Enfal Sûresi-24
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هَؤُلَاءِ دِينُهُمْ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (49) وَلَوْ تَرَى إِذْ يَتَوَفَّى الَّذِينَ كَفَرُوا الْمَلَائِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَأَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (50) ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (51)
إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هَؤُلَاءِ دِينُهُمْ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (49)
(EiÜ YaQUvLu eLMuNAFıQUuNa Va elLaÜIyNa FIy QuLUvBiHiM MaRaWun ĞarRa HAvEuLAEi DIyNuHuM VaMaN YaTaVakKaL GaLay elLAvHı FaEinNa elLAvHa GaZIyZun XaKIyMun)
“Hani münafıklar ve kalplerinde maraz olanlar dinleri bunları ğarur etmiştir diyorlardı. Ve kim Allah’a tevekkül ederse Allah azizdir, hakîmdir.”
Sûre Bedir Savaşı’nı anlatma ile başlar, devletin oluşması ve yaşaması ile ilgili hükümleri ortaya koyar. 50 âyet böyle devam etmiştir. Sûre 75 âyettir. Üçte ikisinden sonra devletin iç sorunlarına doğru beyanlarda bulunmaktadır. Dış savunma, onun yarısı kadar da iç güvenlik söz konusu olmalıdır. Bu bölümde ülke içindeki münafıklardan ve kalplerinde hastalık olanlardan bahsetmektedir.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Biri burada, diğer ikisi ise Ahzab Sûresi’nde geçmektedir. Ahzab Sûresi’ndekilerden birine kalplerinde maraz olanlara Medine’de murcifin özelliğini de eklemektedir.
Kalplerinde hastalık olanlar Kur’an’da 26 defa geçmektedir. Kur’an onları ayrı bir sosyal grup olarak kabul etmektedir. Münafık kelimesi kurallı erkek çoğul olarak 28 defa, kurallı dişi çoğul olarak da 5 defa geçmektedir.
Vücudun içinde vücudu yok eden hasta hücreler vardır.
Bunları dört grupta toplayabiliriz.
1- Virüsler. Bunlar yabancı kromozomlar mesabesindedirler.
2- Bakteriler. Bunlar çekirdeksiz hücrelerdir.
3- Çekirdekli hücreler. Sıtma hastalığı yapan hücreler bu tür hücrelerdir.
4- Kanser hücreleri.
İnsan topluluklarında da böyle mikroplar mevcut olmalıdır. Bunlardan ikisi münafıklar ile kalplerinde hastalık olanlardır. Münafıklarla kalplerinde hastalık olanları birbirinden ayırmak için biyolojiden yararlanabiliriz. Demek ki Kur’an’ın bu ifadelerini tam olarak anlamamız için insandaki hastalıklardan bahseden âyetlerden de yararlanmalıyız.
Canlıyı meydana getiren hücrelere, dokuya “alak” denmektedir. Alaka onlardan bir tanesidir. Canlılardaki kromozomlara “baude” denmektedir, parça demektir.
Bunların topluluklardaki karşılığı nelerdir?
Münafıklar ile kalbinde hastalık olanlar arasında ne fark vardır?
Münafıklar ile kalplerinde hastalık olanları ayrı kalıplarla zikretti. Demek ki bunlar aynı kimseler değildir. Ellezine’den dolayı kalplerinde hastalık olanların hem hastalıkları hem de kendileri bilinmektedir. Münafıkları ism-i faille zikretti. Onların kendileri bilinmektedir ama kalplerinde olanlar bilinmemektedir.
Medine’de devlet oluştuğu zaman Medine’de muhalif iki grup insan oluşmaya başlamıştır. Bu oluşmadan hoşlanmayanlar vardı. Bunlar açıkça muhalefet etmiyor, görünürde olumlu davranıyor ama aslında samimi değillerdi, iki taraflı oynuyorlardı. Bir kimsenin tarafsız olması, her iki tarafı barıştırmak ve anlaştırmak için çalışması münafıklık değildir. Bunlar müellefe-i kulubdur. Birinin yanında olduğu zaman ondan görünmek, diğerinin yanında olduğu zaman da ondan görünmek münafıklıktır. Münafıklar iki tarafı birbirine düşürüp kendi çıkarlarını, kendi menfaatlerini sağlamaktadır.
Çağımızın en büyük münafığı tekel sermayedir. ABD yönetimi meclisten tahsisat alacak, onunla kendi bürokrasisini yaşatacaktır. Türkiye’de PKK sorununu icat eder, kapalı ödenekle onları besler. Sonra yine meclisten Türklere yardım edeceğim diye açık ödenek alır. Böylece ABD halkının paralarını kendi temsilcilerinden alırlar. Size garip gelir ama buna Türk yöneticileri de bile bile katılmışlardır. A. Öcalan bu anlaşmanın ortak taşeronudur.
İşte, bu zalim münafıklık düzeni bir taraftan PKK’yı desteklemekte, diğer taraftan PKK karşıtı güce yardım etmekte, böylece terörü yaşatmaktadır. Bugünlerdeki uzlaşma da bu planın devamıdır. Mevcut olan yaşlı kadro emekli edilecek, onların yerlerine yeni, genç ve dinamik acemi kadro getirilecek, bunlar eğitilecek ve terör devam edecektir.
Medine’de oluşan ikinci grup mensupları ise aslında yeni düzenden hoşlanıyorlardı, gelmesini istiyorlardı ama bir türlü bunların galip geleceğine inanamıyorlardı. İhtiyatı da elden bırakmamak için bunlar da ikili oynuyorlardı. Bir taraftan mü’minlerin yanında yer alıyor ve başarılarını da istiyorlardı ama başaracaklarına kanaat getiremedikleri için ikili oynamaya devam ediyorlardı. İşte bunlar da kalplerinde hastalık olanlardı.
Millî Görüş ortaya çıktığı zaman kahir ekseriyetin hoşuna gitmişti. Başta ordunun hoşuna gitmişti. Ne var ki başaracağımızdan büyük kuşkuları vardı. Biliyorlardı ki Millî Görüşçüler iktidar olduğu zaman onlara bir kötülük yapmayacaktık. Dolayısıyla bizi seviyorlar ve bizden korkmuyorlar; onları ise sevmiyorlar ama onların şerrinden korkuyorlardı. Onun için bizimle savaşmaya devam ettiler.
