer üçer nöbet tutulur.

3*10 bir takımı oluşturur. Her 10 kişi bir çatışma yapar. Bu çatışmaya girişmek için asgari şarttır. Yani savaş hukuku en az on kişilik grup arasında olur. Üç takımın merkezinde bir manga bulunur. Bunlarla 100 kişi olur. Buna bölük denmektedir. Bölük karargâhını oluşturan merkez mangayı yüzbaşı komuta eder.

Üç bölük bir tabur oluşturur. Yine nöbetleşme, ikmal ve istirahat olarak yüz kişilik savaş ekibi oluşturulur. Normal olarak karşılıklı çatışma bunlar arasında olur. Bunlar bir mevkii muhafaza ederler. Üç tabur birleşir 900 kişilik alay olur. Bir de karargâh bölüğü bulunur. Bunu albay komuta eder. 1000 kişi bir savunma grubudur.

Üç alay bir tugay oluşturur, bu savaş grubudur. Üç tugay bir tümeni oluşturur. Karargâh alayı ile 10 000 kişi eder. Üç tümen bir kolorduyu oluşturur. Üç kolordu ve bir de merkez karargâh tümeni ile ordu oluşur. Bir ordu 100 000 kişiden meydana gelir. Ülkenin ona yakın ordusu vardır. Demek ki 1 milyon asker nöbette olacaktır.

50 milyon nüfuslu bir ülkede bir aile beş kişi kabul edilirse, demek ki 10 milyon savaşacak kimse vardır demektir. Senede bir ay nöbet tutmakla 1 milyon asker sürekli olarak orduda olabilmektedir.

Görülüyor ki burada yaklaşık hesabı onlu sisteme göre yaptık ve nöbet müddetini senenin yaklaşık onda biri olarak bulduk. Bu tür hesaplamalara istihsan diyoruz. Ondan sonra da Ramazana kıyas yaparak bir ay nöbet tutulur yahut bir aylık ücret cizye olarak verilir.

Biz varsayım yaptık, ordunun yapısını oluşturduk.

Kur’an’da bunlarla ilgili hangi âyetleri bulabiliriz?

Önce onluk sistem benimsenmiştir. Aşera on demektir. İşret ise geçinmek veya birlikte yaşamak demektir. Muaşeret adabı denmektedir. İşrun 20 demektir. Aslında aşeranın kurallı çoğulu olduğu halde sadece yirmiye delalet eder. Bu da en büyük manga demektir.

Kur’an’da insan ve cin topluluğundan bahsederken ey cinnin ve insin maşeri denmektedir. Bunun dışında bu âyetlerde 20 ve 200’den, 1000 ve 2000’den bahsediyor ki bunlar onlu sistemi ifade ediyor. Ordunun 100 000’ler olacağını da yine Kur’an zikretmektedir. Biz onu 100 000’lere gönderdik de iman ettiler yani güvenliğe aldılar denmektedir.

10 sayısının özelliği nedir?

Bunun üzerinde biraz duralım. Sayılar ya başka sayıların çarpımından oluşur yahut başka herhangi bir sayıya bölünmez. Buna asal sayı denir. İlk asal sayı 2’dir. 3 de asal sayıdır. 4 ikiye bölündüğü için asal değildir. 5 asal sayıdır. 6 sayısı 3’e bölünür, asal değildir. 7 asaldır. 8 sayısı 2’lere bölünür, asal değildir. 9 sayısı 3’e bölünür, asal değildir. 11 asaldır.

10’lu sistemin yanında bir de 2’li sistem vardır. Kâinat 2’li sisteme göre yaratılmıştır. O sayede elektrikî devrelerle temsil edilmektedir. Beynimiz o sayede bir bilgisayar gibi çalışmaktadır. İki çift yani dört sayı kâinatın yapısının temelidir.

Şimdi en küçük dört asal sayıyı ele alalım.

2, 3, 5, 7.

Bunlardan atlamalı olarak ikisini çarpalım, 10 eder.

Diğer ikisini de toplayalım, o da 10 eder.

10 aynı zamanda beşinci asal sayıdan hemen önce gelmektedir.

O halde kâinat en küçük dört asal sayıya dayanmaktadır, o da onlu sistemdir.

Kâinatın dört temel varsayımı vardır.

a) Varlık varsayımı: Kâinat vardır, kâinatı var eden vardır.

b) Çokluk varsayımı: Kâinat sonlu olmakla beraber çokludur ve bolluk vardır.

c) Evrimleşme varsayımı: Kâinat ilkel olarak var edilmiştir, devamlı evrimleşmektedir. Ölüm yok olmak için değil daha iyisinin gelmesi için vardır.

d) Dördüncü ilke iktisat ilkesidir: Bu da bir şey en az kaç tür eşya ile yapılabiliyorsa onunla yapılır. Fazlasını kullanmak israftır. Allah israfı sevmez. Sayı olarak da en azla ne yapılabiliyorsa o yapılır. Daha fazla sayı kullanılmaz.

İşte bu sonuncu ilkenin sonucu olarak kâinat onlu sayı sistemine dayandırılmıştır.

