Enfal Sûresi-20
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِذْ أَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوَى وَالرَّكْبُ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْمِيعَادِ وَلَكِنْ لِيَقْضِيَ اللَّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ وَإِنَّ اللَّهَ لَسَمِيعٌ عَلِيمٌ (42)
(EiÜ EaNTuM Bi eLGuDVaTi elDuNYAy VaHuM BiLGuDVaTiLQuÖVAy Va elRaKBu EaSFaLa MiNKuM Va LaV TaVAGaDTuM La iPTaLaFTuM FIy eLMıGAvDı Va LAvKiN Lı YaQWıYa elLAvHu EaMRan KAvNa MaFGUvLan LiYaHLiKa MaN HaLaKa GaN BayYıNatin Va YaXYAy GaN BayYiNaTin Va EinNa elLAvHa La SaMIyGun GaLIyMun)
إِذْ أَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوَى وَالرَّكْبُ أَسْفَلَ مِنْكُمْ
(EiÜ EaNTuM Bi eLGuDVaTi elDuNYAy VaHuM BiLGuDVaTiLQuÖVAy Va elRaKBu EaSFaLa MiNKuM)
“Hani siz dünya udvede idiniz, onlar kusva udvede idiler. Rekb ise esfelinizde idi.”
Ganimetin taksimini anlattıktan sonra Allah’a ve Bedir günü abdine inzâl olunana inanıyorsanız bunun böyle olduğunu bilin, fıkhı öğrenin demişti.
Allah’ın Bedir gününde neyi inzâl ettiği hususunda düşünmüş ve değişik yorumlar yapmıştık. Şimdi ise o inzâli anlatmaktadır.
Bedir gününün önemi şudur. İslâm uygarlığı yani barış uygarlığı savaşa dayanır. Daima barışı ihlal edenler olacaktır. Barışı korumak için mü’minlerin savaşmaları gerekmektedir. Bu nokta iyi bir şekilde kavranmalıdır.
Canlılar sağlık hücreleri ile var olurlar ama yanlarında daima onların zayıf zamanını yakalayıp öldürmek isteyen yabancı hücreler vardır. Bunlar mikroptur. Onların taşıdığı virüstür. Hayat bu denge üzerinde kurulmuştur. Mikroplar olmasaydı yeryüzü Himalaya dağları seviyesinde leşlerle ve ağaç kütükleri ile yapraklarla dolardı. Mikroplar bu şekilde yaşlanmış olup işe yaramayan canlıları öldürmekte, yerine yeni canlıların yaşamaları için imkân hazırlamaktadır. Ölenlerin kalıntıları da yeni canlılara malzeme olmakta, gübre olmakta yahut ham madde olmaktadır.
Canlılık böyle dengelendiği gibi insan toplulukları da böyle dengelenmektedir. Topluluklar içinde de mikropluk görevi gören, yaşlanan ve artık işe yaramaz olan topluluklar bu mikrop topluluklar tarafından ortadan kaldırılmakta, yeni toplulukların hayat bulmasına imkân vermekte, eskilerinden daha ileri uygarlıklar oluşmaktadır.
Allah Bedir savaşını anlatırken onun kendiliğinden tesadüflerin sonucu olmadığını, ilâhi takdirin bir sonucu olduğunu bildirmekte ve buna vurgu yapmaktadır. Yaşadığımız dünyada sermayenin en yüksek seviyeye ulaşması, şimdi duraklama dönemine girmesi ve bundan sonra İslâm düzeninin doğması, tesadüflerin ve kendiliğinden olmuş olayların sonucunda değildir. Olanlar Allah’ın takdiri ile olmaktadır. Buna inanmamız gerekmektedir.
Sovyetler niçin dünyanın yarısından fazlasında etkili oldu?
Çünkü insanlığın bâtıl itikatları vardı. Bilgisizlikten ve yaşlılıktan doğan dini saplantılar vardı. İnsanlığın çağımız ilmî aydınlanmasıyla Kur’an yeniden anlaşılacak ve yeni İslâm hayatı kurulacaktı. İnsanlıkta mevcut yaşlılık ve bilgisizlikten doğan fesadın ortadan kalkması gerekirdi. Bir mikroba yahut canavara ihtiyaç vardı. İşte Allah o canavarı “sosyalizm/komünizm” adı altında insanlara gönderdi. Bu canavar ortalığı yakıp yıktı, “Adil Düzen”e alan hazırladı.
Şeftali ağacı dikersiniz, üç dört sene sonra meyve vermeye başlar, on sene sonra yaşlanır, artık sağlıklı meyve vermez olur. Onları kesersiniz, diplerini sökersiniz, tarlayı boş hâle getirirsiniz, sonra yeni şeftali ağaçları dikersiniz.
İşte, kapitalizmden sonra sosyalizm bu tarlayı yeni düzene yani “Adil Düzen”e hazırlamak için görevlendirilmiş bir cereyandır, takdir-i ilâhidir.
Türkiye’de de Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki ateizmin varlığı böyledir. Biz geçmişte olan olayların tamamının takdir-i ilâhi ile olduğuna inanırız. Onlardan şikâyet etme, onları yapanları suçlayıp yargılama yapma yetkimiz yoktur. Allah yargılayacaktır. Bu sebeple tarihte devri sabık yaratmayacağız ifadeleri siyasiler tarafından hep kullanılmıştır. Balyoz ve Ergenekon, 28 Şubatlar, 12 Eylüller dava edilemez. Onların hepsi takdir-i ilâhi ile olmuştur. İyi niyetle yapanlar hangi cephede olursa olsun cennete, kötü niyetle yapanlar da hangi cephede olursa olsunlar cehenneme yol alacaklardır. Bugünkü davalar geçmişi muhakeme etmek için değil, bugün iktidarda bulunan ve “Adil Düzen”e karşı olan bir partiyi alaşağı edebilmek için oynanan oyunlardır. Bu da takdir-i ilâhidir.
Bedir Savaşı çok önemlidir. Tarihte belki ilk defa iki ayrı kavim değil iki ayrı zihniyet savaşmıştır. Savaş çıkar çatışması savaşı değildir. Kardeş kardeşini, baba oğlunu öldürmüştür. Anne babaya itaat edip çocuklarının dalâlette kalmalarını isteyen kimselere Bedir Savaşı ve ondan sonra gelen savaşlar ibret olmalıdır.