Bugün insanlık kapitalizmden ve sosyalizmden bıkmıştır, ikisinden de nefret etmektedir, “ADİL DÜZEN”in gelmesini canı gönülden istemektedir ama “ADİL DÜZEN”in geleceğine inanmamaktadır. Bizim yanımızda olsa karşı taraf ona zarar verecektir. Bize karşı olursa zarar verme gücümüz yoktur. Olsa da bu gücümüzü kullanmayız. O sebepledir ki “ADİL DÜZEN”in gelmesi ertelenmektedir. Günü gelince herkesin fevc fevc “ADİL DÜZEN”e geleceği görülecektir. Bu gecikme bizim hazırlanmamıza imkân tanımaktadır.
Size hazırlanmak için vakit tanıyoruz diyor Allah.
Bu âyet bize böyle bir durumda mü’minlerin nasıl davranacaklarını anlatmaktadır, Allah’a tevekkül edilmesi gerektiğini bildirmektedir, Allah’ın aziz ve hakim olduğunu açıklamaktadır.
Bedir’de olan olayı anlatarak bu durumu tasvir etmektedir. Genel olarak her zaman olan olaylar anlatılır. Peygamberlerin kıssaları da böyledir. Sonunda ise çözümler özel değil genel olarak ifade edilmiştir. Kim böyle yaparsa Allah azizdir hakimdir denmektedir. Çözüm için şeriata işaret etmektedir.
Sermaye Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp Cumhuriyeti kurdurunca şeriatın okutulmasını yasakladı. Önce yazıyı değiştirtti. Derslerden şeriatın öğrenilmesini kaldırttı. Sonra tarikatları yasaklattı. Medreseleri kapattırdı. Bununla yetinmedi. Tatil günlerini cumadan pazara çevirdi, böylece gençlerin dini sohbetleri dinlemesini engelledi. İçki içmeyenler devlet dairelerinden uzaklaştırıldı. Başörtülülere hâlâ görev verilmemektedir.
Demek ki Mekke ve Medine dönemlerine benzeyen olaylar bugün de devam etmektedir. Ne var ki o zaman mağlup olan yıkıcılar bugün de mağlup olmaya başlamışlar, dünkü baskı gücünü kaybetmişlerdir. Mekke’nin fethi yakındır.
إِذْ يَقُولُ
(EiÜ YaQUvLu)
“Hani diyorlardı”
“İz” ikabı şiddeti olandır da ki ikabın veya şedidin zarfı olabilir yahut düşün anlamında olan “üzkürû” kelimesinin hazfı ile hani böyle yapmıştı anlamı verilir. Mahzuf bir fiilin mef’ulü olabilir. Bu şekilde hazfın takdirinde bundan ders alın, bunu değerlendirin anlamı çıkar. Yani Kur’an geçmişte bir kıssa anlatıyor ve ondan ibret almamızı teyit ediyorsa başına bir “iz” getirir.
Bedir Savaşı’ndaki bir olayı anlatıyor ama bunun Bedir’e mahsus olmadığını, her zaman benzer olayların cereyan ettiğini de bize hatırlatmış oluyor.
Hepimiz Türkçe konuşuruz ama Türkçemiz farklıdır, üslubumuz farklıdır. Bu farklılık sebebiyle bir cümlenin kime ait olduğunu buluruz. Biz bunu yaparken bazı deyimlere yeni manalar yükler ve konuşmalarımızda hep o manada kullanırız. Bizi devamlı dinleyen kimse bizim ne dediğimizi anlar. Oysa yeni tanıştığımız kimse bir şey anlayamaz. Bu sebepledir ki devamlı cemaat olan kimselerin kendilerine özgü dilleri doğar, o dil onlar arasında birliği sağlar.
İlâhi kitapların böyle özellikleri vardır. Hattâ ayrı dillerde gelmiş, tercümelerle çok değişmiş olmalarına rağmen, Tevrat ve İncil’i okuduğunuz zaman Kur’an okuyormuş gibi hissedersiniz. Kur’an’ın üslubu ise büsbütün farklıdır. Mealleri bile okursanız artık onunla bütünleşirsiniz. Kur’an’ı okuyanlar, hele birlikte okuyanlar bir vücut gibi olurlar.
Dün diyorlardı.
Bugün de diyorlar.
Biz Akevler’i İzmir’de kurduğumuzda bunun bir şey olamayacağı görüşünde idiler. Artvin’den ortak getirip inşaat yapmak istediğimizde herkes direndi, gelmediler. İzmir’e geleceklerine söz verdiler, İstanbullarda kaldılar. Ama sonra gelip Akevler’de yerleştiler. Apartman sahibi oldular, iş sahibi oldular.
Ama kalplerindeki o hastalık geçmedi; bugünlerde Osman Aydın’ın İzmir’den İstanbul’a gelmesi olay oldu. Tüm Camili hemşerilerimiz karşı çıktılar. Söylediklerimizin ve yapmaya çalıştıklarımızın hayal olduğunu söylediler. Biz hem maaş veriyor hem de ilerisi için vaatlerde bulunuyorduk. Vaatlerin hayal olduğunu söylüyorlardı. Başkaları ise hiçbir şey vaat etmiyorlardı ama onların tercih edilmesi gerektiğini söylüyorlardı.
İşte olay aynen devam ediyor. Hiçbir şey değişmedi. İnsan yine aynı insandır.
Bunu “iz” ile ifade etmiş olmaktadır.
الْمُنَافِقُونَ
(eLMuNAFıQUuNa)
“Münafıklar”
“Münafık” müfaale bâbındandır. Karşılıklı nifaklaşmadır. “Nifak” harcamak demektir, birbirini harcamak demektir, dostluğu ve birliği harcamak demektir. Onlar nifak yapmaktadırlar. Aslında bizi harcamak istemektedirler. Onun için aramızdadırlar.
Bu durumda biz ne yapmalıyız?
Biz de onları harcamalıyız. Onun münafık olduğunu bilmeliyiz ama ona münafıksın dememeliyiz. İyilikte herkesle yardımlaşmalıyız, kötülükte herkesten uzak olmalıyız. Onun kâfir veya müslim olduğuna, mü’min veya münafık olduğuna bakmamalıyız yani biz de bir tür ona karşı münafık olmalıyız, onun nifakını bilmezden ve görmezden gelmeliyiz. Münafığa münafıkça davranmalıyız. Bu sebeple müfaale bâbı getirilmiştir.
Kelime kurallı erkek çoğul gelmiştir. Bunlar topluluktur, organize olmuşlardır. İnsanlar maşeri kararlar alacak şekilde yaratılmışlardır.
Bir gemide birlikte seyahat ederseniz bu durumu anlarsınız. Eskiden bu durum ayları, hattâ yılları alırdı. Kaptan köşkünde oturur, yolculara karışmazdı. Yolcular ise zamanla farkında olmadan birilerini kendilerine yönetici yapar ve onlara uyarlardı. Devlet öncesi aşamada böyle başkanlar oluşurdu.