Biz de askeri birliğimizi onlu sayı sistemine dayandırırız. Er, manga, bölük, alay, tümen ve ordu ikmal birlikleridir. Tim, takım, tabur, tugay ve kolordu taktik birlikleridir. Böylece atlamalı bir sistem oluşturulmuştur. İkili sistem vardır.

Hukuk düzeninde kişi, ocak, bucak, il, ülke ve insanlık toplulukları vardır. Aile, semt, ilçe, bölge ve kıta ekonomik birliktir. Aynı ikili ve onlu sistem vardır.

Hukuk düzeninde aile sistemi esas alınır.

Askerlikte ise savaşan kişi esas alınır.

إِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ

(EiN YaKuN MiNKuM)

“Sizden olursa.”

Burada “sizden” deyince kimler kastedilmektedir?

Bundan önceki âyette; “Allah ve mü’minlerden sana tâbi olanlar yeter” denmişti. Şimdi başkana tâbi olan mü’minleri başkanla birleştirerek onlara hitap etmektedir yani yine başkana hitap etmektedir. Ama artık sadece kendisini değil ona tâbi olan mü’minlere birlikte hitap etmektedir.

Başkan topluluğu temsil eder. Başkanla yapılan anlaşmalar toplulukla yapılmış olur. Başkanın yönetiminde iş yapanlar topluluk adına yapmış olurlar.

Vücudumuz birçok yani milyarlarca hücreden oluşmaktadır. Her hücre ayrı bir canlıdır. Her hücre canlılığın bütün faaliyetlerini göstermektedir. Dr. Lütfi Hocaoğlu seminerin sonunda hücrenin faaliyetlerini internetten seyrettirebilir. İnsan hücrelerden oluşmuştur ama insan bir tek varlıktır. İnsanın kolu gidebilir, ayağı gidebilir ama kişi o kişidir. Hiçbir zaman eksik veya yarım olmaz. O ya vardır ya yoktur. Üçüncü şık yoktur. Topluluklar da böyledir.

Topluluk oluşturmanın dört şartı vardır.

1) Topluluğun bir sözleşmesi olacak.

2) Topluluğun bir merkezi olacak. Mescidi olacak. Beş vakit namaz kılınacak. Her dinde günlük ibadet vardır. Demek ki topluluk olmak için günlük ibadetleri olacak.

3) Topluluğun bir sözleşmesi olacak. Yazılı olmasa bile oluşmuş olan bir toplulukta herkesin uyduğu kuralları olacak.

4) Topluluğun bir bütçesi olacak. Nasıl insan yemeden içmeden yaşayamazsa, bütçesi olmayan topluluk da topluluk değildir.

5) Topluluğun bir başkanı olacaktır. Başkansız topluluk topluluk değil kalabalıktır.

İşte bu özellikleri taşıyan halk topluluk oluşturur. Başkanın başı aynı zamanda o topluluğun başıdır. Bu sebepledir ki çift başlı topluluklar olmaz. Başkanlık sistemi esastır. Devlet başkanı tüm topluluğun başıdır, merkez bucağının başıdır.

عِشْرُونَ صَابِرُونَ

(GıŞRUNa ÖaBıRUvNa)

“Sabreden 20 olursa.”

Biz hep iddia ediyoruz. “Adil Düzen”e inanan on aile olalım, dünyayı biz idare etmeye başlarız. Bunu kendi aklımızla söylemiyoruz. On aile yirmi kişidir ve onlar arasında doğan birlik o kadar büyük başarılara götürür ki dünya onların emrine girer.

Yirmi kişi aşiretin en kalabalığıdır. Yirmiden sonra aşiret ikiye bölünmelidir.

Kur’an bir de 19 zebaniden bahsetmektedir. Demek ki aşiretin en büyüğü 19 kişiden oluşur. Azılı suçlulara kuvvetli tutuklayıcı ekip konur. Nöbetleşmenin onlu sistem içinde gerçekleşeceğini söylemiştir. 19 olunca nöbetler 6’şar kişi olur, başkanla 19 eder. 9, 19, 99 sayıları Kur’an’da hep uğursuz sayılar olarak zikredilir. Çünkü tam on olamamış, eksik olmuşlardır.

Sabreden” demek direnen demektir. Savunmanın temeli sabırdır, dayanmadır.

Eskiden kaleler kuşatılır, taraflardan kimin sabrı tükenirse o mağlup olurdu. Bu sabır da yiyeceklerin bitmesi ile olurdu. Kaledekilerin yiyecekleri bitince teslim olurlardı. Muhasara edenlerin de yiyecekleri bitince muhasarayı bırakırlardı. Çünkü o zamanın şartları içinde muhasarayı ikmal etme çok zordu. Bundan önceki âyetlerde haylın rıbatını hazırlayın diye emredilmişti. Savaşı daha çok sabreden kazanır.

يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ

(YaĞLiBU MiEaTaYNı)

“İki yüzünü mağlup eder.”

