ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
2530 Okunma
27 VE 28.AYETLER

Enfal Sûresi-13

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (27) وَاعْلَمُوا أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (28)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

(YAv EyYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv LAv TaOUvNUv elLAHa Va elRaSUvLa Va TaPUvNUv EaMAvNAvTıKuM Va EaNTuM TaGLaMUvNa)

“Ey iman etmiş olan kimseler, ilmedip dururken Allah ve resule hıyanet etmeyin, emanetlerinize de hıyanet etmeyin.”

Allah insanları yarattı...

Onlara peygamberler gönderdi...

Hazreti Nuh Peygambere kadar kişi yönetimi vardı...

Hazreti Nuh Peygamber ile şeriat yönetimi başladı. Kitaplar geldi. Son olarak Kur’an geldi. Yeryüzünün şeriat düzeni tamamlanmıştı.

İnsanlar, önce kâfirler ve mü’minler diye ayrılıyordu.

Kâfirler içinde hakem kararlarını kabul edenler vardı; bunlar cizye vermiyor ama aramızda çıkan ihtilafları hakemlerle halletme hususunda anlaşmış bulunuyoruz diyorlardı.

Müşrikler ise hakem kararlarını da kabul etmeyen kimselerdir.

Müslümanlar da ikiye ayrılmaktadır.

Birileri peygamberlerin getirdiği şeriatı kabul eden kimselerdir. Bunlara “müslim” diyoruz. Bunlar şeriata uymakla yükümlüdürler. Bütün beşeri haklara eşitlik içinde sahip olurlar. Müslimlerden bir kısmı “mü’min” olmuşlardır.

İşte bunlar, yani diğerleri, yani mü’minler, şeriat düzenine uymakla yetinmezler, şeriat düzeninin askeri olur ve onun hükümran olması için malları ve canları ile onu korurlar.

Kur’an tüm insanları şeriata davet eder.

Dolayısıyla Kur’an’ın muhatabı tüm insanlıktır. Kur’an İlâhi kitapları kabul edenleri de muhatap alır ve onlara da ne yapacaklarını duyurur.

Kur’an’ın ilk muhatabı mü’minlerdir. Çünkü onlar şeriat düzenini ikame etmekle yükümlüdür. Bunlar bucak mü’minleridir, il mü’minleridir, ülke mü’minleridir. Bunlar “bedelli” olmayıp “nöbetli” olanlardır yani “askerlik” yapanlardır. Bunların başında nebi olan resul vardır. Bucakta, ilde ve insanlıkta biat edilen başkanlar vardır. Mü’minler o başkanların emrinde düzeni korurlar.

Bugün devlet başkanı vardır. Bugün de askerler vardır. Yani askerler ve memurlar mü’minlerdir. Halk ise müslim durumundadır.

Mü’minler sistemi ile bugünkü sistem arasında ne fark vardır?

Bugün bütün vatandaşlardan erkek olanlar zorla askere alınmaktadır. İslâmiyet’te ise kişiler isterlerse bedel verip asker olmazlar. İslâm’da bütün vatandaşların vatandaşlık hukuku eşittir ama yönetme ise yalnız askerlik yapanların yetkisindedir. Bugün de bürokratların dokunulmazlıkları vardır, sivillerden daha üstün sayılmaktadırlar.

Bundan önceki âyetlerde Allah’a isticâbe ediniz, Resule isticâbe ediniz diyerek İslâm düzeninde yapılması gerekenler anlatılmıştır. Burada ise mü’minlere yasaklanan şeyler anlatılmaktadır, o da hıyanet etmektir. İhanetten mü’minler men edilmiştir.

Bundan önce isticâbe emredilmiş, burada ise hıyanetten nehy edilmiştir.

“İsticabe” verdiği emirlere itaattir.

“İhanet” ise şeriatın dışına çıkmadır, düzeni bozmadır.

Bozma iki şekilde olur. Ya siz dikkat etmez, yeterli önemi vermez, düzenin dışına çıkarsınız. Bu ismdir, udvandır ama hıyanet değildir. İhanet düzeni bilinçli olarak bozmaya çalışmaktır. Yani kendi topluluğu için kendi birliği için çalışacağına ona karşı çalışmadır.

Bir kimse diyelim ki AK Partilidir. Parti içinde partinin işlerini yaparken, parti toplantısını yaparken, partinin çıkarını düşünecek, onun ferdi olarak hareket yapacaktır. Parti içinde Saadet Partisi’nin çıkarını düşünürseniz yahut Saadet içinde AK Parti’nin çıkarını düşünürseniz bu hıyanettir.

Türkiye’de olduğunuzda Türkiye’nin çıkarlarını düşünürsünüz, Fransız çıkarlarını da korursunuz; Fransa’da iken de Fransız çıkarlarını düşünürsünüz.

Bir topluluk içinde iseniz o topluluğun çıkarlarını düşüneceksiniz.

Eğer sizin anlayışınıza uymayan topluluk ise o topluluğu terk etme hakkınız vardır ama topluluk aleyhine hareket etmek hıyanettir.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olan kimseler.”

Bundan önceki âyette “Ey iman edenler” dendiğinde; askerken, cepheye katılmışken emredilenleri yerine getirme demektir. Namaz kılarken, namazın içinde iken yapılacak işler anlatılmıştı.

Burada ise köyüne, evine dönmüşken ne yapılacağı ifade edilecektir. Asker sivilken de askerce hareket etmek zorundadır. Burada komutanın emri yoktur ama emirlere uyulacaktır, kurallara uyulacaktır. Mü’minler askerken askeri düzende hareket edilecek, sivilken de askerce hareket edilecektir. İki durum farklı kurallara tâbi olduğu için “Ey iman edenler” diye yeniden hitap edilmiştir. Muhatap aynı kişiler olduğu için de “ve” harfi getirilmemiştir.

Allah rabbü’l-âlemîndir. Varlıkları yarattığında varlıklar kâmil halde değildirler. Hücre olarak yarattığı insanın evrimi ilk hücre bölünmesinden başlar. Hücre ikiye ayrılır. Biri sabit hücreleri oluşturmaya başlar, diğeri ise hareketli hücreleri oluşturmaya başlar. Kan hücreleri kan hücrelerinden oluşur. Kemik hücreleri sabit hücrelerden oluşurlar. Sonunda işte benim gibi sizin gibi insan olur.