Münafıklar da nifakta birleşirler, necvalarında hep beraber olur ve ortak savunmaya geçerler. Böylece münafık topluluk oluşmuş olur. Bunlar zamanla legal örgütte toplanırlar. Bunlar sözde hayır cemiyeti kurarlar. Orada hayır için toplanmışlardır ama onlar aslında asıl amaçları olan münafıklıkları için orada toplanmışlardır. İşte masonlar böyle bir cemiyettir.
O halde biz ne yapacağız?
Kimseye sen masonsun demeyeceğiz. Gerekirse onu devlet başkanı da yapabiliriz. Ama herkesi meşru davranış içinde tutmalıyız.
“Münafık” kelimesi nifak masdarını içerir ve bu masdar nekredir. O halde nifakın türü belli değildir, değişik zamanlarda ve değişik yerlerde ayrı ayrı ortaya çıkar. Medine ve Mekke Araplarının münafıklıkları başka, ABD tekel sömürü sermayesi ve onların kapalı örgütü olan masonların münafıklıkları farklı olacaktır, nitekim öyle olmuştur.
وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ
(Va elLaÜIyNa FIy QuLUvBiHiM MaRaWun)
“Ve kalplerinde hastalık olanlar.”
“Ve’l-meridune kulubuhum” denebilirdi. İsm-i faille değil de ism-i mevsulle getirilmiştir. İsm-i mevsulün ism-i failden farkı, ism-i failde failler bellidir ama fiil belli değildir, nekredir. Dolayısıyla ism-i fail yarım nekredir, “men” ve “mâ”da ise fail nekredir, fiil marifedir; “ellezî”de ise hem fiil hem fail marifedir. Harf-i tarifsiz ism-i failde ise her ikisi nekredir. Burada “kalpler” marifedir yani onların bilinen beyinleri zikrediliyor.
“Maraz” hastalık demektir.
“Kalb” kelimesi merkez demektir. Kan dolaşımındaki merkeze de kalb denmektedir, insan beynindeki sinir merkezine de kalb denmektedir. Burada kastedilen beyindeki merkezdir. Bununla beraber beyindeki merkezin göğüsteki merkezle ilişkisi vardır.
Vücudun başka yeri ağrıdığında, başka yerde sıkıntı olduğu halde başınız ağrır. Üzüntü beynimizde oluştuğu halde siz göğüsteki kalbde oluştuğunu sanırsınız. Bununla beraber kalbin kendi bağımsız sinir merkezi vardır. İki merkez ilişkidedir. Belki de ruh göğüsteki kalb ile ilişki içindedir. Televizyonların yayın merkezi başka yerde, anten yani alıcı başka yerde olabilmektedir.
Kur’an’da sakim, maraz, eza, ivec kelimeleri geçmektedir.
“İvec” sakatlıktır.
“Eza” duyulan acıdır.
“Sakamet” halsizlik, yorgunluktur.
“Maraz” ise hastalıktır.
Hasta olan insan sağlıklı şekilde çalışamaz, beslenip hayatını sürdüremez.
Buradaki kalb beyindir. Beynin hastalığı beynin çalışmaması demektir. İnsan beyninde acı duyulmaz. Nasıl insan kendisini ancak aynada görebilirse, beynin kendisi acı duyan organ olduğu için kendisine yapılanın acısını duyamaz. Çünkü kendisi bozulmuş olacağından acı duyma algısı da bozulmuş olur.
Kalplerinde hastalık olanlar bir türlü inanmayan kimselerdir. Seninle bir olurlar ama başaracağınızdan emin değildirler. Korkularından istemeye istemeye sizi yolda bırakırlar.
İman etmiş olan kimse ise Allah bana ne görev verdi der ve onu yapar. Sonuçlarla ilgilenmez bile. Çünkü yapacak olan biz değiliz, Allah’tır.
Kur’an Mekke’de söylemeye başlamıştı.
Kur’an ne dedi de olmadı?
1400 senedir hep Kur’an’ın dedikleri olmaktadır.
Bugün yeryüzünde dört büyük uygarlık var, başka da bir şey yok. Bunların hepsi peygamberler ve onların getirdiği kitaplar üzerinde oturmuştur.
Sosyalistler peygambersiz uygarlığı kurma çabasına giriştiler.
Sonu ne oldu?
Perişan oldular. Yedi bin sene değil yetmiş sene ömürleri oldu. Oysa yedi bin yıldır insanlar Allah’a inanıyorlar, yedi bin senedir de O’nun gönderdiği kitaplarla uygarlıklarını kurdular. Bugünkü Avrupa uygarlığı Kur’an yani İslâm uygarlığının devamıdır, bozulmuş şeklidir. Tüm insanlığın kalbinde maraz vardır, münafıklık vardır. Adil Düzen Çalışanları insanlığı bu marazdan kurtarma çabasındadırlar.
غَرَّ هَؤُلَاءِ دِينُهُمْ
(ĞarRa HAvEuLAEi DIyNuHuM)
“Dinleri bunları garur etti.”
“Garar” aldanmak, yanılmak veya yanıltmaktır. “Ğerer” çuval demektir. Türkçedeki çuvala koymak tabirinden de anlaşılabileceği gibi kanmak, aldanmak, yanılmak, yanıltmak anlamlarına gelir.
Canlıların derileri vardır. Baktığınız zaman onların içlerini de görürsünüz. Hasta adamın hastalığını yüzünden anlarsınız. Kumaş ise içini göstermez. Çuvala konan bir şeyin nasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz. Üzerine yapıştırdığınız etiket çoğu zaman yanıltıcı olur.
Bugünkü uygarlık böyle sahtekârlığa dayanır. Televizyonda reklamlar yapılır. Söylenenin yüzde sekseni yalandır, yanlıştır. Gazetelerde okuduğunuz haberler de böyledir.
İşte, gerçekleri göstermeyen ve yanıltan şeylere ğarûr denir.
“Adil Düzen”e inanmayanlar bize zavallı gözüyle bakmaktadır. Dinimiz bizi aldatmıştır derler. Faizli iş yapmıyoruz. Kendi kendimizi eziyete sokuyoruz. İzmir Akevler’in imkânları var ama iş yapmıyor. Birçokları bizi beceriksiz zannediyor, bize gelip cazip cazip teklifler ileri sürüyorlar. Bizi beceriksiz ve zavallı zannediyorlar. Biz haram olarak bildiklerimizi yapmıyoruz. Sabit ücretle işçi çalıştırmıyoruz, ortak olmalarını istiyoruz. Malzemeli sipariş almıyoruz, yalnız işçilik yapıyoruz. Çünkü bunlar haramdır ve zararlıdır. Onlara göre bu haramdır ama zararlı değildir. İşte asıl aldananlar onlardır.
