ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1589 Okunma
39 VE 40.AYETLER

Enfal Sûresi-18

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ فَإِنِ انْتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (39) وَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَوْلَاكُمْ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ (40)

 

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ

(Va QAvTiLuHuM XatTAy LAv TaKUvNUu FıTNaTun Va YaKUvNu eldDIyNu KulLuHu Li elLAHı)

“Onlarla fitne olmayıncaya ve dinin küllisi Allah’ın oluncaya kadar mukatele edin.”

“Ey iman edenler” dendikten sonra, çoğul sigasıyla bir emir getirilmemiştir. Bundan önce müfret emir sigası getirilmiştir.

Bir topluluğun başkanına “yarın buraya gel, siz yerinizden ayrılmayın” denebilir. Başkana müfret hitap edersin, topluluğa “siz” dersin. Kur’an’da eğer “siz” ve “sen” emir sigaları birlikte zikrediliyorsa muhatabın biri başkanlardır, diğeri de topluluktur. O halde burada önce başkana küfredenlere söyle emri verilmiştir. Her kafadan ses çıkmaz, başkan söyler, böylece hepsi söylemiş olur.

“Onlar” ahd için olabilir. O takdirde daha çok sözü geçen kimselerdir. Onların adlarının geçmiş olması gerekmez. Onlar derken küfretmiş kimseler kastedilmiştir.

Bugün için bunlar ABD’de Rockfeller’in başını çektiği tekel sermayedir. Bunların ne gibi tuzaklar kurmakta olduğunu öğrenmek isterseniz, “Gizli Dünya Devleti” kitabını okuyunuz. İşte buradaki “onlar” o teşkilattır.

Bunlar insanları gruplandırmışlardır.

Birinci grup yönetilen halktır, dört kademesi vardır: a) Halk, b) İyi insanlar, c) Destekledikleri dernek üyeleri, d) Aracı sınıfa aday olanların toplandığı kurulların üyeleri.

İkinci grup orta sınıftır, aracı gruptur. Kendileri halkla temas etmezler. Aracı gruplar kullanırlar. İstedikleri onlara bildirilir. Aracılar faaliyet gösterir. Herhangi bir aksama olursa kendileri değil aracılar zarar görür. Bunlar beş kademedir:

a) Ülkeler bazında yerel uygulama yapan mason locaları. Bunların içinde Yahudilerin olması şart değildir. Genellikle tenezzül etmezler. Bu locanın merkezi Almanya’dır.

b) Yahudilerin ve diğer dinden masonların da katıldığı localardır. Kararlar buralarda alınır. Merkezi İngiltere’dir. Kapitalizmi temsil ederler. Cephe oluştururlar. Dindardırlar.

c) Kapitalizme karşı sosyalizmi temsil eden ve savunan solcu masonlardır. Bunların merkezi Rusya’dır. Din düşmanıdırlar.

d) Bu iki çatışan grubu uzaktan yöneten büyük masonlardır. Merkezi Fransa’dır. Laiktirler. Dine karşı da değiller, dindar da değiller, dinleri dışlarlar.

e) Zamanla masonlar ülkelerindeki etkilerini kaybettiler. Merkeze karşı da kafa tutmaya başladılar. Üst kulüpler icat edildi. Bunların sayıları azdır. Tüm halkla doğrudan temas kurma çabasındadırlar. Bu localarda Yahudiler hâkim olmaya başlar.

Üçüncü kademe ise saf Yahudilerden oluşur. Eskiden merkezleri İngiltere idi. Bunun için Fransız locasına şark locası demiştirler. Şimdi Amerika’dadırlar. 300 aileden oluşmakta iseler de sayıları gittikçe azalmaktadır, hâlen 200 aile vardır. Bunlar 33 kişilik yönetim kurulunu oluşturuyor. Sonra 13 kişilik yöneticiler vardır. En sonunda 3 kişilik başkanlık komitesi bulunmaktadır. Bunlar Tevrat’ın emirlerini Allah adına icra ederler.

“Hum” zamiri işte bunlara gönderilmektedir.

Bunlar Mekke müşrikleri gibi asırlarca dünyayı yönettiler. Onlar Arabistan’da, bunlar da dünyada birlik kurdular ve uygarlığı getirdiler. Şimdi ise görevleri sona erdi, Mekke müşrikleri gibi sonlarına süratle gitmektedirler.

Emrolunan kimseler kimlerdir?

Şimdi Mekke devrinde olduğumuz için bize savaş henüz meşru değildir. Biz “Adil  Düzen Çalışmasını” tamamlar, ekonomik olarak örnekler verirsek, yüz dairelik örnekleri gösterirsek; işte o zaman onlar bize saldırılarsa biz de savaşırız.

Hıristiyanlıkta savaş meşru değildir. Çünkü insanlık yarım bin yıl Mekke dönemini yaşadı. Hıristiyanlık yeni düzen getirmemişti. Tevrat yaşlanmış ve tarih olmuştu ama insanlığa yeni şeriat gelmemişti. Hazreti İsa İncil’de havarilere diyor ki; Artık ben aranızdan ayrılacağım, çünkü benim görevim bitti, ben barışçı bir resulüm. Ama insanlık barışla yola gelmeyebilir. Benden sonra beni gönderen, birini size gönderecek, o şeriatı getirecek ve savaş onun için meşru olacaktır.

İşte, Kur’an gelmiş ve insanlığa yeni düzeni sunmuştur. Böylece galibiyet onların olmuştur. Artık peygamber gelmeyecektir ama günümüzün havarileri vardır. Onlar da sizlersiniz. Siz ne zaman ilmen ve fiilen “ADİL DÜZEN”i ortaya koyarsanız, işte o zaman savaşa izin verilecektir. O halde buradaki emir bize değil, bizden sonra gelecek nesle aittir. Ömrümüz vefa ederse kimimiz onların içinde yaşamaya devam etmiş olacağız.

Bize de emirdir. Şöyle ki, o savaşa hazırlanmalıyız. Buna göre eğitim almalıyız. Buna göre ikmalimizi yapmalıyız. Mü’min insanlarla müslim insanları ayıracak sistemler geliştirmeliyiz. Hem dünyayı hem âhireti isteyenlerden sadece maddi destek almalıyız. Ama mallarını ve canlarını “Adil Düzen” için veren kimselerle bir olmalıyız. Yüz dairelik apartmanlarda bunlar yönetici olmalıdır. Bunlar askere gitmeli ve savaş eğitimi almalıdır. Arzuları böyle olmalıdır. Bedelli askerliği asla kabul etmemelidirler. Bu memleketin III. bin yılın Hicaz’ı olduğunu bilmeliyiz. İşte bu tür savaş hazırlığı hükümlerine biz de muhatabız ve mükellefiz. Fiilen savaşa mezun değiliz.