İnsanlığı da böyle basit bir anne babanın birleşmesinden üretmeye başlatmış ve insanlık uygarlaşarak bugünkü hâle gelmiştir. İnsan bundan sonra da uygarlaşmaya devam edecektir. Teknik uygarlaşmayı müsbet ilim planlayıcıları yapacak, hukukta uygarlaşmayı müçtehitler yapacak ve uygulamayı ise mü’minler yapacaktır.

İşte, “Müçtehit Yetiştirme Medresesi, Araştırmacı Yetiştirme Merkezi” bu uygarlaşmayı yapacak, insanların yetişmelerini sağlayacaktır.

Evet, yanlış söyledik, “Yetiştirme Medresesi” değil, “Araştırmacı Yetişme Merkezi, Müçtehit Yetişme Medresesi” dememiz gerekir.

Çünkü araştırmacıyı başkası yetiştirmez, kendisi yetişir.

Demek ki yeni çalışmamızda “Ey iman edenler” hitabını “Ey müçtehit yetişmek isteyen kimseler” olarak anlamalıyız.

Kur’anda matematik formüller gibi işlem yapılır. Birimler ise değişmektedir. Kur’an’ı her okuduğumuzda onu o şartlar içinde anlamaya çalışmamız gerekir.

لَا تَخُونُوا

(LAv TaOUvNUv)

“Hıyanet etmeyiniz.”

Biz bir kelimeyi yorumlarken elimizde şu araçlar vardır:

1) Kur’an’da nerelerde ne anlamlarda geçmektedir?

2) Lisanu’l-Arab’da ona ne manâlar verilmiştir?

Bu suretle verileri topladığımız zaman kelimenin hayatımızda neye delalet edebileceğini Kur’an’daki diğer kelimelerle de karşılaştırarak ve konunun ilgilendiği ilimdeki durumu incelememiz gerekmektedir.

Hıyanet” kelimesini incelerken iki ilimle ilişkisi vardır.

Biri psikolojidir.

Hıyanet etmek psikolojik bir olaydır, insanın iradesi ile ilgili bir olaydır.

Diğer taraftan hıyanet sadece psikolojik olay değildir, aynı zamanda sosyolojik olaydır.

Hıyanet gerçekleşen bir fiilin adıdır. Sadece kişinin kötü düşünmesi haset olabilir, gayz olabilir ama hıyanet olmaz.

Hıyanetin bugüne kadar duyduğumuz, dilimizde kullanılan manâsı budur.

Hivan(hı)” bol donatılmış sofra demektir.

Hane(hı)” fazla yemek yemektir.

Hıyanet(hı)” fazla yemeğin insana dokunması demektir.

Yemek yersiniz, size yararı olsun diye, sonra o yemek fazla geldiği için zarar verir.

O halde iyilik beklerken kötülük ortaya çıkarsa hıyanettir.

İnsan iyilik yapması gerektiği halde kötülük yaparsa bu hıyanet olur.

Buna göre bazı âyetleri manâlandıralım.

Hazreti Yusuf Peygamber, “Ben ona gıyabında hıyanet etmedim” diyor. Demek ki Hazreti Yusuf onun eşiyle ilişki kursaydı onun kocasına hıyanet etmiş olacaktı. Çünkü onu eşini koruması için görevlendirdiği halde o eşini iğfal etmiş olacaktı.

Ramazan’da eşleri ile buluşamama onları kendi kendilerine hıyanet içinde bırakıyordu. Oruçla bulmaları gereken huzuru ve sükûnu bulamıyor, cinsi arzuları onları rahatsız ediyordu. Bu sebeple Allah geceleri eşleri ile buluşmayı meşru kılmıştır.

Bu âyet bize çok önemli bir kuralı getirmektedir. Bir haramı işlemeyeyim diye eğer daha büyük günah işlenecekse veya daha büyük sevap işlenmekten alıkonacaksa, o zaman haram helal olur. “Zaruret haramları helal kılar. / Belv-i umumide ceza kalkar. / Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” gibi kurallar hep bu hıyanet âyetine kıyas edilerek ortaya konabilir.

Birçok kıyasları bir araya getirerek ortak kural koymaya “istihsan” denmektedir. Nassa dayanmadığı için istinbat demiyoruz da istihsan diyoruz. Bu istihsanın bir türüdür.

“Sen onların çoğunu hain olarak bulursun” ifadesinde de onlardan beklediğin iyilik yerine kötülük olur.

Buna iki örnek vermek gerekir.

Biz Müslümanlar olarak Hıristiyanların kitaplarını ve nebilerini kabul ediyoruz, onları tasdik ediyoruz. Onlar ise bizim peygamberimizi kabul etmiyorlar, kitabımızı reddediyorlar. Bu durumda onların bizi sevmeleri, bizim onları sevmememiz gerektiği halde, aksi oluyor; biz onları seviyoruz, onlar bizi sevmiyorlar. Yani onlardan sevgi beklerken gayz buluyoruz. İşte bu hıyanettir, olması gerekenin aksini yapıyorlar.

“Ayn”ın (gözün) hainliği şaşılığıdır. Biz onu başka yere bakar gördüğümüz halde o bize bakmaktadır. “Ayn” organın ismidir.

Frene bastığınızda fren tutmuyorsa fren hıyanet etmektedir demektir. Yani kim olursa olsun, eğer görevini yapmıyorsa hıyanet etmektedir. Hâkim adil hükmetmiyorsa hıyanet içindedir. Şahit yalan söylüyorsa hıyanet içindedir. Burun kokuyu almıyorsa hıyanet içindedir.

Hâsılı, bir şey olması gereken yerde durmuyorsa o hıyanet içindedir.

Allah’a hıyanet etmek, şeriata uymamak demektir, mevzuata uymamak demek kanunlara uymamak demektir.

Kanunda KDV konmuş. Mağazaya gidiyoruz. Bir mal alıyoruz. ‘Fatura istiyor musun?’ diye soruyor. ‘İstiyorum’ diyorsan o zaman fiyat %20 artıyor. ‘Hayır!’ diyorsun ve faturasız mal alıp götürüyorsun.

1- KDV’yi icat eden ve bunu kanunlaştıran hıyanet içindedir. Çünkü üretim olmadan, gerçek kazanç olmadan vergi alınıyor, havadan vergi alınıyor. Bu hıyanettir. Vergi iki yerde alınır. Biri üretimden alınır. Kamu imkânları kullanıldığı için yapılan üretimde kamu payı vardır, vergi alınır. Sonra kişi servet yığmışsa bunu da topluluğun imkânları içinde yığmıştır. %2,5 sermaye vergisi alırsınız. Sermayesi nisaba inince vergiden kurtulur. Nisabı büyük tutabilirsiniz. Bunun dışında adam karnını doyuruyor diye vergi alamazsınız. Böyle birinden vergi almak; sen yeme, öl demektir! Yahut üretim yapmadan tarlasına motor alıyor diye vergi alamazsınız. Üretmeden, üretim olmadan vergi alırsanız; sen üretim yapma, sen aç kal, insanlar aç kalsın demektir. Demek ki KDV vergisi hıyanettir, bizzat devlet bütçesine hıyanettir. Bu uygulamayla üretim azalmakta, dolayısıyla hiç vergi alınamamaktadır.

