ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1802 Okunma
67 VE 69.AYETLER

Enfal Sûresi-32

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الْآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (67) لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (68) فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (69)

 

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ

(MAv KAvNa LiNaBiyYın EaN YaKUvNA LaHUv EaSRAy XatTAy YüÇPiNa Fiy eLEaRWı)

“Nebinin ishan etmedikçe arzda onun esirleri olamaz.”

İnsanın iki kişiliği vardır.

Biri bir topluluğun ferdi olarak “kişi” varlığı vardır, “nefs” ile ifade edilmektedir. Beden bu nefisle beraberdir, bu bedenle çevre ile sosyal ilişkisi vardır. Birinin kardeşidir, birinin eşidir, birinin komşusudur, doktorudur, öğretmenidir.

Bir de mal varlığı vardır; evi, elbisesi ayakkabısı, tarlası, arabası, işyeri. Burada mülkiyet söz konusudur. Yani çevreyi diğer insanlarla paylaşmışızdır. Burası senin, burası benim demişizdir. Ben kendi yerimde çalışır yaşarım. Siz de sizin yerinizde çalışır yaşarsınız.

İslâm’daki mülk anlayışı Batı’dan yani Roma’dan gelen mülk anlayışından faklıdır. İslâmiyet’te işgal ile menfaate sahip olunur, oradan yararlanma hakkınız doğar. Ayrıldığınızda oradaki mülkiyet hakkınız kalmaz. Kim gelirse o işgal eder. Eğer bir yerde, bir eşyada emeğiniz geçmişse, balık tutmuşsanız o balık sizindir. Sürahiye su doldursanız o su artık sizindir. Taşınmazlar, bütün doğa Allah’ın yani topluluğundur, insanlığındır. Emek verenler ona sahip çıkarlar, ondan yararlanırlar. Ayrıca oranın tamir ve bakımını yaparlar, böylece korurlar. Mülkiyet bunun için tanınmıştır. Ben malikim demek, o malın bakımı ve korunması bana aittir demektir. Ücret olarak da ondan yararlanma hakkım doğmaktadır. Bu mülk şer’î muameleler sonunda benim elime geçmektedir. İyi değerlendirmezsem mülk elimden alınmaktadır.

Bir ilçe düşünün, on kadar bucağı vardır. Bucak müdürlerine nüfus sayısına göre tahsisat gönderilmektedir. Ayrıca “hicret demokrasisi” vardır. İsteyen isteyene katılır. Bucak müdürleri yarış içindedirler. Kim kendisine hicret edeni artırırsa onun tahsisatı da ona göre artar. İşte, ekonomi de böyledir. Kazananın yetkileri artmış, kaybedenin yetkileri azalmış olur.

Şimdi, köle kimdir?

Batı mantığında köle malik değil memlük olur yani ona bir mülkün yönetimi verilmez. O diğer canlılar gibi birisinin emrine girer, sahibi onu yedirip içirir, ona karşılık onu çalıştırır.

İslâm’da ise köleler vatandaş olmak üzere aileler tarafından eğitilen kimselerdir. Yalnız savaş zamanında esir alınabilir.

Kölelik de iki şekilde olmaktadır.

Biri, savaş esirleridir. Bunlar tüm kişisel haklara sahiptirler. İsterlerse askere gidip görev alabilirler. Devlet başkanı da olabilirler. Kur’an bedellilere sağırun (küçükler, alt sınıf) dediği halde, köleleri de mü’min olan köle ve olmayan köle olarak ayırmaktadır.

Kölenin canı ve bedeni korunmuştur. Tüm kişisel haklara sahiptir. Alır ve satar. Sözleşmeler yapar. Tek yapmadığı şey mülk sahibi olamaz, çünkü vatandaş değildir.

Köleler üç gruba ayrılırlar.

1) Birinciler, bir ailenin ferdi hâline gelen kölelerdir. Bunlar ailenin fertlerinin sahip olduğu haklara sahiptir. Aynı yerlerde oturur, aynı elbiseleri giyinir ve aynı yemekleri yerler. Bu tür köleler akraba kölelerdir. Bunlar azat edildiklerinde birbirine vâris de olurlar.

2) İkinci tip köleler ise ayrı evlerde kendi aileleri içinde yaşarlar. Evliler böyledir. Bunlar onları yetiştirene bir ücret öderler. Bu ücret anlaşma ile sabit olduğu gibi hakemler kararı ile de tesbit edilir. Bu şekilde yaşamak isteyen köle hakemler kararı ile bunu isteyebilir. Bu kişi öldüğü zaman malları kendisini yetiştirene kalır.

3) Üçüncü tip köleler olan mükâtep köleler ise bağımsız köle gibidirler. Taksitlerini doldurdukları zaman hür hâle gelirler.

Bunun dışında öldüğünde hür olmasını vasiyet eden kimsenin kölesi de ölünce hür hâle gelir. Ayrıca eğer hür çocuğun annesi olursa o da hür hâle gelmiş olur. Kocası bedelini yetiştirene öder. Mihir yerine sayılır.

Savaşın dışında doğan çocuklar bizim içtihadımıza göre köle olamazlar.

İkinci tip kölelere gelince, fuhuş yapan kadın ve erkek kimseler de köleleştirilir. Gizli yapılan cinsi ilişkiler zinadır. Cezası 100 sopadır. Usul ve füruu dışındaki kimselerle açık da olsa cinsi ilişkide bulunma zinadır. (Usulün kardeşleri ile kardeşlerin füruu da bunlara idhal edilebilir). Bir kadının bir iddet beklemeden başkası ile cinsi ilişkide bulunması fuhuştur. Buna katılan erkek de fuhuş yapmış olur. Usul ve füru ile yapılan cinsi ilişkiler de fuhuştur. Fuhşun cezasını fıkıhçılar recm olarak görmektedirler. Biz buna katılmıyoruz. Çünkü Kur’an bunlar için cezayı koymuştur. Kadınlar köleleştirilecektir. Kıyasen biz erkekler de köleleştirilir diyoruz. Kadınlar ev hapsine alınacaklar, erkekler ise hadım yapılacaklardır.

Kur’an burada nebinin savaş dışı esiri olamayacağını bildirmektedir. Savaşta elde edilen esirlerin köleleştirilmesi veya cizye alınması veya serbest bırakılması başkana bırakılmıştır. Yani savaş dışı esir alma yoktur. Savaş yapma yetkisi de yalnız devlet başkanlarına verilmiştir. Dolayısıyla savaş dışı fuhuş hariç bir esirlik söz konusu değildir.

Bu ifade açıkça gösteriyor ki, savaştan sonra doğan kölelerin çocukları da köle değildir. Fıkıhçılarla bizim görüşümüz arasında burada fark vardır. Onlar köleden doğan çocuk köle olur diyorlar. Bize göre anne babasının ikisi de köle olsa bile, eğer çocukları doğarsa, bu çocuk artık köle değil vatandaştır. O çocuk yetim faslından pay alır ve onunla büyür. Eğer anne veya babası hür ise çocuğun anne ve babası ümmi veled hükmünde olup eşler öldüğünde hür hâle gelirler.