Savaşta şeriat/hukuk hükümleri değil savaş kuralları uygulanır. Düşmanı yenecek araçları kullanma meşrudur ama savaşa ancak hakemlerin kararları ile gidilebilir. Kararın illeti olan olay bitince de savaş durur.

Acaba savaş hangi şartlarda meşrudur?

Kur’an burada işte bunun için iki sebebin bir arada olması şartını getirmektedir. “Ve” harfi ile bağlamaktadır. Tek başına biri savaş sebebi olamaz.

Nedir bu iki sebep?

a) Fitne kalkacak ve kalmayacaktır. Fitnenin kalkması demek o ülkede yargının bulunması ve yargı kararlarının infaz edilmesidir. Aksi halde derhal o ülke terk edilir. Hicret edilir. Dışarıda düzenli ordu oluşturulur ve fitnenin ortadan kaldırılması için savaş yapılır. Orada zulüm var ama devlet duruma hâkimdir. Siyasi güç oluşmuşsa o ülke ile savaşılmaz. Oradakilerin hicret etmelerine imkân sağlanır.

b) İkinci sebep ise baskıdır. Silah zoru ile düzen oluşmuştur. Yargı üstünlüğü yoktur. Yöneticilerin korkusu ile düzen sağlanmaktadır. Yani düzen topluluk için değil de yöneticiler içindir. Bu takdirde savaş meşru olur. Yine çözüm o ülkeden göç etmedir. Göçe izin vermiyorsa yani çıkış serbest değilse o zaman savaş meşru ve memurun bih olur. Dışarıya çıkmaya izin veriyorsa o zaman savaş meşru olmaz.

Bu ilkeden dolayı ülkeler üçe ayrılmaktadır.

a) Daru’l-harb: askeri düzenin olduğu ülkedir. Dışarıya çıkma izni de yoksa o ülke ile savaş meşrudur. Memurun bihdir.

b) Daru’l-islâm: hakemlerden oluşmuş adil yargı sistemi varsa orası daru’l-islâmdır. Daru’l-islâmda giriş ve çıkış serbesttir. Vize ve gümrük yoktur. Devletler ve iller uygulayamaz. Bucaklar kendi bucakları için bir bucak sakininin izin vermesi şartını getirirler.

c) Bir de daru’l-terk vardır. Çıkışlara izin veriyor ama kendi ülkesinde adil yargı sistemini kurmamışsa bu ülkeyi kendi hâline bırakırız. Devlet çapında ilişkiler kurmayız. Halka da oraya gittikleri takdirde koruyamayacağımızı bildiririz. İşte bunlara da savaş meşru değildir.

Daru’l-islâm saldırıya uğrarsa orasını savunmak bize farzdır. Daru’l-islâm hakemlere razı olduğu için hiçbir zaman onlarla savaşılmaz. Daru’l-terk ile savaşmayız ama saldırıya uğradıkları zaman da korumayız.

Biz bu hükümleri nerden çıkardık?

Burada “ev/veya” denmeyip “ve” denmesinden çıkardık. Bizim yorumlamamıza usulü fıkhı bilenler ancak tevil ederek itiraz edebilirler.  Ehli Sünnet, hattâ Şiiler tevil ancak usul içinde yapılabilir görüşündedirler.

وَقَاتِلُوهُمْ

(Va QAvTiLuHuM)

“Ve onlarla kıtal ediniz.”

Burada “onları katlediniz” denmiyor, “onlarla kıtal ediniz” deniyor. Yani onlar savaşıyorlarsa savaşırsınız. Onlar savaşmıyorlarsa savaş meşru değildir. Teslim olan bir ülke ile hangi şartlar olursa olsun savaşılmaz. İşledikleri suç varsa yargı kararı ile ceza verilir. Savaş yapılmaz. Bu sebepledir ki harp esirleri öldürülemez. Öldürme ancak savaş esnasında vuruşurken olmaktadır. Harp ile kıtal arasında bu fark vardır. Kıtal kanın aktığı hallerdir ve kanın aktığı yerdir. Harp ise hukuk düzeni yerine askeri düzenin geçerli olduğu durumlar ve alanların hâlidir.

Bugün Adil Düzen Çalışanlarına kıtal yapma izni verilmemiştir.

Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi ve esas sebep; biz onlara “Adil Düzen”i daha ulaştıramamış bulunuyoruz.  Göstererek işte “Adil Düzen” budur diyemedik. Onların buna karşı tavırları ne olacak bilinmemektedir. Dolayısıyla onlar ne kadar zulüm eder olurlarsa olsunlar bizim onlarla mukatele etme yetkimiz yoktur. Bugün iyi kötü bir güvenlik vardır, düzen vardır. Fitne tam devrede değildir. Sadece dinin küllisi Allah’ın olmamaktadır. Yani demokrasi yoktur. Yukarıda izah ettiğimiz “ve” harfinden dolayı kıtal meşru değildir. İkisi birden olmalıdır.

İkinci sebep ise; bizim onlarla savaşma gücümüz yoktur. Yani bugün güven de ortadan kalksa, anarşi de hâkim olsa ancak bugünkü devletimiz onlarla savaşabilir, biz onların yanında yer alabiliriz.  Yoksa “Adil Düzen”e karşı olanlarla savaşmamız meşru olmaz, çünkü o gücü henüz Allah bize vermemiştir. İzin verdiği zaman bu “kâtilû” emrine muhatap olabiliriz.

حَتَّى

(XatTAy)

“Hattâ.”

Hattâ” harfi cerdir. Harfi cerlerin temeli olarak başlangıç ve bitiş noktalarını gösterirler, mef’ullerle beraber gelip isim yaparlar.

Mef’ulün Minh: Başlama yer veya zamanını gösterir. Başlangıcın fiile etkisi yoktur. Fiilin de ona etkisi yoktur.

Mef’ulün İleyh: Fiilin bittiği yeri gösterir. Bunun da min gibi fiile etkisi yoktur, fiilden etkilenmez.