Burada söyleyenler münafık olanlar ve kalplerinde hastalık olanlardır. “Haülâi” dedikleri de bizim gibi “Adil Düzen”e inananlar ve bu yolda çalışanlardır.
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ
(VaMaN YaTaVakKaL)
“Ve kim tevekkül ederse”
“Vekl” kuşların yumurta bıraktığı yerdir. Sağlam bir yere konarsa anlamındadır. “Ölüm meleği sizin için tevkil edildi.”, “Kitap, hüküm ve nübüvvet, bunlara bir kavmi tevkil ettik.” ifadeleri geçmektedir. Elçilik birini başka birisinin yanında temsil etmedir. Vekâlette ise birinin işlerini başkasının adına yapmak demektir. Başkasının talimatı ile yapmaktır. Kıyam ise başkasının işini kendi içtihatlarıyla yapmasıdır.
“Kefalet” üstüne oturulan keçe demektir.
“Kifl” kelimesi kefilden gelen bir kelimedir. Bir işin tam karşılığıdır. Nasip veya paydan farklıdır. Bir adamı iki kişi öldürse ikisi de bu suçtan birer kifl alırlar yani ikisine de kısas uygulanır. Kiflde paylaşma yoktur. Nasipte veya payda paylaşma vardır.
“Vekil” kuşun yumurta koyduğu yerdir. Kifl de üstüne oturulan keçedir. Keçe aynı zamanda post demektir yani tahttır. Kefil olmak demek onun işlerini üstüne almak demektir. Vekil olanın müvekkilini denetleme yetkisi yoktur. Oysa kefil olan onu koruduğu gibi aynı zamanda onun hata yapmasını de önler.
“Tevekkül etmek” ona dayanmak demektir. Tef’il bâbının mutavaatıdır (lazımıdır).
“Kim Allah’a tevekkül ederse” demek, kim Allah’ın himayesine girerse, kim O’nu kendisine vekil yaparsa demek olur. Ben Allah’ın bana emrettiklerini yapıyorum. Ben Kur’an’dan ve diğer üç delilden yararlanarak içtihadımı yapıyorum. Ben madem O’nun şeriatı içine girdim, orada oturuyorum, işlerimi orada yapıyorum, ben hata etmem. Hata etsem de O beni muhafaza etmez. O’nun kaderinde ne ise o olur demek olur.
عَلَى اللَّهِ
(GaLay elLAvHı)
“Allah’ın üzerine”
“Alâ” kelimesi isti’la içindir. “Allah” kelimesi burada hakiki manâda değildir, O’nun düzeni, O’nun şeriatı demektir. O’nun halifesi olan topluluk demektir. Kim içtihatlarla ortaya çıkar, kim şeriatın içinde yaşarsa demektir.
Bundan önce “Allah’ın ıkabı şiddetlidir” denmişti, âlemlerin rabbi kastedilmişti yahut O’nun doğa kanunlarından bahsedilmişti. Burada da O’nun sosyal kanunlarından bahsedilmektedir. Kim Allah’ın sosyal kanunlarına ve O’nun insanlık için çizdiği kadere inanır da ona göre hareket ederse o Allah’a tevekkül etmiş olur.
فَإِنَّ اللَّهَ
(FaEinNa elLAvHa)
“Allah”
Burada da mâliki yevmiddin olan takibi şiddetli Allah’tan bahsetmektedir. Aziz ve hakim kelimeleri nekre geldiği için de topluluğun örgütüdür. Bunun için izhar edilmiştir.
Bundan önceki Allah şeriatı ifade ediyordu. Burada da o şeriatı uygulamakla görevli olan teşkilat ifade edilmektedir.
“Fa” harfi ile getirilerek sürekliliğe işaret etmiştir.
“İnne” ile teyit edilmiştir.
Hazreti Nuh’tan evvel insanlık devlet öncesi dönemi yaşıyordu. Bu durum Arabistan’da Hazreti Peygamber’in gelmesine kadar devam etti. Yirminci yüzyılda Kur’an’ın ikinci uygulamasında ise yeryüzünde devlet aşaması öncesi dönemi yaşayan kimse kalmamıştır. Kur’an düzeni tam olarak üçüncü binyılda uygulanacaktır.
Burada işaret edilen hukuk düzeninin kesinliğidir. Artık insanlar fiillerinden sorumlu olacaklar, fiillerinin kurallara uygun olup olmadığından sorumlu olacaklardır. Eskiden bir adam birisini öldürmek istediği zaman demirciye gider, kendisine bir tabanca imal etmesini ister, satın alır ve adamı öldürürdü. Burada silahı imal eden de fiile iştirak etmiş olurdu. Oysa şimdi tabanca yapan onun ne için kullanılacağını bilmiyor. Savunmak için de olabilir. O halde bugün tabanca imal eden suça iştirak etmiş olmuyor. Yani artık fiil birçok kimselerin katkısıyla olmaktadır ama sonuçları failler bilmemektedir. Dolayısıyla insan sonuçlardan değil davranışlardan sorumlu olmak zorundadır. Fiiller başka failler başkadır. Topluluk iki kurumdan oluşur, yasama ve yürütme. Yürütme örgüttür. Yasama ise şeriattır.
عَزِيزٌ حَكِيمٌ (49)
(GaÜIyZun XaKIyMun)
“Azizdir ve hakimdir.”
Sözünü geçirir, sözünü dinletir demektir. Çevredekiler onun sözünü dinlerler. Bu durum korkularından çok ona olan saygılarından dolayıdır.
“Aziz” kurallarına göre hareket edilmesi demektir. Yani Allah kendi şeriatını er veya geç insanlığa kabul ettirecektir.
“Hakimdir” demek yönetmek demektir. “Hakem” dizgindeki gemdir, arabadaki direksiyondur. Hakemler karar verirler. Sadece o olay için karar verirler. Hakem kararları kural değildir. İçtihat ise yasadır. Meclis yasalar çıkarır. O da olaylar hakkında karar vermez. Yargı geçmişi, yasama geleceği ele alır. Hakemler yasalara göre karar verirler. Yasaların icmalara aykırı olup olmadığını yine yargı denetler ama yargı yasa yapmaz.