Burada sadece sayı sayılmış, temyizi getirilmemiştir. İki yüz ama neyin iki yüzü? Galebe kelimesinden anlıyoruz ki iki yüz savaşçı demektir. Size karşı dendiğine göre düşman savaşçısıdır. “Mieteyn” nekre getirilmiştir. Yani karşı taraf kim olursa olsun yener deniyor.

On aile olacağız. Karşımıza yüz aile çıkacak ama biz galip geleceğiz. Biz bu denemeleri yaptık. Akevler’de 1980’li yıllarda sabırsız on aile ile bile devlet adına bize saldıranları yendik. Desteklediğimiz partiler anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular.

O gün bize diyorlardı ki, sizi ordu iktidar etmez, ordu etse bile dünya etmez. Ama şimdi biz iktidardayız. Yarım sabırla bile zahiren başarıya ulaştık.

وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ

(Va EiN YaKuN MiNKuM MiEaTun)

“Ve sizden yüz olursa.”

Böylece on sayısını yüze çıkarmıştır. Onluk sistemi uygulamıştır. Mangayı bölük yapmıştır. Bundan sonraki kademelerden de bahsedecek, binlerden bahsedecektir. Daha üst kademeler kıyasla tesbit edilmiş olunacaktır.

Görülüyor ki istihsanla oluşturduğumuz askeri birlikler âyetlerle teyit edilmektedir.

Kur’an’ı okuduğunuz zaman Allah size ilhamda bulunur, varsayımları koyarsınız.

Hazreti Peygambere de böyle ilham geliyordu. Yanlış yaptığı zaman Cebrail geliyor ve onun eksiğini tamamlıyordu. Bize melek gelmemekte, yanlış istihsanlarımızı melek düzeltmemektedir. Bizim istihsanımızı Kur’an düzeltmektedir.

Usule uygun yorumlar yaptığımız zaman yanlışlarımız görülmüş olur. Sonra, bizim için meleğin yerini icma almıştır. İttifakla baskısız alınan kararda hata edilmez. Allah vaat etmiştir. Mutlaka biri itiraz edecektir. İcma olmayacaktır.

Buradaki “minküm” “kâne”nin haberidir. Yani bizden olan yüz kişi demektir. Takdim edilerek bizden olması şartı getirilmiştir. Nasıl insanlık içinde geçmişte İsrail oğulları seçilmiş ve sayıları çok az olduğu halde galip geliyor idiyseler, bugün de mü’minler seçilmiş kimselerdir. Allah onları galip getirecektir.

Yahudi nüfusu binde bir civarındadır ama bugün kendilerinden yüz değil bin misli fazla olan tüm insanlığı yenmişlerdir. Yahudilerin en büyük hasmı Hıristiyanlardır. Hazreti İsa’yı asmaları ile başlamış olan bu hasımlık tarihte birçok kanlı olaylara sahne olmuştur. İspanya’da veba salgını olur. Papazlar toplanır ve Allah’ın neden ceza verdiğini tartışırlar. Aldıkları karar; Yahudileri aralarında yaşattıkları için bu salgın hastalık yayılmıştır derler ve soykırımına girişirler. Türkiye’ye o zaman gelen Yahudiler işte bu soykırımdan kurtulanlardır. Hitler felsefesini Yahudi düşmanlığına dayatmıştır ama bugün Hıristiyanlar Yahudilerin emrindedir, onların jandarmalığını yapıyorlar. Onların bu güçleri dedelerinin hak uğruna verdikleri cihat olmuştur. Allah Yahudileri az da olsalar, fesatlık da yapsalar, korumaktadır. İşte, eğer biz sabırlı on aile olursak, zalimleri yenmememiz için sebep yoktur.

يَغْلِبُوا أَلْفًا

(YaĞLiBUv EaLFan)

“Yüz olursanız bini yenersiniz.”

20’den başlıyor. 200’ü yenersiniz diyor. Sonra 100 olursanız 1000’i yenersiniz diyor.

Şimdi acaba neden yirmi, ikiyüz dedi de sonra yüzü bin olarak verdi?

Demek ki yirmiden azsak savaşa girmeyeceğiz. En az yirmi savaşçı olduğumuz zaman savaşa gireceğiz. Yüz olduğumuzda bin kişi bize saldırsa bile dayanacağız ve savaşacağız demektir. On kişi bir ikmal birliğini temsil eder. Yüz kişi ise bir taktik birliğini temsil eder.

İki gruptan da birer misal vermiştir. Yani kıyas yaparken, üst kademeleri oluştururken, taktik birliklerini yüz kişilik birliğe benzeteceğiz. İkmal birliklerin ise on kişilik birliklere benzeteceğiz.

مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا

(MiNa elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlardan bin kişiyi yenersiniz.”

Burada dikkat edilecek husus şudur. Bu savaş iman ile küfre karşı yapılan savaştır. Bu savaş nefsi müdafa savaşı değildir. Bu savaş çıkarları koruma savaşı da değildir, “Adil Düzen” için yapılan cihattır.

Bir ilahiyat profesörü, bir tarikatın şeyhi diyor ki; siyaset cihat olmaz, savaş olursa cihat olur. Öyle anlaşılıyor ki hapishanelere girip dayaktan ayakları şişmemiş bu zatın.