2- Bu şekilde satış yapan insan kanunlara uymadığı için hıyanet içindedir ama belvi umumi sayesinde kurtulmaktadır.

3- Malı satın alan KDV ödememektedir, hıyanet içindedir ama zaruretten dolayı o da kurtulmaktadır.

4- Buna göz yuman yöneticiler ve görevliler de hıyanet içindedir. Görevlileri ihya eden bir davet olmadığı için kurtulmaktadırlar ama yöneticiler mevzuatı değiştirmedikleri için hıyanet içindedir.

“Kefur” “havvan”ın sıfatı olarak adlandırılmaktadır. Nankör demektir. Vergisini vermeyen vatandaş demektir.

Görevini yapmayan görevli nankördür. Nimetlerinden yararlanmaktadır ama şükrünü eda etmemektedir. Bu aynı zamanda hıyanettir. Çünkü sonunda vergi vermeyenin devleti yıkılır ve kendisi de yok olur. Görevi yapmayanın da devleti yıkılır, kendisi de yok olur.

“Esim” “Havvan”ın sıfatı olarak getirilmiştir. “Esim” içki içen, sigara içen insanın işlediği günahlardır. Bunları yapan kendisine zarar vermektedir. Bunlar aynı zamanda haindirler. Çünkü insanı topluluk yetiştirmiştir. İnsan borçlanarak büyümüştür. O ise topluluğa olan borcunu ödeyeceği yerde hıyanet etmektedir, yapması gerekeni yapmamaktadır.

Kur’an’da başkana hıyanetten bahsedilmektedir.

Bir topluluk içinde yaşayan o topluluğun sağladığı güvenceden yararlanmaktadır, kişi o topluluğun sağladığı imkânlar içinde çalışmaktadır, o topluluğun ortak ürünlerinden pay alarak yaşamaktadır. Başkan topluluğun düzenini sağlamaktadır. Başkana itaat topluluğa itaattir. Başkanın meşru emirlerini dinlememek de hıyanettir.

Hazreti Nuh ve Hazreti Lut’un karıları kocalarına hıyanet etmişlerdir. Onlara “kocalarına hıyanet ettiler” denmektedir. Demek ki eşler eşlik görevini görmedikleri zaman hıyanet içindedirler. Çünkü yararlanıyorlar ama karşılığını yerine getirmiyorlar.

Nefislerine ihtiana edenlerle mücadele etme âyetiyle, başkasına zarar vermeden kendi kendilerine ism içinde olanlara ceza uygulama demektir. Onları kendi hallerine bırak demektir. Hesaplarını Allah görür.

Fıkıhçıların kabul ettiği, bizim de üzerinde durmadan kabul ettiğimiz kuralın burada delilini bulmuş oluyoruz. Bu fukahanın ve sünnetin ne kadar isabetli hükümler koyduğuna delalettir.

Nehy edilenlerin cezası vardır ama haramların cezası yoktur. Sadece kamu onları korumaz. Mekruhları korur.

Lisanu’l-Arab’da “Havn” nasihati dinleme demektir. İnsanın kendisini yeterli görüp de başkasının sözünü dinlememesi nasihate hıyanet kabul edilmiştir. “Havan” emanete ve ahde hıyanettir. Bir mal senin yanında bulunur da sen onu korumazsan bu emanete hıyanettir. Bir söz verip de sözünüzde durmazsanız o da hıyanettir. Kılıcın hıyaneti, zamanın hıyaneti…

اللَّهَ وَالرَّسُولَ

(elLAHa Va elRaSUvLa)

“Allah ve Resule”

Burada “Lam” iade edilmemiştir, “Allah ve Resul” birlikte harfi atıf ile zikredilmiştir.

Kur’an matematik formüler gibidir. Harflere rakamları siz koyarsınız, birimleri siz seçersiniz, sonunda size bir sayı verir. O sayı tamamen sizin seçtiğiniz değerlere bağlı bir sayıdır.

Allah ve Resul” kelimelerine siz dilediğiniz uygun manâyı yüklersiniz, sonuna kadar o manâ ile devam edersiniz, sonunda sizin sorunlarınızı çözmüş olur.

Biz Kur’an’ı “şeriat için” yorumluyoruz yani “düzenin hükümlerini ortaya çıkarmak için” delillendiriyoruz. Kur’an’ı başkaları başka sorunların çözümü için değerlendirir, onun veya onların “Allah ve Resul”e verdiği manâ farklı olur, o onun için bu da benim için doğrudur.

“Allah” O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğu ifade eder. 

“Resul” topluluğun başkanı olan kimseyi ifade eder, hassaten Cuma namazını kıldıran bucak başkanını, kabile imamını belirtir.

“Allah ve Resulü” ise Allah’ın yeryüzündeki mutlak hükümranlığının ifadesi olan hakemlerden oluşan yargıyı ifade eder. Herkes yargı kararlarına uymak zorundadır.

Allah ve Resul” dendiği zaman Resul ile Allah ve Resulü arasında bir yer alır, daha gevşek hakemliği ifade eder. Uygulama bakımından yargı kararıdır. Kesin olarak yapılır yani uygulanır. Yapıldıktan sonra mağdur olanlar hakemlere gidip mağduriyetlerini giderirler.

Başkanının iki kişiliği vardır.

Biri;

İnsanların yaptıkları işlerde birlik sağlamak, beraber hareket etmelerini temin etmektir.

Diğeri;

İnsanların aralarında çıkan nizaları, işleri sürüncemede kalmaması için geçici olarak çözmektir. Bu adil bir çözüm olmaktan ziyade, işin akışını sürdürme, tıkanmanın olmaması için yapılan hakemliktir.

Bundan önceki âyetlerde başkanın birlikte yapması gerekenleri düzenledi.

Şimdi de hakem olarak yaptıklarını düzenlemektedir.