Mef’ulün Bih: Fiilin başlangıcını gösterir. Başlangıcın fiile etkisi vardır. Başlangıç fiilin sebebi olmaktadır.

Mef’ulün Leh: “İlâ” gibi bitişi gösterir. Fiile etkisi vardır. Fiil o amaçla yapılmıştır.

Mef’ulün Anh: Fiilin başlangıcını gösterir. Fiilin başlangıca etkisi vardır. Başlangıç üzerinde fiilin etkisi vardır. Oradan kopmayı ifade eder.

Mef’ulün Aleyh: Fiilin bitişini ifade eder. Fiilin bitiş yer veya zamanına etkisi vardır. Onda değişiklik yapar.

Mef’ulün Fih: Fiilin başlangıç ve bitişini içerir yani her iki tarafını içine alır. Karşılıklı etkileşim yoktur.

Böylece 7 harfi cer ile mef’ul sigası isme dönüşmektedir. Bunu tamamlayan bir kelime vardır, o da “Hattâ” kelimesidir. “Hattâ” kelimesi “Fî”ye benzer ama “Li” manâsı da vardır. Son cüzü ifade eder. “İla”da son fiilin içinde olmadığı halde “Hattâ”da fiil sonunu da kaplar. “Ekeltü’s-semeke ilâ e’r-re’si” dediğinizde başı yememiş olursunuz. Oysa “Hattâ re’si” derseniz balığın başını da yemiş olursunuz.

“Hattâ” ile mef’ul isme dönüşmez. Mef’ulün Hattâ yoktur. Diğer harficerlerde de durum böyledir. Mef’ulün Ke olmaz.

Fitne kalmayıncaya ve düzen topluluğun oluncaya kadar savaşın emri vardır. Bize oraya kadar savaşma emri verilmiştir.

Savaşın başlaması için iki sebebin bir arada olması gerekir. Biri fitne olacak, diğeri antidemokratik düzen olacaktır. Savaşın bitmesi için bu iki şartın da devam etmesi gerekmez. Biri sona erse bile biz savaşa ikincisinin de gerçekleşmesine kadar devam ederiz. Bu devamı işte bu “Hattâ”dan öğreniyoruz. “Hattâ” da son fiile dâhildir.

Savaş başka âyetlerle haram kılındığı için bu sonuçlar elde edildikten sonra artık savaşa devam edemeyiz. Buna bu âyet değil de diğer âyetler delâlet eder. Savaşmaya sonuna kadar devam etmemiz ise bu âyetin emri ile olmaktadır.

لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ

(LAv TaKUvNa FıTNaTun)

“Fitne kalmasın.”

Fitne kalmayıncaya kadar savaşın.

İki çeşit düzen vardır. Kurallı düzene “hukuk düzeni” diyoruz. Bu kural merkez tarafından konmuşsa ve merkezi kuvvet bu kuralları zorla uygulatıyorsa yani askeri de olsa düzen varsa, burada düzen vardır, fitne yoktur. Düzen zulüm düzenidir ama düzen vardır.

İşte, düzen zulüm düzeni de olsa “düzen” varsa orada savaş meşru değildir. Zulüm düzeninden kurtulmak isteyenler oradan “hicret” ederler. Zulüm düzeni vardır diye savaş meşru olmaz. “Seyyieyi en iyi bir şekilde def et” âyeti bize bunu emreder. Eğer zulüm düzeninden ayrılıp hicret etmeye de izin vermezlerse o zaman savaş meşru olmuş olur.

Güvenlik sağlanmışsa, o ülke dışarıya çıkmaya izin vermişse savaş yapılamaz. Çünkü fitne yoktur. Bir devlet güvenliği sağlayamıyorsa o devleti işgal edip güvenliği sağlamak diğer devletlere düşen görevdir. Ne var ki güveni sağlayamadığına hakemler karar vereceklerdir. Günümüzde Suriye’ye savaş açabilmek için hakemlerin kararı gerekir. Birleşmiş Milletler’in kararı yetmez, gerek de yoktur.

وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ

(Va YaKUvNu eldDIyNu KulLuHu Li elLAHı)

“Ve dinin küllisi Allah’ın oluncaya…”

Halk dilinde kelimeler zamanla anlamlarını değiştirirler, hayat onların manâsını değiştirir. “Constantinopol” Osmanlılarda “İstanbul” olmuştur. 1950’den önce İstanbul bir milyon nüfusa sahipti. 1960 yıllarında 2 milyon olmuştur. Bugün 15 milyondur. O zaman İstanbul köprülerinden hiçbirisi yoktu. O günkü İstanbul ile bugünkü İstanbul farklıdır ama yine de İstanbul o İstanbul’dur.

Kur’an’da geçen kelimeler de zamanla manâlarını kaybederler, değişirler. Kur’an’ın diğer kitaplardan farkı, Kur’an’ın dili tesbit edilmiştir, nâzil olduğu zamanın Arapçası bugün lügat ve kuralları ile mevcuttur. Bu durum dünyada hiçbir dile ve kitaba nasip olmamıştır.

Mustafa Kemal’in “Nutuk” kitabını yazdığı tarihteki Türkçeyi kimse bugün konuşmuyor, o dilin lügati ve grameri de elde mevcut değildir.

Kur’an’ın bu imtiyazı onun ilâhi söz olduğuna yeterli delildir.

Halkın en çok tahrif ettiği iki kelime vardır; İSLÂM ve DİN. “ALLAH’IN İNDİNDE DİN İSLÂMDIR” sözünü söylerken, insanlar “Allah’ın indinde inanç Muhammediliktir” şeklinde anlamaktadırlar. Oysa bu âyeti bu şekilde anlamaya ihtimal yoktur.

“DİN” bugün takva anlamında “inanış” ve “yakarış” olarak anlaşılmaktadır. Oysa onlar “iman” ve zikir”dir. “DİN” “düzen” demektir yani topluluğun tâbi olduğu ve yargı tarafından denetlenen kurallar mecmuasıdır, sistemdir, düzendir.

“İSLÂM” ise kelime manâsı olarak barıştır; ilâhi kitaplarda ise şeriat düzenidir, barış düzenidir, zorlamanın olmadığı düzendir. Herkesin kendi gönül rızası ile uyduğu düzendir. “Dinde zorlama yoktur” deyince, “inanışta ve zikirde zorlama yoktur” şeklinde anlıyorlar; oysa “düzende zorlama yoktur” anlamındadır.