Cihat başkadır, harp başkadır, kıtal başkadır.

Bedir’den dönen arkadaşlarına Hazreti Peygamber; küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz, nefsimizle savaşacağız demiştir. En büyük savaş nefsi yenmedir.

Savaşa girdiğiniz zaman artık ya öleceksin ya da öldüreceksin. Başka seçeneğin yoktur. O savaşı herkes yapıyor. Asıl nefsini yenerek “Adil Düzen” için çalışma cihattır.

“Adil Düzen” için mü’minlerin kimlerle savaşacaklarını Kur’an sayıyor; babalarınız, kardeşleriniz, aşiretiniz, eşleriniz, yığdığınız mallar, kesadından korktuğunuz gelirler, sevdiğiniz meskenleriniz sizi “Adil Düzen” için cihattan men eder.

Mü’minleri tahrid et âyetine uyarak Necmettin Erbakan insanları harbe değil, kıtale değil, cihada davet etmiştir. Biz de sizi “Adil Düzen” için cihada davet ediyoruz.

Âyete dikkat ediniz; cihattan alıkoyanlar içinde ne devletten ne de kâfirlerden bahsediyor, en yakınlarınızdan bahsediyor.

بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ

(BiEanNaHuM QavMun)

“Çünkü onlar bir kavimdir.”

Kavim” burada nekre getirilmiştir. “Fıkhetmezler” diye tavsif etmiştir. Böyle oldukları için kâfirdirler. Buradaki bu ifadeye “küfretmiş oldukları için mağlup olacaklar” şeklinde de manâ verebiliriz. Söylenen sözleri fıkhetmeyenlerle savaşın manâsı verilebildiği gibi onlar kâfirdirler onları yenersiniz anlamı da çıkar.

Her ne olursa olsun, Allah mü’minlere imtiyaz sağlamıştır. Mü’min topluluk on misli kalabalık topluğu yener. Düşman ordusu on mislinden fazla ise savaşa girmeyeceksin. Düşman on mislinden azsa, sizin sayınız da yüzü geçiyorsa savaşa gireceksiniz. Sizin sayınız yüzden azsa, on mislinden de azsa, siz yirmiden daha kalabalık iseniz, savaşa girip girmemeyi duruma göre takdir edeceksiniz demektir. Bu savaş iman ile küfür arasındaki savaş olmalıdır.

Dünyayı zinayla, faizle, rüşvetle ve eşkıyalıkla yönetmek isteyenlerin “Adil Düzen”e karşı alacakları tavra karşı savaşa gireceksiniz. Erbakan bunun tipik örneğidir. Millî Görüş Hareketi olarak sermaye ile giriştiği savaşta sonunda onları mağlup etmiştir.

Bugün anayasa ekseriyetiyle Millî Görüş kaçkınları iktidarda... Bugün İhvan-ı Müslimin Mısır’da iktidarda... Bugün Amerika’da bir Müslüman zencinin çocuğu başkan... Bugün Rusya’da İslâm Konferansı’na katılmak isteyen Putin iktidarda... Bugün Kilise Avrupa’ya hakimdir ve “Adil Düzen”in yanındadır...

O halde cihat yapmamız için sayı söz konusu değildir; iman edip etmediğimiz, cihadı küfre karşı yapıp yapmadığımız önemlidir.

Erbakan’a saldıranlar, Erbakan’ın Akevler ile beraber oluşturduğu “Adil Düzen”i benimsedi diye saldırmışlardır. Sömürü sermayesinin farkında olmadan maşası olmuşlardır. Ama şunu iyi bilsinler ki zafer “Adil Düzen”in olmuştur ve daha da olacaktır, Kur’an’da vaat ettiği üzere Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktır.

لَا يَفْقَهُونَ

(LAv YeFKaHUvNa) 

“Fıkh etmezler.”

Kimler kâfirdir?

Fıkhetmeyenler kâfirdir, içtihada karşı olanlar kâfirdir.

Fıkhetmek” düşünmek, araştırmak demektir. Araştırmayalım, düşünmeyelim diyenler, sömürü sermayesinin yani kâfirlerin yanında yer alanlardır. “Ellezîne Keferû” ismi mevsul ile gelmiştir. Bildiğimiz kâfirlerdir; zinacı, faizci, rüşvetçi, fesatçı tekel sermayedir. Onlar fıkha karşıdırlar. Onlar bin sene önce içtihat kapılarını kapattıran kimselerdir.

Kur’an’da dört temel delil vardır. Dört de ikinci derecede delil vardır. Kitap, sünnet, icma ve kıyas icma ile delil sayılanlardır. İstihsan, istishab, örf ve mesalih ise bazılarının kabul ettiği delillerdir. Bunun dışında bizden öncekiler şeriat olarak sahabenin kavlini de ayrı delil sayıyorlar. Biz ise bizden önceki şeriatı istishab içinde, kavli sahabeyi de sünnet içinde mütalaa ediyoruz. Bunların içinde bir hükümdarın fermanı hiçbir zaman delil sayılmamıştır, hiçbir fıkıh kitabında yoktur. Kaldı ki içtihadın vücubu icma ile sabit olmuştur.

