Enfal Sûresi-14
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللَّهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (29) وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللَّهُ وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ (30) وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ(31)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللَّهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ
(YAvEayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv EiN TatTaQUv elLAvHa YaCGaL LaKuM FuRQAvNan Va YuKafFiR GaNKuM SayYıEAvTiKuM Va YaĞFiR LaKuM)
“Ey iman etmiş olanlar; Allah’a ittika ederseniz sizin için furkan kılar ve seyyielerinizi tekfir eder ve sizi mağfiret eder... ”
Bundan önce Allah ve resule hainlik yapmamamızı ve emanetlere hainlik yapmamamızı emretmişti. Emânât insanlığın güvenini sağlama görevidir. Mal ve evladın sizin yetişmeniz için araç olduğunu beyan etmişti. Ondan önceki âyetlerde de sem’den bahsetmiş ve içtihadı teşri etmişti. Burada bir soruyu cevaplamaktadır.
Kur’an’dan sonra peygamber gelmeyecektir, yeni kitap inmeyecektir. İçtihat ve icmalarla yaşayacağız. Burada biz hata etmez miyiz, biz kendimiz doğru yolu bulacak mıyız? İşte bunun yolunu göstermektedir. Furkanı ca’ledecektir yani hak ile bâtılı ayıracak bir yol gösterecektir. Bu da furkandır. Evet, vahiy yok ama furkan vardır. Bunun için bir şart koymaktadır, o da ittika etmektir. Demek ki ittika edersek Allah bize vahyin yerini tutan furkanı ca’ledecektir. İttika ile seyyielerimiz de tekfir edilecektir yani ittikamız seyyielerin keffareti olacaktır ve mağfiret edilecektir.
Bu beyanın manâsını kavrayabilmemiz için kelimelerin manâlarını ayrı ayrı düşünüp bunları bir araya getirmemiz gerekmektedir.
“İttika” nedir?
İttika şeriat içine girmedir. Nasıl evimize girer kendimizi soğuktan sıcaktan, yılandan çıyandan, kurttan kaplandan korursak; bunun gibi biz şeriat içine girdiğimiz zaman kendimizi dış kötülüklerden korumuş oluruz. Ayrıca o şeriatı da furkan sayesinde biz tedvin ederiz.
“İman” askerlik görevini kabul etmedir.
“İttika” ise o görevlerin gereklerini yapmadır, yapmayı istemedir.
Burada ittika ile iman karşılaştırılmış, bundan dolayı “iman etmiş olanlar” cümlesini tekrar etmiştir. İman kalbîdir, ittika ise fiilîdir. Siz yanlış içtihat yapsanız bile eğer amel ederseniz o yanlışlığı düzeltirsiniz. İçtihadın temeli atılmıştır. İçtihat yapıp amel edeceksiniz. İçtihatta hatanız varsa sonuçlar eksik ve yanlış çıkacaktır. Onun üzerine düşüneceksiniz, nerede hata yaptım diyeceksiniz, hatanızı bulup içtihadınızı düzelteceksiniz. Sonunda hatasız sonuca varacaksınız. Batılılar buna “deneme yanılma metodu” diyorlar. Kur’an’dan sonra vahiy yoktur ama deneme yanılma metodu vardır. İttika ve içtihat peş peşe devam edecek ve hakka ulaşılacaktır.
Deneme yanılma sonunda doğan zararlar ise hak bulunduktan sonra o kadar bereketli sonuç çıkaracaktır ki oradaki zararlar karşılanacaktır. Burada deneme yanılma esnasında ölenlerin üzerimizde kalan hakları da mağfiret edilecektir.
İki türlü hayat vardır.
Biri; başkalarının emrine girmek, o ne söylerse yapmak ve yanılmamak. Kur’an gelinceye kadar bu böyle idi.
Kur’an’dan sonra bir başkasının emrine girdikten sonra yan gelip rahat etmek yoktur. İçtihat yapacak ve ona göre amel edeceksin.
Öğrenmek için sorabilirsin ama ona itaat etmek için soramazsın.
İnsanlığın uygarlaşması için deneme yanılma metodunun kullanılması gerekmektedir. Bu usulü insanlığa ilk defa Kur’an getirmiş, Ebu Hanife uygulamış, Şafii kitabını yazmıştır. Batı dünyası bugünkü uygarlığa veya seviyeye bu sayede ulaşmıştır.
Türklerin içtihadı yasaklamaları ve taklitle yetinmeleri sonucu içtihat müessesesi daha sonra Batı’da yeşermiştir, onlar bu sayede bugünkü seviyeye ulaşmışlardır.
İnsanlık tarihte ilk defa yazıyı bulduğu zaman Hazreti Nuh zamanında hamle yaptı.
Şimdi de bilgisayarla daha büyük hamle yapmaktadır veya yapmıştır. Ulaşım, haberleşme, aydınlanma ve motorize olma sayesinde insanlık tamamen değişmiştir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYu Hav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Uygarlığın tanımını şöyle yapıyoruz: Kişilerin sattıklarının ürettiklerine oranı uygarlıktır. Bunun en büyük sayısı 1’dir ve insanlık ancak 20. Yüzyıl’ın sonunda tam uygarlığa ulaşmıştır. Uygarlaşma Hazreti Nuh ile başlamış ve 20. Yüzyıl’da tamamlanmıştır. Kur’an bunun düzenini 1400 sene önce getirmiş ve tamamladığını ilân etmiştir. Kur’an’ın kâmil bir şekilde uygulanması ancak III. Bin Yıl’da mümkün olacaktır.
İnsanlık tek ümmet olmuştur, ulaşım ve haberleşme yeryüzünü bir köy hâline getirmiştir. Kur’an ancak bundan sonra kemaliyle uygulanabilecektir. Bu da ancak “Dayanışma Ortaklıkları” ile mümkün olmaktadır. Dayanışma Ortaklığı gerçek sosyal sigortadır, aidatsız herkesi kapsayan bir sigorta sistemidir.
“Ey iman etmiş olanlar” demek, ey dayanışma ortaklığını kurmuş olanlar demektir.
Dayanışma Ortaklıkları dört çeşittir.
- Bilgisizlikten doğan zararları ilmî;
- Beceriksizlikten doğan zararları meslekî;
- İhmalden doğan zararları ahlâkî;
- Kasten iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin eder.
Dayanışmanın önemi nerdedir?
Deneme yanılma metodunda zararlar olacaktır. Bu zararlar birileri tarafından karşılanmazsa denemeler devam etmez. Denemede meydana gelen zararlar dayanışma tarafından karşılanır. Deneyen sonuç elde edemeyince kazanamamış ve zamanını kaybetmiş olur. Denemese de o zamanı kaybedeceği için deneme onun için daima kârlıdır, zarar etme ihtimali yoktur ama kazanma ihtimali vardır. Oysa bugün zarar ederim korkusu ile denemeler yapılamamaktadır. “İslâm âlemi neden geridir?” diye soruyorlar. Yaşlandığı için diyoruz. Ama yaşlılık içtihadı terk etmekle ortaya çıkmaktadır. Bunları geçmişi kötülemek için söylemiyoruz, bundan sonrası için yani bundan sonra yapılması gerekenler için söylüyoruz.