Mekkeliler bugün en büyük refah içindedirler. Binlerce sene öyle kalacaklardır. Bu çocukların babalarına isyanı ve kardeşin kardeşkanı akıtması ile olmuştur.
Yenibosna’ya yani çalışmalarımıza gelenlere karşı yapılan saldırıların anlamı budur.
Bedir Savaşı’nın tasviri yapılmaktadır.
Bedir’de mü’minler galip gelmişlerdir.
Bu galibiyet nasıl sağlanmıştır?
1- Müşrikler Mekke’den uzakta idiler. İkmal zorlukları vardı. Oysa Medineliler savaş alanına yakın idiler. Dolayısıyla ikmalleri ve sığınakları daha elverişliydi.
2- Medineliler Bedir Kuyusu’na önce varmışlar ve suya hâkim olmuşlardır. Oysa Mekke’den gelenler yorgundular. Dinlenme imkânına sahip değillerdi. Bir an evvel saldırıp kuyuyu ele geçirme dışında şansları yoktu. Medineliler savunma durumunda, onlar ise saldırma durumunda idiler.
3- Mekkelilerin süvarileri Mekke’den gelmişler ve Bedir Kuyusu’na aşağıdan hücum etmek durumunda kalmışlardır. Oysa araçların yukarıya tırmanması zordur. Yukarıda olanların hâkim olma imkânları vardır.
4- Yağmurun yağması Medinelileri güçlendirmiş, Mekkelileri zor durumda bırakmıştı.
Bunun dışında Medineliler inançları için savaşıyorlardı, savunmada idiler. Mekkeliler ise çıkarları için savaşıyorlardı, saldırıda idiler. Savaşta bunlar avantajdır. Melekler de gelmiş ve mü’minlere yardım etmişlerdi.
Tarihî akışları hatırlayalım. 751’de Talas’ta (Kırgızistan) Çinlilere karşı kazandığımız savaş insanlığı mistik anlayıştan pozitif anlayışa götürmüştür. 1071’de Malazgirt’te kazandığımız savaş insanlığı teokratik anlayıştan lâik anlayışa götürmüştür. 1683 Viyana kuşatması mağlubiyetimiz “Adil Düzen”e doğru yol almamızı sağlamıştır. 1921 Sakarya zaferimiz lâik düzenin ateizmi yenmeye başlamasıdır. Demek ki tarihi komutanlar ve ordular yazmıyor, tarihin kendisi yazıyor. Bunu ilim dünyasına ilk anlatan İbni Haldun olmuştur. Sonra bu takdiri ortaya koyan Karl Marks’tır, buna “tarihi materyalizm” adını vermektedir.
Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir bu konularda akademik çalışmalar yapmışlardır.
Necmettin Erbakan bu tarihî gelişmeyi “Adil Düzen” konuşmalarında şemalarla insanlığa açıklamıştır.
Biz şimdi ne yapıyoruz?
Enfal Sûresi’nde bu kader-i ilâhiyi dinliyoruz.
إِذْ أَنْتُمْ
(EiÜ EaNTuM)
“Siz idiniz.”
Buradaki “İz” “yevme’l-furkan” ve “yevme’l-cem’an”daki “yevm”in bedelidir. O güne işaret etmektedir. İki tarafın durumunu anlatmaktadır.
Biz İstiklâl Savaşı’nı nasıl kazandık?
Sermaye, imparatorlukları yıkıp ulusal dikta devletleri ortaya çıkarmak için Birinci Cihan Savaşı’nı çıkarmıştı. Böylece imparatorlukları yıkacak ve ateist ulusal devletleri oluşturacaktı. Sovyetleri ise sosyalizm içinde dinsizleştirecek, toprakları halktan zorla alacaktı. Sonra zalim devleti yıkıp kendi sömürü düzeni ile insanları rahata kavuşturacaktı. Halk onu sosyalizmden kurtardığı için başının tacı yapacaktı. Avrupa’da kapitalizmle sömürme yollarını arayacaktı. 1950’lerde İsrail devletini kuracak, 2000 yıllarında ise İsrail imparatorluğunu oluşturacaktı. Türkiye’yi kolay işgal edebilmesi için Türkiye’de Hıristiyan halk kalmamalı idi. İşte bu amaçla azınlıkları kışkırttı, azınlıklar Türkiye’deki Türkleri öldürmeye başladılar. Halk kendisini savunmak için Kuvva-yı Milliyeyi oluşturdu. Sermaye Mustafa Kemal ile anlaştı ve ateist Türkiye’nin kurulmasını destekledi. Yani biz İstiklâl Savaşı’nı Rum ve Ermenilerin Müslüman halkı camilere doldurup yakmaya başlaması sebebiyle başlattık. Zaferi de sermayenin el altından bizi desteklemesi ile kazandık.
SONUÇ: Sermaye Allah’ın taşeronluğunu yaptı.
Türkiye bugün “Adil Düzen”e hazırlanmaktadır.
İşte “o günleri” bugün “hatırlamamız” gerekir.
بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا
(Bi eLGuDVaTi elDuNYAy)
“Yakın udvede”
“Fî” değil de “Bi” gelmesi, “el” harfi tarifiyle gelmesinden “udve”nin neresi olduğu bellidir. “Udve” vadinin bir yanı, vadinin bir yakası demektir. Savaşta iki cephe oluşacağı için düşmanlık kelimesi cepheleşmek demek olur. Cepheleşme demek, haklı haksıza bakarak değil de bizden mi değil mi sistemine geçmedir. Mü’minler arasında bu haramdır. Şeytan cephesi ile iman cephesi savaşır. Mü’minler hayırda yarışırlar.
Yakın udveden kasıt Bedir’dir. Çünkü Bedir Medine’ye yakın Mekke’ye uzaktır. Bedir Savaşı’nda Mekkeliler Medine’ye uzak olan tarafta yer aldıklarından Medine’den uzak manâsını verenler vardır. Biz Mekke’den uzak anlamını veriyoruz.