“Düzende zorlama yoktur” ifadesinin böyle anlaşılmamasının sebebi “İSLÂM DÜZENİ”nin bilinmemesinden ileri gelmektedir. Bir örnekle açıklayalım. Bir adam hırsızlık yapsa aleyhine dava açılır, soruşturma yapılır; tutuklanmaz, karakola götürülmez. Soruşturmacılar dışarıdan soruşturma yaparak dört soruşturmacı ayrı ayrı soruşturur, dördü de belli miktardan fazla şeyi gizli aldığını tesbit eder ve mahkemede beyan ederlerse mahkeme hırsızın kolunun kesilmesine karar verir.

Hırsız bu karara zorlanmadan gelir, kolunu kütüğe koyar, cellât da vurur satırı ve elini keser. Burada zorlama yoktur. Hırsızın kendisi gelir ve teslim olur. Kolsuz kalan bu zat topluluktaki bütün saygınlığını kazanır. Çünkü cezasını kendi rızası ile kabul etti ve çekti. Artık suçu kalmadı. Bu kişi pekâlâ devlet başkanı olabilir, hâkim olabilir, vali olabilir, müçtehit olabilir, profesör olabilir.

Eğer kolunun kesilmesine karar verildiği halde kişi davete icabet etmez ve gelip kolunu satırın altına koymazsa, bu kişi zorla yakalanmaz, sürüklenip getirilmez, zorla kolu kesilmez. İşte “dinde zorlama yoktur” ifadesinin anlamı budur.

Peki, ne yapılır?

Bu kişi önce mahkemeye verilerek hukuka saygısız olduğu için düzenden çıkarılır yani din/düzen dışı yapılır. Kur’an buna “lanetleme” diyor. Düzene saygısı olmadığı için düzen dışı bırakılır yani dinden/düzenden tard edilir, artık din/düzen onu korumaz. Dinin/düzenin dışına çıktığı için orada zorlama vardır. Kısas hükümleri uygulanır. Biz onu öldürmeyiz, hırsızı devlet kuvvetleri öldürmez ama o kişi artık mahkemelere gidemez, haklarını koruyamaz, malları devlet tarafından korunmaz, biri onu öldürse öldüren aleyhinde dava açılamaz.

“Dinde zorlama yoktur, din İslâm dinidir” açıklamalarından sonra buradaki âyete geldiğimizde, “düzen topluluk için oluncaya kadar savaşın” denmektedir. Yani demokrasi oluncaya kadar, topluluğu kişinin mülkü hâlinden kurtarıncaya kadar savaşın demek olur. “Fitne kalkıncaya kadar” demek, “güvenlik sağlanıncaya kadar, düzen topluluğun oluncaya kadar” demek de, “demokrasi gelinceye kadar, İslâm düzeni oluşuncaya kadar” demektir.

Tekrar edelim ki savaşa başlamak için iki şartın bir arada olması gerekir; güvenlik gitmeli ve demokrasi de kalkmalıdır. Yani halkın orasını terk etmesine (yani hicret etmesine) mâni olunmamalıdır. Demokrasiyi biz “hicret demokrasisi” olarak anladığımızdan dolayı, hicretin serbest olduğu yerde demokrasi vardır demektir. O halde fitne olacak, güven kalkacak, bir de hicret yasak olacak. İşte öyle bir yere karşı savaşmak ve onları kurtarmak mü’minlerin yani Adil Düzen Çalışanlarının görevidir.

Savaş başladıktan sonra ikisinden birinin gitmesi savaşın sona erdirilmesine yeterli değildir. “Dinin küllisi” ifadesi bize bunu emreder. Düzenin küllisi topluluğa ait olacaktır. Kralların, diktatörlerin düzende herhangi meşru bir payları yoktur. Krallık yok, saltanat yok, merkezi yönetim yok, hâkimlik sistemi yoktur; hakemlerin güvencesinde “yerinden yönetim sistemi” vardır. Bunların müeyyidesi önce hicrettir, sonra savaştır.

Marife kelimenin küllisi onun bütünüdür. “Elmanın tamamını yedim” derseniz küllü kelimesini marife kelimeye izafe edersiniz, nekreye izafe ederseniz o da türünü ifade eder. Hepsi anlamına gelir. Burada “din” kelimesi marife gelmiştir. Dolayısıyla dinin/düzenin tamamı yani bütünü topluluğun olmalıdır. Meşruti yönetimler kabul edilemez. Ekseriyet sistemi kabul edilemez. Çünkü oradaki düzen kralların veya ekseriyetindir. Düzende ortak kabul edilemez.

İşte, Allah’a şirk koşmak demek, yönetimde demokrasi (halk yönetimi) dışında halkın üstünde bir güç kabul etmektir. Halkın üstünde bir güç vardır, o da âlemlerin rabbi olan Allah’tır. O’nu da yeryüzünde hakemlerden oluşan bağımsız yargı temsil eder.

فَإِنِ انْتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (39)

(Fa EiN iNTaHaV FaEinNa elLAvHa Bi MAv TaGMaLUvNa BaÖIyRun)

“Nihayet verirlerse Allah amel ettiklerine basirdir.”

Savaş ne için yapılacaktır?

Fitne olmayacak, güvenlik gelecektir. Sonra da dinin/düzenin küllisi Allah’ın olacak, demokrasi olacak, hakemlerin güvencesinde yerinden yönetim olacaktır. Bu gerçekleştikten sonra artık hükümler düzene ait hükümler olur. Artık “askeri düzen kuralları” değil de “hukuk düzeni kuralları” uygulanır. Geçmişte ataların yaptıkları işlerin hesabı çocuklarından sorulmadığı gibi; kişiler tarafından yapılan fiillerin hesabı da topluluktan sorulmaz.

Hiç unutmamamız gereken hukuk düzeni ile askeri düzenin farklı olmasıdır.

Savaşta askeri düzen, barışta hukuk düzeni uygulanır.

1- Hukuk düzeninde üstlere değil kurallara uyulur.

2- Hukuk düzeninde sorumluluk ortak değil şahsidir.

3- Hukuk düzeninde sorumluluk sonuçlardan değil davranışlardandır.

4- Hukuk düzeninde kuvvetli haklı değil haklı olan kuvvetli hâle getirilir.