إِنْ تَتَّقُوا اللَّهَ
(Ein TatTaQUv elLAvHa)
“Allah’a ittika ederseniz.”
Demek ki ittika etmek için mü’min olmak yetmez; yetseydi “İzâ” gelirdi.
“İman etmek” asker olmaktır. “İttika etmek” ise askerliğin gereği işleri yapmak demektir. İçtihat etmek, hatalı olma ihtimali olsa da içtihat yapmak demektir.
“Vıka” sandık benzeri katı çeperli kapıdır. Kulübe de vıkadır, ev de vıkadır. İttika etmek demek kulübeye girmedir, eve girmedir.
“Allah’a ittika etmek” demek Allah’ın şeriatına girmek demektir.
Bu şeriat nasıl ortaya çıkar?
1- Önce doğa kanunları vardır. Bunlar değişmez. Biz onlardan yararlanır ve yaşarız. Doğa kanunlarından yararlanma ittikadır. Sihir ve büyü gibi şeyler doğa kanunları dışına çıkmadır, onun için haramdır.
2- Sosyal kanunlar da doğa kanunları gibidir. Sosyal kanunların dışına çıkma da fısktır. Sosyal kanunların içinde olma da ittikadır.
Soru/sorun şudur; sosyal kanunları nasıl bileceğiz?
Uygulayacağız, yanılacağız, tekrar uygulayacağız ve sonuçları bulacağız.
Bu araştırmadır.
Bu içtihattır.
Sosyal kanunların dört temel dayanağı vardır.
1) Biri akrabalıktır. Biyolojik kanunların sosyalleşmesidir.
2) Diğeri ise komşuluktur. Komşu olmak onunla şeriat kurallarına girme demektir. Bunun dayandığı esas kısastır. Sana yapılmasını istemediğin şeyi komşuna yapmayacaksın. Bir şey yaparsan aynısının sana yapılmasını kabul edeceksin.
3) Üçüncü kural ise emek kuralıdır. İlk işgal eden işgal ettikçe orada kalma hakkına sahiptir. İşgal ettiği yerde veya bir şeyde emek bırakmışsa emek onun hakkıdır. Diğerlerinin ona saygı göstermesi gerekir.
4) Dördüncü kural ise sözleşme kuralıdır. “İnsan için emeğinden başkası yoktur” temel prensibidir yani insanlar için yalnız emekleri vardır. İnsanlar için buna dayalı olarak yapılan sözleşmeler hukukun ana kaynağıdır.
İşte şeriat yani hukuk böyle doğar.
“İttika etmek” demek böylece oluşmuş kurallara uymak demektir.
Topluluklar sözleşmelere dayanırlar. Diğer haklar da sözleşmelerle karara bağlanır. İşte buna ittika edilir. Bu şeriata girilir.
Topluluk Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Şeriatı kabul etme ve onun içinde kalma, topluluğun ferdi olma demektir. O topluluktan ayrıldığında hür olursun. O toplulukta kalma zorunluluğu yoktur. Bu sebeple İslâmiyet’te “ekseriyet demokrasisi” yoktur, “Hicret Demokrasisi” vardır. İnsanın diğer canlılardan farkı insanın topluluğunu değiştirebilmesidir. Oysa diğer canlılar için böyle bir imkân mevcut değildir. İnsan ise aynı zamanda insanlığın ferdi olduğundan topluluğunu değiştirme imkânına sahiptir.
يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا
(YaCGaL LaKuM FuRQAvNan)
“Sizin için furkan kılar.”
“Furkan” Kur’an’da 6 yerde geçmektedir.
3/4’de; doğu dinlerinin kitaplarından bahsetmektedir; Tevrat, İncil, Furkan ve Kur’an.
8/41’de; savaştaki toplanma ve ayrılma gününden bahsetmektedir, savaştaki cepheleşmeyi ifade eder.
21/48’de; Musa ve Harun’a furkan, ziya ve zikr verdik denmektedir; furkan hükümleri, ziya bilgiyi, zikr de namaz, oruç, zekât ve haccı içerir.
25/1’de; abdine bütün âlemlere nezir olsun diye furkanı verdi, bu da usûlü fıkıhtır.
2/53’de; Musa’ya kitap ve furkanı verdiğini beyan etmektedir. Furkan burada kitabı anlama metodudur.
2/185’de; Ramazanda âlemlere hidayet ve beyyinat olmak üzere Kur’an’ı ve furkanı indirdik. Burada da furkan usul anlamındadır.
Demek ki masdar olarak ayrılmanın dışında furkan isim olarak içtihat ve icmayı içerir, ayrıca Hindu ve Budistlerin kitabı da Furkan’dır.
“Size furkanı ca’ledecektir” demek, yine size bâtılı haktan ayıran melekeler verecektir demektir. İttika edersek Allah bize furkanı ca’ledeceğini söylemektedir.
İttika etmek demek kendisini korumayı istemek demektir, vıkaye edilmesini kabul etmek demektir.
Biz bir işi yapmak istediğimiz zaman teknoloji ilmini kullanırız, nasıl yapacağımızı öğreniriz. Fıkhı kullanarak, elde edilen sonuçlardan ürünlerden nasıl yararlanacağımızı öğreniriz. Fıkıh kat’î değil zannî delillere dayanır. Ama deneriz, başaramazsak yeniden içtihat ederiz. Sonunda hakkı bâtıldan ayırırız. Savaşlarda da hatamız olursa yenilebiliriz ama sonunda zafer daima bizim olacaktır yani Adil Düzen Çalışanlarının olacaktır.
وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ
(VaYuKafFiR GanKuM SayYıAvTiKum)
“Ve seyyielerinizi tekfir eder.”
İçtihattaki hatayı size ca’lettiği furkanla deneme yanılma usulü ile düzeltme imkânını verir. O zamana kadar yapılmış zararları ise Allah tekfir eder, topluluk dayanışması öder.
“Seyyie” kötülük demektir. Leke anlamına gelir. “Sev’e(hemze): “Sivad” kara demektir. “Sev’et” dal harfinin hemzeye dönüşmesi ile morarmak, kararmak, bozulmak anlamlarını kazanmıştır. İçtihattaki hatadan ortaya çıkan kötülük topluluk tarafından dayanışma içinde giderilecektir.
“Seyyiat” dişi kurallı çoğul olarak zikredilmiştir. Yani içtihatlardaki hatalardan dolayı sonunda bir kötülük çıkabilir. O kötülük toplulukça giderilir. İşbölümü içinde çıkan sev’et ise birlikte çalışanlar tarafından karşılanır. İşbölümü içinde işler yaparken birinin hatasını birlikte çalışanlar karşılar. Dolayısıyla kişilerin seyyieleri de işletme sistemi içinde bir seyyie doğarsa o topluluk dayanışması içinde çözülür.
1- Semt kooperatifleri aracılığıyla semt içindeki zararları semt ortakları tarafından giderilir, semt senedinin değeri düşürülür veya yükseltilir.
2- Bucak içinde doğan ekonomik olmayan zararlar bucak dayanışması içinde çözülür.