Birlik sağlama yaparken sizi ihya edenlere isticabe edin dediği halde burada mutlak uyulmasını emretti, yerine getirilmesini emretti. Çünkü hakemlik hüviyetiyle verdiği kararlara kesin olarak uyulur, sonra hakemler nezdinde itiraz edilir. Oysa birlik sağlama amacıyla verilen emirler ihya edici mahiyette uyulur. Birinde kişinin içtihadı geçerli olur. İçtihadında yanılmışsa hakemlere hesap verir. İkincisinde ise başkanın içtihadı geçerli olur, mağdur olan sonra hakemlere gider.

Anayasada genel hizmetler kamu görevini tanımlarken bu şekilde ayırım yaptık. Son söz görevlinin ise buna “kamu görevi” dedik, son söz hizmet alanın ise ona “genel hizmet” dedik. Bu âyetler de isticabe de genel hizmeti düzenlemiştir. İhanet etmeme de kamu görevi olarak düzenlenmiştir. Demek ki âyetler hep birbirini teyit etmektedir.

وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ

(Va TaPUvNUv EaMAvNAvTıKuM)

“Ve emanetlerinize de hıyanet etmeyin.”

Burada “Lam” harfi iade edilmemiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. “Tehûnûne” denmemiş de “Tehûnû” denmiştir. Buradan anlıyoruz ki hıyanet etmeyiniz anlamındadır. 

Türkçede bu kural geçerli değildir. “Evsiz barksız” deriz, “evi ve barkı olmayan” diyebiliriz. “Gelip gittiler, gelip gidecekler” deyip hem mazi hem de muzari anlamlarını taşır.

Burada hıyanet hazfedilebilirdi. O takdirde her iki hıyanet aynı olurdu. “Lam” getirilebilirdi. O zaman hıyanet edenler ayrı olurdu. hıyanet etmekten men edilen aynı kimselerdir. hıyanetler ise farklıdır, o sebeple hıyanet iade edilmiş, “Lam” ise iade edilmemiştir.

Allah ve resule hıyanet demek onun geçici olarak verdiği hükümlere riayet etmemektir. O hıyanette kişi görevini yerine getirmemektedir, verilen emre uymamaktadır.

Burada ise içtihatlarında hıyanet etmedir. İçtihat yaparken sağlıklı delillere dayanmama, muhakemeyi düzgün yapmamadır. Başka bir ifade ile delile göre hüküm bulma yerine istediği hükme delil aramadır.

Emanet” kelimesi dişi kuralla getirilmiştir. Bu emanet değildir yani kişinin kişiye verdiği emanet değildir. Öyle olsaydı Bakara Sûresindeki “emanetehu” kelimesini kullanırdı. Emanet ehline tevdi edilecek olan emânâttır. Allah’ın arz ettiği emânât, burada zikredilen emânât, iki yerde emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler denmektedir.

Bu âyetlerden ve kurallı dişi çoğuldan öğreniyoruz ki “Emânât” kamu görevidir. Toplulukta herkes mevcut şeriata göre içtihat yapar. Bu kamu görevidir. Kişi içtihat yaparken halife olarak görevlidir yani herkes kamu görevlisidir, kendisine kamu görevlisidir. Sonra o görevi yerine getirirken de genel hizmetlidir. Kendi kendisine hizmet vermektedir.

İşte, içtihatlara göre amel etmeme de emanete hıyanettir. Başkanın hakem olarak aldığı karara uyulmaması kendi içtihadını terk etmedir. Oysa içtihat yapıp ona göre amel etmek emanete riayet etmek demektir.

Başkanın geçici hakem olarak verdiği kararlara hıyanet men edilmiştir.

İçtihatla amel etmeme de hıyanet olarak zikredilmektedir.

وأَنْتُمْ تَعْلَموُنَ

(Va EaNTuM TaGLaMUvNa) 

“Ve siz ilmeder dururken”

İtaat edenlere sem etme kaydı getirilmiş, burada “ilmettiğiniz halde” kaydı getirilmiştir. Buradaki “vav” hâl vavıdır. Hıyanet etmeyiniz nehyi “bildiğiniz halde” ile bağlanmıştır. Eğer “Tehûnû” kelimesi iade edilmeseydi bu son hâl şartı Allah ve resule itaate şamil olurdu. Burada ikinci “Tehûnû”nun hâli olarak alma durumundayız. Dolayısıyla Allah ve resule itaat ederken ilmetme şartı getirilmemiş olur.

Demek bilme şartı emânât için getirilmiştir. Evet, içtihat ilimdir, zannî ilimdir. İcma ise kat’î ilimdir. İçtihat edilen zannî de olsa artık ilimdir. Çünkü ona göre amel etmek gerekmektedir ama ona iman etmek caiz değildir. Çünkü zannî delile başkalarını davet edemezsin. Zannî delillerde başkalarına ancak sen içtihat yapamıyorsan uyarsın. Kat’î delillerde senin içtihadın farklı da olsa icmaya uyacaksın.

Eski Yunan’da ve İslâmiyet’te bazı mezhepler vardır, zannî ilim ile kat’î ilim arasında fark görmezler. Ya ikisini de amel için ve ilim için yeterli görürler ya da ikisini de amel için yeterli görüp ilim için yeterli görmezler. Fukaha ise içtihadı amelde kat’î kabul ederler, ilimde kabul etmezler. İcmayı hem amelde hem de ilimde kesin kabul ederler. İlimde davet vardır, birlik vardır. Amelde ise herkes kendi içtihadına göre amel etme durumundadır.

Bu âyetler fukahanın bu icmalarını teyit etmekte, tansıs etmektedir.

Kur’an’da kanun sistemi yoktur derken biz işte bunu kastetmiş oluyoruz. Yönetim işleri yürütürken içtihadına göre hareket eder. Başkan hakemlik yaparken içtihadına göre hareket eder. İçtihatlarını kural hâline getirip şeriat hâline koyamaz.

Ancak icmanın ve ortak hakem sıfatı ile başkanın aldığı kararlar şeriat olur.

Şimdi başkanın görev ve yetkilerini sıralayalım.

1- Başkan meşru olan işlerde birlik sağlar. Kimseye emretmez, davet eder. Ezan okur, herkes kendisi gelir ve uyar.

2- Başkan nizalarda geçici hakemdir, birlikte istişareyle aldıkları kararları uygulatır.  

3- Başkan ortak vekildir. İstişare ile aldığı kararlar topluluğun kararıdır ve şeriattır. Bu kararlara karşı hakemlere gidilip iptal edilebilir.

4- Başkan savaşta başkomutandır. Orada “hukuk düzeni” değil “askeri düzen” vardır. Tüm yetki başkandadır, tüm sorumlu da odur.