Bütün mezhepler içtihada dayanır. Batıniyye ilhamı da delil sayar ama onlar da içtihadı reddetmezler. Zahiriye sadece kıyası reddeder. Yani İslâm âleminde hicrî 400 yıllarına kadar içtihadın olmadığını söyleyen tek kişi çıkmamıştır, içtihadın tevkitî yani bir zamana kadar olduğunu da söylememiştir. Bir hükümdarın tüm sahabelerin dört delile dayanarak yaptığı icmaları reddetmesi küfürdür demekle yetinemeyiz. Hükümdarı, Allah’ın şeriatını reddeden birini Tanrının üstünde görmek şirkin alasıdır.

Bediüzzaman diyor ki; içtihat kapısı kapanmamıştır ama içtihat edecek kimse yoktur.

Bu söz de eksiktir. Kendisi allameyi guyub mudur ki içtihat yapacak kimse olmadığını bilsin. Ama bu sözü doğru kabul etsek bile biz de içtihat yapalım demiyoruz, müçtehidin yetişmesine imkân sağlayalım diyoruz, müçtehit olmak isteyeni destekleyelim diyoruz. Bunu “komik” bulunlar komiklik seviyesine bile çıkmamış düşüncesiz kimselerdir. İçtihada komik diyenlere bu kadarcık cevap verme hakkım olmalıdır. (Önceki Cumartesi günü Üstad, genişletilmiş bir istişare toplantısında “Müçtehit Yetişme Merkezi” çalışmalarımızı anlatınca, bir profesör çalışmaları maalesef “komiklik” ile tavsif etti! Üstadımız bu kişiyi kastetmektedir. RNE)

İşte buradaki “Lâ Yefkahûne” sözü kavmin sıfatıdır ve bu sıfattan dolayı küfretmişlerdir ve mağlup olacaklardır.

الْآنَ خَفَّفَ اللَّهُ عَنْكُمْ وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا فَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ أَلْفٌ يَغْلِبُوا أَلْفَيْنِ بِإِذْنِ اللَّهِ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ (66)

(EaLEAvNa PafFaFa elLAHu GaNKuM ve GaLima EanNA FIyKum QaGFan FaEiN YaKuN MiNKuM MiEaTün ÖAvBiRaTün YaĞLiBUv MiEaTaYNı Va EiN YaKuN MiNKuM EaLFun YaĞLiBUv EaLFaYNı BiEiÜNi elLAHı Va ElLAvHu MaGa eLöÖAvBiRıYNa)

“Şimdi Allah sizden tahfif etti. Ve içinizde zaafın olduğunu ilmetti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa ikiyüzünü yener, bin olursa iki binini Allahın izni ile yener. Allah sabredenlerle beraberdir.”

Kur’an’ın başka yerinde mü’minleri ikiye ayırmaktadır. Başlangıçta olanlara evvelûn, sabikûn, mukarabûn vasıflarını zikretmektedir. Bunlar başlangıçta sulledirler, ahirlerde kalıldırlar denmektedir. Ashabı yemin ise başlangıçta da sulle ahirde de sulledirler denmektedir.

“Sulle” “kalil”in karşısında getirilmektedir. Sayıda çoktan ziyade nisbette çok anlamındadır. Başlangıçta çile devreleri geçer. Kimse katılmaz. Herkes uzaklaşır. Saldıranlar saldırırlar. Sabredilip başarı başlayınca insanlar katılmaya başlar.  Rahat dönemi gelir. Artık eski sabredenleri bulamazsınız.

Risale-i Nur şakirtleri bunu iyi bilirler, bizim çağımızda da bunu yaşadık. İşte bu ikinci âyet “şimdi” diyor ve ikinci dönemi anlatıyor. Harfi tarifle “El’ân” şimdi demektir.

Kur’an’ın âyetleri böyledir. Bir satır evvel anlattıklarını geçmişte bırakıp sonraki döneme gelir. Biz hangi dönemde yaşıyorsak o âyetler üzerinde durmalıyız. Mekke âyetleri Medine’de uygulanmaz oldu ama Mekke âyetlerinin devri bitti anlamında değildir. İleride Mekke devreleri gelecektir, o zaman Medine âyetleri uygulanamaz olur. Birinci dönem âyetleri nesh edilmiş değildir. Birinci devrede birinci dönem âyetleri uygulanacak, ikinci devrede ikinci dönem âyetleri uygulanacaktır.

Bir uygarlık ağaca benzer; dikersiniz, korursunuz, büyütürsünüz, bu dönem hep sizden alır. Bu dönemde ağaçla kimse ilgilenmez. Yaşlı baba uğraşır bunlarla. Nihayet bu dönem biter ve ağaç meyve vermeye başlar. O zaman sepet sepet meyve toplamaya ve gelir elde etmeye başlarlar. Eskiden cihat yapanlar ise birden kendilerini boşlukta hissederler.