Ekonomik zarar demek kâr ve zarardan doğan zarardır. Hukuki zarar bir borcun ödenmemesinden doğan zarardır. Dayanışma ortaklıkları hukuki zararları tazmin eder. Ekonomik zararlar serbest rekabet içinde çözülür. Ortaklık içinde üretim yapıldığı için toplam zarar ve yarar topluluğa aittir.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ
(Va YaĞFiR LaKuM)
“Ve sizi mağfiret eder.”
Evet, seyyie doğrudan ortak üretimde doğan hukuki zarardır.
Hırsızlık, yangın gibi zararlar topluluk tarafından karşılanabilir.
Kişilerin içtihattaki hatalardan herhangi bir sorumlulukları yoktur.
Hakemler hatalı karar verdiler ve taraflardan birini mağdur ettiler. Hüküm uygulanır ve bir daha hakemlerin kararı bozulmaz. Mağdur olanlar hakemler aleyhinde dava açarlar ve başka hakemler o hakemleri mahkûm edebilirler. Ne var ki bu zararı hakemler değil hakemlerin dayanışması öder. İçtihattaki hatalar topluluk tarafında mağfiret edilir.
Sev’eti tekfir etmek ne demektir? İçtihattaki hatanın topluluk tarafından giderilmesi tekfirdir. Hakemlere rücu edilmesi ise mağfirettir.
وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
(Va elLAHu Üuv elFadLi el GAJIyMi)
“Ve Allah azim fadl sahibidir.”
Bundan önce gelen cümleler fiil cümlesidir, bu ise isim cümlesidir. Dolayısıyla bu cümle hâldir. Burada anlatılmak istenen şudur.
Tek başına üretim yapan kimse, diyelim ki bir ayda ürettiğini işbölümü içinde birlikte yapsa, belki de bir saatte üretir. İşte, âlemlerin rabbi olan Allah öyle düzen koymuştur ki birlikte hareket ettiğimiz zaman verim yüzlerce misli artmaktadır. O halde birlikte üretimden doğan fazlalık topluluğun malıdır. Dolayısıyla kişilerin yaptığı zararlar topluluk içinde giderilmelidir, dayanışmadan giderilmelidir. Eğer bu zararları dayanışma içinde gidermezsek, kişiler korkacaklarından iş yapmayacak, herkes sadece kendi topladığı meyve ile yani tek başına yapabildiği ile geçinecektir. Bu da ilkel kalma demektir, çok az insanın yaşama imkânı bulması demektir.
Madem ki topluluk içinde işbölümü yaparak çalışma çok çok verimli olmaktadır, o halde topluluğun devamı için içtihattan doğan zararlar dayanışma içinde giderilmelidir. Bu zararlar giderilmezse akış durur, üretim trafiği tıkanır ve tüm üretim sona erer. Aynen insan bedeninde olduğu gibidir, kan damarı tıkandığında hastayı ameliyat edip akışı sağlayamazsak o kişi kısa zamanda ölür.
Demek ki “Dayanışma Ortaklığı” sistemi sadece kişilerin lehine oluşmuş bir kurum değildir, sağlıklı çalışmanın yapılabilmesi için de gereklidir.
Batı dünyası bunu geliştirdiği “aidatlı sigorta sistemi” ile sağlamaktadır. Onlar büyük firmaların sorunlarını bu şekilde çözmektedirler. Çünkü onlar tekel oluşturmuş ve istedikleri kadar kâr yapabilmekte, dolayısıyla sigorta primlerini ödeyebilmektedirler. Oysa küçük firmalar tekel oluşturamadıkları için serbest rekabet içinde zar zor geçinmekte, sigorta primlerini yatıramamaktadırlar. Bu şekilde tekel ekonomi oluşmaktadır. Tekel demek, serbest rekabetin kalkması demek, bu da var olan sorunların çözülememesi demektir.
وَاللَّهُ
(Va elLAHu)
“Ve Allah”
Buradaki “Vav” harfi hâl vavıdır.
Hâl ile sıfat arasında temelde şu fark vardır.
Sıfat mevsufun zatı içindedir. Müsemmanın içinde olanlar, cüz teşkil ederler. Eğer cüz olmazsa varlık artık o varlıktan çıkarsa ona rükün denir. Cüz olanlar varlıktan ayrılamıyorsa, ayrı varlık olamıyorsa cüz değil sıfattır. Mesela parmağım benim cüz’ümdür, parmağımın üç boğumlu olması ise sıfattır. Hâl ise varlığın dışındadır, zamanı ve mekânı gösterir, bu gösterme devamlı olabilir. Ayrıca taşıdığı özelliği de ifade eder. Bu özellik sıfat olmaz. Yani zatın özelliği değil de çevre ile ilişkisi şeklinde olur.
Bundan önce “Allah” kelimesinin onun halifesi olan topluluğu ifade ettiğini kabul ettik.
Burada “Allah” kelimesi iade edildiğine göre bu da âlemlerin rabbi olan Allah’ı ifade eder. Bundan sonra gelen haberin marife olması da buradaki “Allah” lafzının âlemlerin rabbini ifade ettiğini teyit etmektedir. Allah kâinatı yaratmış ve o kâinatta yaşayacak canlıların ihtiyaçlarını gidermede ortaklaşa işler yapması düzenini getirmektedir. Bir araya gelen bireyler çok büyük imkânlara kavuşmaktadırlar. Bu imkânı topluluk kendisi oluşturmamaktadır. İlâhi kanunlar, sünnetullah böyle yapmış ve bu birlik sayesinde canlılar yeryüzünü imar etmiştir. İnsanlar da işte bu birlik sayesinde bugünkü uygarlığa ulaşmışlardır.
ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
(Üuv elFadLi el GAJIyMi)
“Allah azim fadl sahibidir.”
“Fadl” deriden yapılan gömlektir. Avcılık döneminde et için avlanan hayvanlardan arta kalan deriden elbise yapıldığı için buna “fazlalık, artı” denmiştir.
“Fadl” ismi mastardır, müteaddidir. “Fadl sahibi” demek başkasına iyilik eden demektir. Kendisi fazla olan anlamında değildir. “Fadl”ın marife gelmesi bütün faziletin Allah’a ait olduğunu ifade etmesinden dolayıdır. İnsanlar için yalnız emekleri vardır. Diğer fazilet Allah tarafından sağlanmıştır.
Yahut “Azim” kelimesi ile tahsis ettiği fazilet Allah’a aittir.
“Azim fadl” bildiğimiz, tanımladığımız bir fadl/fazl olmalıdır.
Bu aziz fadl/fazl insana verilen iradedir, içtihat yapma yetkisi ve kabiliyetidir. İnsan bundan dolayı ekrem olmuştur. İnsanın kendi kendine kendi iradesi ile hareket eder olması, onun Allah’ın halife olması en büyük fazilettir. İşte büyük fazilet budur. İnsanı insan yapan sorumluluk melekesi en büyük fadldır, en büyük fazilettir.