Başkanlar merkez bucaklarının başkanıdır, taşra bucaklarının başkanı değildir. Her bucak başkanı ancak kendi bucağında hükümrandır. Onun bucağında oturanlar onun hükümranlıklarını kabul ederler yahut terk edip o bucaktan ayrılırlar.

وَاعْلَمُوا أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (28)

(Va iGLaMUv EanNaMAv EMVaLuKuM Va EaVLAvDuKuM FiTNaTun Va EanNa elLAvHa GıNDaHUv EaCRun GaJIyMun) 

“Ve mallarınızın ve evlatlarınızın fitne olduğunu ve

indinde azim ecri bulunanın Allah olduğunu ilmediniz.”

Başkanın geçici hakem olarak verdiği kararlara hıyanet edilmesini nehy etmiştir. İnsanların içtihatları ile amel etmesi için de aynı hükmü koymuştur. Sonra biliniz, içtihat yapınız, mallarınız ve evlatlarınız fitnedir. Azim ücret Allah’ın yanındadır.

Bir arabaya bindiğinizi kabul edin. Arabanız yeni, siz de eski iyi bir şoförsünüz. Arabanızın deposu dolu, yüzlerce kilometre yol alabilirsiniz. Yollar açık, trafik tıkalı değil. Gitmeniz gerekiyor. Ne var ki nereye gideceğinizi bilemiyorsunuz. Bu durumda hareket etmeniz mümkün müdür? Yahut gideceğiniz yolu bilmiyorsanız gidebilir misiniz?

Şimdi; insanların bedeni birer arabadır, ruhları da arabanın sahibidir. Çevre açık, her tarafa doğru yol alınabilir ama nereye gideceğini bilemiyorsan şaşakalırsın.

19. Yüzyıl’ın ilim adamları böyle diyorlardı. Kâinat bir kitaptır. Bu kitabın ilk sahifeleri kopmuş, son sahifeleri de kopmuş. Yaşadığımız dünyayı biliyoruz ama var edilişimizi bilmiyoruz. Sonra ne olacağız onu da bilmiyoruz. 1950’lerde durum böyle idi. Modern fizik keşfedilmiş ama henüz ürünleri elde edilememişti.

Bugün kâinatın yaradılışını ve geçirdiği evreleri biliyoruz.

Nasıl öğrendik? 

Kâinatın bundan 13,7 milyar yıl önce yaratıldığını ve büyük patlamanın olduğu zamanı bilmeye başladık. Yaratılan her cisim çevreye ışık yaymaya başlamıştır. Bize gelen ışıkların bizden ne kadar uzaktan geldiğini biliyoruz. Bunu dalga boyundan biliyoruz. Çıkan ışıklar bizden olan uzaklıklarına göre kırmızıya kayarlar. Uzaklığını bilince ne kadar zamandır yolda olduklarını da hesaplarız. O halde her ışığın yola çıktığı zamanı bilebildiğimize göre tüm kâinatı ömürleri ile biliyoruz.

Artık kâinat kitabımızın başlangıcını biliyoruz, sona doğru gittiğini de biliyoruz.

Güneş’teki hidrojen yakılıp helyuma çevrilmektedir ve tükenmektedir.

Güneş’teki hidrojen tükendiği zaman hayat bitecektir.

Başka bir olay daha vardır. Galaksideki yıldızlar 2 milyar ışık yılı çapında bir gaz yığını idi. Bugün 100 000 ışık yılına inmiştir. Yani çapı yirmide bire inmiştir.  Bu yaklaşma devam etmektedir. Galaksimize bu sebeple “dünya seması” denmektedir, “yakınlaşmış sema” denmektedir. Sonunda bir yerde toplanıp yeniden patlayabilir.

Başka bildiklerimiz de şunlardır. Kâinatımız üç boyutludur. Hareket edebildiğimize göre demek ki dört boyutludur. İradeli hareket yapabildiğimize göre beş boyutludur.

Kur’an dört boyutluya “kürsü”, beş boyutluya “arş” demektedir.

Yani;

Geçmişin kopmuş sayfalarını bulmaya başladık...

Geleceğin de sayfalarını artık ortaya çıkarıyoruz...

Şimdi kendi kendimize soruyoruz: 

- Biz niye yaratıldık?

- Biz niye varız? 

- İşimiz nedir?

- Ne yapmalıyız?

İşte buradaki “İ’LEMÛ/BİLİNİZ” emriyle bizim bunlar üzerinde ilim sahibi olmamız istenmektedir.

- Kâinat niçin yaratıldı?

- Biz niye yaratıldık?

- Bizim kâinattaki yerimiz nedir?  

- Geçmişimiz ne idi, geleceğimiz ne olacaktır? 

Bunlar üzerinde bilgi sahibi olmamız istenmektedir.

“Mallarınız ve evlatlarınız fitnedir, bunu biliniz.”

“Allah’ın yanında azim ücret vardır, bunu biliniz.”

Kur’an’da böyle deniyor.

- Mallar ve evlatlar bizim için nasıl oluyor da fitne oluyor?

- Sonra, büyük ücret nedir?

Kur’an’ın, üzerinde durup bizden öğrenmemizi istediği şeyler bunlardır.

وَاعْلَمُوا

(Va iGLaMUv)

“Ve ilmediniz.”

Allah ve resule hıyanet etmeyiniz, emânâta hıyanet etmeyiniz emirlerinden sonra “İlmediniz” demiş, atıf ile hıyanetin dışında emir vermiştir.

Hıyanet etmemek ancak bilmekle mümkündür. Ne yapacağımızı bilirsek o zaman onu yaparız, hıyanet içinde olmayız ama biz eğer nereye gideceğini bilmeyen şoför durumuna düşersek o zaman hıyanet etmiş oluruz. Bilmek yapmaktan farklıdır. İnsan bilmeden yapamaz ama bildikten sonra ister yapar ister yapmaz.

İlmediniz” emri tekrar edilmiştir. 

İlmetmenin dereceleri vardır.

1- Yapılacak işi bilmek. Şoförüm, arabayı sürüyorum, arabayı İzmir’den Ankara’ya götürüyorum. Bana verecekleri ücreti bilmiyorum. Götürmesem ne ceza alacağımı da bilmiyorum, sadece Ankara’ya götürmem gerektiğini biliyorum. Bu ameli bilgidir.

2- Ben bu arabamı Ankara’ya götürdüğüm zaman şu kadar ücret alırım. Götürmezsem beni burada çalıştırmazlar. Bunu biliyorum. Buna hükümleri ile amelleri bilmek diyoruz.