“Hüküm” kelimesi ile “izzet” kelimesi iç içedir. Yargı yasasız hükmedemez. Yargısız yasalar bir işe yaramaz. Bu sebeple ikisi aralarında atıf yapılmadan zikredilmiştir. “Ve” ile gelseydi iki taraf bağımsız olurdu. Oysa yargı ile yasama iç içedir, birbirlerine dayanmaktadırlar.
Demek ki Allah’a tevekkül etme demek yasalara ve yargı kararlarına uyma demektir.
وَلَوْ تَرَى إِذْ يَتَوَفَّى الَّذِينَ كَفَرُوا الْمَلَائِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَأَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (50)
(Va LaV TaRAy EiÜ YaTafFa elLaÜIyNa KaFaRUv elMaLAEiKaTu YaWRiBUvNa VuCUvHaHuM Va EWBaRaHuM Va ÜUQUv GaÜABa eLXaRIyQi)
“Ve melekler küfretmiş olanların vecihlerine ve edbarına darb ederek vefat ettirdiklerinde onları re’y etseydin. Ve harik azabı zevk ediniz.”
Buradaki “vefat ettirme” öldürme anlamında alınabilir. “Melaike” kelimesinden de ruhlar âleminin melekleri anlaşılabilir. “Yüzlerine ve edbarlarına vurması” ise ölüm ağrıları olabilir. “Yakıcı azab” da cehennem ateşi olur.
Bu manâsıyla münafıkların ve kalplerinde hastalık olanların ölüm esnasında acı duyacaklarını ve ateşte yanmış olacaklarını ifade etmiş olur. Buna kabir azabı diyoruz.
Ayağı dizden kesildiği halde insanın o ayaktaki parmağa ait acıyı duyacağını bu sûrede anlatmış idik. Ölüm esnasında her insan mevti yani ölüm acısını duyacaktır. Birçok iyi insanların da ölürken acı duyduklarını biliyoruz. Bizzat Hazreti Peygamber’de bu durum görülmüştür.
O halde burada vefat ettirilen kâfirlere verilecek ceza nedir? Münafıklardan ve kalpleri hasta olanlardan bahsederken küfredenlere ait azaptan söz etmesi ne mana ifade eder?
Önce münafık ve kalplerinde hastalık olanların da küfredenler olduklarına işaret etmektedir. Sonra da darb azaplarını onların da çekeceklerini ifade etmiş olmaktadır.
Buradan gerek münafıkların gerekse kalplerinde hastalık olanların bile bile bu nifakı yaptıklarını ve kendi iradeleri ile kalplerini hasta ettiklerini anlıyoruz. Çünkü küfür kelimesi kastı içerir. Yahut şöyle yorumlayabiliriz. Münafıkların yaptıklarını yapan herkes münafık değildir. Kalplerinde hastalık varmış gibi davrananların hepsinde böyle hastalık yoktur. Onların içinde kâfir olanlar cezalanacaklardır. Kâfir olmayanlar beraat-ı zimmet asıl olduğu için cezalandırılmamaktadır.
İnsan öldükten sonra bedeni ile ilişkisi kesilir. Ama ruh ölüm esnasında aldığı etkileri ve gördüklerini kıyamete kadar sürdürür. Her gün ateşe arz edilir. Firavuna böyle ateş arz edildiği zikredilmektedir.
Yüze elle vurulur. Arkaya sopa vurulur. Bu sebeple ikisinden bahsetmektedir. Ölürken duyduğu acıları kıyamete kadar sürer. Kötüler için bu zaman uzar. İyiler için bu zaman kısalır, menzile erkence varırlar. Yani bedeni olmadığı halde bedeni varmış gibi acı duymaya devam ederler.
وَلَوْ تَرَى
(Va LaV TaRAy)
“Ve re’y etsen”
Görme gözle görme anlamında ise de aslında görüneni kavrama demektir.
Sizin görüşünüz nedir deriz.
إِذْ يَتَوَفَّى
(EiÜ YaTaVaFay)
“Vefat ettirdiği zaman”
“Vefy” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek tepedir. Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır. Borcu eksiksiz ifa etmek demektir. Teraziyi denk tutmak demektir. Tefe’ul bâbı kendi kendini olgunlaştırma anlamına gelmektedir. Ömrü doldurma, işi bitirme anlamlarına da gelmektedir Tefe’ul bâbı aslında lazım bir bâbdır, tef’il bâbını lazım yapar. “Kerreme vechehu” demek yüzünü güzelleştirdi demektir. “Tekerreme el-vechu” derseniz yüz güzelleşti anlamına gelir. Burada müteaddi olmuştur. “Teveffa” fiili müteaddidir. Buradaki faili meleklerdir, mef’ulü ise küfretmiş olan kimselerdir. Bu anlamıyla “teveffa” borcunu tahsil etti anlamındadır.
“Teveffa etmek” demek, Allah’ın nefh ettiği ruhu geri çağırmasıdır, merkeze almasıdır. Allah insanı yarattığında ona ruhundan yani kendisine ait ruhtan nefh etmişti. Vefat ettirdiği zaman ruhu bulunduğu yere yani merkeze çağırır, geri alır demektir.
İnsan ruhları bir yerde uyku hâlinde iken insan doğarken melekler onu alır, getirir, bedeni ile tanıştırırlar. İnsan büyümeye başlayınca ruh da eğitilmiş olur. Sonra hayat boyunca bu durum devam eder. Öldüğü zaman da ruhu alıp tekrar istirahatgâhına götürürler, artık ruhun bedenle ilişkisi kalmaz.
Bir aracı alalım, içine bir senelik yiyecekleri koyalım ve ışık hızı ile fırlatalım. Altı ay yolculuk yaptığı zaman en yakın yıldıza dörtte bir yaklaşmış olur. Bu araç bir ışıktır. Yolculukta enerji harcamamaktadır. Araç ışığı bir parçaya çarpıp gerisin geriye dönebilir. Altı ay sonra tekrar bize gelse ve durdurabilsek Hazreti İsa araçtan çıkar. 33 yaşlarında göğe gitmişse 34 yaşında tekrar dünyaya dönmüş olur. Oysa yeryüzünde on bin sene, yüz bin sene geçmiş olabilir. Yani Hazreti İsa’nın göğe gidip yüzbinlerce sene sonra yaşlanmadan dönmesi basit bir teknoloji işidir. Biz Kur’an’da bir yerini bulamadığımız için ölmüştür diyoruz.
Mevt hayyın karşılığıdır. Hay uyanık olan yılanın adıdır. Meyyit ise kış uykusunda olan yılanın adıdır. Demek ki mevt bedenle ilgilidir, vefat ise ruhla ilgilidir. Bedenin toprağa döndürülmesi mevttir. Ruhun merkeze çağrılması ise vefattır.