Bu âyetin açık delaletiyle savaş dışı köle edinilemez.

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ

(MAv KAvNa LiNaBiyYın)

“Bir nebi için olmadı.”

“Resul” elçi demektir; bir haberi tebliğ eder, ulaştırır, bir emri yerine getirir, icra eder.

Nebi” ise haber alan demektir.

Siyasi dayanışma ortaklık başkanları birer nebidir. Yani ordu komutanları birer nebidir. İlmî dayanışma ortaklık başkanları kıyasla hattâ evleviyetle nebidirler. Ama dinî ve meslekî dayanışma ortaklıklarının başkanları nebi olmayabilirler. Kıyas-ı farık olur. Bölge merkez bucağı, dolayısıyla merkez ili onun yönetimindedir. Devlet başkanları onların başıdır, başkomutandır. Dolayısıyla o da nebidir.

Burada nebiden maksat Hazreti Muhammed değildir, çünkü nekredir. Geçmiş peygamberler de kastedilmemektedir. Çünkü bundan sonra gelen cümle bize hitap etmektedir. O halde aramızdaki nebiden bahsetmektedir. O halde Hazreti Muhammed son nebidir. Vahiy alan peygamberler zürriyetinin son nebisidir; “hatemu’n-nebiyyîn” denmekte, “hatemu’l-enbiya” denmemektedir.

Bu âyetle müşkül olan bir sorunu çözmüş oluyoruz. Nebi dendiği zaman siyasi dayanışma ortaklık başkanıdır, başkomutandır. Merkez ordunun başkanı devlet başkanı olduğu için o da nebidir. İlmî dayanışma ortaklıklarının başkanları resul olmayan nebidirler. Devlet başkanı ve ordu komutanları resul nebilerdir.

Bunlara melek gelmez, bunlar içtihatla vahiy alırlar. Bunların âlim olmaları gerekir. Bunlar Kur’an’a dayanarak içtihat etmelidirler.

1) Aşirette yani ocakta nebi olmak için 8 senelik ilköğrenimini yapmış olması gerekir.

2) Kabilede yani bucakta nebi olmak için 13 senelik ortaöğrenimini yapmış olmak gerekmektedir.

3) Şa’bda yani ilde nebi olmak için 18 senelik yüksek öğrenimini yapmış olmalıdır.

4) Kavimde yani devlette nebi olmak için 23 senelik akademik kariyer yapmış olması gerekir. İnsanlık nebileri de bunlar seviyesinde olmalıdır. İnsanlığın emirleri yoktur.

Bunun dışında bunlara biat edilmelidir yani bunların dayanışmasına halk girmelidir. Yani nebi olmak için ilim sahibi olmak yetmez, aynı zamanda halkın seçilmiş temsilcisi olmak gerekir.

Buradaki “Lam” harfi yetki anlamındadır yani yetkisi yoktur.

Neye yetkisi yoktur?

Esire malik olmaya yetkisi yoktur, buna ehil değildir.

أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى

(EaN YaKUvNA LaHUv EaSRAy)

“Onun esirleri olmasına yetkisi yoktur.”

Evet, ordu komutanları ve devlet başkanlarının savaş dışı esir alması ehliyeti yoktur. Onun olmayınca evleviyetle halkın da olamayacaktır.

“İsar” kayış demektir. “Esr” ise eklem yerleridir. İnsanın esrini şiddetli yaptık denmektedir. Mafsallarını sağlam yaptık demektir. Dizlerdeki mafsallar insan için en önemlidir. İnsan ayakta yürüyen tek memelidir. Hem yürümeye hem oturmaya uygundur ve tüm hareketler onunla sağlanmaktadır.

“Esir” kayışa bağlanmış demektir, zincirle bağlanmış demektir.

Demek ki savaş esirleri kaçmasınlar diye bağlanabilir. “LeHu”daki “Lam” mülkiyet içindir. Yani esirlere mâlik olmaz demektir. Ne elde edebilir ne de sürdürülebilir. Harp esiri olmadan düşmanların elde ettiği esirlerden oluşan köleler satın alınabilir. O devlette savaş dışı esir alma varsa o devletin esirleri satın alınamaz, köle yapılamaz.

“Esra” çoğul kelimedir.

Arapçada beş çeşit çoğul vardır.

a) Erkek kurallı çoğul, bu toplulukları ifade eder.

b) Dişi kurallı çoğul, bu sistemleri ifade eder.

c) Kıllet çoğulu, bu üç ve daha fazlasını anlatır. Sayılabilen miktardadır.

d) Kesret çoğulu, bu on ve daha çoğunu ifade eder.

e) Çoğulların çoğulu vardır. Bu da çokluklar kümeler hâlinde çok ise o zaman çoğulların çoğulu olur. Burada buna uygun olarak “usara” şeklinde kıraat de vardır.

“Esra” “esir”in çoğuludur. Nekre getirilmiştir. Menfi nekre çoğullar, hiçbir çeşit esiri olamaz demektir. Eğer sayıda tamim varsa o zaman menfide müfret getirilir. Eğer türlerde çoğul varsa, türlerin cinsinde çoğul varsa, o zaman kesret veya kıllet çoğulu getirilir. Burada nefy edilen sayı değil esirlerin türleri olduğu için çoğul getirilmiştir. Türlerde istiğrak vardır.

حَتَّى يُثْخِنَ

(XatTAy YüÇPiNa)

“Isıtmadıkça”

“Sehyn” sıcak yemek demektir. “Sahan” ısıtmak demektir. “Sehn” sıcak savaş demektir.

“Sehn” “sin” ile suyu ısıtmaya yarayan bir tür kap, kazan, sahan; sonra “peltek se” ile “ishan” kaynatmak, kızartmak anlamları ile savaşta galip gelmek anlamlarına gelir.

Demek ki ancak sıcak çatışmadan sonra esir elde edilebilir. Müşrik de olsa savaşsız esir edilemez. Bu sebepledir ki eşkıyaların yakalanınca esir olması câiz değildir.

Savaşı kazanmadıkça esirlik yoktur. Düşmanla aranız açıldı, savaşlar ilan edildi ama savaşa girilmemişse esir edilemez. Fiili çatışmadan önce ortaya çıkan sonuçlarla anlaşmalarla esir elde edilemez.

Kur’an’da “ishan” iki yerde geçmektedir. Bir “eshantümühüm” muhatap çoğul sigası ile getiriliyor. Burada tekil sigasıyla getirilmiştir. Orada müsbet emirdir. Herkes kendi içtihadı ile amel edecektir. Burada ise esir etme durumunda kararı komutan verecektir.