Birinci dönemde bir mü’min on kâfire bedel iken, ikinci dönemde bir mü’min ancak iki kişi değerindedir. 1960’lı yılların mücahitleri şimdi ya mezarda ya da kenardadırlar. Yaşları gereği garip garip oturmaktadırlar. Bundan otuz sene önce bir mü’min kendisini on kişiye bedel görebiliyor, ben bunları yenerim diyordu. Şimdikiler ise iki kişi olunca bile korku içinde oluyorlar.

Âyetlerde çok önemli husus belirtiliyor. Yokluk zamanında zayıf iken bire on güçlü olan mü’minler, iktidara geldiklerinde bire ikiye kadar düşmektedirler. Oysa o zaman hiçbir şeyleri yoktu. Yanlarında kimse yoktu. Ufukta iktidar görülmüyordu; hapishane korkusu, suikast korkusu, başka korkular kapıda idi ama azim ve imanla “Adil Düzen” gelecektir diye heyecan içinde idik. Şimdi ise bu kadar büyük imkânlara kavuştuğumuz halde, Hak adeta işte ben buradayım ne diye sıkıntı çekiyorsunuz diyor ama gören ve kulak veren yok!

الْآنَ

(EaLEAvNa)

“Şimdi”

Siz bir kitap yazarsınız. Geçmişi anlatırsınız. Sonra yaşadığınız güne gelirsiniz. “Şimdi” deyip o günü anlatmaya ve o gün yapılacakları bildirirsiniz. Kitaptaki “el’ân” o satırların yazıldığı andır. Kur’an’da da bu üslup genellikle korunmuştur.

Eğer Kur’an’a bu gözle bakacak olursak, Kur’an’ın 13 yıllık Mekke devri ile 10 yıllık Medine devri içinde, o zaman içinde, o iki kentte kalır ve oralarda seyahat edersiniz.

Kur’an Allah’ın kitabıdır. 1400 sene öncesinde inmiştir. O günkü olayları da anlatmaktadır ama Kur’an her zaman ve her yerde yeniliğini korumaktadır. “El’ân” dediğimiz zaman da bu ânı yani günümüzü okuyoruz demektir.

Birinci dönemde kendinizi savunmak durumundasınız, size saldırmaktadırlar. Meramınızı anlatmak durumundasınız. Var gücünüzle mücadele edeceksiniz.

İşte, 1950’lerde başlayan ve 1960’larda ortaya çıkan Kur’an düzenini getirme cihadı çetin dönemlerden geçmiştir. Başta Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan şakirtleri direnişe devam ettiler. Sonra Millî Görüşçüler ortaya çıktı, ilâhiyatçılar ortaya çıktı. Allah’ın lütfü olarak bugün her bakımdan Allah’ın nimet ve ihsanları içindeyiz; ilimde, dinde, siyasette ve ekonomide rahatlık içindeyiz.

İşte, bizde gevşeme meydana gelmiş, o günkü azim ve cihat anlayışı sona ermiştir.

Bunu iki şekilde görürüz.

Biri; insanlar artık hedefe vardıklarını sanmakta, bu bakımdan sorunları yoktur.

Diğeri de; o günleri yaşayanlar yaşlandılar, eski gücü kendilerinde bulamıyorlar.

Gençler ise o sıkıntılı günleri yaşamadıkları için sorunları yoktur, düzenin bugünkü zulüm ve zalimlikleri onları acıtmıyor.

El’ân” dendiği zaman şimdi, bugün kastedilmektedir. Artık o eski fedakârlıklar bitmiştir.

Ne var ki su uyur düşman uyumaz, gaflet içinde olanlara her an saldırabilir ve eski günleri bile arar oluruz. Şimdi hiç olmazsa hâlimizi koruyup yavaş da olsa cihat etmeliyiz. İktidara gelmek için değil, iktidar olmak için değil, “Adil Düzen” için cihad etmeliyiz.

O zamanki mücahitler; iktidar elde edersek, para elde edersek sorunların çözüleceğini sandılar ama sorunlar çözülmedi. Öğrenmek mi istiyorsunuz?

Öğrenmek isteyenler “100 SORUN 100 ÇÖZÜM” risalemize baksınlar. Efendim, onlar sorun değildir diyen olabilir; o zaman buyurun tartışalım.

Eskiden karşımızda yığılmış dağlar kadar sorun vardı. Bugün onlar çözülmüştür. Artık harekete geçme zamanıdır. Sizi zarar edeceğiniz işlere çağırmıyorum. Mesela, bir dükkân alabilirsiniz. “Adil Düzen” işletmesi kuran bir girişimciye cirodan kiraya verirsiniz. Zarar etmezsiniz ama büyük hayır yapmış olursunuz.

خَفَّفَ اللَّهُ عَنْكُمْ

(PafFaFa elLAHu GaNKuM)

“Allah sizden tahfif etti.”

Huff” devenin kopmuş toynağı demektir. Ayakkabı, mest anlamlarına da gelir. Ayakkabı ve toynak, içi boş, hafif rüzgârın sürükleyebildiği kadar hafif olduğu için “sakil/ağır” karşılığı olarak “hafif” kullanılmıştır.