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ
(Va EiÜ YaMKuRu BiKa elLaÜIyNa KaFaRUv LiYüÇBiTUvKa Ev YaQTuLUvKa EaV YuPRiCUvKa)
“Ve hani küfretmiş olan kimseler sana mekr etmişlerdi; seni sabit kılsınlar veya seni katletsinler veya seni ihraç etsinler diye.”
“Veİz” ile atıf yapmaktadır. Bundan önce geçen “İz”li ifade olmalıdır. Müfret muhataba hitap eden böyle bir ifade geçmemektedir. O halde burada hazf vardır yani “İz” ile başlayan cümle hazf olmuştur. كما جعلكم فرقانا اذ اخرجو ك من المكة mealinde bir ifade hazf edilmiştir.
Hazreti Muhammed başlangıçta sadece Kur’an okumuş, başka hiçbir şey yapmamıştı. Kur’an’ın Allah sözü olduğuna kanaat getiren yakınları onun peygamber olduğuna inanmışlardı. İşte Mekkelileri bu durum son derece rahatsız etmişti. Neden rahatsız olduklarını sorsanız size söyleyecekleri fazla bir şey yoktu. Allah’tan başka ilâh olmadığını söylüyordu. Zaten Araplar da Allah’ı kabul ediyor, diğer putları O’na götüren şefaatçiler olarak kabul ediyorlardı. Duymazlıktan gelebilir, bu derece düşmanlık yapmayabilirlerdi ama o zaman da mü’minlerin sabırları ölçülmemiş olacaktı. Mü’minler son derece isabetli kararlar almışlar ve Mekke’den göç etmişlerdi. Mekkelilerin yaptıkları vardı, yapmayı düşündükleri vardı. Yaptıkları kısım hazfedilmiş, yapmayı düşündükleri kısım anlatılmaktadır.
1960’larda ortaya koyduğumuz çözümlerin hiçbirisi o günkü mevzuata aykırı olmadığı gibi hiçbir grubu da karşımıza almıyorduk. O gün din düşmanı kabul edilen CHP ile koalisyon yaptık ama bize olan saldırıları yine devam etmiştir. 2002’ye kadar Millî Görüş’ü ve “Adil Düzen”i bertaraf etmek, F. Gülen’in faaliyetini akamete uğratmak, Akevler’in kapanmasını sağlamak amacıyla çaba göstermişlerdi. İşte Allah bize furkanı ca’letti ve bugün muzaffer durumdayız. Ne var ki muzafferiyetin şükrünü eda edemiyoruz.
İstedikleri şey ne idi?
Hazreti Muhammed’in bundan vazgeçmesi ilk çabaları olmuştur. Bunu başaramayınca öldürmeyi düşündüler. Öldüremediler. Çıkarmayı da kabullendiler.
Bediüzzaman insanlardan ne istemişti, kime ne zararı vardı?
Ama ölüsünü bile rahat bırakmadılar.
Sonuç ne oldu?
III. Bin Yıl Uygarlığı’nın oluşmasında cihat yapanların yaşadıkları ve tarihleri iyice belirlenmeli ve gelecek nesillere miras olarak bırakılmalıdır.
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ
(Va EiÜ YaMKuRu BiKa)
“Ve hani sana mekr etmişlerdi.”
Günümüz hayatına gelelim. Batı dünyası Türk milletini İslâm’dan ayırmak ve İslâm âlemini başsız bırakmak için Türkiye’ye inkılâpları empoze etmişler yani dayatmışlardır. Türkiye bin yıllık alfabesini değiştirmiş, medreseleri kapatmış, ahkâmı şer’iyeyi lağvetmişti. Bütün bunlar Türkiye’nin uygarlaşması için yapılmıştı. Mustafa Kemal buna muasır medeniyetin icapları demektedir. Bu aldatmaca ile yapmak istedikleri Türkiye’nin irtidat ettiğini tüm İslâm âlemine göstermek ve onları kendi sömürülerine almaktı.
Görünüşte yararlı ama arkası zararlı olan bir işi karşı tarafa sunmak mekrdir.
Bir örnek verelim. Boşanmayı zorlaştırmak ilk bakışta aile müessesesini korumaktadır. Böylece baskı ile aile yaşatılacaktır. Oysa boşanmanın zor olması sonucu insanlar evlenmemekte, evli olanlar da nasılsa boşanamayız deyip eşlerine zulmetmektedirler. Demek ki görünürde aileyi koruma gibi olan bir yasa gerçekte aileyi yıkmayı hedefliyor.
Faizli işlemler görünürde kârlıdır, insanları tasarrufa alıştırır, faiz kazanacağız diye nakdi piyasaya sürer. Oysa sonunda faiz zenginleri daha çok zengin yapar. Halkın elinden parayı alır. Halkın para biriktirmesini önler. Zenginler de faizle para vereceğim deyip sıkı bir şekilde elinde tutar.
Bunlar mekrdirler. Görünürde hayır ama gerçekte şer olan olaylar mekrdir. Çünkü insanlar bu tuzağa düşerler.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
Buradaki muhatap Hazreti Muhammed olduğuna göre buradaki “küfretmiş olanlar” Mekke müşrikleridir. “Ellezîne Âmenû”ya karşılık “Ellezîne Keferû” getirilmektedir.
Bugün “Ellezîne Âmenû”yu Adil Düzen Çalışanları teşkil etmektedir;
“Ellezîne Keferû”yu da tekel sömürü sermayesi teşkil etmektedir.
Çatışma bunlar arasındadır.
Savaş nedir?
Biz tek Allah’ı ve reel ekonomiyi savunuyoruz.
Finans ekonomisi ancak reel ekonomiyi temsil ettiği zaman yani paranın karşılığı varsa haktır. Karşılıksız faizli para ile ekonomiyi yürütmek ise şirktir.
Onlar reel ekonomiye iman edilmesini önlemek için bugün çeşitli mekr yapıyorlar.
لِيُثْبِتُوكَ
(LiYüÇBiTUvKa)
“Seni isbât etmek için”
“Sibat(Te)” kayış demektir. Bir şeyi başka bir şeye bağlamış olmak anlamında sabit oldu anlamındadır. Kayışla bağlayıp seni hareketsiz hâle getirmek istemektedirler.
İnsanlar sosyal varlıktır. Başkası bir şey yaptı mı ya kendileri de onu yapmak isterler yahut başkasının da onu yapmasına mâni olmaya çalışırlar. Bu insanın sosyal yapısından ileri gelmektedir. İnsan sadece sosyal varlık olsaydı böyle olması faydalı olurdu ama insan topluluk içinde özgür yaşamak durumundadır. Topluluğun kurallarına uyarak topluluk içinde hür olarak yaşayacaktır.
İnsan kendi topluluğunu kendisi oluşturur. Bu oluşmanın sağlıklı olması için direnenler olacak, cihat edenler olacaktır. Sağlıklı “ADİL DÜZEN”in oluşması için mü’minlerin sıkıntılı günler geçirmeleri gerekir. Eğer bir yenilik yapıyor ve ona karşı çıkanlar yoksa o iş başarısız olacaktır demektir.
أَوْ يَقْتُلُوكَ
(Ev YaQTuLUvKa)
“Veya seni katletsinler”
Durdurmak veya katletmek veya ihraç etmek...