Buradaki “iz” “yeteveffa”nın zarfıdır. O zaman görseydin diyor.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfreden kimseler”
Küfredenler burada marifedir, küfür de marifedir. O zaman kastedilenler Bedir’de ölen kâfirlerdir. Bugün ise sermayenin çıkardığı bir asırlık savaşta kâfir olarak ölenlerdir. Zamir göndermemiş, ism-i mevsul ile izhar etmiştir. Böylece onlardan sadece kâfir olarak ölenler kastedildiği gibi küfürleri de tek tanrıyı kabul etmemeleri idi. Bugün ise son asırda veya asırlarda kâfir olarak ölen kimseler kastediliyor. Kâfir olmaları da ateist bir dünya oluşturmalarıdır. Her diktatör bir tanrı olmuş, karşılıksız para tanrı olmuştur.
Fiil-i muzari getirilerek bu ölmelerin bir günde olmadığını, tekerrür edeceğini ifade etmiştir. “İz” ile getirmesi olan vakayı bildirmesinden dolayıdır, kesinlik sebebiyledir.
Siz bir bucak kurmaya başlarsınız engelleyenler çıkar. Buradaki “Ellezîne Keferû” sizin için olandır. İnsan, ruh, melek ve cinler kâinatın şuurlu varlıklarıdır. Ölüm ruhun beden arabasından inmesidir, dirilme yeniden o arabaya binmesidir. Binmede ve inmede melekler insanın ruhuna rehberlik yapıyorlar. Hazreti Âdem’e secdenin manâsı budur.
Melekler iyi yola götürürler, şeytan ise kötü yola götürür, kötülükte yardımcı olur.
الْمَلَائِكَةُ
(elMaLAEiKaTu)
“Melekler.”
Allah kâinatı yarattı. İki çeşit madde yarattı. Bunlar aynı cinsten ise birbirini iterler, ayrı cinsten ise birbirini çekerler. Bunlar iki çeşit yük taşırlar, pozitif ve negatif elektrik yükü taşırlar. Aynı cins yükler birbirini iterler, ayrı yükte olanlar çekerler. Bunlar uygun uzaklıkta ve kristal şeklinde sıralanmışsa dengededir ve hareket yoktur.
Bundan 13,7 milyar yıl önce kâinatın durumu bu idi. Birden kristal bozuldu ve patlama oldu. Kâinat ikiye bölündü. Bir kısmı bir tarafa diğer kısmı diğer tarafa gitti. Yükler karışık olduğu için etkisiz hâle geldi. Oysa kitleler ayrılmıştı. Süratle birbirlerini ittiler. En büyük ışık hızına yakın hızla her iki kâinat büyümeye başladı.
Hızların pozitif ve negatifleri yoktur. Birbirlerine zıt hareket ederler ama negatif hızları olamaz. Buna karşılık ışık hızından büyük ve ışık hızından küçük hızlar vardır. Bizim dalga hızımız büyük kendi hızımız küçüktür, öbür parçada olanların ise aksidir, kendi hızları büyük, dalgalarının hızları küçüktür. Melek ve ruhların kendileri orada dalgaları buradadır. İnsan ve cinlerin kendileri burada dalgaları oradadır.
Allah bizi yaratmadan önce melekleri yarattı, dünyayı onlara düzenlettirdi. Sonra canlıları yarattı, sonunda insanı yarattı. Onlar Allah’ın görevlileridirler. Kâinatın düzenini onlar sağlıyorlar. Ruhlar da melekler gibi öbür âlemdedirler ama onlar bu âlemde görev yapıyorlar, orada ise istirahattadırlar.
Şunu diyebiliriz. Allah kâinatı var ettiğinde parçacıkların (ışık kuantumlarının) sayısı belli idi. Artık yeni parçacıklar var edilmemektedir. Onların hız kareleri toplamı da sabittir. Enerji kuantumlarıdır. Onlar da artıp eksilmemektedir.
يَضْرِبُونَ
(YaWRiBUvNa)
“Darb ederlerken”
Bir ağıla kuzuları doldurursanız kurt içeri giremez. Ama bir kartalın girmemesi için üstünü kapatmanız gerekir. Bu durum üç boyutluda böyledir. Eğer kartal dört boyut içinde hareket edebiliyorsa, tavanı yapsanız da o ağılın içine girip rahatlıkla kuzunuzu afiyetle yer. Eğer doktorlar dört boyutta ameliyat yapsalardı, bıçakla deriyi kesmeden, kasları kesmeden ameliyat yerine varacak tedaviyi yapabileceklerdi. Melekler dört boyutlu uzay içinde hareket edebiliyorsa her hücreye ulaşır ve onu dövebilirler. Dövme eziyet vermek için olduğuna göre her hücrenin sınırlarına dövmenin uyardığı gibi uyarırsan adam dövülmüş gibi acı duymaya başlar. İşte melek ölümden evvel bunu yapmaktadır.
Bazı şeylerin hikmetleri üzerinde durulması gerekir.
Cinsi ilişkide büyük zevk var ama çocuk doğurmada büyük acı vardır.
Bunun hikmetleri nelerdir?
İnsan öldüğü zaman kendisi büyük acı duymaktadır. Oysa zevkli bir şekilde ölebilir, acı duymayabilirdi. Ölüm neden bu kadar acıdır? Ölen birisi çevredekilere neden o kadar acı vermektedir? Ağrılar içinde kıvranan ve ona hizmet ettiğinde sıkıntı çeken bir anne oğlu öldüğü zaman veya kardeşi öldüğü zaman neden acı duymaktadır?
İyileşecek hastanın acı duyması iyileşmesi için şart olabilir. Hasta birisinin acılarına katılma da böyledir. Ama ölecek kimse neden acı duyuyor, öldükten sonra yakınları neden yas içinde oluyorlar?
Bu soruların cevaplarını ben burada açıklamayacağım, çünkü bilmiyorum.
Herkes düşünsün ve çözümler arasın...
Bu âyet bize bir ipucu veriyor.
Kâfirlerin acı duymaları kıyamet oluncaya kadar onların acı duymalarını sağlamak içindir. Başlangıç içindir. İyiler de hayatlarından ümit kesilince ağrıları dinmiş ve zevk almaya başlamış olurlar ama biz tam olarak göremeyebiliriz.
وُجُوهَهُمْ
(VuCUvHaHuM)
“Yüzlerini”
“Yüz” insana baktığınız zaman başın görünen kısmıdır.