İstiklâl Savaşı’nda Yunanlılar Atina’ya uzak, Türkler ise Ankara’ya yakın idiler.
Horozlar çarpışırlar ve her horoz kendi çöplüğünde karşı horozu yener.
Bugün futbol oynamada da bunun etkisi bilinmektedir.
Demek ki burada çok önemli olan bir biyolojik kanun da anlatılmaktadır.
وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوَى
(VaHuM BiLGuDVaTi elQuÖVAy)
“Ve onlar kusva udvesinde idiler.”
Onlar uzak cephede idiler yani kendi ülkelerinden uzakta idiler.
Savaşı kazanmanın bir numaralı sebebi savaş alanının uygun seçilmesidir. Savunanlar gerektiği zaman ülkelerinin bir kısmını düşmana bırakır, geri çekilir ve savaşı öyle kazanırlar.
Medine’nin uzak yakasında idi anlamı verenler bunu kastediyorlar. Bu da doğrudur ama bunun savaşı kazanmada etkisi yok denecek kadar azdır. Tam tersine düşman arkadan ve önden vurulma durumunda olurdu.
وَالرَّكْبُ أَسْفَلَ مِنْكُمْ
(Va elRaKBu EaSFaLa MiNKuM)
“Ve rekb sizden esfel idi.”
“Rekb” süvari demektir.
Savaş takviye kuvvetlerle kazanılmaktadır. Ama savaşı sonunda yaka yakaya gelenler kazanmış olur. Oklar atılır. Süvariler kuşatma yapar. Ama zafer piyadenin süngüsündedir.
“Rekb” burada marifedir. Bilinen birlik anlamındadır.
“Esfel” yani daha aşağıda idi denince, sahilden gitmişti, sizden uzakta idi manâsını verenler vardır. Biz ise Bedir’in durumunu bilmiyoruz ama bu âyetten öğrendiğimiz Bedir yüksek bir düzlükte bulunan kuyudur. Medine tarafından gelinip Mekke tarafına gidilir. Mekke’den geliş veya gidiş tarafı yokuştur. Bedir Kuyusu’na varabilmek için yokuşu tırmanmaları gerekir. Okçular tırmananları kolayca durdurabilirler.
Bununla beraber “rekb”i gemiler olarak alırsak, İstiklâl Savaşı’nda Yunan gemileri deniz sahilinde yani İzmir’de idiler. İkmal yapma imkânına sahip değillerdi. Bu sebeple Sakarya Savaşı kazanıldı anlamı da verilebilir.
وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْمِيعَادِ
(Va LaV TaVAGadTuM La iPTaLaFTuM FIy eLMıGAvDı)
“Ve tevaud etseydiniz miadda ihtilaf ederdiniz.”
Siz oturup da savaş planı yapsaydınız, sizi üstün kılan durum üzerinde ihtilaf ederdiniz. Düşmanların bu kadar yaklaşmasına izin vermenin yanlış olduğunu söyleyenler olacaktı. Süvarileri düz alanda karşılamanın daha doğru olacağını söyleyenler olacaktı. Yani böyle bir planda anlaşamazdınız.
İstiklâl Savaşı’nda da Mustafa Kemal savaşı Sakarya’ya çekti. Şiddetli itirazlar yapıldı. Tehlike göze alındı. Merkezi Ankara’dan Kayseri’ye nakletme hazırlığı yapılmaya başlandı. İstiklâl Savaşı’nın kazanılması birçok tevafukun oluşması ile olmuştur.
Allah yapmak istediğini kendi sünneti içinde yapacak şekilde bir plan hazırlar.
Allah hiçbir şeyi abes olarak, sebepsiz işe yaramaz olarak yaratmamıştır. Herkesin kâinat içinde yeri ve görevi vardır. Eskiden bazı şeylerin kötü olduğu, gereksiz yaratıldığı zannedilirdi. Bugün ise müsbet ilmin verileri içinde her şeyin bir işi ve görevi vardır. İnsanların bir araya gelip anlaşmaları da doğanın kanunudur. İnsanlar ilâhi kadere etki edemezler, doğa kanunlarını değiştiremezler. Onlar doğa kanunlarını kullanırlar. Fiziğin kanunları vardır. Biyolojinin kanunları vardır. Bunun gibi insanın da kanunları vardır, toplulukların da kanunları vardır.
İnsanlar topluluğun kanunlarını değiştiremezler, duygularını değiştiremezler. Bunları kullanarak iyi veya kötü işler yaparlar. İnsanın doğadaki yerini değiştirecek yoktur. Karl Marks’ın yanılması buradan gelir. Mülkiyet, aile, din ve yönetim sosyal kanunlardandır. Biz onları değiştiremeyiz. İşte bu sebepledir ki tarihi akışı değiştirecek bir sözleşme, bir anlaşma yapılamaz. Biz anlaşsak bile uygulamada ona uymamız mümkün olmaz.
وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ
(Va LaV TaVAGadTuM)
“Velev ki tevaud etseydiniz.”
“Tevaud” “va’d” kelimesinin tefaul bâbıdır. İnsanların bir araya gelip bir plan yapmasına “tevaud” denmektedir.
Plan yapılır, herkes o plana göre hareket eder ve sonuç elde edilir.
“Adil Düzen”de plan yapılır ve insanlar serbest bırakılır. Kimseye ‘sen bunu yapacaksın’ denmez. Herkes kendisi istediği işi seçer ve yapar. İnsanları bir tarafa yönlendirmek için ücret ve fiyat mekanizması kullanılır. İkili anlaşmalarla işler yürür. Genel planlamaya herkes tarafından emir komuta zinciri içinde uyulması sivil hayatta değil askeri hayatta olmaktadır. Savaş durumları tevauddur. Herkes birlikte hareket etme durumundadır. Plana göre değil emre göre hareket edilerek bu sağlanır.
Bedir Savaşı ve İstiklâl Savaşı bizim planlamamızla değil ilâhi takdirle kazanılmıştır.
“Tevaud” kelimesine “muvaade” manâsını verenler ve düşmanla anlaşsaydınız diyenler varsa da, onun manâsı yoktur. Burada bahsedilen va’dler mü’minlerin kendi aralarında yapacakları akitlerdir.