Savaşta sorumluluk ortaktır. Birinin işlediği suç hepsinin işlediği suç olarak kabul edilir ve toptan ceza verilir. Hukuk düzeninde ise herkese ancak kendi yaptığının cezası verilir. Bu sebepledir ki savaş sona erince artık savaşta yapılanlar sorgulanmaz.

Kişi savaşta askeri kurallara uymuş ve bir fiil işlemişse, bundan başkomutan sorumludur. Askeri kurallara uymamış, bir de hukuk düzeninde suç olan fiili işlemişse, o zaman şahsi hareket ettiği için savaştan sonra da muhakeme edilip mahkûm edilebilir.

Bundan sonra yapacakları ve yaptıkları da hukukun denetimi içindedir.

Allah yeryüzünde iki şekilde hükümranlıklarını sürdürmektedir. Biri; topluluk O’nun halifesi olmakta, oradakilerin her biri içtihat ve icmalara uyarak hareket etmektir. Bunun yanında içtihat ve icmalara uymayanlar hakemler kararı ile cezalandırılmaktadır. İşte Allah’ın halifeleri tarafından temsil edildiği zaman eğer içtihat ve icmalarla temsil ediliyor, sonra hakemlerle temsil ediliyorsa, o zaman Allah izhar edilir.

İşte, Kur’an’ın tefsirinde harfi cerlere manâ vermek, atıflara manâ vermek, marife ve nekreyi değerlendirmek, zamirlerin merciilerini bulmanın yanında müşterek kelimelerin yerinde hangi manâsının geldiğini bulma işi de tefsirdir. Bu bir doktora çalışmasıdır. “Allah” kelimesi Kur’an’da nerelerde tekrar edilmiştir ve bu tekrardan dolayı ne gibi değişik manâlar almalıdır. Müçtehit Yetişme Merkezi’nde herkese Kur’an’dan böyle bir soru vereceğiz, onu çözdüğü zaman usulü öğrenmiş olacaktır, çünkü bu sayede onda yorumlama melekesi gelişecektir.

فَإِنِ انْتَهَوْا

(Fa EiN iNTaHaV)

“İntiha ederlerse.”

Galip gelirseniz denmemektedir. İntiha ederlerse demektetir. Tamam, savaş esnasında fitneye son vereceklerini ve demokrasiyi kabul edeceklerini bildirdilerse demektir.

Fa” harfi kıtali yakın etmektedir. Barış istemeleri savaşın bitmesi için yeterlidir. Size güvenilmez deyip bunu bahane ederek savaşa devam edilemez. Fitne sona erecek ve demokrasi gelecektir. Bu da galip gelen komutan tarafından düzenlenir. Onlarla müzakere eder. Son kararları komutan alır. Karşı tarafın her zaman hakemlere gitme yetkisi vardır.

İntiha” iftial bâbında gelmiştir. Biz savaşırken onlardan daima güvenlik ve demokrasi talebinde bulunacak, bunun için savaşmaya devam edeceğiz. Kabul ettikleri zaman da barış müzakerelerine girmemiz gerekmektedir. Yani bizim savaşı nihayetlendirme talebimizi kabul ederlerse demektir.

İslâmiyet’te savaş sadece barış için meşrudur. Ganimet için savaş meşru olmadığı gibi intikam savaşı da yoktur. Yapılan haksızlıklar hakemler kararı ile kısas ve diyet ilkeleri içinde giderilir. Hakem kararlarına uymama dahi savaş sebebi değildir. Mâli kısımlar için müeyyide borçlanma ehliyetinin kaybolmasıdır.  Kısasa uymazlarsa o zaman savaş meşru olur.

Gelecekte savaş esirleri ne olacaktır?

Yüz lojmanlı işyerlerine yerleşecek olan savaşta galip gelenler kendilerine düşen esirleri yanlarına alacaklar, köleler de sahiplerinin katında oturacaklardır.

Köleler için üç durum vardır.

1) Köleler ailenin ev hizmetlerinde istihdam edilir. O zaman bunlara ayrı lojman verilmez.

2) Köleler işyerinde çalıştırılır ama hesapları sahiplerine ait olur. O zaman kendilerine bir lojman tahsis edilir.

3) İşyerinde çalışırlar, sahiplerine ürettiklerinden bir pay verirler. Bunlara da lojman verilir.

4) Bu paylarla köleler azad olurlar.

Bunun dışında esirler köle hâline getirilmezler. Kendilerine yüz lojmanlı apartman teslim edilir. Onlardan sabit kira alınır. Askerliğe karşılık bedel alınır. Bunlar özgür olup apartmanı terk edebilirler. Bunlar da askere alınabilirler.

Gelecek şeriat düzeni hakemliğe, yerinden yönetime ve yüz lojmanlı işyerlerine dayanarak çözülecektir. Bunların üçünü de bir kooperatif rahatlıkla halleder. Orduların teşkili ve savaşın yapılması işi ise çok sonraları ele alınacak iştir. Adil Düzen Partisi kurulur, millî uzlaşma sağlar ve anayasanın değişmesini gerçekleştirir. O zaman insanlık çapında makroda “Adil Düzen” gelir. Önce mikroda “Adil Düzen” gelecek, sonra makroda “Adil Düzen” oluşacaktır. Hakkı üstün tutanların inkılâbı böyledir.

Kuvveti üstün tutanlar ise merkezden taşrayı zorlayarak inkılâp yaparlar. Bu da başarısız olur. Fransız İhtilâli, Sovyetler, CHP yönetimi bunların örnekleridir.

فَإِنَّ اللَّهَ

(FaEinNa elLAvHa) 

“Allah”

Burada “Fa” “İn”in cevap fâsıdır. “İn”in cevabı “Fe” ile de gelir “Fe”siz de gelir. “Fe”siz gelirse bir defaya mahsus şart ve cevap olur. “Fe” ile gelirse kural olarak şart ve cevap olur.

“Çarşamba gelirsen sana ikram ederim” dediğimiz zaman, “Fe”siz söylersek sadece o çarşamba kastedilmiş olur, “Fe” ile gelirse her çarşamba kastedilmiş olur.

Burada “Fe” ile cevaplandırılmıştır.

Demek ki her intihada aynı hüküm vardır. Savaştığımızda onlara sürekli barış teklifinde bulunmalıyız. İntiha ettiklerinde savaşı durdurmalıyız.