3- Arabamı götürmem lazım çünkü benim bunlarla anlaşmam vardır. Söz verdim. Oranın dördüncü maddesinde ücretim yazılıdır. Gitmezsem cezası da yazılıdır. İşte bu da hükümleri delilleri ile bilmedir.

4- Gitmezsem benim işime son verirler. Bu sözleşmede yazılıdır ama kıdem tazminatı alıp almayacağım yazılı değildir. “İş akdinin bozulması hâlinde kusurlu taraf tazminat isteyemez” genel hukuk kuralını da bilir ve ben Ankara’ya gitmezsem işime son verirler, kıdem tazminatı alamam manâsını verebiliyorsanız, siz delilleri tevilleri ile bilmiş olursunuz.

İşte “biliniz” emri bu dört emretmeyi içermektedir.

Emir topluluğadır. Topluluk bilecektir.

İlmin bir özelliği vardır. Bir arabada kırk kişi otursa, yolu yalnız bir kişi bilse yeterlidir. Arabanın doğru yol alması için birinin bilmesi gerekir. Hepsinin bilmesi ile birinin bilmesi arasında sadece kesinlik bakımından fark vardır.

İlmetme emri topluluğa verildiğine göre birimizin bilmesi yeterli olur demektir. Biz cemaatlerde emirleri usul olarak en az üç kişi bilsin anlamını veriyoruz. Daha doğrusu farzı kifayelerde sayı ile görev kademe kademedir.

1- Bir toplulukta bir kişinin bilmesi.

2- Ya da en az iki kişinin bilmesi.

3- En az 10 kişinin bilmesi.

4- Herkesin bilmesi.

Emirleri buna göre değerlendiririz.

Verilen emir gayesine ulaşıyorsa sayıyı öyle seçeriz.

İlimler iki çeşittir.

Derinlemesine bilgi. Üreticiler buna göre üretim yaparlar.

Genişlemesine bilgi. Organize edenler bu ilme göre iş yaparlar.

İşte, “biliniz” emri topluluğa emredilmiştir. Değişik bilgileri değişik kimseler bilecek ve bunlar birbirleri ile irtibatlı olacaktır.

Biz bunu nasıl sağlıyoruz?

Bir bucakta 10 kadar genişlemesine ilme sahip kimse vardır. Halk bunlardan birini kendisine fetvacı seçer. Bir sorunla karşılaştığı zaman o seçtiği âlime sorar. O biliyorsa kendisi cevap verir, bilmiyorsa sonra cevap vereceğim der, meseleyi bucak başkanının istişare meclisine getirir. Oradan aldığı bilgi ile bilgisini tamamlar ve saile/sorana ulaştırır.

Orada sonuç alamazsa konuyu ildeki danışmana götürür ve o danışman fetva verir veya ilim şurasına getirir. Oradan sonuç alamazsa ülkedeki danışmana götürür. O cevap vermezse ülke ilmî şurasına getirir. Orada da halledilemezse insanlık danışmanına götürür. İnsanlık ilmî şurasına götürülür.

Başkanlar istişareyi şuralarına münhasır kılabilirler yahut şura üyelerine taşra ile istişare etmelerini emrederler. Böylece en geniş istişare tüm insanlıkla yapılmış olur.

İlim emri şura ile birleşince sorunlar çözülmüş oluyor. Kişi merkeze doğru giderek teminatlı fetva istiyor. Başkanlar gerek görürlerse taşra ile de istişare ederler. Dalga dalga istişare kitlelere ulaşır. Böylece “ilmediniz” emri yerine getirilmiş olur.

Demek ki “biliniz”in temel kaynağı öğrenme ve istişaredir.

Yirminci yüzyılda insanların çevreleri dardı, bildikleri azdı, sorunları sayılıydı, dolayısıyla fetva talebi de azdı. Bugün ise istişare alanı tüm insanlığı kaplar duruma gelmiştir. İşler de çok çeşitlenmiş ve artmıştır.

İşte, bugünün “İLMEDİNİZ” emri ancak böyle “EMRUHUM ŞURA BEYNEHUM” âyetine uygun örgütlenme ile mümkündür.

أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ

(EanNaMA EMVALuKuM Va EaVLAvDuKuM)

“Mallarınız ve evlatlarınız yalnızca”

Mallarınız ve evlatlarınız fitnetün” denmektedir. Başta “Ennemâ” kelimesi getirilmiştir. “Ennemâ” getirilmeden de mallarınız ve evlatlarınız fitnedir denebilirdi. “Mâ” getirilmesi tamim içindir. Yani mallarınızdan ve evlatlarınızdan ne varsa fitnedir denmektedir. Hasr değil istiğrak için gelmektedir. Mal ve evlattan başka fitne yoktur anlamı çıkmaz. Mal ve evlattan fitne olmayan yoktur çıkmaz. Fitneyi kötülük olarak anladığımız takdirde mal ve evlat kötü olmuş olur. Oysa fitne imtihandır, arınmadır, seleksiyondur, yetişmedir, evrimdir. O takdirde burada bunların kişi için amaç değil araç olduğu ifade edilmiştir.

Kur’an’da insanın yaşaması için gerekli olan eşya mal olarak ifade edilmiştir, “mal” ve “meta” kelimeleri getirilmiştir. “Mustakar” kelimesi de “meta” ile zikredilmiştir. “Menfaat” kelimesi vardır.

Biz konuşurken, kelimeleri kullanırken aklımıza gelen kelimeyi kullanırız, bunların sayıları ve çeşitleri üzerinde durmayız. Kur’an’ın özelliği; Kur’an’da kullanılan tüm kelimelerin seçilmiş olmasıdır, sayı ve çeşitlerinin belirlenmiş olmasıdır; bunları da birlikte zikrederek aralarında ilişki olduğunu bildirmesidir.

Kur’an’da “mal” kelimesi “emvalüküm ve evladüküm” olarak zikredildiği gibi “emvalüküm ve enfüsüküm” olarak da zikredilmektedir, “emvalin ve benine” olarak da zikredilmektedir.

“Emval” ile “enfüs” arasında ne fark vardır?

Nefis vardır yani kişi vardır. Asıl muhatap olan kişidir. Mükellef olan odur. Hak sahibi olan da odur. Diğer her şey, eş,  evlat ve ecdat, hepsi o nefis içindir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. İster diğer eşya olsun ister diğer insanlar olsun bunlar hep o nefis için vardır.

Onlar insan için amaç değil araçtır. Onlardan yararlanarak yaşadığı için onlarla ilişki vardır. Ferdiyetçi felsefe budur. Topluluk insan için vardır, kişi için vardır.