لَاخْتَلَفْتُمْ
(La iPTaLaFTuM)
“İhtilaf edersiniz.”
Buradaki ihtilaf uygulama yapamazdınız demektir. Dolayısıyla savaş plan ve projeye göre yapılmaz. Komutan şartlara göre karar verir, astlar da onu uygular.
Kıbrıs çıkarmasında uçaklarımızı harekete geçiremediğimiz için helikopterlerle harekete geçtik. Kıbrıs Rumlarının alçak uçan helikopterleri düşürecek uçaksavarları olmadığı için elimizi kolumuzu sallayarak Kıbrıs’ı aldık.
Eğer uçaklarımız kalksaydı onlarla savaşacak ve büyük ihtimalle başaramayacaktık.
Hâlbuki Allah bizi helikopter çıkarmasına zorladı ve zaferi muvaffak kıldı.
فِي الْمِيعَادِ
(FIy eLMıGAvDı)
“Miadda”
Burada “Fîmâ ihtalaftum” denmesi bize göre daha uygun gelir yahut “Fîhi” denebilirdi. “Fi’l-Miadi” demekle Bedir’deki Miada veya İstiklâl Savaşımızdaki Miada işaret etmektedir.
Şartlar zorlamasaydı, diyelim ki Rum ve Ermeniler sabırlı olup hemen katliama girişmeseydi, biz yine oturup İstiklâl Savaşı’nı yapmaya karar verseydik, şartlar bizi zorlamadığı için biz sonra bahane bulur vazgeçerdik.
Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını sermaye çıkardı. Ama insanlık da o savaşa hazırdı. O savaşların olması gerekirdi. Savaş sonunda dünya düzeni değişti.
Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra krallıklar gitti diktatörler geldi.
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra diktatörler gitti parti başkanları geldi.
Yeni savaş ise insanları halk yönetimine yani “Adil Düzen”e götürecektir.
Duamız bu savaş soğuk savaş olsun, kanlı savaş olmasın.
وَلَكِنْ لِيَقْضِيَ اللَّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ
(Va LAvKiN Lı YaQWıYa elLAvHu EaMRan KAvNa MaFGUvLan LiYaHLiKa MaN HaLaKa GaN BayYıNaTin Va YaXYAy GaN BayYiNaTin)
“Ve lakin Allah’ın mef’ûl olan bir emri kaza etmesi için, beyyineden helak olan kimsenin helak olması ve beyyineden yaşayan kimsenin yaşaması için”
Velâkin size kalsaydı çoktan ihtilaf ederdiniz.
Nitekim sonra Hazreti Ali ile Muaviye arasında savaş çıkmıştı. O da takdir-i ilâhi idi.
Kur’an gelinceye kadar aile eğitimi vardı. Dolayısıyla din adamları ve devlet adamları hep ailede yetişiyordu. Kur’an geldiğinde aile eğitimi sona ermiş, vahiy kesildiği gibi soydan gelen yöneticilik de peygamberlik de sona ermişti. Oysa Arap anlayışı devam ediyordu. Hazreti Ali’nin çocukları çevrelerinin tesiri ile kendilerini hilafetin vârisi olarak görüyorlardı. O günkü sosyal anlayış o durumda idi.
Bugün de insanlık hâlâ bu anlayıştan kurtulmuş değildir. ABD’de baba Bush’tan sonra oğul Bush başkan olmuştur. Azerbaycan’da, Suriye’de başkanlık babadan oğula geçmiştir. Erdal İnönü suni olarak başkan yapılmıştır. Erbakan’ın oğlu üzerinde kavga vardır.
Artık babadan oğula intikal edecek bir başkanlık sisteminin ortadan kalkması için Hazreti Ali’nin yenilmesi gerekiyordu. Bu durum Hazreti Ali’nin faziletini düşürmez.
Olacak işin Allah tarafından gerçekleştirilmesi için Bedir’de mü’minler Mekkelilere karşı galip geldiler. Tarihi akış değişmez. Akan su kendi mecrasında akıp durur. Baraj yapsanız bile baraj dolar ve sonra yine mecrasına devam eder. Tarih zaman ırmağının akışıdır. Biz orada yani zaman ırmağında yüzüyoruz. Akışı durduramayız ama uygun dümen tutarak istediğimiz istikamette yüzer ve istediğimiz sahile yanaşabiliriz.
Bu âyetleri okuyanlar Kur’an’a bir türlü manâ veremediler. Eğer biz bir şey yapmıyorsak, o zaman bizim günahımız nedir, sevabımız nedir, bizim görevimiz nedir diyorlar. İşte, sizin göreviniz Allah’ın takdir ettiği planı uygulamaktır. İşçiler plana göre hareket ederler ama sonunda ücret alırlar.
Ücret istihkak etmesi için çalışanın plan yapması gerekmez. Tam tersine, iyi işçi kendisine verilen planı aynen uygulayan işçidir. İşçi isterse plana uymayabilir, kendi kafasına göre uygulama yapmaya başlayabilir. O zaman ne olur? Patron onu işten çıkarır.
İşte Allah da aynen böyle yapıyor. Yaptığı planı tüm insanlara sunuyor ve haydi bu planı uygulayın diyor. Uygulayanlar tam ücret istihkak ederler. Uygulamayanlar işten çıkarılırlar ve plan Allah’a itaat edenler tarafından mutlaka uygulanır.
İlâhi planın uygulanması işçinin iradesinin olmadığı anlamına gelmez. İnsanın iradesi var. İsterse Allah’ın emirlerini yerine getirir ve ücretini alır, isterse yan çizer ve ücreti istihkak etmez. Verdiği zarar varsa onu öder.
Bu husus biraz daha aydınlanmış olmaktadır. Kötülerin yaptıkları kötü işleri de Allah yapmaktadır. Aslında o kötü değil yapanlar kötüdür. Çünkü yapanlar görevlerini yerine getirmemişlerdir.