Bu hususu anayasada çalışmamızda yazmıştık ama delil gösterememiş olabiliriz. Burada “seni sahnetmedikçe” deyip esir etmenin size değil sana ait olduğunu belirterek savaş sonunda esirlerle olan durumdaki tesbit yetkisinin komutana ait olduğunu tesbit etmektedir. “Yüshine” diyerek bizzat savaşan kimsenin yetkisinde olduğu da sabit olmaktadır.

Biz bunu istihsanla yapıyorduk. Sermaye savaştırıyor, sonunda kendisi masa başına geliyor ve ahkâm kesiyor. Sınırlar çiziyorduk ve sonra bunun kötülüğünü görünce fıkıh kitaplarından istifade ederek bu şekilde istihsan etmiştik.

Buradaki “Yüshine” kelimesi bizim istihsanımızı teyit etmektedir.

  فِي الْأَرْضِ

(Fiy eLEaRWı)

“Arzda”

Arz” burada marifedir. O halde tüm yeryüzü kastedilmediğine göre belli bir yer kastedilmiş olmalıdır.

Yine anayasamızda ve bundan önceki âyet izahlarında savaşın ancak bölge sınırları içinde olacağını söylemiştik. Savaşın kavimler arası olacağını anayasamızda delilleri ile göstermiştik. O halde buradaki yerden maksat marife olan yerdir. Bu da bölgedir. Kıtalar arası savaş kavimler arası olmaz. İlçeler arası savaş da sayıca yeterli değildir. Bir ilçede 10 000 aile vardır. 100 000’den azdır. O halde marife olan bölgedir. Bölgenin 100 000 askeri vardır.

Yani savaş bölgeler arası bölge emirleri arasında olacak, orada zafer kazanılacaktır.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı önce yazdık. Şimdi tefsirler yapıyoruz. Bu tefsirleri okuyarak kendiniz içtihat edecek ve son şeklini öyle vereceksiniz. Burada gösterdiğimiz delilleri göz önüne alacaksınız.

تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الْآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (67)

(TuRİyDUvNa GaRaWa eldDuNYAy Va elLAvHu YuRIDu elEaPiRaTa Va elLAvHu GaZIyZun XaKIyMun)

“Dünya arazını murad ediyorsunuz. Allah ise âhireti murad ediyor.

Allah Azizdir Hakimdir.”

Burada atıfsız bir cümle getirilmiştir. Bir yönüyle yukarıdaki nehyin izahıdır. Eğer böyle yaparsanız dünya hayatını murad etmiş olursunuz “in taf’aluhu fa” hazfedilmiş olur. “Fe” geldiği için şartın cevabı olsa da meczum olmaz. Böyle olunca atıf ya yoktur veya hazf olmuştur. Atıf harfi “Ve, Veya, Fa” olarak takdir edilir.

Harfi atıfsız cümleyi takdir edersek cümle emre uyulmadığı takdirde ne olacağını açıklamış olur. Neden olmayacağının beyanı yapılmış olur. Kıyas söz konusu edilmemiş olur.

“Fa” ile takdir edersek, kıyasa gerek kalmadan bu tür fiillerin dünya hayatını murad etme olduğu ifade edilmiş olur.

“Ve”yi takdir edersek, o zaman da kıyasla bu tür olaylardan bahsedilmiş olur. Bu takdire göre zinada köleleştirme de dünya hayatını murad etmeme şartı ile meşru olmuş olur. Yani köleleştirmede kölelerden yararlanma olmamalıdır. Yani kölelik bir emek istismarı olmamalıdır demek olur. Fuhuşta köleleştirmede de bu illet köleleştirmeye mâni olur.

İkinci yorum ile ise tamamen farklı bir şey anlatılmaktadır. İnsan ruhiyatı ile ilgilidir. İnsanlara öyle görev verilmiştir ki bu dünya hayatını sürdürsünler, sağlıklı ve iyi bir şekilde sürdürsünler. Allah ise bu yolla insanları âhirete hazırlamaktadır.

Fabrikada çalışan işçiler kendi çıkarları için çalışırlar ama patron da kendi çıkarı için çalıştırır. Çıkar paralelliği vardır. Allah ile insanlar arasında böyle çıkar paralelliği vardır. Kişi dünya menfaati için çalışır ama eğer bu menfaatini şeriat içinde yaparsa kendisi yücelir. Cennette sakin olarak yetişmiş olur.

Allah’ın çıkarı cennetin meskûn hâle gelmesidir.

Kişilerin çıkarı da bu dünya hayatıdır.

Bunu dünya hayatına da götürebilirsiniz. Kişiler kendi çıkarları için çalışırlar ama sonunda topluluğun çıkarları ortaya çıkar, çünkü çıkar paralelliği vardır. Öyle iş yapmalıyız ki yapılan iş hem dünyamız için iyi olacak, hem âhiretimiz için iyi olacak. Hem kişi olarak ailemiz için iyi olacak hem de topluluk için iyi olacak. Çıkar paralelliğine dayanacaktır. Çıkar çatışmasına dayanmamalıdır.

Savaş dışı esir alma çıkar paralelliğine uygun değildir. Diğer insanların hakları gasp edilmiş olmaktadır. Bizim haklarımız da tehlikeye girmektedir. Oysa biz esir elde etmek için savaşmadığımızda müslimler bizim etrafımızda toplanır, topluluğumuz güçlenmiş olur.

Demek ki şeriat bize ne emrediyor?

a) Kişisel çıkarları sağlıyor, bizi sağlıklı olarak adil topluluk içinde yaşatıyor.

b) Bizim yalnız bu dünyamızı değil âhiretimizi de yüceltiyor. Cehenneme değil de cennete götürecek araçtır.

c) Mensup olduğumuz topluluğa da çevremize de yarar sağlamaktayız. O bizim yaşadığımız bedendir. Yine bizim çıkarımızadır.

Anayasanın herhangi bir maddesini yazarken hep bu çıkar paralelliğini düşünmemiz gerekmektedir.

Bugün işletmeler kârlarını azamiye çıkarmakla meşgul olurlar. İşletme bina sahibiyle kiradan dolayı kavgalıdır, çünkü çıkar çatışması var, çıkar paralelliği yoktur. Kiraya veren pahalıya vermek ister, kiracı ise az kira vermek istemektedir. İşletmeci çalışanlarla kavgalıdır, ücreti az vermek ister, oysa işçiler çok ücret almak istemektedir. Tüccar ile kavgalıdır, tüccar ona ham maddeyi pahalı satmaktadır. Çünkü faizini ödüyor. Müşterilerle yani tüm halkla kavgalıdır. Devletle kavgalıdır, az vergi vermeyi istemektedir.