Allah” kelimesi burada iade edilmiştir. Birincide Allah’ı temsil eden topluluk yasama ve yürütme organlarıdır. Burada ise Allah’ı temsil eden yargıdır. Çünkü teslim olduktan sonra artık hükümler yargıya göre çözülür veya yargı denetimindedir. “Allah” kelimesi burada bunun için izhar edilmiştir.

بِمَا يَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (39)

(Bi MAv YaGMaLUvNa BaÖIyRun)

“Amel edeceklerine basirdir.”

Yani bundan sonra artık onlar yargının denetimindedir. Hukuk düzeni içindedirler. Savaş güvenlik demokrasisi için vardır. Bunlar olduktan sonra savaş hükümleri geçersizdir.

Basiyrun” kelimesinin nekre olmasından bunun âlemlerin rabbi Allah değil de o’nun halifesi olan topluluk anlaşılmalıdır.

“Amilû” olarak değil de “Ya’melûna” olarak getirmiş olması, geçmişi değil geleceği göz önüne alınmalıdır. Hükümler gelecekte olacaklarla ilgilidir.

Diyet ve tazminat mağdurun lehinedir, hakkıdır ama cezada mağdurun bir çıkarı yoktur. Dolayısıyla ceza sadece caydırıcılık içindir. Yani bir daha başkaları yapmasın diye ceza konmuştur. Batı hukuku da diyeti tazminat olarak kabul ediyor. Ne var ki olaylara has bir miktar olarak belirliyor. Kur’an ise ceza anlamında yorumladığı için herkes için eşit kabul etmiştir. Af yetkisi verilmiş ve affetmediği takdirde tazminat talebi kabul edilmediği için denge kurulmuştur.

Araba sürerken karşınıza birtakım virajlar çıkar, engeller çıkar, siz eğer bunlara göre direksiyon kullanırsanız sağlıklı sürücülük yaparsınız, yoksa bariyere çarpar parçalanırsınız. Toplulukta da hep böyle dengeli gitmek gerekir. Kişi mağdur edilmemeli ama topluluğun da düzeni sağlanmalıdır, çıkar beraberliği sağlanmalıdır.

Basiyr” kelimesi şehadet müessesesine işaret eder.

Yargılamanın iki yanı vardır. Biri olayların tesbitidir. Faile ceza vermemiz için önce olayların soruşturmacılar tarafından tesbit edilmesi gerekir. İşte bu Allah’ın basîr sıfatı ile tecellisidir. Sonra o fiilin cezasını bulup ona göre mahkûm etmek gerekir. Bu da hakîm sıfatı ile tecellisidir. “Allah amel ettiklerini bilir” demiyor, “basîrdir” diyor. Hâkimler kendi bilgileri ile suçluyu mahkûm edemezler.

 

وَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَوْلَاكُمْ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ (40)

(Va EiN TaValLAv FaGLaMUv EanNa elLAHa MaVLAvKUM NiMa eLMaVLAv Va NiGMa eLNaÖIyRu)

“Eğer tevelli ederlerse bilin ki Allah sizin mevlanızdır. Ne iyi mevladır ve ne iyi yardımcıdır.”

Demek ki savaş devam ederken daima karşı tarafa savaşı bitirelim teklifinde bulunacağız. Bunun için tek şartımız güvenliğin gelmesi ve demokrasinin oluşmasıdır. Bunun tek güvencesi hakemlerden oluşan yargının kabul edilmesidir. Hakemliği kabul eden kim olursa olsun artık onunla savaş asla meşru değildir. Hakem kararlarına uymayanlara karşı savaş meşru olmuş olur.

Burada “tevelli etme” tabiri kullanılmaktadır. “Tevliye” dayanışmaya girmek demektir, vali tayin etmek demektir yahut valiyi seçmek demektir. “Tevelli” ise tefe’ul bâbıdır. Sırtını çevirmek ve önerileri reddetmek demek yani savaşa devam etmek demektir.

Savaşa devam edenlere teslimiyet yoktur. Mü’minler yeter güce sahip olmadıkları zaman savaşa girmezler ama savaşa girdikten sonra artık geri dönmek, teslim olmak yoktur. Ölünür yahut savaş kazanılır. Mustafa Kemal’in meşhur sözü vardır; ya istiklâl ya ölüm. Savaş düello gibidir. Savaşa giren mü’min tarafı mutlaka galip gelir yahut yok olup gider. Son ferdine kadar savaşır. Düşman bunu bilirse savaşa girmez yahut teslim olur. Çünkü biz teslim olmayız ama teslim olanlara karşı savaşımızı hemen durdururuz.

Teslim olma demek anarşiyi kabul etme, teslim olma demek zulüm düzenini kabul etme demektir.

İşte burada Allah bir gaybı haber vermektedir. Eğer siz fitnenin olmaması ve dinin/düzenin Allah için olması amacıyla savaşıyorsanız biliniz ki galip geleceksiniz.

Cevap yine “Fe” harfi ile getirilmiş ve bilmemizi istemiştir. Allah “laalle” dememiştir; “Bilin” demiştir. “Enne” ile tekid etmiştir.

Evet, hiçbir tereddüdüm ve şüphem yoktur ki Adil Düzen savaşanları galip geleceklerdir. Kapitalizmin ve sosyalizmin gücü Adil Düzen Çalışanlarını yenecek güçte değildir.

Bir şey hatırlatmak isteriz. Yolsuzlukla itham edilen Rockfeller’lerden biri mahkemede zengin olup olmadığı sorusuna muhatap olmuş, şöyle cevap vermiştir:

“Evet, zenginim ama servetime hâkim değilim!”

Yani onların da sonsuz gücünün olduğunu sanmayınız. Servet onların adınadır ama o serveti bir kadro yönetmektedir, servetin asıl sahibi o kadrodur, onun sadece adı vardır.

“Adil Düzen” ile savaşanlar mağlup olacaklardır. Çünkü “Adil Düzen” fitnenin kalkmasını ve demokrasinin, yerinden yönetimin, içtihat ve icma sisteminin gelmesini istemektedir.

Bizim sorunumuz “Adil Düzen”i bilemeyişimiz ve uygulayamayışımız sorunudur. Onun dışında sorunumuz yoktur. Savaşırlarsa her zaman biz galip geleceğiz.

Çünkü Mevla’mız Allah’tır.

Allah’tan daha güçlü kimse var mıdır?

Allah’a karşı çıkacak kimse var mıdır?