وَلَكِنْ
(Va LAvKiN)
“Velâkin”
Buradaki “Ve”yi nahivciler atıf vavı kabul etmezler; oysa biz atıf vavı olarak kabul ediyoruz. “Ahmet’i işe aldım, o çalışkandır” dediğiniz zaman, Ahmet’i çalışkan olduğu için almış olursunuz. “Ahmet’i işe aldım çünkü adama ihtiyacım vardı ve o aynı zamanda çalışkandır” manâsında bir cümle söyleyecekseniz, “Ahmet’i işe aldım, o çalışkandır da” dersiniz. Buradaki “da” Ahmet çalışkan olduğu için değil, başka sebeplerden dolayı alınmıştır, üstelik çalışkandır da denmiş olur.
İşte burada “Velâkin” demek siz işi yaramazsınız ama bizim meşiyetimiz var demektir. Allah sizin aranızda gerekenleri yapar; rahmandır, rahimdir, âdildir ama kâinatın düzeni de elbette korunacaktır. O yaptıkları düzenin korunması için yapılmıştır.
Kaza etmek uygulamak demektir. Kader plan yapmadır. Kaza ise yapılan planın uygulamasıdır. Plan yaparken alternatifler üretilir, uygulayıcılara kolaylık sağlanır. Planda gösterilmeyen hususları uygulayıcı kendisi takdir eder. Mesela belediyeye verilen projelerde duvar boyalarının rengi yazılmaz, uygulatan mimar kendisi seçer.
Allah da kaderde bazı şeyleri takdirin dışında bırakmıştır. Uygulamada o gerçekleşir. İnsanın müsemma ömrü vardır. Bu Allah’ın bütün insanlar için takdir ettiği ömürdür. Bize göre bu yüz senedir yani uygarlık ömrünün onda biri kadardır. Yüz yaşına gelip ölen insan çok nadirdir. İnsanların çoğu o yaşa gelmeden ölür. O yaşı geçenler de vardır. İşte, müsemma ömür yüz yaştır. Oysa makzi olan ömür ise her insan için ayrıdır.
Uygarlaşmada da durum budur. Allah müsemma çizgiler çizmiş, şu olacak şu olacak demiştir. Onu kimse değiştiremez ama makzi olan ömür üzerinde oynanarak değişebilir. Müsemma planda yerleştirilmiş hükümler mef’ul emirdir. Onu değiştirecek yoktur ama diğer işler ise uygulayıcılara yani insanlara bırakılmıştır. Onlar emri mef’uldan değildir.
Bu manâlara aklı ermeyenler düşünmemeyi tercih ediyorlar.
Bizim düşüncelerimizi anlatmak bize yardımdır.
لِيَقْضِيَ اللَّهُ
(Lı YaQWıYa elLAvHu)
“Kaza etsin diye”
Buradaki “Lam” mahzuf ceale zalikenin mef’ûlün lieclihidir. Sizi yapılması gerekenlerin yerine gelmesi için tevafuklarla sizi galip getirdi.
Buradan öğreniyoruz ki Allah yeryüzündeki olayları kendi kaderi içinde yürütmektedir, olaylara doğrudan müdahale etmemektedir. Bizim kalbimiz atmakta, biz bu sayede yaşamaktayız. Bizim ona müdahalemiz yoktur. Diğer taraftan da ben şimdi bu satırları yazarken tamamen bana özgü olarak yazıyorum. Kâinatın içinde bu şekilde benim yazdığım satırları yazan kimse yoktur. Bundan sonra da olmayacaktır. Birincisi fıtri olaylardır. Diğeri ise fiili olaylardır. Benim iradem var, tamamen özel işler yapabiliyorum. Bunun gibi Allah’ın da değiştirmediği kanunlar vardır. Olaylar o kanunlar içinde cereyan eder. Onun yanında benim iradem olduğu gibi onun da iradesi vardır. Ne isterse onu yapmaktadır. Hiçbir yaptığı diğer yaptığına benzememektedir.
Bendeki iradeyi verenin kendisi iradesizdir diye düşünenler vardır. Dolayısıyla değişmez olaylarla karşılaşmayız, her şey doğa kanunlarına göre olmaktadır demek ne kadar yanlışsa; her şey rastlantıdır veya bizim iradelerimizle olmaktadır, ilâhi irade yoktur demek o kadar yanlıştır. Elbette bizim irademiz vardır. Biz o irademizle işler yaparız, sorumlu oluruz, mükâfatlandırılırız. Ama ilâhi irade de vardır. O iradenin dışına çıkamayız. Bardağın içine attığımız şeker molekülleri özgürdür ama bardak içinde kalmaya mahkûmdur.
Allah’ın kaza etmesi, külli iradenin gerçekleşmesidir. İnsanlık evrim içinde belli bir zamana kadar yaşayacak, sonra başka bir dünyaya intikal edecektir. Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Doğa kanunları vardır. Su 100 derecede kaynar. Burada değişiklik olmaz. Ama burada da periyodik bir düzen yoktur. Entropi büyümektedir. Dolayısıyla kâinat her an kendisine çizilmiş kader içinde değişmektedir. Bir saniye önceki kâinat ile bir saniye sonra gelen kâinat arasında aynılık yoktur. Farklıdır. Canlılar âleminde de benzer değişmeler vardır. Evet, hücre bölünmekte, benzer hücreler oluşmaktadır ama hiçbir yavru hücre ana hücrenin aynısı değildir, iki yeni hücre olmuştur.
İnsanlığın da böyle sünnetullaha tâbi gelişmesi vardır. Bugünün hiçbir topluluğu gelecek yılın topluluğu değildir. Sürekli değişmektedir, uygarlaşmaktadır. Bu gelişme Allah’ın ezeli takdiri olduğu gibi şimdiki ilâhi takdiri ile olmaktadır.
Allah en az bizim kadar hürdür ve irade sahibidir. Onu kör kuvvet kabul eden kadar gabi düşünen olamaz. Hiçbir varlık kendisinden üstün bir varlığı meydana getiremez. İnsan insandan daha üstün varlık yapamaz.
أَمْرًا
(EaMRan)
“Emri”
Kâinat yaratıldı, atomlarda enerji depo edildi. Güneş’in hidrojen atomları sürekli olarak çevreye ışık enerjisini salmaktadır. Yeryüzüne gelen Güneş’in ışık enerjisi bitkiler tarafından kimyasal enerjiye dönüştürülmektedir. Biz de kimyasal enerjiyi sosyal enerjiye dönüştürmekteyiz.