Oysa şeriat düzeninde işletmenin kârı sıfırdır. İşletme kâr amacı ile değil azami üretim amacıyla kurulmuştur. Onun hedefi çok mal üretmedir, para kazanma değildir. Baştan girdileri oturur görüşür, kendilerine yararlı işler ise işletme ortaklığına ham madde, yapı ve tesisler, emek ve hizmetler ve kamu payı arasında bir anlaşma olur. Ondan sonra o işletme devamlı olarak üretimi artırmakla uğraşır. Çıkar paralelliği vardır. Girdiler o kadar çok pay alacakları, çıktılar da ürünlerin stokları çoğalacağı için ucuzlayacak ve yararlanacaklardır. Gaye para kazanmak değil malı çoğaltmak olduğu için herkes memnun. İşte böylece iki arz birleşmiş olur.

Kur’an’ın, sünnetin, icmanın ve kıyasın öğrettiği bütün hükümler hep bu çıkar paralelliği esasına dayanır. Çıkar paralelliği demek denge demektir. Benim varlığım arttığı zaman sizinki de artar. “Rahman suresi”ndeki “vezn” bu dengeyi ifade etmektedir. Sadece mizanı kıst ile ikame etme yeterlidir. Kur’an’ın diğer âyetleri ve diğer deliller hep bu kısta dayanmaktadır.

تُرِيدُونَ

(TuRİyDUvNa)

“Murad edersiniz.”

“Raid” bir şeyi çevirmek için kullanılan koldur. Sonra mastar olarak bir iş yapanın o işi yapmak isteğine isim olmuştur. Yani işleri döndüren beyindeki kol anlamına gelmiştir.

“Rüveyda” maksatlı yani bir işin sonunu görmek için mühlet vermek demektir.

“İrade etmek” aynı zamanda çalışmak demek, iş yapmak demektir.

Meşiet vardır. İrade vardır. Meşiet tasarlamaktır, takdirdir, kaderdir. İrade ise tasarlanan takdir edilen planı yapılan işi yapmaktır. Kaza etmektir. Eda etmektir.

Murat edersiniz” demek elde etmek için çalışırsınız demektir.

Herkes kendi kazancı için çalışır. Ürünü paylaşır. Ama sonunda kişiler yaşar, kişilerin yaşaması ile de topluluk yaşar. Mikroda herkes kendi çıkarı için çalışır, makroda ise topluluğun çıkarı için çalışmış olur.

Bizim bugün yediklerimiz ve giydiklerimiz bizim ürettiklerimiz değildir. Hazreti Âdem’den beri insanlığın çalışması sonunda üretilmiş stoklarda bulunan birikimleri ve malları yiyerek yaşıyoruz. Biz çalışıyoruz. Gelecekte tüketeceklerin tüketeceklerini üretiyoruz. Biz ise ihtiyaçlarımızı geçmişte çalışanların ürettikleri ile gideriyor ve yaşıyoruz.

İşte ücret ve fiyat bunun sağlanması içindir. Biz gelecekteki insanların kullanması için ürettiğimiz mallara karşılık ücretimizi alıyoruz. Sonra gidip ihtiyacımız olan malı bakkaldan veya satılan yerden satın alıyoruz. Geçmişteki insanların ürettikleri malları alıyoruz. O halde topluluk gelecekteki insanların ihtiyaçlarını stok etmek için geçmiştekileri satıyor. Kişiler de günlük ihtiyaçlarını gidermek için gelecekteki insanların ihtiyaçlarını üretiyor.

Bu mekanizmanın sağlıklı çalışması için serbest ücret ve serbest fiyat mekanizmasını geliştirmemiz gerekmektedir. Bir mal azalınca fiyat yükselir ve halk başka mal kullanmaya başlar. Tüketim azalır. Üreticiler ise fazla ücret alacakları için onu üretirler. Böylece azalan mal çoğalır. Çoğalan malda tersi olur, üreticiler üretmezler, stoklar erir. İşte ekonomide denge budur. Arz ve talep kanunları ile dünyanın düzeni devam etmektedir. Kişiler ile topluluklar arasında kurulan çıkar paralelliği insanlığın hayatını oluşturmaktadır.

عَرَضَ الدُّنْيَا

(GaRaWa eldDuNYAy)

“Yakının arzusu”

“İraz” ön dişlerdir. Boyutlarından uzunluğa “tul” denir, enine “arz” denir. Yan olanlara “cenb” denir, dik olanlara “amd” denir, derinlik ise “amk”dır.

İ’raz ve nuşuz ise birinde baskı kurmaktır. Nuşuz baskı kurmaktır. İ’raz ise ilgilenmemek, görüşmemek, konuşmamaktır.

Kur’an’da i’raz etti ve yan yattı tabiri iki defa geçmektedir.

Arız olan sel yayılan sel demektir. Araz arzular demektir, yakın çıkarlar demektir yani şimdi yaşamamız için bizim mallara ihtiyacımız vardır. Topluluk onu bize verecektir. Biz o sayede yaşama imkânını bulacağız. Topluluk bunu bize karşılıksız vermektedir. Gelecek neslin yararlanması için de bize üretim yaptırmaktadır.

Arılar gibi bal biriktiren canlılar vardır. Ama bunu kendileri için biriktirirler ve kendileri tüketirler. Gelecek nesil için yahut başka kovanlar için yapmazlar.

Oysa biz ürettiklerimizi gelecek nesil için üretiyoruz ve tüm dünya için üretiyoruz. Bunu bizden başka hiçbir canlı yapmamaktadır.

وَاللَّهُ

(Va elLAvHu)

“Ve Allah”

Buradaki “Allah” lafzını “Âlemlerin Rabbi Allah” olarak anladığımızda, Allah bizi bu dünya çıkarları için değil, âhirete hazırlamak için getirmiştir. Allah’ın muradı bu dünya değildir. Bu dünya âhiretin tarlası durumundadır. Dolayısıyla biz bu dünya hayatımız için çabalayacağız ama âhiret için yetişmiş olacağız.

Bu dünya hayatımız aynı zamanda topluluğumuzun hayatıdır. “Allah” kelimesini O’nun yeryüzündeki halifesi olarak ele alsak, o zaman topluluğun yerini tüm insanlık almaktadır. Çünkü bizim bugün yediğimiz, giydiğimiz, barındığımız şeyler tüm insanlığın 60 000 yıl çalışmasının ortak ürünüdür. Bizim üreteceğimiz mallardan da gelecekte tüm insanlar yararlanmış olacaklardır. Dolayısıyla burada bir aşiret/ocak, bir kabile/bucak bir kavim/ülke söz konusu değildir, tüm insanlık söz konusudur.

Allah’ın değişik ismleri vardır. Her isim Allah başka kişi imiş gibi O’nun tecellisidir. Yani Allah’ın kendisi tektir ama tezahürü çokluk içindedir.

Hindular buna çok tanrı olarak inanır ve senteze giderler. Tanrılar iç içedir ve tek tanrıdır. Sadece adları ayrıdır.

Hıristiyanlar da teslisi tek tanrı olarak açıklarlar. Allah yeryüzündeki resul olarak tezahür eder, yeryüzünde kral olarak tezahür eder.