Göz, kulak, burun ve ağız buradadır.
Göz bilinçsiz eşyaları algılar.
Kulak başka insanların sözlerini algılar.
Burun koku alır, gazları algılar, ayrıca ciğere giden havayı kontrol eder.
Ağız tadı algılar, konuşma aracıdır, mideye oradan besin gider.
Hâsılı, yüz insanın en önemli organlarını taşımaktadır.
وَأَدْبَارَهُمْ
(Va EWBaRaHuM)
“Ve arkalarını.”
Yüzdekiler dışarıdan gelenleri alır. El ve bacaklar hareket yapar. Ayrıca ön ve arkadan pislikler atılır. Deri ter yoluyla zehirleri atar. Isı dengesini kurar. Edbar, el, vücudun diğer taraflarından bir yer zikredilmektedir. Buralardaki dayak oradaki sinir hücrelerinin uyarılması ile olur. Vücut aslında özel hormonlarla bu sinir hücreleriyle dayak yemiş gibi uyarılmış olur.
Vücuh insanın iç âlemini, edbar da dış âlemini temsil eder. Kâfir olan bütün varlığı ile acı duymaya başlar, ağrı kıyamete kadar devam etmiş olur.
Bir hikmet sorusunu daha sorabiliriz; bu acı duymanın hikmeti nedir, insanlar neden üzülüyor ve neden sıkıntılı günler geçiriyorlar?
Buna Kur’an’da verilen cevap ruhun eğitilmesi ve olgunlaştırılmasıdır.
Biz bu kâinatı yaratmıyoruz, biz yaratılan bu kâinatın ne olduğunu ve nasıl çalıştığını öğreniyoruz. Kâinat içindeki görevimizi tam olarak kavramamız için olanların hikmetlerini de bilmemiz gerekir. Bu sebepledir ki ilimler dört çeşittir.
1) NAZARİ İLİMLER. Varlıkların tabi oldukları genel kuralları öğretirler. Su yüz derecede kaynar. Yahut insanda mülkiyet duygusu vardır. Bunlar için 25 nazari ilim vardır.
2) TABİİ İLİMLER. Bunlar da kâinatta mevcut olanları bize bildirir. Yeryüzündeki dağları ve nehirleri öğreten ilim bu ilimdir yahut Türkiye’nin nüfusunu öğreten ilim bu ilimdir. Ben gözümü veya başka organlarımı bu ilimle bilebiliyorum.
3) AMELİ İLİMLER. Bu ilimler de ne yapmamız gerektiğini bize öğretir. Araçlar bu ilimler sayesinde elde edilmiştir. Bu ilimler sayesinde bilebiliyoruz.
4) HİKEMİ İLİMLER. Bunlar niye böyledir, benim niye bunları yapmam gerekiyor, hangi amaçlarla bunlar vardır ve hangi amaçlarla ben bunları yapmalıyım? Bu ilimler de işte bunları bize öğretmektedir.
وَذُوقُوا
(VaÜUvQUv)
“Ve zevk ediniz.”
Burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir yani darbın dışında bir olay vardır.
Darb olur ama biz onu acı olarak hissetmeyebiliriz. Nitekim uyuşturulan organlar kesildiği halde insan acı duymamaktadır. Darb ile acının ayrı ayrı şeyler olduğunu anlatmak için “Ve” harfi getirilmiştir veya bu darbın zevkinden başka bir zevk vardır.
Onu da tadın demek olur.
“Zevk” kelimesi tatlı veya acı olabilir.
عَذَابَ الْحَرِيقِ (50)
(GaÜABa eLXaRIyQı)
“Harik azabı”
Yani kıyamet olup cehenneme gittiğiniz zaman tadın denmiş olur.
Bu onlara söylendiği gibi Allah tarafından onların hallerini anlatmak için de söyleriz. Ortaya söylenen söz olur. Onlara hitaben söylenir ama aslında çevreye duyurulur.
Darb ederler ve kavl ederler denmiyor. Kavl edenler sözü mahzuf da olabilir. O zaman melekler demiş olurlar. Kıyamet olmadan önce de onlara cehennem azabı tattırılabilir. Cehennemde sinir hücreleri nasıl uyarılacaksa berzah âleminde de öyle uyarılmış olabilir.
Allah insanları çalıştırarak bu dünya düzenini korumakta, bu çalışmada onları âhiret hayatına da yetiştirmektedir. Takva adamları “rahipler” insanları âhirete hazırlamaktadırlar, “ahbar” ise insanları dünya düzenine hazırlamaktadırlar.
Şeriat dünya düzenini, tarikat ise âhireti kazandırır.
ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (51)
(ÜAvLiKa BiMAv QadDaMaT EaYDiKuM Va EnNa elLAHa LaYSa Bi JalLAMin Li eLGABIyDi)
“Bu ellerinizin takdim ettiklerinden dolayıdır. Ve Allah âbidler için zallam değildir.”
Harf-i atıfsız anlatılanları açıklayan cümle getirilmiştir.
İnsan kendi yaptığının cezasını çeker.
Zehirli ve zehirsiz mantarlar vardır. Bir tabağa zehirli mantar, diğer tabağa zehirsiz mantar konmuştur. Gelen misafirlere tembih edilir; bu mantar zehirlidir, bu mantar ise zehirsizdir. Üstüne etiket de konur; ‘bu mantar zehirlidir yemeyin’ denir. Misafirler inadına zehirli mantar yer de zehirlenirse ev sahibi onlara haksızlık mı yapmış olur?
Onlar kendi elleriyle yaptıklarının cezasını çekmektedirler.
Buna şöyle itiraz edilir; ev sahibi zehirli mantarı oraya ne diye koydu, şayet koymasaydı misafirler zehirlenmezlerdi.
İnsanı muhtar bir varlık yapması için Allah böyle yapmıştır. Ev sahibi olarak misafirleri denemektedir. Bana konuk olanlar iyi niyetli midir yoksa bana karşı bir planları var mıdır? Onun için mantarları tabağa koymuştur. Zehirli mantarları yiyenler zehirlenip hastaneye gitmişler, yemeyenler ise zehirli olmayan mantar ikramından nimetlenmişlerdir.
Demek ki cehennemin bir tarafı daha ortaya çıkmıştır, hayatta iken zehirlenenler hastaneye götürülüp tedavi edileceklerdir.
İnsan beyni şeytanca düşünmekten geri dönmez; böyle bir düzene ne gerek vardı, misafirleri de kendisi yaratmadı mı?!.