Galip gelecek biz değiliz ki; biz katletmiyoruz ki; biz atış yapmıyoruz ki; Allah bizim ellerimizle o işleri yapıyor, galip gelecek olan da elbette O’dur.

Bize kıtal emrini verdi, yardım edeceğini de vaat ediyor.

O halde tereddüdümüz nedir?

Bize “Müçtehit Yetişme Merkezini” kurun dedi. Kıtale böylece hazırlık yapmış olursunuz dedi. Biz bunu nasıl yapacağız demeyeceğiz. Çünkü biz yapmayacağız, O yapacaktır. Biz sadece bize düşen görevi yapacağız, o da çalışmaktır. Ondan ötesi bize ait değildir, ötesi O’na aittir.

“KUR’AN SEMİNERLERİ” derslerini takip etmeyenler bu gerçeği anlayamazlar. Takip etmeyenler korkaktırlar. Onlar mütereddittirler. Karar alamazlar, cesaretle adımlar atamazlar. Cesaretle adım atabilmek için KUR’AN SEMİNERLERİNİ haftada en az bir defa da olsa takip etmelidirler.

Evet, “Adil Düzenci kimdir?” diye soranlara cevap veriyoruz;

“Haftada en az bir defa KUR’AN SEMİNERLERİNİ takip edendir.”

Elbette bizim seminerlerde hata vardır. Bu hataları okuyucular her zaman yorumlarıyla düzeltebilirler. Bu durum benim hayatımla kaim olmayacaktır. Benden sonra da devam edecektir. Daha iyi yorumcular çıkacaktır.

Bu yorumcuların sayısı onlarca olmalıdır yani en az on mezhep oluşmalıdır, değişik yorumlar ortaya çıkmalıdır.

Merkezdekiler yalnız kendi yorumlarını değil, diğer yorumları da takip etmelidir. İşbölümü yapıp herkes bir mezhebi takip etmelidir.

Bu vesile ile burada mezheplere de temas edelim.

Mezhepler vardır ama kendi çağları için vardır. Bugün ise günümüzün mezhepleri oluşacaktır. Yani Sunni Şii mezhebi siyasi olarak, ırki olarak devam edebilir ama fıkhi mezhepler tarih olmuştur. Yeni mezhepler ortaya çıkacaktır. “Müçtehit Yetişme Merkezi” bir mezhep olacaktır. Böyle yirmi kadar mezhep oluşmalıdır. Hepsi “matematik” öğrenecek, hepsi “usul” öğrenecek, hepsi “bir işletmenin sözleşmesini” yapıp uygulayacak, hepsi “muhasebesini” öğrenecek ve takip edecektir.

Şimdi İstanbul Akevler’deki cemaat için söylüyorum. Başkan Lütfi Hocaoğlu’dur. O başkanlık yapar. Bizzat kendisi Adil Düzen işletmesini kurmaz. Onun işletmesi kooperatiftir. Onun dışında hepimiz bir işletmeyi kurmayı hedef edineceğiz. İlmî çalışmalar yapıp proje üreteceğiz. İmkânlar ele geçince uygulama yapacağız.

Mesela, Tayibet Hanım bir Adil Düzen Eczane Projesini yapıp kurmayı planlayacak, Allah imkân verince de hemen ayrılıp eczaneyi kuracaktır. Bunu Leyla Hanım da yapacak, Adil Düzen Sürücü Kursu Projesini hazırlayacaktır. Herkes kendisine bir iş seçecek, önce o işletmenin fıkhını yani projesini yapacak, sonra da imkânlar arayıp bulduğu zaman faaliyete geçecektir. Bu olamaz diye ümitsizlik içinde olmayacaktır. Olacağını ilmedecektir.

وَإِنْ تَوَلَّوْا

Va EiN TaValLAv

“Tevelli ederlerse”

“İ’raz ederlerse” denmiyor, “tevelli ederlerse” deniyor.

“İ’raz etmek” kendi kendine bir şeyden vazgeçmektir.

Tevelli etmek” ise bir teklifi reddedip kabul etmemek anlamındadır.

Yani savaşa devam ederlerse anlamındadır, intihanın tersi olarak söylenmiştir.

Bunun anlamı bizim devamlı olarak barışa hazır olmamızdır.

Sömürü dünyası savaş aleyhinde yaygara yapmakta, ulusları savaştan vazgeçirmeye çalışmakta, kendisi ise atom silahları ile ülkeleri yaşanmaz hâle getirmekte, İslâmiyet’i de savaşçı bir din diye yermektedir. İslâmiyet savaşçı dindir. Savaş memurun bihtir. Ama ne için savaş? Barış için savaş, adalet için savaş, güven için savaş.

فَاعْلَمُوا

(FaGLaMUv)

“İlmediniz.”

“Âminû” demiyor, “İ’lemû” diyor yani delilleri ile biliniz deniyor.

Sermaye niçin mağlup olacaktır?

Bunu biz sadece Kur’an’ın haber vermesi ile bilmemekteyiz, tarihî gelişme ile de bilmekteyiz. Canlıların yaratılmasından beri yapıcı hücrelerle yıkıcı hücreler arasında sürekli savaş vardır. İlk defa canlı yaratıldığı zaman tek hücre idi. Onun dejenerasyonundan yani yozlaşmasından bakteriler meydana geldi. Kromozomlarından virüsler meydana geldi. Virüsler bakterilerden çok daha basit varlıklardır. Ama virüsten bakteri oluşamaz, bakteriden de virüs oluşamaz. Virüs daha kompleks canlı olan bitki veya hayvan hücresinden oluşur. Bakteriler ve virüsler öldürmeyi ve yıkmayı görev olarak aldılar. Savaş milyar yıldır devam ediyor ama zafer yıkıcıların değil yapıcıların olmuştur. Bu sebepledir ki bugün canlının olmadığı kutuplardaki karlar ve buzullar bile yoktur.

İnsan yaratıldı. Hazreti Âdem’in oğlu Kabil ile başlayan fitne devam etmektedir ama buna rağmen insanlık bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Eğer fitne galip gelseydi, düzen çok tanrının düzeni olsaydı, insanlık inkıraz eder giderdi. İnsan bugün Ay’a gidebilmektedir. O halde bugünkü sermaye de mağlup olacak, yerini gelişmiş “Adil Düzen”e bırakacaktır.