Kur’an bu açıklamaları şiddetle reddeder. Bilhassa baba-oğul ilişkileri hakkında çok şedit ifadeler kullanır. Teslis için değil, evlat edinmesinden çok inzar yapmaktadır.

يُرِيدُ الْآخِرَةَ

(YuRIDu elEAvPiRaTa)

“Allah âhireti murad eder.”

Dünya için “araza” sözünü getirmiş, âhireti ise mutlak olarak ifade etmiştir.

Dünya hayatı karın doyurmaktan ibarettir. Bir defa doyursun yeter. Oysa yatırım yaparsan onun geliri ile sürekli olarak karnını doyurursun.

İnsanlık Âdem’den beri yeryüzünü imar etmektedir, bugün on milyarlık insanı bu sayede rahatlıkla barındırmaktadır.

Demek ki yakın ihtiyaçlar arızidir, oysa geleceğin kazancı süreklidir.

İnsanlar çalışırlar ve kendilerine yeterli üretim yaparlar. Stok seviyeleri bir iki sene yetecek kadardır. Kalan emeklerini ise yatırıma yönlendirirler ve yeryüzünü daha çok insan yaşatacak şekle sokarlar. Bu âhiretin muradıdır. İnsanlar benim malım ve çocuklarım olsun ister. Oysa ilerde çocuklar başkaları ile evleneceklerdir. Birkaç on nesil sonra tüm insanlar senin torunların olacaklardır. Senin de birkaç nesil öncesinde tüm insanlık ataların idi. O halde insanlar kendilerine mal mülk edinmekle görevlidir, kendi çocuklarını yetiştirmekle görevlidir. Sonraları bunlar topluluğun yani Allah’ın olacaktır.

وَاللَّهُ

(Va elLAvHu)

“Ve Allah”

Buradaki “Allah” yeryüzündeki halifelerdir. Her topluluk Allah’ın halifesidir. Hâlbuki bundan önceki “Allah” tüm insanlığın halifesi olduğu Allah’tır.

İnsan kişiden başlar. Kendisi hem “halife”dir hem “abd”dir. Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve O’nun abdi olarak da içtihada göre amel eder.

Ocakta halifelik artar, abdlik azalır.

Kabilede, şa’bda ve kavmda hem abdlik hem de halifelik vardır.

Tüm insanlıkta artık abdlik yoktur, yalnız halifelik vardır. Çünkü insanlığın dışında insanlığın hizmet edeceği kimse yoktur. Bu yönüyle insanlık Allah’ın tek halifesidir, bütün hak ve yetkiler onda toplanmıştır.

عَزِيزٌ

(GaZIyZun)

“Sözünü geçirendir.”

Saygıdeğerdir.

İnsanlar toplulukta değerleri isterler, dolayısıyla daima kendilerini topluluğa beğendirmeye çalışırlar. Topluluklar arasında yarışma vardır. Her devlet ne kadar güçlü olursa olsun, insanlar insanların sözlerine kulak vermektedir. Halk istediği zaman iktidarları devirmektedir.

حَكِيمٌ

(XaKIyMun)

“Hükmedendir.”

Sözü saygı ile dinlettiği gibi dinlemeyenlerin de yularını çeker ve kendi istediğine getirir.

لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (68)

(LaVLAy KiTAvBun MiNa elLAHi SaBaQa LaMasSAKuM FIyMAv EaPaÜTuM GaÜABun GaJIyMun)

“Allah’ın sebket etmiş bir kitabı olmasaydı, ahzettiğinizden dolayı sizi azim bir azap messederdi.”

Allah’ın geçmişte yazılmış bir kitabı olmasaydı aldıklarınızdan dolayı size büyük azap çarpardı. Bu kitap ne kitabıdır? Geçmişte yazılmış kitaptan maksat nedir? Ahz edilen nedir? Meşru ganimet mi yoksa gayrimeşru bir ganimet mi? Azim azap nedir? Âyeti anlayıp yorumlamak için o olayların içinde olması gerekir.

Bundan sonra da ganimet mallarını helalinden yiyin deniyor. Bir taraftan büyük günah, diğer taraftan tayyib helal. İşte hayat böyledir. Kötülerle iyiler yan yanadır. Gül ile diken yan yanadır. Cevizin kabuğunun dışındaki yeşil kısım büyük zehirdir, suya karışırsa balıklar ölür.

Bedir’de yapılan hata ne idi? Mekke’de ve Medine’nin ilk iki senesinde savaş meşru değildi. Mü’minler zulüm görüyor ama karşı çıkmıyorlardı. Çünkü sayıları daha onda bir kadar yoktu. Bir de hicret etmemişlerdi. Hicretten iki sene sonra savaşa izin verilmiştir. Sahabeler birden gaflete düşmüş ve eski ganimet savaşları meşrudur zannetmişlerdi. Yola çıktıkları zaman Şam’dan gelen Mekke kervanını paylaşacaklarını ummuşlardı.

İşte, Allah’ın önceden yazılı olan kitabı şu idi. Mü’minler yanlış da düşünseler, Allah onları günah işlemekten korumuştur. Medine tarafından gelseydi onlar belki de savaşmayan kafileye saldıracak ve yağmalayacaklardı. Allah Ebu Süfyan’a ilham etti, sahil yolundan gittiler, bunlar da büyük günah işlemeden kurtuldular.

Kendi hayatınızda da böyle günah işlemeye kastetmiş olursunuz ama Allah nasip etmez, günah işleyemezsiniz. Burada işaret edilen husus budur.

Bedir’de savaşanlar ganimet almak için savaştılar. Bu bakımdan büyük günah işlemişlerdir. Bununla beraber niyetlerinden sorumlu idiler. Fiilen sorumlu değillerdi. Çünkü onlar Mekke’den Medine’ye gelmişlerdi. Savaş meşru zemine dayanmaktadır. Ganimet de helaldir. Haram olan böyle niyet taşımalarıdır.

Ganimet için savaşmanın helal olduğuna dair âyet gelmeden böyle bir günahı fiilen değil de kalben işledikleri için insanlar sorumlu değildirler. Baştan savaş âyeti mücmeldir. Ganimet için değil savunma için savaş meşrudur denmemiştir, sadece savaşabilirsiniz denmiştir.

Burada iki şeye işaret edilmektedir.

Biri; ceza kanununda suç sayılmayan bir şey suç olsa da cezası verilemez.

Diğeri de; hakkı mükteseptir.

Yasaklanmadan önce elde edilenler helaldir. Babaları gayrimeşru kazanmış olsalar bile kendilerine meşru olarak miras intikal ettiği için kendilerine helaldir. Sebket eden sebket etmiştir. Hattâ siz bilerek de olsa günah işlediniz, haram mal elde ettiniz. Zaman geçti, gasp ettiğiniz kimse öldü farz ediniz. Artık o mallar size helal olmuştur. Günahını hasene ile eda edersiniz ama harama dayanarak yaptığınız kazançlar sizindir.