İşte, kimyasal enerjinin sosyal enerjiye dönüştürülmesi “emr” olarak ifade edilmiştir.
Enerji yok olmamaktadır ama enerjinin vasfı düşmektedir. Batılılar buna “entropinin büyümesi” demektedirler. Evet, atom enerjisinin entropisi büyür, biyolojik enerjinin entropisi küçülür. Biyolojik enerjinin entropisi büyür, sosyal enerjinin entropisi küçülür.
Entropiye “fesad”, tropiye de “salah” deniyor.
Emr salih ameldir.
Buna iş diyoruz.
كَانَ مَفْعُولًا
(KAvNa MaFGUvLan)
“Mef’ûl olan”
“Kâne”yi mâzi bir fiil olarak alırsak, mef’ulü de gelecek zaman içinde alırsak, olacağın olmuş olması için manâsı içindir. İstikbalin mâzi planının gerçekleşmesi demek olur. Kâinat yaratıldığında enerji depo edilmiştir. O enerjiyi tüketerek sona doğru gidiyoruz ama biz o enerjiden yararlanarak yaşıyor ve uygarlaşıyoruz.
Âhiret pili biten yani enerjisi tükenen kâinatın yeniden şarj edilmesidir. Yani kâinat reverzibil pildir, boşalır dolar, boşalır dolar. İnsanlar onu kullanır. Bu böyle devam edecektir. Yani âhiret hayatı dünya hayatından daha ileri bir hayat olacaktır ama ondan sonra da daha ileri hayat gelecektir. Biz bedenimizi değiştireceğiz ama biz hep biz olarak kalacağız. Geçmişimiz bizi ileri götürecektir.
Burada sonsuzluk kavramı devreye girer ve beynimiz onu idrak edemez. Allah her zerre ile dolayısıyla insanla özel olarak ilgilenmekte, topluluğu da O yönlendirmektedir.
لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ
(LiYaHLiKa MaN HaLaKa GaN BayYıNaTin Va YaXYAy MiN XayYiN GaN BayYiNaTin)
“Kim beyyineden helâk olmuşsa helâk olması ve
kim beyyineden hayat bulmuşsa hayat bulsun diye.”
Buradaki “Lam” birinci “Lam”ın bedelidir. Bu cümle mef’ul olan emrin ne olduğunu açıklamaktadır.
Kur’an şunu devamlı vurgulamaktadır. İnsanlık devamlı uygarlaşma içindedir. Uygarlıkların biner yıllık ömürleri vardır. Uygarlıklar doğar, gelişir, yaşlanır ve ölürler. Ne var ki doğuşları ve ölüşleri gelişigüzel olmamakta, sünnetullaha tâbi olmaktadır.
Hücreler de öyledir, doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Yaşlanmaya başlama hücrenin büyümesi ile olur. Hücre besini hücreyi çevreleyen zarlardan alır. Zar çapın karesiyle, hacim ise küpü ile büyümektedir. Bir gün gelir alınan besin hacmine yetmemeye başlar. Ama hücre devamlı büyümek zorundadır. Canlılık o şekilde oluşmuştur.
İşte, besin darlığından dolayı hücre içi çökmeler başlar ve sonunda ölür.
İnsan da böyledir, topluluk da böyledir. Her topluluk büyümek zorundadır. Bir gün gelir, gelirler giderleri karşılayamaz. Bu sefer iç düzen bozulmaya başlar. Topluluk borçla yaşamaya başlar ve sonunda çöker, helâk olur.
İşte, yaşlanan bedenin ortadan kalması yerine yeni bedenin gelmesi gerekir.
Böylece yeni uygarlık başlar.
Yeni uygarlığın projelerini eskiden peygamberler getirirlerdi. Şimdi ise onların yerine Arapça ve matematiği bilen müçtehit âlimler bu işi yapacaklardır. Akevler 1967’den beri bunu yapmaktadır. İşte, bugün müçtehit âlimlerin ortaya koyduğu beyyinelerle yeni düzen oluşacaktır. Bunu kabul edenler başarıya ulaşacak, bunu reddedenler helâk olacaklardır.
Biz, “Adil Düzen” gelecektir, bunda şüphe etmek Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kabul etmemektir dediğimiz zaman bunları söylemekteyiz.
“Beyyine” ispat demektir. Yani biz kuru söz söylemiyoruz. Beyyine getiriyoruz.
Nedir bu Beyyine?
Çağımızın ulaştığı sosyal ilimlerdir, sosyolojidir, ekonomidir.
Akevler’deki çalışmalar hep ilmî ispatlara dayanmaktadır. Önce Kur’an’dan hükümleri öğreniyoruz. Faiz haramdır diyoruz. Bunu Kur’an’ın âyetleri ile öğreniyoruz. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu bildiğimiz, müsbet ilimlerle bildiğimiz için onda tereddüdümüz yoktur. Ama bununla yetinmiyoruz, bunun hikmeti vardır diyoruz. Faizin ekonomiye etkisini müsbet ilim metotları içinde inceliyoruz, sosyal etkilerini inceliyoruz. Kur’an’ın dediklerini müsbet ilimlerle ispat ediyoruz.
İşte bu beyyinedir.
Biz 1967 yılından beri Akevler’de, Türkiye’de ve dünyada bu gerçekleri anlatıyoruz. Biri çıkıp da bizimle “Adil Düzen”i tartışmıyor, görüşmüyor. Recep Tayyip Erdoğan bizim arkadaşları bizim karşımıza çıkardı ama onlar da MİT mensubu imişler gibi gizli raporlar yazdılar. 16 sene sonra Hayrettin Karaman bu raporların bir kısmını yayınladı, raporu öğrendik ve gerekli cevabı verdik. Hâlbuki Recep Tayyip Bey ne yapacaktı; solculardan ve masonlardan oluşan birer heyet oluşturacaktı, onları finanse edecekti. Bu arkadaşlarımızı beyyine olarak onlara arz etmeli idiler. İşte bu beyyineden helâktir.