“Katl” olayında topluluk adına reaksiyon gösterirler. Dolayısıyla katilden insanlar korkarlar ama aynı zamandan ondan nefret ederler. Bu sebepledir ki katletme tesbitten sonra insanın aklına gelir. Katil olan kimse sonunda suçlanacaktır. Hedef o kişi olacaktır. Herkesin istediği ama yapmadığı şeyi yapmış olacaktır. Bu sebeple katletme doğrudan yapılmaz, çeşitli tertiplerle yapılır.
Hazreti Muhammed öldürülürse, Hazreti Muhammed’in kabilesi ile Mekke’nin diğer kabileleri arasında derin kan davası başlayacaktır. Bu sebeple öldüremiyorlar. Bir seferinde istişare ettiler ve her kabileden birer delikanlıyı seçtiler, onlar hep birden kılıçla saldırarak birlikte öldüreceklerdi, böylece onu bir kabile öldürmemiş olacaktı.
İşte bu bir mekr idi.
Başbakan Adnan Menderes’in katli böyle bir mekr olmuştu.
Menderes Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi. Bunu yaptığı ve başardığı için öldürülmesi gerekiyordu. İbret olsun ve bir daha Türkiye’nin kalkınması için kimse çalışma yapmaya cüret göstermesin diye, ‘Anayasayı çiğnedi’ diyerek onu astılar. O anayasa iyi idi ise ihtilal yapanlar ne diye o anayasayı değiştirdiler? Menderes’ten sonra gelenler Anayasayı çiğnemekle kalmadılar, onu ilga ettiler!
Bunlar hep ana hedefin mekri idi.
Bugünkü Batı dünyası sömürüye dayanır.
Ülkelerde masonlar, o ülkenin işbirlikçi zenginleri olarak sömürmekte idiler.
Onları da o ülkedeki veya dışarıdaki Yahudi tüccarlar sömürüyordu.
Onları da ABD’deki 200 Yahudi ailesi sömürüyordu.
İşte bu sömürünün devam etmesi için Avrupa ve Kuzey Amerika gelişmiş olacak, dünya ise tarım döneminde kalacak, yukarıda anlattığımız sömürü devam edecekti.
İşte, Adnan Menderes, geri bırakılan Türkiye’yi ileri Türkiye hâline getirmeye başladı. Öldürülmesinin sebebi bu idi. Mahkemede bunları savunamadı bile, dinlenilmedi.
أَوْ يُخْرِجُوكَ
(EaV YuPRiCUvKa)
“Veya seni ihraç etsinler.”
Katletmeye güçleri yetmeyince hiç olmazsa ihraç etmek, çıkarmak istemişledir.
Kur’an onların bu isteklerini son derece olumlu karşılamış, mü’minlere hicreti emretmiştir. Bugün dünyada zina, faiz, rüşvet ve karışıklık mevcuttur. Bunu düzeltmemiz mümkün değildir. Biz kendimize bir koruma alanı oluşturmalı ve orada bu kötülüklerden kendimizi korumalıyız. Buna “muhaceret” denmektedir. Bir yere değil, birbirine hicret vardır.
“İhraç” ayrılanların mallarına el koyarak ayrılma şeklindedir.
“Hicret” ise ayrılanlara mallarını vererek ayrılmadır.
“Muhacirler” mallarını mülklerini terk ettiler ve gittiler. Bunu kendi istekleri ile yaptıkları için onlar muhacir oldular. Mekke’de kalanlar ise onların mallarını vermediler. Dolayısıyla onları ihraç ettiler. Mekkeliler bu tesbit, katl ve ihraç kelimeleri ile ifade edilenleri belli bir sıraya göre yapmadılar. Bazen onu, bazen onu, bazen onu düşündüler, hattâ o anda hangi imkânı buluyorlarsa onu yapmak istediler yahut kimileri öyle, kimileri böyle, kimileri de şöyle yapmak istediler.
Bu sıralamada tesbit etmek yani sabit kılmak tercih edilmekteydi; zira o zaman Mekke’nin statüsü bozulmayacak, kendi dünyalarında, kendi düzenlerinde yaşmaya devam edeceklerdi, mevcut düzenlerini muhafaza etmiş olacaklardı.
Sonra hicretten önce katletmeyi düşünmüşledir. Katl edince artık sorun kalmıyordu. İçte sorun olabilirdi ama dışarıdan gelen bir sorun olmazdı.
Ama ihraç edecek olurlarsa sonra onlar geri gelip Mekke’yi fethedilebilirdi.
Kur’an’da tesbit etmek ve katletmek meşru görülmemiştir ama tehcir etmek yani haklarını vererek siteden ayrılmalarını sağlamak meşru sayılmış, böylece nefy ve hicret müesseseleri getirilmiştir.
وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللَّهُ وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
(Va YaMKuRUvNa Va YaMKuRUv elLAHu Va elLAvHu PaYRu eLMAvKiRIyNa)
“Ve onlar mekr ediyorlar ve Allah da mekr ediyor ve Allah makirlerin en hayırlısıdır.”
Eğer bu cümleyi biz söyleseydik هم يمكرون و الله يمكر وهو اعز الماكرين derdik.
Yani atfetmezdik. Çünkü yukarıdaki mekri anlatmaktadır. Cümle hâl cümlesi olmalıdır. Burada atfedilmiş ve isim cümlesi değil fiil cümlesi yapılmıştır. “Ve İz Yemkurûn” demektir. Burada anlatılan mekr yukarıda anlatılan mekrden farklıdır. O mekr de vuku bulmaktadır. Burada “İz”i takdir ettiğimiz için fiili muzariye filli mâzi manâsını veriyoruz. Ama “İz” iade edilmemiştir. Çünkü her iki mekr de aynı zamanda olmuştur.
Demek ki onlar Mekke’de tesbit etme, katletme veya ihraç etme mekrinden başka mekr de yaptılar.
Birinci mekr kişilere yapılan mekrdir.
Buradaki mekr ise Kur’an’a ve sisteme yapılan mekrdir.
Düşman daima iki ayrı cepheden saldırır.
Biri; fikre sahip olanları bertaraf etmek ister.
Diğeri ise; fikrin kendisine saldırmadır.
“ADİL DÜZEN”i ortaya koyan Millî Görüş sahiplerini bertaraf etmenin yanında “ADİL DÜZEN”i bertaraf etme çabaları vardır. Adil Düzen Çalışanlarının bir kısmını bertaraf ettiler. Necmettin Erbakan öldü. AK Parti gömlek değiştirdi. Saadet Partisi liderlere tapmaya başladı, putperestliğe başladı. “Adil Düzen”e değil de, ‘ben liderim’ diyene ibadet etmekte, en akıllı kardeşlerimiz bile sahte peygamberin arkasından gitmekte tereddüt göstermemektedirler.
Oysa Sahabeler akıllarına yatmayan konu oldu mu Hazreti Peygamber’e; “Bunu sen mi söylüyorsun yoksa Allah mı emrediyor?” diye sorarlardı. “Allah emrediyor” teyidini aldıktan sonra ona uyarlardı. Ölüm döşeğinde yazdırmak istemiş, vasiyetini yapacaktı. Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer; ‘Allah hasta iken bir kimseye vahyetmez, senin vasiyetine ihtiyacımız yok’ diyerek bu talebe icabet etmediler.