Mutlak mülkiyet yoktur. İzafi mülkiyet vardır. Dolayısıyla işlenmiş günahlar deftere yazılacaktır ama günahlar teraküm etmeyecektir.

Diyelim ki bir vakıf yaptınız, ondan insanlar yararlandılar, kıyamete kadar o hayrın sevabından nasibiniz olabilir. Ama bir kötülük yaptınız, onun etkisi, ister büyük ister küçük olsun, sizin günahınız artmaz, yapmış olduğunuz fiilin cezası ne ise onunla cezalanırsınız. Sonuçların büyük veya küçük olması cezanızda değişiklik yapmaz. Adamı öldürdünüz. Çocukları yetim kaldı. Başkaları da geldi, çocukları öldürüp malları gasp etti. Sizin cezanız artmaz. Onların ölümümden siz mesul değilsiniz.

İllet son sebep olduğu gibi hüküm de son infazın sebebidir. İlletten önceki sebepler fiile etki etmez. Hükümden sonraki sonuçlar da cezaya etki etmez. Ceza usulünün temel kurallarıdır. Bu husustaki tartışmalar “Sübütu’s-Selam” adlı kitapta çok geniş olarak yapılmıştır. Bizim müçtehitlere ait ilimleri tamamlamamız için;

1- Tefsirlerden “Alusi”yı okuyup güncelleştirmemiz gerekir.

2- Hadis kitaplarından “Tac”ı ele alıp güncelleştirmemiz gerekir.

3- Lügat kitaplarından “Lisanu’l-Arab”ı ele alıp güncelleştirmemiz gerekir.

4- “Sübütü’s-Selam”ı ele alıp güncelleştirmemiz gerekir.

لَوْلَا

(LaVLAy)

“Olmasaydı”

Arapçadaki harflerin çoğu “beyn” kelimesinden türemiştir. “Beyn” ara demek, yar demektir. Yarın içinde iseniz kenara gelirsiniz, çıkarsınız, kurtulursunuz. “Lam” da “Mâ” da hem olumlu hem olumsuz olanları bildirirler. “Lam” tekit için gelir. “Mâ” masdar veya mevsul için mevsuf üzerine gelir. Diğer taraftan dışarıda iseniz yarın kenarından düşersiniz, yokluğu ifade eder. Nefy ve nehy manâlarını taşır, “Lâ” kelimesi de “Mâ” kelimesi de nefyi ifade eder.

Türkçede de “ma” hem masdar ekidir hem de olumsuzluk ekidir, “lı” olumluluk ekidir, “ne” olumsuzdur. Arapçada “Lâ” kelimesi “Lem” veya “Lev” olarak olumsuzluğu ifade eder, “Lâ” da olumsuzdur. “Lev” şart edatıdır ama olmamış bir şartı ifade eder. “Len” olumsuzdur.

LevLâ”da iki olumsuz bir araya gelmiştir. Eksi ile eksinin çarpımı artı ettiği gibi, iki olumsuz da artı etmektedir. İnsanlara dili Allah öğretmiştir. Bilinçaltında mantığın tam kurallarına uyarlar. Bilhassa okumamışlar hata etmezler. Bu sebepledir ki badiye Arapçası beliğ Arapça kabul edilir. Mekkeliler iyi Arapça öğrensin diye çocuklarını sütannelere verirlerdi. Bugün okullarımız dilimizi bozmuştur. Bu durum yeni değildir, İslâm medreseleri de bunu yapmıştır. 

“Divan-ı Lugati’t-Türk” yazarı (Kaşgarlı Mahmut) gerçek Türkçenin, bozulmamış Türkçenin lügatini yazmıştır. Belki “Kur’an Arapçası”ndan sonra yeryüzünde asliyetini koruyan yalnız “Türkçe”dir, kitabı da “Divan-ı Lugati’t-Türk”tür.

Bu sebepledir ki yerli dilleri, ilkel dilleri korumalıyız, halk günlük hayatında onları konuşmalıdır. Büyüdükten sonra öğrenilen dil konma dildir. Konma dil konma akıl gibidir.

Dr. Mete Beyin Akadça dilindeki kelimeleri bulup onlara dayanarak Kur’an’ı yorumlamaya çalışması, kelimelerin köküne inme manâsındadır. Ufkumuzu açmaktadır. İzmir’de hazırlanan lügatte de konuşma dilinde ilk manâlar verilmeye başlanmıştır.

Demek ki böyle bir şey olmuştur, olmaması da mümkün değildir.

كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ

(KiTAvBun MiNa elLAHi)

“Allah’tan bir kitap”

“Kitap” nekredir. “Allah” marifedir. Doğrudan izafete girseydi kitap da marife olurdu. Böyle tamlamalarda “Min” veya “Lam” getirilir. “Min” mensubiyetini, cinsini ifade eder. “Lam” ise mülkiyeti, sahip olmayı ifade eder.

Kitap” kural demektir. Doğa kanunlarına “sünnet” denmektedir, sosyal kanunlara “kitap” denmektedir. Yazılı kurallardır. Topluluk kurallara göre oluşur. Kurallar yazılı olmazsa kişiler bilemezler. Yazılı kurallar sözleşmelerle oluşur. “Allah” kelimesi ile doğa kuralları vardır. Yani şeriat sözleşmelerden oluşur. Bununla beraber ilâhi sözleşmeler de vardır. Nefsi müdafa kanunlarda yazılı olmasa da geçerlidir. Kişilik doğal haklardandır.

Cumhuriyet anayasasında buna dokunulamaz değiştirilemez temel haklar deniyor.

Bir de sözleşmelerden doğan haklar vardır.

İşte, buradaki kurallar sözleşmelerden doğan kurallar değil, Allah’ın koyduğu değişmez insan haklarını ilgilendiren kurallardır. Batı’da meclislere kanun yapma yetkileri verilmiştir. Bizim anayasamızda meclisin üstünde bir güç yoktur. Bu İslâmî değildir.

Meclisin üstünde insan hakları vardır. Bu hakları kanunlar değil insanın fıtratı ortaya koyar. Bunları bulup uygulamak hakemlere aittir. Tarafların seçtiği iki hakem ile onların seçtiği başhakem meclisin de üstündedir. İnsan haklarını bunlar ortaya koyar. Batı ise Birleşmiş Milletler’in ekseriyetle aldığı kararları üstün kitap kabul eder.

سَبَقَ

(SaBaQa)

“Geçti”

Sosyal kanunlar yani kitap insanlardan önce insan yaratılırken konan kurallardır. Ancak insan bunlara ulaştıktan sonra sorumludur. Sünnetullah böyle değildir. İnsan onları bilsin ve bilmesin onunla mahkûmdur. Bugün kitaplarda kanun bilmemek mazeret değildir. Bu böyle değildir. Kanunu bilecek durumda iken kasten bilmemek, ihmal ederek bilmemek mazeret değildir. Onun dışında mazerettir. İşte burada bu hüküm ortaya konmaktadır.