On kişiyi yenmek kolay iş değildir, o ağır yükten bizi kurtarmıştır. 

“An” kelimesi getirilmiştir. Sizden yükü koparıp almış, ağır yükünüzü hafifletmiş, sizi rahatlatmıştır. “Min” ile “An” Türkçede aynı manâda kullanılır. “Min” sadece başlangıcı gösterir. “Denizden suyu aldım” dediğiniz zaman denizde bir değişiklik olmaz. O zaman “Min” kullanırısınız. “Yerden demir/maden çıkardım” derseniz, “Ehraçtu’l-hadide ani’l-erdi” dersiniz. Burada da sizin üzerinizden yükü aldı, tahfif etti demektir.

Kur’an’da bir hüküm örnekle anlatılır, kalanları siz kıyasla bulursunuz. Ona bire inmesine kıyas ederek diğer hükümleri de yine âyetten çıkarmış olursunuz.

Evet, 1960’larda siyaset yapmak gerekiyordu. Yaptık ve başardık ama siyaset gaye değildir. İstenen şeyler olmadı. Şimdi asıl istenen şeyleri yapma durumundayız.

Televizyonda dinledim, Trabzon’da bakkallar derneği kurulmuş. Bilmiyorlar ki o dernek iflas edecek, suç yöneticilere atılacaktır. Oysa suç düzendedir. Şimdi o kardeşlerimiz bakkallar derneğini kurduklarına göre isabet etmişlerdir. Eksik olan bilgileridir. Onlara Adil Düzene göre bakkalların nasıl işletileceğini öğretirsek bereket gelir. İşte, bizim görevimiz insanlığa kurtuluş yolunu göstermemizdir. Geri kalanını kendileri yapacaklardır.

وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا

“Ve GaLiMa EanNA FIyKum QaGFan)

“Ve sizde zaaf olduğunu bildi.”

Allah insanları yaratmış, gerekli duyguları da vermiştir. Ne zaman ne gerekiyorsa onu yaparlar. Kötülükleri yaptıran da O’dur iyilikleri yaptıran da O’dur. Bunu böyle kabul etmediğimiz zaman tek Tanrı’yı inkâr etmiş oluruz.

Doğa kanunlarına baktığımızda bizim için kötü olan aslında iyidir. Kumar oynayanın, içki içenin, fuhuş yapanın kötülükleri onun için kötülüktür ama bizim için bir yönden iyiliktir. Fuhuş haricinde diğerlerine ceza vermiyoruz. Böylece insanların vermediği zekâtı Allah onu cezalandırarak almaktadır.

Birinci dönemde insanlara cihat azmini verir, ikinci dönemde ise insanlar artık o azmi kaybederler. Takdiri İlâhî olarak kaybederler. Dün çektiklerini unuturlar. Birbirleri ile kavgaya başlarlar. Bu zafiyetten sahabeler bile kurtulamamış, Sıffin savaşları olmuştur.

فَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ

(FaEiN YaKuN MiNKuM MiEaTün ÖAvBiRaTün)

“Şimdi sizden yüz sabreden olunca.”

Burada dikkat edecek olursak “işrûne”de “sabirûn” getirmiş, burada “sabiretün” denmiştir. Çünkü 100 topluluğun sayısı değildir kişilerin sayısıdır. 10, 1000, 100 000, 10 000 000, 1 milyar toplulukların adıdır, ikmal birlikleridir. Oysa 100, 10 000, 1 milyon, 100 milyon toplulukların değil birliklerin, taktik birliklerinin adıdır.

Görülüyor ki baştan yaptığımız kabuller Kur’an’ın her yerinde onaylanmaktadır.

يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ

(YaĞLiBUv MiEaTaYNı)

“İkiyüzünü yener.”

Bugünkü uygulamada 101 kişi 100 kişiyi yeneceğini kabul eder.

Kur’an bunu reddeder. 200’den aşağı olanları 100’le eşitlemektedir. Mü’min olmaları sebebi ile de galip geleceklerini bildirmektedir. Demek ki ekalliyet yüzde 49 değil yüzde 24’tür. Biz başka âyete dayanarak galip ekseriyetin onda 7 olduğuna hükmetmiştik. Galip ekseriyet yüzde yetmiş beş olarak burada ortaya çıkıyor. Demek ki az sayıda iken 10 kişide 7 kişinin bir tarafta olması galip ekseriyettir ama 100 sayısında 75’in bu tarafta olması galip ekseriyettir.

وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ أَلْفٌ

(Va Ein YaKun MiNKuM EaLFun)

“Ve sizden bin olurlarsa.”

“Yüz” kelimesi geldikten sonra “bin” için tekrar edilmesi, 10 için onda 7 iken yüzde 70 olacağına 75 olunca, bin için de başka bir nisbet olması gerekir. Kıyas bunu gerektirir.

Artık bu nisbetin değişmediğini bildirmektedir.

Mühendislikte de böyle azalan fonksiyonlar vardır.

O olaylara da burada işaret vardır.