Diyebilirsiniz ki; bak bu sayede bu kadar büyük başarılara ulaşıldı. Bu başarı buz üzerinde yazılan yazı gibidir. Dayandığı ABD de AB de Güneş çıkınca eriyip gideceklerdir.
Bu sözleri emin olarak söyleyebilmek için “Adil Düzen”in sorunları nasıl çözdüğünü bilmek gerekmektedir.
Evet, savaş olacak ve sonunda hakkı tutanlar galip geleceklerdir. Karşı tarafın dev güç olması insanları aldatmasın. Onu dev güç hâline getiren Allah’tır. Onu helâk edecek olan da Allah’tır. İngiltere bir zamanlar üzerine Güneş batmayan ülke idi. Şimdi nerde? Sovyetler dünyanın yarısına hükmediyordu. Şimdi nerde?
لِيَهْلِكَ
(LiYaHLiKa)
“Helâk olsun diye.”
Allah helâk ediyor ve Allah ihya ediyor.
Yapan kim?
Allah.
Ama kimi helâk ediyor, beyyineden helâk olanı; kimi ihya ediyor, beyyineden ihya olanı. Allah faili mutlaktır ama kulların hareketlerine göre faildir. Sünneti öyle koymuş. Adam öldürme ama ille öldüreceksen sen öldüremezsin ama ben senin dediğini yapacağım ama sonra sana ceza vereceğim diyor. Ne var ki her istediğini de yapmam. Helâk olmasını, helâk etmesini istersen ben senin elinle onu helâk ederim. Helâk eden Allah’tır, helâk eden kişi değildir. İhya eden Allah’tır, ihya eden kişi değildir.
مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ
(MaN HaLaKa GaN BayYıNaTin)
“Beyyineden helâk olanı.”
Her dilde harfler kullanılır. Kelimeler harflerle manâ alır.
“Helek” ot bitemeyen tuzlu yerdir. Bir yer tuzlanınca ot bitmez olur.
“Helâk olmak” demek varlığını yitirme demektir. “An” kelimesi onun sebebi ile helak olmak demektir. Beyyineyi kabul etmediğin zaman kabul etmeyen helâk olduğu gibi beyyine de geçersiz hâle geldiği için “An” ile ifade edilmiştir.
“Beyyine” burada nekre kullanılmıştır. Yani bu beyyine Kur’an değildir. Bu beyyine bugünkü müsbet ilimlerin ulaştığı ispatlardır. Değişik dönemlerde yeni beyyineler ortaya çıkar. Onun için beyyine nekre getirilmiştir. Sonra bütün beyyineler yani ispatlar bir yere gelmiş değildir, herkese gelen beyyine başka türlüdür.
İnsanlar beyyineleri kabul etmedikleri takdirde kendileri helâk olurlar. Beyyineler de boşa gider. Ama beyyineleri kabul etmeyenleri helâk etmektedir.
Müsbet ilim daima zafere erecektir. Sermaye kiliseyi ayarladı ve İslâmiyet’ten Batı’ya geçmiş olan müsbet ilimlerin verilerini kabul etmeye karşı direndi. İşte kilise bunun karşısında eridi ve müdavimleri yüzde beşlere kadar indi. Avrupa’da bir papaza sormuştum, kiliseye devam edenler yüzde kaçtır demiştim. Yüzde beştir dedi. Bu oran artıyor mu, azalıyor mu diye sordum. Azalıyor dedi. Şimdi sorsam artıyor diyecek ve yüzde beşten daha büyük rakam verecektir. Çünkü kilise artık müsbet ilmi kabul ediyor.
وَيَحْيَى
(Va YaXYAy)
“Ve hayat bulur”
Beyyineden hayat bulan kendisi de hayatta olsun. Helâk ile hayatı bir arada zikretmiştir. Burada anlatılan, yeni düzenin gelmesi için eski düzeni savunanların helâk olacağı, yeni düzeni kabul edenlerin hayat bulacağıdır.
Evet, gelişme devam edecektir. Tutucular mutlaka yenileceklerdir. Yeniliğin her zaman âdil olması gerekmez. Son iki üç asırda İslâm âlemi yenilmiştir. Bu İslâm âleminin günahkâr olması, Batılıların iyi insan olmalarından ileri gelmemektedir. Bunun sebebi, Batılıların müsbet ilmi benimsemeleri yani beyyineleri benimsemeleri, İslâm âleminin bu beyyinelere sağır kalması idi. Osmanlıların Batı’ya medrese mezunlarını göndermeleri ve onlardan müsbet ilmi almaları ve müsbet ilme dayanarak teknolojiyi geliştirmeleri gerekirken, onlar ilimsiz teknoloji almaya çalıştılar. Hâlâ da öyledir. Batı’da kilise mensupları beyyinelere kulaklarını tıkadılar. Ateistler ise beyyinelere kulak verdiler. İşte, beyyineyi benimseyen hayat bulacaktır. Beyyineyi kabul etmeyen ise helâk olacaktır. Uygarlaşma mukadderdir. Kimse bunu durduramaz. Buna engel çıkaranlar mutlaka mağlup olacaklardır.
“Adil Düzen” gelecek uygarlığın hukuk düzenidir. Batılılar buna kulak vermiyorlar. Çıkarlarına uygun gelmiyor. İslâm âlemi de şeriata bağlılık iddiası ile karşı çıkmaktadır.
Evet, “Adil Düzen” bir beyyinedir. “Adil Düzen”i benimseyenler yaşayacak, “Adil Düzen”e sırt çevirenler helâk olacaklardır.
Burada iddia edilebilir ki; “Adil Düzen”in beyyine olduğunu nereden bilelim.
Buyurun, müsbet ilmin kuralları içinde tartışalım.
Pilot uygulamasını yapalım ve görelim.
مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ
(Man XayYa GaN BayYiNaTin)
“Beyyineden hayat bulan.”
Müsbet ilim nedir?
Müsbet ilmin metodu çok basittir. Bilgilerine dayanarak proje yaparsın ve denersin. Sonuçlar hesaplarına uygunsa demek ki projen doğrudur, yanlışsa sonuç vermez. Yeni proje yaparsınız. Onu denersiniz. Bunu uygulamada değil de küçük örneklerde denersin. Projeyi örnekte uygularsın. Bu denemedir, araştırmadır. Batılılar ARGE çalışması diyorlar.