لَمَسَّكُمْ

(LaMasSAKuM)

“Size mess ederdi.”

Size dokunurdu.

Azab “mess” kelimesi ile getirilir. Azab zaten tatlı demektir, nekredir, azlığı ifade eder. Messede şöyle dokunmayı anlatır. Dolayısıyla hafifleme söz konusudur der Bediüzzaman.

فِيمَا أَخَذْتُمْ

(FIyMAv EaPaÜTuM)

“Ahzettiğinizden dolayı.”

“BiMâ” veya LiMâ” denmemiş, “FîMâ” denmiştir. Yani ahzettiğiniz şey size azabı azim olurdu.

Mekke kervanı Medine’den geçseydi, mü’minler onu yağmalasalardı, Medinelilerin hak davası boşa giderdi, tüm Araplar birleşip Mekkelilerin tarafında olurlardı.

Uluslararası denge böyle kurulur. Bugün tek başına ABD devletini yenecek güç yoktur ama ABD saldırınca diğer devletler birleşirler, cephe alırlar. Irak’ta böyle oldu. Sonunda ABD başarısız bir şekilde çekilmektedir. Aynı sebepten dolayı şimdi Suriye’ye saldıramıyor.

Bir köyde bile durum böyledir. Birileri zengin olmaya başlar, herkesi sömürmeye gider, tüm halk onlara karşı birleşir, sonunda onları vasat seviyeye indirirler.

Bugün AK Parti’ye oy veriyorlar. Neye karşı: batı saldırılarına karşı oy veriyorlar? Onu dengelemek için yüzde elliden fazla oy vermektedirler.

Ehaztüm” kelimesi mâzi kullanılmıştır. Dolayısıyla Mekke kervanından çok Bedir’de alınanlar kastedilmiş olmaktadır. Sonra Mekke alınınca bir kuruş bile almadılar.

İyilikler kötülükleri def eder, bu sebeple başka iyilikler dolayısıyla sahabelerin kusurlarını Allah def etmiştir.

Biz Anadolu’yu istila ettik. Bazı haksızlıklarımız olabilir ama iyiliklerimiz de vardır. Dolayısıyla Allah dengede tutmaktadır.

Burada bahsedilen dünyevi azaptır.

“Leyemessenneküm” denmemiştir.

عَذَابٌ عَظِيمٌ

(GaÜABun GaJIyMun)

“Azim azab”

Bu iki kelime çok yakın birer kelimedir, birinci harfi aynıdır. İkinci harfi de orta harflerdir ve birbirine çok yakın mahreçleri vardır, ikisi de sert sürekli harflerdendir. “Mim” ile “Ba” da dudak harflerindendir. Birbirlerine dudaktan çıkan harfler içinde en yakın olanlardır.

Biri tatla ilgili bir kelimedir. Biri de büyüklükle ilgili kelimedir. “Azm”ın aslı kemiktir. “Azab”ın aslı ise yosundur, su yosunudur. Sudaki tek hücreli organizmalardır. “Azb” hoş tat, azab kötü tat, acı demektir.

“Azim”i şedit anlamında anlıyoruz. Oysa şedit azabın çok olduğunu gösterir yani yaygın değil acısı çok, azim ise yaygın yani herkese bulaşmış, gelecek zamanda bulaşmış azabdır. Kalıcı azabdır. Yani siz o anda acil olarak yararlandınız ama acısı çok daha ileride olurdu. Araplarda yağmacılık meşru olduğundan insanlar fazla ilgilenmiyorlardı.

Bugün ise İslâmiyet insanlığa hukuku kavrattığı için şimdi o günkü hareketleri inceliyor ve haklı gerekçelerle eleştiriyorlar. Ama Allah bu âyette onlara cevap veriyor. Evet, onlar hata yaptılar ama yaptıkları iyi işler dolayısıyla onlar affedilmiştir.

Bu aynı zamanda şunu göstermektedir ki büyük iyiliklerin elde edilmesi için küçük seyyielere izin verilir. Kısasta af bunun içindir. Cezada kesinlik bunun içindir. Hüsnüniyetin asıl olması bunun içindir.

فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(Fa KuLUv MinMAv ĞaniMTuM XaLAvLan OayYıBan Va itTaQUv elLAha EinNa elLAvHu ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Helal tayyib ganimet ettiklerinizden eklediniz ve Allah’a ittika edin. Allah gafurdur rahîmdir.”

“Ganimtüm” kelimesi mâzi sigası ile gelmiştir ama bu gibi yerlerde mâzi sigası geleceği de içerir. Avlayacağınız hayvanlar size helaldir demeyiz de avladığınız hayvanlar size helaldir deriz. Mâziyi geniş manâda kullanırız. Geçmişte avladığınız gelecekte avlayacağınız anlamındadır. Bu Arapçada da böyledir.

“Fa” harfinin getirilmesinden anlıyoruz ki yukarıda anlatılanlar üzerine konan genel hükümlerdir. Durum böyle olunca şöyle yapınız anlamında olduğu gibi bu durumlarda böyle yapınız da olabilir.

Arapçada iktidar kipi yoktur. Yapınız ile yapabilirsiniz aynı şekilde kullanılır. Bir nehiyden sonra emir gelirse o ibahayı ifade eder. “Namazı kaza ettiğinizde intişar ediniz.” in manâsı intişar edebilirsiniz demektir.

فَكُلُوا

(Fa KuLUv)

“Eklediniz.”

“Taam etmek” yalnız yiyecekler için kullanılır, besleniniz anlamındadır.

Ekletmek” ise tüketim anlamındadır. Tüketiniz yani yaşamanız için harcayınız demektir. İnfak ise üretim ve tüketim için harcamadır.

Bir elbise giyip yıpratmak da ekldir, araba kullanmak da ekldir. Burada emredilmiştir. Yalnız ibaheyi ifade etmez. Mallar harcamak içindir. Alıp stok etmek yoktur. Dolayısıyla üretiniz emri kadar tüketiniz de emirdir.

Yaşamak üretip tüketmeye dayanmaktadır. O halde dengeli üretim yapacağız, insanlığın mal stokunu ve nüfusunu artıracağız. Ama mal stoku önemli değildir, malların akışı önemlidir. Akış da ancak tüketimle sağlanır. Allah’ın nimetlerini yerinde kullanacaksınız. Evlenmek ve çocuk yapmak bunun için farzdır.

Evet, üretimi artırmamız gayedir. Onun gayesi de nüfusu artırmadır.

Sosyal yapımızı oluştururken ekonomik yapımız kadar aile yapımız da önemlidir. Bugün en büyük tehlike evlenme arzusunun azalması ve çocuk yapmanın ayıp hâle getirilmesidir. Ahşap ev ve yüz dairelik inşaatlarımızı yola koyduktan sonra asıl savaşımız evlenme ve çok çocuk yapma üzerine yönelecektir. Buradaki eklediniz emrini nedb için değil de vücub için anlarsak bize sosyal inkılâbımızı emretmiş olmaktadır.