يَغْلِبُوا أَلْفَيْنِ

(YaĞLiBUv EaLFaYNı)

“İki binini mağlup eder.”

Burada küfredenler şartı getirilmemiştir. Yani dâllîn de olsa bu böyledir. İki misli olunca öbür taraftan yarılama gerekir. Bu da dörtte bir eder.  Yüzde 24 oradan bulunmuştur.

Bin sayısı bucak ailesinin sayısıdır. Toplulukların temeli bucaktır. Yerinden yönetimdir. Mezopotamya ve Yunan siteleri bunların üzerine kurulmuştur.

Günümüzde kanunlarda mevcut olduğu halde fiilen terk edilmiştir.

Sermaye halka hâkim olmak için sağlam topluluklar istememektedir.

بِإِذْنِ اللَّهِ

(BiEiÜNi elLAHı)

“Allah’ın izniyle.”

Allah insanları iradeleri ile hareket etsinler diye serbest bırakmıştır. Takdiri İlâhi’nin dışına çıkmamak şartı ile serbesttirler. Bardak içindeki şeker molekülleri bardak içinde kalmaları şartı ile serbesttirler. Allah burada nerede bize izin verdiğini bildirmektedir. Demek ki karşı tarafa izin verdiği için biz galip geleceğiz. Yaşadığımız asır bunların şahididir.

Bediüzzaman’ın mezarına bile tahammül edemedikleri halde bugün dünyaya yayılmış bir cemaat olmuştur, Türkiye’de en etkin sivil kuruluş hâlindedir.

Millî Görüşün de bugün nerelerde olduğu ortadadır.

Buna itiraz edebilirsiniz, oldu da ne oldu diyebilirsiniz.

Takdir-i İlâhî böyledir. Hıristiyanlık Pavlus tarafından bozulmuş ama o sayede Hıristiyanlık bugün tüm dünyada en büyük din olmuştur. Risale-i Nurlar uygulamada bozulmuş ama o sayede dünyaya yayılmıştır. AK Parti Millî Görüşü terk etmesi ile bugünkü duruma gelmiştir. İstediğimiz olmamıştır ama yine de çok şey kazanmışızdır.

Birinci Kur’an uygarlığı daha Muaviye zamanında bozularak oluşmaya başlamıştır.

Bugünkü Batı uygarlığı birinci Kur’an uygarlığının sonucudur.

Nerden nereye geldiğimize bakalım. Bozulmuş şekli bizi buralara getirdiyse, bozulmayan şekli olsaydı neler olacağını düşünebiliriz ama İlâhi nizam işte böyledir, gece gündüz ardı ardına gelir, yaz kış ardı ardına gelir.

وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ (66)

(Va ElLAvHu MaGa eLÖAvBiRıYNa)

“Ve Allah sabredenlerle beraberdir.”

Bundan önce iki yerde “sabredenler” sıfatı geçmiştir. Birinde kurallı erkek çoğul getirilmiştir, birinde kuralsız çoğul getirilmiştir. Burada kurallı çoğul getirilerek Allah’ın onlarla beraber olduğunu beyan etmiştir. Yukarıda Allah şimdi tahfif etmiştir diyerek vazii şeriat olan Allah’ı yani kadiri mutlakı zikretmektedir. Burada ise şeriat koyan sünnetlerin Allah’ından değil de özel olarak onlarla ilgilenen Allah’tan bahsedilmektedir. Yani Allah hâlikken düzeni kurarken mutlak Allah’tır. Her şeyin failidir. Her şey O’nun rızası ile olmuştur. Sonra kâinatı tedbir ederken ise mü’minlerin yanındadır. Allah bu iki sıfatından bahsederken sanki iki ayrı Allah imiş gibi ismini tekrar zikretmiştir. Her ikisini yapanın tek tanrı olduğuna işaret etmek üzere aynı kelimeyi, Allah kelimesini getirmiş ama tecellisi farklı olduğu için zamirle değil de lafzı iade ederek getirmiştir.

Cumhurbaşkanı yurtdışına giderken meclis başkanı vekâlet eder. Meclis başkanı olarak görev yaptığı zaman Cemil Çiçek olarak başka kimsedir, devlet başkanı vekili olarak başka kimsedir. İşte Allah’ın iki hüviyeti vardır, biri “rahman” sıfatıdır biri de “rahim” sıfatıdır. Bu sebeple iade edilmiştir.

 

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2219 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1730 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1409 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1995 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2198 Okunma
6-11.AYET
1706 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2308 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1932 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1764 Okunma
10-19.AYET
1479 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1550 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1678 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2540 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1565 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1728 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1451 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1380 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1684 Okunma
19-41.AYET
2303 Okunma
20-42.AYET
1824 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2883 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2277 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1675 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1496 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2274 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1540 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1469 Okunma
28-60.AYET
1755 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1768 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3791 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2181 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1808 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1634 Okunma
34-72.AYET
2085 Okunma
35-73.AYET
1538 Okunma
36-74.AYET
1540 Okunma
37-75.AYET
1612 Okunma

© 2024 - Akevler