Mal ve evlat” dediğimiz zaman insan kendisini topluluğun da dışında tutmuş, sadece kendisini merkeze almıştır. “Enfüs” dendiği zaman bu sefer nefisler birleşir ve insanın dışındakiler mal olur. Demek ki “nefisleriniz ve veletleriniz” dendiğinde topluluk bir tarafa doğa bir tarafa alınır, “mal ve evlatlarınız” dendiği zaman topluluk da çevreye dahil edilmektedir.

“Mallarınız ve benin/oğullarınız” da zikredilmektedir. Bu sefer “nefisleriniz” dendiği zaman bütün insanlar içindedir. “Veletler” dendiği zaman da bütün insanlar dışarıdadır. “Benin” dendiği zaman ise sadece kendi soyu, kendi kabilesi kastedilmektedir.

Buna göre insanın bir kendi kişiliği vardır, asıl muhatap odur, Onun için kendisinden başka ne varsa çevredir. Sonra evi vardır, ailesi vardır; ailesi dışındakiler çevredir.

Aşireti oluşur, onun dışındakiler çevredir.

Kabilesi oluşur, onun dışındakiler çevredir.

Kavmi vardır insanın, onun dışındakiler çevredir.

Nihayet tüm insanlık vardır, onun etrafındakiler çevredir.

Kâinat bunlar için yaratılmıştır.

Topluluk geçicidir, bu dünya içindir. Âhirette topluluklar dirilmeyecek, kişiler dirilecektir. Âhirette gaye topluluk değil kişilerin kendileridir, kişilerin ayrı ayrı saadetleridir. Bu dünyada ise gaye uzun ömürlü olan topluluktur. Topluluk bizim için vardır ama bize verilen görev topluluğu yaşatmaktır. Ben topluluğu yaşatırken kendimi fitne etmemiş, arındırmış olurum. Böylece karşılıklı çıkar beraberliği içinde var oluruz.

Burada bu âyetle Allah kişi ve topluluk arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Mallar önce zikredilmiştir. Çünkü insan için esas olan ihtiyacı olan maldır. Yeryüzü ve yeryüzüne gelen Güneş enerjisinden yararlanarak yaşarız. Bitkiler bu enerjiyi kimyasal enerjiye çevirirler ve diğer canlılar bitkilerin depoladıkları enerjiden yararlanarak yaşarlar. Biz de o enerjiden payımızı alarak yaşarız. Sonra ben tüm insanlığın o enerjiden elde ettiği paydan payımı alarak yaşıyorum. Ben katkıda bulunuyorum. Benim katkımla gelecekteki insanlar yararlanacak. Ben de şimdi geçmişteki tüm insanların elde ettikleri ile yaşıyorum.

Bu sûre devletin oluşmasını anlatan sûredir, devlet kurmanın temel felsefesini böylece ortaya koymaktadır, bunu bilmemiz gerektiğini emretmektedir.

فِتْنَةٌ

(FiTNaTün)

“Fitnedir.”

Fitne” madenlerin eritilerek veya başka yollarla cüruftan ayrılarak saf olarak çıkarılmasıdır. Allah madenleri filiz hâlinde yaratmıştır, doğada külçe olarak bulunmazlar. Biz onları alır, ısıtır, cürufunu atar, parlak şekilde istediğimiz madeni elde ederiz.

Allah insanları da böyle filiz olarak cürufla karışık olarak yaratmıştır. İnsanlar yeryüzüne gelirler, yeryüzündeki fırında arındırılırlar, temizlenirler ve maden hâline gelip cennete giderler. Temizlenemeyenler cehenneme gönderilir ve orada arındırılırlar.

O halde fitne bir imtihandır, bir sıkıntıdır ama bu sıkıntı insanların eziyet çekmeleri için verilmemektedir. Bu sıkıntı öğrencinin ders çalışması zamanında çektiği sıkıntı gibidir, öğrencinin imtihana girdiği zamanki sıkıntıdır.

Fitne” nekre getirilmiştir. O halde fitne yalnız mal ve evlatta değil başka şeylerde de vardır. Şimdi kişilerin toplulukla ilişkilerinin böylece fitne olarak ifade edilmiş olması ve bunu bilmemiz gerektiğini söylemesi gösteriyor ki; o halde bizim öyle bir devlet düzeni kurmamız gerekir, burada kişilerin eğitilerek yetişmeleri sağlanır.

Kişilerin kendilerini yetiştirmeleri gerekir. Bu da ancak kişiler özgür iradeleri ile hareket ettikleri zaman mümkündür. Robot bir insan ne söyler, ne yapar? Böyle bir insan bedenen yetişmiş ve yararlanmış olabilir ama ruhen yetişmez. Oysa insanın âhirete götürdüğü bedeni değil ruhudur yani iyi şoförlüktür. Şoför kursuna gelen kişinin hedefi iyi arabada eğitim görmesi değil, iyi şoför olmasıdır. İyi şoför iyi arabada değil kötü arabada olunur.

Yine Batılılar tartışıyorlar.

Birisi köledir, ağır işlerde çalıştırılmaktadır, ne var ki o köle sahibini sevmiştir, hayatından memnundur, mesuttur.

Diğeri ise sarayda yaşamaktadır, hiçbir bedeni sıkıntısı yoktur ama hayatından memnun değildir.

Devletimiz hangi çeşit insanın yaşamasına imkânlar sağlayacaktır?

Refah mı, özgürlük mü?

Bu âyet bize maddi refah sağlayıp insanları ruhen esir hâle getirme yerine, her insanın kendi imkânları ve istekleri içinde bırakıp ruhen yetişmesini sağlamaktır. Biz insanlara özgürlük vereceğiz ama onun/onların ne yapacağına karışmayacağız. Hattâ suç işleyeceklere mâni olmayacağız, sonra suçun cezasını vereceğiz. Kişi kendi özgürlüğü içinde hareket edecektir. Örnek olarak biz bütün insanlara senede diyelim ki 1000 kilometre otobüsle seyahat imkânını sağlayacağız. Bu imkân onun özgürlüğü içindedir ama nereye seyahat edeceğine biz değil kendisi karar verecektir. İşte bu karar onun için fitne olacak veya olmayacaktır. Çünkü o bu kararla mükâfat veya mücazat ile karşılaşacaktır.

وَأَنَّ اللَّهَ

(Va EanNa elLAvHa)

“Ve Allah’ın.”

“Allah’ın indinde azim ücret olduğunu biliniz.”

Allah” kelimesi burada âlemlerin rabbi Allah’a raci olabilir.