مِمَّا غَنِمْتُمْ

(MinMAv ĞaNiMTuM)

“Ganimet ettiklerinizden.”

Buradaki “Min” cinsin beyanı içindir. Yani ganimet olarak aldıklarınızdan eklediniz.

Bir olay olmuş ve geri dönülmesi mümkün değilse, onu takdir-i İlâhi kabul ederek meşrulaştırırsınız. Diyelim ki Avrupalılar Amerika’yı gasp ettiler, biz Anadolu’ya gelip gasp ettik. O halde bugünün ABD’lileri orasını boşaltsın diyemeyiz, biz Anadolu’yu terk edelim diyemeyiz. Artık ABD Avrupalıların da vatanıdır, Türkiye de bizim vatanımızdır.

Gayrimeşru yoldan da olsa bir mal elde edildi mi ona sahip çıkmak ve onu kullanmak gerekir. Verdiğiniz zarar varsa onu başka mallarla tazmin edersiniz ama elde ettiğiniz mallar sizindir, halalen ve tayyiben yersiniz.

Buradaki “Mâ “Ekl”in mef’ulüdür. Buna raci “ganimtüm”deki zamir de “ganimtüm”ün mef’ulüdür. Aslı “ganimtumûhu”dur. Hazf edilmemiş setr edilmiştir. “Zeydun darabe”de “hüve” hazf edilmiş değildir, setr edilmiştir. İkisi arasındaki fark hazf edilmiş olanın hâli olmaz, setr edilmiş olanın hâli olur.

“Zeydun ekele ve darabe kaimen” dediğiniz zaman, Zeyd ayakta dövmüş olur, ekl etmiş olmaz. O halde “kaimen” kelimesinin sâhibu-l hâli “darabe”de mestur “hüve”dir.

حَلَالًا طَيِّبًا

(XaLAvLan OayYıBan)

“Helal ve tayyib olarak.”

Bunlar helaldir. “Ma”nın hâlidir. O takdirde ekl edinizin mef’ulünün hâlidir. Manâ olarak helal ve tayyib olarak ganimetleri ekl ediniz manâsı çıkar.

Biz bu manâ üzerinde vurgu yaparak diyoruz ki, elde ettiğimiz mallar gayrimeşru yoldan elde edilmiş olsa bile o bize helaldir. Haram olan elde edilen değil, elde edilmesidir. Onun için gerekli tazminatı veririz.

Bir antik eser Avrupa’ya kaçırılmışsa, onun Türkiye’ye iadesi anlamsızdır. O artık onlarındır. Bizim orada bir hakkımız varsa, onu eseri geri isteyerek değil, onunla ilgili tazminat talebinde bulunarak karşılık veririz. Bunu böyle kabul etmediğimiz zaman hiçbir şeyi alamaz ve rahatlıkla kullanamayız. Bu sebepledir ki hırsızın kolu kesilir ama çaldığı mallar ona kalır. Kazandıklarına cezaen denmektedir.

وَاتَّقُوا اللَّهَ

(Va itTaQUv elLAha)

“Ve Allah’a ittika ediniz.”

Kur’an’da eğer bir hüküm içtihada dayalı ise veya yerel icmaya dayalı ise yani insan takdirinin eline bırakılıyorsa o zaman “ittika ediniz” emri getirilir. Yani “ganimetleri halalen ve tayyiben ekl ediniz”in manâsı budur. Helal ve tayyib ganimtumdaki mestur “hu”ya raci olur. O zaman da hal ganimet ederken ki mef’ula raci olur. Yani helal ve tayyib olarak elde ettiğiniz ganimetleri ekl ediniz, habis haram olarak elde ettiğiniz ganimetleri değil anlamı çıkar. O takdirde eğer ganimetin helalliği söz konusu değilse ekle müsaade etmiyor demektir.

İşte “ittika” kelimesi buna işaret etmektedir.

Yani ganimetleri elde ederken helal ve tayyib olsun deniyor ama elde ettikten sonra ise o ganimet size helal ve tayyibdir. Haksızlıkları başka mallarla giderirsiniz.

Bugün fıkıhçılar hırsızın çaldığı mal başkasına satılmışsa sahibi el koyar hükmünü getirmektedirler. Hüsnüniyet sahibi üçüncü kişiler mağdur edilemez. Bu âyet onu ifade etmektedir.

إِنَّ اللَّهَ

(EinNa elLAvHa)

“Allah”

“Allah” burada iade edilmiştir.

Yukarıdaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Buradaki “Allah” O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluklardır. Bundan dolayı iade edilmiştir.

غَفُورٌ رَحِيمٌ

(ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Gafurdur rahimdir.”

Bundan önce “azizdir hakimdir” denmiştir. Burada da “gafurdur rahimdir” denmektedir. Nekre getirilmiştir. Yani topluluklar da gafurdur rahimdir demek olur.

Kur’an deyimleri belli hükümleri ifade etmesi için getirir. Bu ifade bu husustaki hükümlerden birine işaret etmektedir. Bir araştırma yapılarak, Kur’an’daki buna benzer ifadeler nelerdir, her birinin fıkhi hükmü nedir, ortaya konmalıdır. Bizim yaptığımız sadece örneklemedir. Hepsi ancak üniversitelerin çalışmaları ile ortaya konacaktır.

Gafur” eksiklikleri affedip zarara sokulanların mağduriyetlerini topluluğun gidermesidir. Kişilere dağıtılan bir ganimet artık onların elinden alınmaz. Mahkemenin verdiği karar bozulamaz. Mağdur olanların mağduriyetini ise topluluk giderir.

Rahim” kelimesi de insanların eksikliklerini gidermedir.

PKK’lıları serbest bırakıp diyetlerini topluluğun ödemesi mağfirettir.

PKK’lılara iş verip onları bir daha eşkıyalığa zorlamamak ise rahmettir.

Ganimetlerde bu hükümler uygulanacaktır. Ganimetler verilen kişilerden geri alınmayacak ama mağdur olanlar varsa onların mağduriyetleri giderilecektir.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2211 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1724 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1402 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1985 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2191 Okunma
6-11.AYET
1694 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2301 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1924 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1755 Okunma
10-19.AYET
1470 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1541 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1672 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2530 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1557 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1720 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1443 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1374 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1677 Okunma
19-41.AYET
2294 Okunma
20-42.AYET
1812 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2876 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2269 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1669 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1490 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2263 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1533 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1462 Okunma
28-60.AYET
1744 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1760 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3780 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2167 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1802 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1625 Okunma
34-72.AYET
2076 Okunma
35-73.AYET
1532 Okunma
36-74.AYET
1533 Okunma
37-75.AYET
1605 Okunma

© 2024 - Akevler