Şimdi mekr yapıyorlar. “Adil Düzen” yerine Erbakanperestliği, Erbakan halefi perestliğini koyuyorlar. Bu mekrin arkasında sömürü sermayesi vardır. Allah burada işte bu mekri ifade etmektedir, kişilere değil de sisteme karşı olan mekrlerini ifade etmektedir.
Demek ki “Veyemkurûn” ifadesi büyük bir icazdır.
Arada başka ifadeler girdiği için “Allah” kelimesinin izharı beliğ sayılır. Dolayısıyla “Allah” kelimesine yukarıdaki “âlemlerin rabbi” manâsını vereceğimiz gibi ondan önceki “O’nun halifesi olan topluluk” manâsını da verebiliriz. Tekrar eden “Allah” kelimesinin izahatı ise birine Allah’ın halifesi anlamında bir manâ verme durumundayız. Birincisinde “âlemlerin rabbi” manâsını vereceksek, ikincisine “O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk manâsını vermemiz gerekir. Her ikisi de doğru olur.
Burada çok önemli bir beyan vardır. Mü’minler mekr bilmez, zayıf görüşlü görülebilir ama zamanla mü’minlerin mekrleri galip gelir.
Nitekim Hudeybiye’de böyle olmuştur, Lozan’da böyle olmuştur.
Bugün AK Parti’yi ve Gülen Cemaatini satın aldık sanıyorlar. Oysa kaybeden onlar olmaktadırlar. Biz adım adım zafere gidiyoruz. Millî Görüşçüler ve Gülenciler “Adil Düzen”e zemin hazırlıyorlar; yarın fevc fevc “Adil Düzen”e gelecekler ve Kur’an’ın nurunun yanında yer alacaklardır.
“Eşedd” veya “Eazz” kelimelerini kullanmayıp “Hayırlı” kelimesini getirmiştir.
Çoğu zaman onların mekrleri galip gelir, gerçekleşir ama sonuçları hayırlı olur.
Sermaye Medreseleri kapattırmış, yazıyı değiştirtmiş, diğer dayatmalarla Türkiye’yi dinsizleştirmeyi hedeflemiştir. Dedikleri de olmuş ama sonunda o mekr hayra dönüşmüştür. Türkiye daha büyük bir şekilde dindarlaşmış, dinde yenilenmiş, “ADİL DÜZEN” ortaya çıkmıştır. Onların yaptığı mekri de Allah yaptırmaktadır. Ömrünü doldurmuş klasik din/düzen anlayışından Kur’an’a dayalı müsbet ilim anlayışı içinde dindar olmak için sosyalizmin ve ateizmin dünyayı şöyle bir kasıp kavurması gerekirdi. Bu da olmuştur ama sonu hayırlı olmuştur. Çünkü dünya o düzenin kötülüğünü görerek şimdi Hak Düzeni arıyor.
Sosyalistler kapitalizmin kötülüğünü biliyorlar ama kendi sosyalizmleri de yakıldı. Şimdi boştadırlar. “Adil Düzen”i arıyorlar.
İşte, buradaki bu ifade, Allah mekirleri hayra çevirendir anlamındadır.
28 Şubat onların mekrleri idi.
Bugünkü AK Parti o mekrin geçici bir hayra dönüşmesidir.
Allah burada bize bir usul öğretmektedir. Yapılması gereken geçmişte yapılanları ortadan kaldırmak değil, onları hayra çevirmedir. Biz şimdi cumhuriyeti kaldırıp saltanat getirmeyeceğiz ama cumhuriyeti hilafete, adalete, gerçek demokrasiye götürebiliriz. Cumhuriyet ile hilafet arasında tek fark vardır. Onlar “ekseriyet sistemini” temel dayanak yapıyorlar. Biz ise ekseriyet sistemi yerine “nisbî sistemi, dayanışmalı sistemi, uzlaşmalı sistemi” esas alıyoruz.
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا
(VaEÜAv TuTLAv GaLaYHiM EAvYAvTuNAv QAvLUv QaD SaMıGNAv LaV NaŞAvEu LaQuLNAv MiÇLu HAvÜAv)
“Ve onlara âyetlerimiz okunduğu zaman; duyduk, isteseydik biz de bunun benzerini söyleyebilirdik dediler.”
Yukarıda “Yemkurûn”a manâ verirken bunun onların sisteme, Kur’an’a karşı mekirleri olduğunu ifade etmiştik. Bu âyet bizim verdiğimiz o manâyı teyit etmektedir. Onların Kur’an karşısındaki durumlarını anlatmaktadır.
“Onlara âyetlerimiz tilavet olunduğunda” diyerek âyetlerin “kıraatinden” değil de “tilavetinden” zikredilmektedir. Yani Kur’an’ın kıraatinden ve lâfzî âyetlerinden değil de Kur’an’ın tilavetinden ve manâ âyetlerinden bahsedilmektedir. Kur’an’ın getirdiği düzeni biz de getiriyoruz demektedirler. Biz de yasalar yapıyoruz. Bunlar Kur’an’ın ve Tevrat’ın koyduğu hükümlerden daha ileri hükümleri içermektedir diyorlar.
Tarihte ilk şeriat Hazreti Nuh zamanında tedvin edildi. İkinci şeriat ise Tevrat şeriatıdır. Tevrat şeriatı İsrail oğullarına hitap etmiştir. Kıbrıslı Zenon o şeriatı beşerileştirdi, Roma Hukuku öyle doğdu.
Asıl fıkıh İslâmiyet’te doğdu, insanlığa hak yolunu göstermektedir.
İnsanlık kendi başına hak yolu bulamıyor; insanlık tarihi boyunca bulamamışlardır. İslâmiyet’in Viyana kapılarına gitmesinden sonra Avrupa uyanmış ve Ortaçağın ömrünü doldurmuş kilise hukukuna son vermiştir. Kilise hukukunun İslâm hukukundan ayrıldığı temel serbest sözleşmenin olmamasıdır, örgütlenmenin atanma suretiyle olmasıdır. Bundan dolayı İslâmiyet’te olduğu gibi başarılı bir hukuk düzenini kuramadılar.
Ama sosyalistler/komünistler de kapitalistler de başardıklarını iddia etmişlerdir.
Başarılarını da karşı tarafın başarısızlığı ile açıklamaktadırlar.
Sosyalizm kötüdür, o halde kapitalizm iyidir.
Yok; kapitalizm kötüdür, o halde sosyalizm iyidir.
Bu mantık sakat mantıktır. Her ikisi de birden kötü olabilir.
İşte Kur’an burada onların bu hallerini tasvir etmektedir. “ADİL DÜZEN”i bilmeyenler, kapitalizmi, sosyalizmi veya ikisinin karmasını “düzen” zanneder. Oysa onlar gerçek ve hak düzen değildirler, sadece bâtıl düzendirler.
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا
(VaEÜAv TuTLAv GaLaYHiM)
“Ve âyetlerimiz onlara tilâvet olunduğunda.”