O takdirde âhirette azim ücret vardır denmiş olur.

Doğrudur. Bu dünyada mal ve evlat için çalışırız. Biz de bu arada kendimiz ruhen yetişmiş oluruz. Âhirete gittiğimizde orada azim ücret buluruz.

Allah bize ruhumuzun yetişmesi ve eğitilmesi için bu dünyada görevler vermiş. Ne var ki o görevler sonunda bizim faydamıza olmaktadır. Yani dünyada mal ve evlat için çalışırız. Kazandığımızda zevk alırız. Eğer bunu helalinden kazanmışsak âhirette ecri azim buluruz.

Allah bize abdest almayı emretmiş. Temizlenir ve sağlığımızı koruruz. Ama âhirete vardığımızda orada asıl ücretimizi verir. Yani Allah bize çift ücret vermektedir.

O’nun emirlerine uyduğumuz zaman bu dünyamız saadet dünyası olur. Âhirette de cenneti istihkak ederiz. Dünyada geçici sıkıntılarımız olur ama geçici sıkıntılar dünyada refahımızı sağladığı gibi âhirette de devamlı saadeti bahşeder.

Allah” kelimesi burada topluluk olarak da alınabilir.

Bu takdirde kişi çalışır, kendi çocuklarını yetiştirir ve üretim yapar. Bunu kendi çıkarı için yapar ama bu sayede topluluğa fert yetiştirir ve topluluğa katkıda bulunur, üretim yapar. Böylece topluluğun nüfusu ve esenliği artar yani sonunda topluluğun da çıkarına olur.

Adam Smith (İskoç filozof, 1723-1790) bunu iddia etmiştir; bırakalım insanlar kendi çıkarları için çalışsınlar, sonunda topluluğun çıkarı olur diyor.

Adam Smith doğru söylüyor, ancak yanıldığı bir husus vardır, o da şudur; serbest bırakırsak tekel oluşur, devlet müdahale etmez, ABD’deki bankerler müdahale ederler. İslâmiyet’te tekelleşmeyi önleyen bir liberalizm vardır. Yani ecri azimin oluşması için kişiler çalışmalıdırlar. Kendi kazançlarını düşünürken ecri azime zarar vermemelidirler.

عِنْدَهُ

(GıNDaHUv)

“O’nun indinde”

“Allah” “İnne”nin ismidir. “İndehu” “İnne”nin haberi olabilir. O takdirde tercümesi “azim ücret O’nun indindedir” olur. Yahut “ecrün azim” haber olur, “indehu” zarfı müstakar olur. O zaman tercümesi “Allah, indinde ecri azim olandır” anlamında olur ve böyle tercüme edilir. Her iki anlam da doğrudur. Aralarında fark vardır. Burada o fark kaldırılmıştır, her halde öyledir.

İndinde” deniyor, “ledununda” denmiyor. İndinde demek kendisinin içinde demektir. “Ledununda” demek yanında demek olur. Allah’ın yanında cennet vardır. Burada bu ifade edilmiş olmuyor. Allah’ın zatında ecri azim vardır denmektedir.

İki türlü ücret vardır.

‘Çalış, sana saatte beş lira vereceğim’ denir. Kişi çalışır ve beş lirayı istihkak eder.

Kişi on saat çalışır, bu süre zarfında öyle iş yapar ki elli saat çalışması kadar verim elde eder. O zaman onun patronu ‘ikramiye’ denen şeyi takdir eder. Doğrudan sözleşme dışı, kendisinden yani indinden verir.

İşte buradaki “indinde” kelimesi aynı zamanda ikramiyeyi gösterir. Sözleşme dışında, şeriat kuralları dışında, insana sadrdaki zata dayanarak beklenmedik ikramiye verilir.

O halde sözleşme gereği alınan ücret topluluğun ledeyinden olan ücrettir, sözleşme dışı alınan ücret de indinden ücrettir.

Bir işletme üretim yapar, normal olarak girdilere ücret verilir. Bir ikramiye fonu ayrılır ve bu fon yöneticilerin emrine verilir. Yöneticiler kendi takdirleri ile katkıları üstün olan kimselere ödül verirler. Bu âyet işte bu ödül kısmını da düzenlemektedir.

İnsanları topluluk içinde mesut olarak yönetmek son derece zordur. Bunun için iki yol vardır. Biri korkutmak, diğeri de sevdirmek. Şeriat düzeni sevdirme düzenidir. Bu sevdirme araçlarından biri de ödüllendirmedir.

أَجْرٌ عَظِيمٌ (28)

(EaCRun GaJIyMun)

“Azim ücret vardır.”

Azim ücret, kebir ücret, kerim ücret, hasen ücret, gayrimemnun ücret kelimeleri geçmektedir. Biz konuşacak olsak “kesir ücret” derdik. Kur’an’da bu ifade geçmemektedir, en çok “azim ücret” geçmektedir. “Azim” cesamette büyük olan, “kebir” ise yaşça büyük olan anlamındadır. “Kebir ücret” derece itibariyle yüksek ücret, “azim ücret” miktar itibariyle yüksek ücret olarak alınabilir.

“Kerim ücret” ve “hasen ücret”in anlamlarını karşılaştırmamız gerekir. “Hasan” dağların, “kürm” ise asmanın adıdır. “İhsan” ve “ikram” kelimelerini ele alalım; ihsan çevrenin iyileştirilmesi, ikram ise gelirin iyileştirilmesidir.

“Allah’ın indinde azim ücret vardır” dendiğinde, bu dünyada değişik ücretler büyümüş büyük ücret olmuştur. Ondan yararlanma bakımından hepsi birden yararlanmaktadır.

Bir yol yaparız, hepimizin ayrı ayrı katkıları ile oluşur. Ondan ise herkes yararlanır.

Bir lamba yakarsınız. Herkesin katkıları ile büyür. Azim ücret olur.

Birlikte olmanın sağladığı imkân ecri azimdir.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2211 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1724 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1402 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1985 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2191 Okunma
6-11.AYET
1694 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2301 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1924 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1755 Okunma
10-19.AYET
1470 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1541 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1672 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2530 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1557 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1720 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1443 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1374 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1677 Okunma
19-41.AYET
2294 Okunma
20-42.AYET
1812 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2876 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2269 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1668 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1490 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2263 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1533 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1462 Okunma
28-60.AYET
1744 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1760 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3780 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2167 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1801 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1625 Okunma
34-72.AYET
2076 Okunma
35-73.AYET
1532 Okunma
36-74.AYET
1533 Okunma
37-75.AYET
1605 Okunma

© 2024 - Akevler