Batılılar teknolojide beyyineye inandılar ama hukukta ve ekonomide beyyineye kulak tıkıyorlar; Müslümanlar ise her ikisine kulak tıkıyorlar. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Evet, Amerika yeniden keşfedilecek. Dün Amerika’nın dağları ve ormanları keşfedildi, bugün Amerika’nın sosyal yapısı keşfedilecektir.
Evet, beyyineden hayat bulan toplulukta da hayat bulur. Beyyinelere kulak tıkayan hayata da kulak tıkamış ve helâk olmuş olur. İşte burada beyyinenin marife olarak gelmemesi bunun bütün beyyineleri içermesi anlamındadır. Beyyineler çoktur. Birini kabul eden o alanda hayat bulur. Değişik yollardan ispat edilen şeyin bir yoldan ispatı yeterlidir.
وَإِنَّ اللَّهَ لَسَمِيعٌ عَلِيمٌ (42)
(Va EinNa elLAvHa La SaMIyGun GaLIyMun)
“Ve Allah elbette semidir, alimdir.”
Bundan önce Allah’ın meful olan emri kaza etmesi için denmiş, burada O’nun alim semi olduğu söylenebilirdi. “Allah” kelimesini izhar etmiştir. Burada semi ve alim olan kâinatı var eden âlemlerin rabbi Allah değil de O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlıktır. Elbette insanlık eninde sonunda gerçeği duyacaktır, söyleneni de anlayacaktır. “Allah”ın tekrar edilmesinden dolayı, haberin nekre gelmesinden dolayı buradaki “Allah” lafzından âlemlerin halifesi olan topluluk kastedilmiştir.
İnsanlık içinde dalalette olanlar vardır. Bazen bu dalalette olanlar insanlığa hâkim olurlar. Bugünkü durum böyledir. Ne var ki onlar yani o dalalette olanlar mağlup olacaklardır. İnsanlık uygarlaşmaya devam edecektir. Karşı taraf şeytan tarafıdır, onun hizbidir. Beri taraf Allah tarafıdır, O’nun hizbidir.
“Ve” harfi ile “Yekdiye”ye bağlanmaktadır, hâl cümlesidir.
“Sem’ etmenin” içtihat olduğunu daha önce belirtmiştik.
“Alim olan” müçtehit demektir. Yani bilgiye dayanarak içtihat yapan ve onunla uygarlaşan bir varlıktır. Bu uygarlaşmanın devam edebilmesi için beyyineden helâk olanın helâk olması ve beyyineden hayat bulanın hayat bulması gerekir.
“İnne” ile gelmiş olması insanların bunu bir türlü kabul edememiş olmasıdır.
Burada dört tekit vardır. a) İsim cümlesi gelmiştir. b) “İnne” ile tekit edilmiştir. c) “Le” ile de tekit edilmiştir. d) Semi ve alim sıfatları müşebbehedir, mübalağa sıfatlarıdır.
Evet, “Adil Düzen”in getirdiği ispatları kabul etmeyenler helâk olacaklardır, kabul edenler hayat bulacaklardır. Bu haber Kur’anca teyit edilen bir haberdir.
“Le semiun ve le alimun” şeklinde gelebilirdi. “Ve”siz de “Le” tekrar edilebilirdi. Bunlardan “semiun alimun”a gidilmesi, bu iki sıfatın aslında bir kavramı ifade etmesi sebebiyledir. Bilen işitici. Bilmeden işitme bir şey ifade etmez. Bilmeden içtihat yapılamaz. Bildikten sonra söylenen sözler anlaşılır hâle gelir, bildikten sonra söylenen sözler anlaşılır ve onun ahseni bulunarak ona göre amel edilir.
İnsanlık “ADİL DÜZEN”i nasıl duyacak ve onun gerçek olduğunu nasıl bilecektir?
Bizim ilmî ve amelî, teorik ve pratik duamız şudur.
a) “AKEVLER İSTANBUL YENİBOSNA ÇALIŞMALARI”na devam edilecektir... “KUR’AN ARAPÇASI” bilgisayarlaştırılıyor... “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” Kur’an’a göre beyyineleştiriliyor... “ORTAKLIK MUHASEBESİ” oluşturuluyor... “UYGULAMA PROJELERİ” yapılıyor...
b) İzmir Akevler’in de katılması ile “MÜÇTEHİT YETİŞME MERKEZİ” kuruluyor... Bu merkez “Bakkal/Market” işletecek, “Dolap İmalatı İşletmesini” yapacak, “Ahşap Evler İmalathanelerini” kuracak, “Dinlenme Siteleri” oluşturacak, “Mala-Mal Marketleri” açacak, “Yüz Dairelik İnşaatları” yapacak, “Adil Düzen Aşiretleri/ Ocakları/ Apartmanları, Semtleri ve Siteleri” kuracaktır.
c) “BİN DİL ÜNİVERSİTESİ”ni açarak tüm insanlığa “Adil Düzen”i yani Kur’an nizamını anlatacaktır.
d) KARŞILIKLI (karşılığı olan) SENETLER ÇIKARILACAKTIR. Banka kartı, bono senedi, çek ve hisse senetleri para senedi olmaktan çıkarılıp mal senetlerine dönüştürülecek ve insanlığı sağlıklı değiştirme araç ve amaçlarına ulaştıracaktır.
İşte bütün bunları tüm insanlığa yaydığımız zaman insanlık semiun alîmun olacaktır.
Bu değişimlere uyabilenler hayatta kalacak, uymayanlar helâk olacaklardır.
Bu söylediklerimizin doğruluğunu şöyle kanıtlarız.
İnsanlık uygarlaşan bir varlıktır, teknik problemlerini çözdüğü gibi sanayi dönemi hukuk problemlerini de çözecektir.
YERYÜZÜNDE BİZDEN BAŞKA ÇÖZÜM GETİREN KİMSE/LERİN OLDUĞUNU BİLMİYORUZ.
Her zaman ve her yerde herkesle tartışmaya ve çalışmaya hazırız.
Hatamızı gösterdiğinizde kabul etmeye de hazırız.