Kur’an yorumlandığı zaman karşılaşılan zorluk zamirlerin nereye raci olduğunu tesbit etmektir. İkinci zorluk da harfi atıfların nereye atfettiğidir. Bunlar yani atıf harfleri zamirlerden daha büyük bir zorluk içinde manâlandırılırlar.
Burada “Veİzâ” gelmiştir.
Tek başına “İzâ” gelseydi işimiz kolay olabilirdi.
“Ve” ile geldiğine göre “İz”li cümle bulup ona atfetmemiz gerekmektedir.
Böyle bir cümle bulamıyoruz.
Bu durumda yapacağımız tek şey vardır, o da hazfedilmiş bir cümle düşünmektir. “İzâ” şart cümlesi olduğu için onun bir fiile taalluk etmesi gerekmez. Yani mahzuf olan cümle de şart cümlesidir. Haberi mahzuf olabilir veya haber burada mezkur haber olabilir.
Mahzuf olan cümle nedir?
Biz diyoruz ki;
- Bugün yeryüzüne hükümran olan medeniyet zinayı serbest bırakan, eşcinselliği serbest bırakan, insanları zina yapmaya ve eşcinselliğe zorlayan bir medeniyettir. Bunun sonucunda evlilik müessesesi çökmekte, insanlar çocuk yapmamaktadırlar. Böylece bu düzende güya uygarlaştıkça nüfus azalmakta ve insanlık intihar etmektedir.
- Bugün ekonomide tekelleşme meydana gelmiş ve halkın elinde para kalmadığı için insanlar borçla yaşamak zorunda kalmışlardır. Borçla yaşamak demek çalışmadan yaşamak demektir. Bundan dolayı da köylüler köylerini boşaltmıştır ve insanlar üretmeden tüketip yaşamak istemektedir. Bu durumun kaynağı faizdir. Faizli ekonomi de içinden çıkılmaz durumdadır. Bütün dünyada ve bütün ülkelerde ekonomi gittikçe çökmektedir.
- Bugün adaleti dağıtmakla yükümlü kamu rüşvetle halkı soyma müessesesi hâline gelmiştir. Devlet aşaması öncesindeki dünya oluşmuştur. İnsanlar artık âdeta devletsiz gibidir. Bunun kaynağı ekseriyet sistemidir. İktidar olanlar halkı sömürerek yaşamaktadırlar. İktidar mücadelesi içindeki yapı/sistem/düzen sebebiyle sosyal hayat felce uğramıştır.
- Bugün, bu çağda, zamanımızdaki sistemde/düzende insanlar devletten haklarını alamadıkları için kendi haklarını kendileri ıhkak etmektedirler, kendileri almaya çalışmaktadırlar. Senet mafyası, rüşvet mafyası, iş mafyası ve silahlı mafyalar oluşmuştur.
Bu dört afet insanlığı ölüme doğru götürmektedir.
Bu soruna ne sosyalizm/komünizm ne de kapitalizm çözüm getiremiyor.
O halde yeni çözüm aramamız gerekir.
Bunun için çözüm arayan müçtehitlerin yetişmesine ve yetiştirilmesine imkân sağlamalıyız. İşte, insanlar buna kulak vermemekte, bunun üzerinde düşünmemektedirler.
Bize göre burada mahzuf olan budur.
Siz de başka hazfler bulabilir ve buraya koyarsınız.
Biz yeri geldiğinde böyle yapalım diye hazfedilmiştir.
Bakınız, buradaki bir harf bizi nerelere götürmektedir?..
Bu sebepledir ki Kur’an’dan bir harf eksiltilemez, bir harf artırılamaz.
“Ve” harfi ile atfederek diyoruz ki;
Sizin çözüm getiremediğiniz hususlarda biz çözüm getiriyoruz.
Nedir bunlar, nedir bu çözümler?
- Yüz dairelik işyerleri de olan apartman kuruyoruz. Bu apartmanlardaki daireler mevcut nüfustan fazladır. Dolayısıyla evlenecek yaşa gelen herkesin evi ve işyeri hazır olacaktır. Herkes evlenme imkânını bulacaktır. Birden fazla evlilik müessesesini getiriyoruz. Hiçbir kadın kocasız kalmayacaktır. Boşanmayı kolaylaştırıyoruz. İnsanlar evlenmekten korkmuyor. Zinayı suç sayıyoruz. Herkesi evlenmeye zorluyoruz.
- Yüz dairelik apartmanlar kendi ödeme araçlarını kendileri üretiyorlar. Ham madde karşılığı mamul madde veriyorlar. Ürettikleri kadar tüketiyorlar. Her bucak, il ve ülke kendi ekonomisini kuruyor. Tekel ortadan kalkıyor. Serbest rekabet şartları içinde büyük sermaye insanlık arasında ekonomik işbirliği sağlıyor.
- Yerinden yönetim ve hakemlik sistemi getiriyoruz. Yönetimde tekeli kaldırıyoruz. Hizmet yarışını sağlayan çoklu sistem getiriyoruz. O zaman rüşvete ve diğer yolsuzluklara gerek kalmıyor.
- Yüz dairelik işyerleri de olan apartmanlar maddî güvenliği sağladığı gibi; herkes evlenmiş ve iş sahibi olmuş bir bucakta, bir ilde, bir ülkede yaşamakta olduğundan, artık böyle bir yerde mafya ve teröre gerek kalmaz, bunlar böyle bir yerde barınamazlar.
Böylece insanlığı dört afetten kurtarıyoruz diyoruz.
Onların bize cevapları; bu anlattıklarınız bizde de bu vardır, biz de istesek bunları yapabiliriz demekten ibarettir.
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ
(VaEÜAv TuTLAv GaLaYHiM)
“Ve onlara tilavet olunduğunda”
Kur’an’ı okuyup anlar hâle gelmemiz için bir tefsiri baştan sonuna kadar bitirmemiz gerekir. O zaman onun dilini öğrenmiş oluruz, onun deyimlerini anlarız.
Kur’an’da zamirler geçer.
“Ben” veya “Biz” zamiri “Allah”ı ifade eder.
“Ben” dediği zaman doğrudan kendisini kastetmiş olur.
“Biz” dediği zaman mü’minleri veya melekleri de yanına alır.
“Sen” zamiri geçtiği zaman; Kur’an’ı ilk telakki eden Hazreti Muhammed anlaşıldığı gibi; ondan sonra onun yerine gelen başkanlar ve âlimler de anlaşılır; doğrudan mü’min ve müslim de muhatap olur.
“Tüm” veya “Küm” dendiğinde muhatap mü’minlerdir, müslimlerdir.
“Hüm” dendiği zaman da kâfirler ve müşriklerdir.
Kur’an baştan sonuna kadar bu zamirleri kullanmaktadır. Dolayısıyla bu zamirlerin raci olduğu kelimelerin daha önce geçmiş olması gerekmez. Her Kur’an okunmaya başlandı mı bu kimseler mahzuf olarak zikredilmiş olmaktadır.