İşte bu soruların cevabı Allah’ın “fe’alun lima yürid” olmasıdır. Bizim size karşı O’nun avukatlığını yapmamız gerekmez, O kendisini savunma gücüne sahiptir. Biz sadece bu tabaktaki mantarların zehirli olduğunu hatırlatıyoruz. Sizi ikna etmeye memur değiliz, mecbur da değiliz. İstiyorsanız zehirli mantarları yiyin ve hastane yolunu tutun.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Burada işaret edilen nedir?
Meleklerin döve döve öldürmeleri ve onların acı çekmelerine işaret edilmiştir.
O ism-i işaret aslında görünen bir şeye işaret eder ama cümleye işaret edebilir.
Eğer manâsına işaret ediyorsa “Tilke” denir.
Eğer lafzına işaret ediyorsa o zaman “Zâke” denir.
Olaylara ayrı ayrı işaret ediyorsa “Tilke” denir.
Olaya bir bütün içinde işaret ediyorsa “Zâlike” denir. Çünkü tüm oluşumlar bir olayın parçalardır. Çok parçalardan oluşmuş bir şeye işaret ederken tekil kullanırsınız.
“VeLevTerâ” ile başlayan âyette anlatılanların tümüne işaret etmektedir. Bu da kâfirlerin mezarda başlayan azaplarıdır. Neden azap ediliyorlar? Bu zulüm değil midir?
Allah kullarına zalim değildir. Allah’ın zalim olmadığını vurgulamaktadır.
Dünyadaki olayların iki vechi vardır. Biri şeriat vechidir. Bu vecih dünya düzeninin korunmasıdır. Diğeri ise insanların âhiret için eğitilmeleridir. Onların seviyelerini yükseltmedir. Bu dünya bir taraftan fabrikadır, diğer taraftan okuldur. Çalışarak okuma usulü uygulanmaktadır.
Bizim yüz lojmanlı işyeri apartman projemiz işte böyle bir okuldur. Saatlerin bir kısmı üretimde harcanır ve dünya geçimliği temin edilir. Saatlerin diğer kısmı ise eğitimde harcanır. Beşikten mezara kadar ilim işte böyle yapılır.
بِمَا قَدَّمَتْ
(BiMAv QadDaMaT)
“Takdim etmesi nedeniyle.”
“Kadem” ayak demektir.
“Takdim etmek” demek ileri götürmek demektir.
Gelecek için hazırlık yapmak takdimdir. İnsanlar günah işlemekle geleceklerine cehennemi hazırlamışlardır. Zehirli mantar yiyerek hastanelik olmuşlardır. Bütün yaptıklarınızın sonucu anlamındadır. Çünkü orada tüm hesap görülecektir. Zerre kadar iyilik hesaba katılacak, zerre kadar kötülük de hesaba katılacaktır.
أَيْدِيكُمْ
(EaYDiKuM)
“Ellerinizin”
İnsanlar düşündükleri için değil, kâfir oldukları için değil, kâfir olarak kötü işler yaptıklarından dolayı cezalanacaklardır.
Hukukta da kural budur. Suçun oluşması için suç işleme kastı bulunmalıdır, suç işlenmelidir. Kast etmek de yeterli değildir. Bir kimse kurşun atsa ama kurşun isabet etmese ona ceza verilemez, sadece korkuttuğu için ceza verilir. Eğer mağdurun bundan haberi olmazsa asla ceza verilmez.
Küfretmiş olanlara yaptıkları için ceza verme bu kuralı ifade etmektedir.
وَأَنَّ اللَّهَ
(Va EnNa elLAHa)
“Ve Allah”
Verilen cezanın insanların kendi fiillerinin sonucu olduğu anlatıldıktan sonra, fiil cümlesinden sonra isim cümlesi getirilerek hâl yapılmıştır. Allah’ın kulları için zalim olmadığı halde yedinizin takdim ettikleri ile bu duruma düştünüz denmiş oluyor. “Küm” zamirinin hâlidir. Allah kullarına zulmetmez iken siz kendiniz mazlum oldunuz.
لَيْسَ بِظَلَّامٍ
(LaYSa Bi JalLAMin)
“Allah zallam değildir.”
“Zallam” mübalağa ile ism-i faildir. “Ahmet allam değildir” dediğimiz zaman, her şeyi bilen birisi değildir manâsı çıkar. Hiç bilmez manâsı çıkar mı?
İşte burada da yeni usul kaidesini aramamız gerekir.
Marife olarak gelirse Allah’ın büyük zalim olmadığı ifade edilmiş olur. Küçük zulüm mesküten anh olarak geçmiş olur. Ama nekre olarak mübalağa sigası asla manâsına gelir. Allah asla zallam değildir manâsındadır.
İşte, araştırma yapmak isteyen Ruhu’l-Kur’an’da “Faal” kalıbında geçen kelimelerin marife ve nekrede bu şekilde manâlandırılması doğru mudur değil midir, araştırması gerekir.
Ben allam değilim. Yazdıklarım benin anlayışımdır. Çoğu zahirdir. Siz çalışarak düzeltmelisiniz veya zahiri nass yapmalısınız.
لِلْعَبِيدِ (51)
(Li eLGABIyDi)
“Kulları için.”
“Abd” görevli demektir, memur demektir. Allah insanları kendisinin işini yapsın diye görevlendirmiştir, O’nun memurlarıdırlar. Görevlerini yapmasalar da abiddirler. Dolayısıyla Allah abidlere zallam değildir. Abid çoğul olduğu için istisnası vardır demektir. Bu da şudur. Bir kulun diğer kula zulmetmesine izin vermektedir. Sonra onun hakkını fazlasıyla ödemektedir. İşte burada Allah abide zalim değildir diyerek bu istisnaları ortaya koymaktadır.
Allah adaletini tamamında göstermemektedir, âhirette tamamlamaktadır. Bu dünyada zulme uğrayanlar olacaktır. Eğer zulme izin verdiği kimseleri cezalandırmazsa Allah bu izni ile zalim olmuş olur. O halde adaletin yerine gelmesi için harık azabın tadılması gerekir.
Burada şöyle itiraz yapılabilir. Zulmettiği kadar cezalandırılması tamam ama daha fazlası zulüm değil mi? Misal, insan 70 sene yaşadı, günah işledi, sonra milyarlarca sene azab içinde olması adalet midir?
Zaman kısalmakta ve uzamaktadır. Herkes suçu kadar cezasını çekecektir. Cezasından fazla zerre kadar zulmedilmeyecektir. Buradaki “zallam değildir” ifadesinin manâsı budur. Başka âyetlerde bu husus teyit edilmektedir.