Biz “Adil Düzen”i anlatırken sosyal kanunlarla anlatıyoruz. İlimde, dinde, ekonomide ve siyasette “Adil Düzen”in geleceğini tarihî gelişmelerle anlatıyoruz. Her birinin kendi evrimleri içinde nasıl evrimleştiklerini göstererek “Adil Düzen”in nasıl oluştuğunu anlatıyoruz. Sonra ne yapıyoruz? Ekstrapolasyonla (herhangi bir fonksiyonun bilinen bir değerinden hareketle diğer değerlerin bulunması işlemiyle) gelecekte neler olacağını söylüyoruz. Bu hususta çalışma arkadaşlarımız Prof. Dr. Arif Ersoy’un doçentlik tezi vardır, Dr. Süleyman Akdemir’in reddedilen doçentlik tezleri vardır.

Yani…

Biz Akevler olarak “Fa’lemû/ilmediniz” âyetine uyduk.

Evet…

Uyduk da insanlık bugünkü seviyede “Adil Düzen”den haberdar oldu.

Erbakan’ın iki yanı vardır:

- Millî Görüşçü olarak Saadet Partilidir;

-Adil Düzenci olarak Akevlerlidir, Adil Düzen Çalışanıdır.

أَنَّ اللَّهَ مَوْلَاكُمْ

(EanNa elLAHa MaVLAvKuM)

“Allah’ın mevlânız olduğunu”

Mevlâ” “veli” kelimesinin mefal veznidir. Masdarı mimi, ismi zaman ve ismi mekândır. Velayet demek dayanışma demektir, Sırt sırta vermek demektir.

Allah diyor ki; siz Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder.

Burada Allah’ın bizim dayanışma ortağımız olduğunu söylemektedir.

Dayanışma ortaklığı şöyle oluşmaktadır. Biri çıkar ve birisiyle ortaklık anlaşması yapar. Eşitlik içinde yapılan bu dayanışma ortaklığında birine bir tehlike gelirse ikisine gelmiş kabul ederler ve birlikte karşı koyarlar. Burada iki taraf birbirine eşittir. İçlerinden biri sorumluluğu yüklenir ve sorumlu ile dayanışma ortaklığı kuran herkes birbirleriyle dayanışma ortaklığını kurmuş olur. Aslında herkes eşitlik içinde birbirine veli olmuştur ancak sorumlu dayanışma yeri olmuştur yani dayanışma sözleşmesinin yapıldığı yer olmuştur. Bu sebeple ona “Mevla” denmektedir.

İşte, Allah da bizim dayanışma merkezimizdir, dayanışma sorumlumuzdur.

Mü’minler dayanışma ortaklıkları kurarlar. Kuranlar mevlâdırlar. Ama asıl mevlâ onların da birleştikleri âlemlerin rabbi Allah’tır. Kâinat zulüm içinde bırakılmayacaktır. İnsanlık zulüm içinde bırakılmayacaktır. Zalimler helâk olacak ama insanlık kurtulacak, ortalık aydınlanacaktır. Bunu bilmemiz gerekir.

نِعْمَ الْمَوْلَى

(NiMa eLMaVLAv) 

“Ni’me mevladır.”

“En’am” geviş getiren çift tırnaklı hayvanlardır. “Nimet” rahmet gibi insanlığa yapılan iyiliktir. “Rahmet” sosyal iyiliktir. “Nimet” ise ekonomik iyiliktir.

“Ni’me” ile “Rahme” birbirine çok yakın akraba kelimelerdir, “N” ile “R”nin mahreçleri aynıdır, “A” ile “H”nin mahreçleri bitişiktir, “M” harfi ortaktır. Bu konularda bilgi sahibi olmamız için alfabenin mahreçlerini ezberlememiz gerekir.

 

HARFLERİN MAHREÇLERİ

 

UZATMA

SÜREKLİ

SÜREKSİZ

Titrek

Sert

Yumuşak

Sert

Alt Boğaz

 

 

 

 

G

ع

X

ح

H

ه

E

ء

Orta Boğaz

 

 

 

 

Ğ

غ

P

خ

 

 

 

 

Üst Boğaz

 

 

 

 

 

 

 

 

K

ك

Q

ق

Yutak

I

ى

 

 

Y

ي

 

 

 

 

C

ج

Arka Damak

 

 

R

ر

W

ض

Ş

ش

 

 

 

 

Ön Damak

 

 

L

ل

J

ظ

Ö

ص

 

 

O

ط

Diş

A

ا

N

ن

Z

ز

S

س

T

ت

D

د

Diş Ucu

 

 

 

 

Ü

ذ

Ç

ث

 

 

 

 

İç Dudak

U

و

 

 

F

ف

V

و

 

 

 

 

Dış Dudak

 

 

M

م

 

 

 

 

 

 

B

ب

 

Cetvelde “G” ile “X”nin ve “N” ile “R”nin akrabalıkları görülmektedir. “R” ile “N” arasında bir harf varsa da mahreçleri aynı olduğu için “G” ile “X”den daha çok yakındırlar.

“Evet” anlamında “neam” kelimesi de bu kökten gelir.

“Nimet” “filet” vezni üzeredir. Alet ismidir, “T” harfi hazfedilmiştir.

وَنِعْمَ النَّصِيرُ (40)

(Va NiGMa eLNaÖIyRu) 

“Ve ni’me nasirdir.”

Nasır” yardımcı, düşmana karşı yardımcıdır.

Allah bize yardım ediyor. Çünkü iş bizim. Allah bizi yaratmış, bize kişilik vermiş, bizi yaşatmaktadır. Aynı zamanda bize yardım etmektedir.

Bunu ni’me olarak yapmaktadır.

Allah’ın yardımı bizde, Allah’ın velayeti bizde iken bizim mağlup olmamız söz konusu olabilir mi? Eğer mağlup olmuyorsak O’nun yanında yer almamız, imanımızın tam olması gerekmektedir.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2099 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1620 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1337 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1891 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2112 Okunma
6-11.AYET
1624 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2232 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1850 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1643 Okunma
10-19.AYET
1384 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1459 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1590 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2439 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1481 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1646 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1360 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1302 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1589 Okunma
19-41.AYET
2209 Okunma
20-42.AYET
1725 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2791 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2155 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1592 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1434 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2125 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1468 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1390 Okunma
28-60.AYET
1659 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1679 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3614 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2026 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1719 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1561 Okunma
34-72.AYET
1989 Okunma
35-73.AYET
1468 Okunma
36-74.AYET
1466 Okunma
37-75.AYET
1542 Okunma