Burada da hiçbir tevile gerek kalmadan “ONLAR”dan kastın bütün kâfirler olduğunu kabul edebiliriz. Bununla beraber küfretmiş olan kimselerde atıf harfinin belirlediği kimselere işaret etmiş olabilirler. Bugünkü düzeni savunanlar böyledir.
“Tilavet” bir konuyu başkasına aktarmak, anlatmak demektir.
Ay Güneş’in ışığını geceleri bize aktarmaktadır.
Bunun dille yapılması gerekmez. Bir kimse size bir cümle söyler; onu başkasına aynen tekrar ederseniz “kıraat” olur, kendi cümlelerinizle anlatırsanız “tilavet” olur.
Biz onlara Kur’an’ın dediklerini aktarıyoruz. Bu sebeple “Adil Düzen” Kur’an’ın kıraati değildir, Kur’an’ın tilavetidir. Bizim “Adil Düzen”i onlara sözlerle değil göstererek anlatmamız gerekmektedir. Bunları anlattığımız zaman yine de bizi küçümseyeceklerdir; Kur’an bunu da bize haber veriyor.
آيَاتُنَا
(EAvYAvTuNAv)
“Âyetlerimiz.”
“Âyet” açık bilgi demektir, ispat edilen bilgi demektir.
Trafik levhaları gidilecek yeri, mesela Ankara’yı gösterir.
Bir kimse evinize gelse ve ‘tuvalet nerdedir’ dese; siz ‘şurada’ diye gösterirseniz, sizin sözünüz âyettir, çünkü siz güvenilir insansınız. Bu yetmez, o tarafa gittiği zaman orada tuvaleti bulur. Siz göstermeseniz de o bütün kapıları dolaşır ve sonunda tuvaleti bulur ama siz gösterirseniz ilk kapıda bulur.
İşte âyetin manâsı budur.
Doğru olduğu onun gösterdiğinin doğru çıkması ile sabit olur.
“Adil Düzen” budur.
Uyguladığınız zaman sorun çözülmüş olur.
Böylece söylenenin doğru söylendiği ispatlanmış olur.
قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا
(QAvKLUv QaD SaMıGNAv)
“Duyduk derler.”
“Duyduk, anladık” derler.
Anlamadan anladıklarını söylerler.
Senin sözlerini kendi anlayışlarına götürürler. Herkesin kendi içtihadı ile amel etmesini ekseriyetin içtihadı ile amel edilmesi şeklinde anlarlar. ‘Sözleşme serbestliği’ derler, ekseriyet kararları şeklinde anlarlar.
“Adil Düzen”i kendi kavramları ile anladıkları için bir türlü anlayamamışlardır; çünkü Allah anlamak istemeyenlerin kalplerini mühürlemiştir.
Sözlerle yaptığımız anlatımlar onlara bir şeyler anlatmalı, yaparak anlatmalıyız.
لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا
(LaV NaŞAvEu LaQuLNAv MiÇLa HAvÜAv)
“İsteseydik biz de benzerini söyleyebilirdik.”
İsteseydik biz de anayasa yapar ve o anayasaya göre şeriat üretirdik.
Batılılar bizden öğrendikleri ilmî metotla her şeyi inceliyorlar.
Mesela, Şamanların dinleri bâtıl da olsa inceliyorlar, çünkü sosyal olaydır. İnandıkları şey yanlış olabilir ama ona inanmış olmaları gerçektir, bir sosyal olaydır, hâlâ kalıntıları vardır. Bu sebeple onların incelenmesi ilmin konusudur, tarihin konusudur, sosyolojinin konusudur, psikolojinin konusudur. Ne var ki bunlar asıl dinleri incelemeyi ilim dışı sayıyorlar.
Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır. Bu dinlerin kurucusu Hazreti İbrahim’dir. İbrahim dininin iki kitabı var; biri Tevrat, diğeri Kur’an. Bugünkü uygarlığı bu dinler doğurmuştur. Bugünkü insanlar bu dinlere inanmaktadır. O halde yanlış-doğru olması ayrı şey, onların varlığı ayrı şeydir. Biz onlardan duyduklarımızı duyacağız ama onları tasdik etmek zorunda değiliz. Onların İlâhi kitapları gibi biz de söyleme imkânına sahibiz diyorlar. İşte çıkardığımız kanunlar örnektir demektedirler. Ne var ki o yasalar yüz sene bile sürmüyor. Yaptıkları yaz-boz tahtasına dönüşmüştür.
Peki, neden okumuyorlar, neden kulak vermiyorlar?
Çünkü onların yasaları tutarsızdır.
إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
(EiN HAvÜAv EilLAv EaSAOıRu eLevVaLIyNa)
“Bu sadece eskilerin satırlarıdır derler.”
İnsanlar düşünürken hayal kurarlar, beyinlerde oluşan olaylar vardır.
Kimileri etkendir, kimileri sadece düşünme aracıdır.
Bunlardan bir kısmı söz hâline gelir ve topluluğun düşüncesine katılır.
Toplulukta oluşan dışa vurulmuş hayallere “esatir” denir. Bunlar satırlarda vardır ama gerçekte yoktur. Bu satırlardan kimileri de fiilen gerçek olur. İşte o da haktır.
Kimi insanlar Kur’an âyetlerini bir hayal olarak kabul ediyorlar, bunlar yazılmış hayallerdir diyorlar, bunlar uygulanmaz diyorlar. Onlara anlattığınız zaman akılları erse de hisleri onları uzak tutar.
Bizim hayatımızda bunları çok gördük.
Bugünkü Ak Partililer ve Saadet Partililer Kur’an’a inanıyorlar ama onu bir esatir kabul ediyorlar. Şairlerin şiirleri gibi güzel sözler olarak görüyorlar. Onu anlamak, uygulamak ve hayatlarının her alanında yaşamak için attıkları bir adım yoktur.
“Akevler İstanbul Denemesi” ise şimdi bunun mücadelesini vermektedir. Uygulayarak gösterecektir. Kur’an’dan anladığı “Adil Düzen”i esatir olmaktan çıkaracaktır.
Birinci Akevler uygulamasında;
a) 20 dönüm yer aldık; bugün 500 hanelik bir topluluk oluşmuştur.
b) Sonra yüzlerce dönümlük yerler aldık; bugün orası da siteleşmiştir.
c) Millî Görüşü destekledik; bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar.
d) Gülen cemaatini destekledik; bugün yeryüzünde öğretmenlik yapmaktadırlar.
Demek ki Akevler’in söyledikleri esatir değildir.
Birinci adımı başarı ile attık.
Şimdi ikinci adımı atma zamanıdır.
İstanbul / Yenibosna merkezli faaliyetlerimiz devam etmektedir. “Müçtehit Yetişme Kooperatifi”ni kurduğumuz zaman ikinci adımı da atmış olacağız. 2033’lerde “ADİL DÜZEN”in artık dünyanın düzeni olacağını tahmin ediyoruz yani dünya artık onu kendi konusu yapacaktır. Bu uygulamanın zirveye ulaştığı dönem 2500 yıllarında olacaktır. O zaman duraklamaya ve gerilemeye başlayacak, 3000 yıllarında da o zamanın müçtehit âlimleri “III. Kur’an Uygarlığı”nı kuracaklardır.