Enfal Sûresi-36
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
**
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ آوَوْا وَنَصَرُوا أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (74)
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ آوَوْا وَنَصَرُوا أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا
(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv Va HaCaRUv Va CaHaDUv FIy SaBIyLı elLAVHı Va elLAÜIyNa AvVaV Va NaÖaRUv EUvLAEiKa HuMu eLMuEMıNUvNa XaqQan)
“İman etmiş, hicret etmiş, Allah sebilinde cihad etmiş kimseler ile iva etmiş ve nusret etmiş kimseler, işte onlar hakkan mü’minlerdir.”
Bundan önceki âyette iman etmiş, hicret etmiş ve Allah yolunda malları ile canları ile cihad etmiş kimselerle iva etmiş ve nusret etmiş kimselerin birbirlerinin evliyası olduğunu bildirmişti. İman edip de hicret etmeyenlere karşı bir sorumluluğumuz olmadığı beyan edilmişti. Burada da aynı özellikler sayılmakta, ne var ki harf-i atıfla atfedilmektedir. Yani birincilerle ikincilerin özellikleri aynı olduğu halde ikinciler farklı kimselerdir.
Eğer âyetleri Kur’an’ın nâzil olduğu zamanla ilgili olarak kabul edersek, o zaman iki defa hicret olmalıdır.
Hazreti Muhammed’in hayatında Medine’ye iki muhaceret olmamıştır, Habeşistan’a olmuştur. Demek ki bunlardan biri Medine muhacirleridir, ikinciler Habeşistan muhacirleridir. Bunlar kastedilmiş olabilir. Hangisinin hangi hicreti ifade ettiği üzerinde durulabilir. Biz bu âyeti o günler için değil de bu günler için yorumlamak durumundayız.
Her iki âyette de “iman ettiler, hicret ettiler ve cihad ettiler” deniyor. İkinci gruplar için “âvev ve nasarû” denmektedir. İkinci grup hicret etmiyor, cihad etmiyor, yalnız iva ediyor ve nusret ediyor. Biz bugünkü uygulamada mü’minler ve müslimler diye ayırt etmekteyiz. Yani savaşa katılanlar mü’minlerdir. İman etmiş, hicret etmiş ve cihad etmiş kimseler bunlardır. Buna mukabil askerlik yapmayan, savaşmayan ama ülkenin ekonomik işleri ile meşgul olan, askerlik bedelini veren kimseler de ikinci gruplardır.
Buradaki “Hâcerû”dan murat Mekke’den Medine’ye hicret değil de, asker olup askeri hizmete hicret edenler anlamına gelir. Bu takdirde bunların mesleği artık askerlik olacaktır. Bugünkü muvazzaf askerler anlamındadır. Birincisinde malları ile canları ile dendiği halde, ikincisinde sadece “Allah yolunda” denmiş, “malları ile canları ile” ifadesi geçmemektedir.
Şimdiye kadar çözemediğimiz bir sorun burada çözülmüştür. İki türlü asker vardır. Senede bir defa en çok bir ay nöbet tutup kalan zamanlarını kendi bölgesinde evinde geçiren kimseler. Diğerleri de tüm sene askerlikte kalan ve artık asker ocağında temelli olan mü’minler. Yani yedekler ve muvazzaflar.
Evet, her iki grup asker olacaktır.
Bugün fiilen gerçekleşmiş bulunan askerlik “Adil Düzen”de de vardır.
Bazı farklılıklar vardır.
a) Subaylar daha çok muvazzaf, diğerleri daha çok yedek asker durumundadır. Bu hatalıdır, subaylar içinde de yedek ve muvazzaf olmalıdır, erler arasında da yedek ve muvazzaf olmalıdır. Sivil hayatta geçimini temin edemeyen kimse asker olmak isterse asker olabilmeli, tahsiline göre rütbe verilmeli ve bunlar askeri düzende hayatlarını sürdürebilmelidir. Böylece sosyalist ülkelerde olduğu gibi devlet herkese iş verme yükümlülüğünde olmalıdır.
b) Yedekler kendi ordularını ve komutanlarını seçemiyorlar. Oysa “Adil Düzen”de yedekler kendi ordularını kendileri seçer, yıllık askeri nöbetlerini orada istedikleri komutanlıkta yaparlar. Yani ordunun oluşumu demokratiktir. Sadece kendi bölgelerini seçemezler. İşte bu kayıt buradaki “Hâcerû” sözünden anlaşılmaktadır. “Adil Düzen Anayasası”nın kurallar bölümüne bu âyet de eklenebilir. Demek ki ister muvazzaflar olsun ister yedekler olsun kendi bölgelerinde askerlik yapamazlar.
Birinci âyette “malları ile canları ile” kaydı konmuştur. Bunlar muvazzaflardır. İkincisinde bu kayıt yoktur, çünkü onların kazançları vardır. Bütün mallar ve canlar ordunun değildir. Peki, buradaki insanlar sonunda ordu kazancından bir şey almayacaklar mıdır? Emekli oldukları zaman ordudan ayrılırlar ve kendilerine ikramiye verilebilir, mufavada şirketi hükümleri geçerli olur.
Şimdi insanlar sınıflara ayrılırken bazı topluluklardaki statülerine göre ayrılacaktır.
1- Kişi olarak veya topluluk olarak hakem kararlarını kabul edenler, hakem kararlarını kabul etmeyenler diye iki gruba ayırıyoruz. Hakem kararlarını kabul etmeyenlere müşrik diyoruz. Onlar da insan oldukları için yeryüzünde onların da toprak payları vardır. Sayılarına uygun yerler ayırırız ve oraları onlara bırakırız. Onlar orada kalıp oradan çıkmazlarsa, biz oraya girip de onların topraklarına karışmayız. Bu topraklar bir ocak, bir bucak, bir il veya bir ülke olabilir.
Bunlardan bize gelenler geçici olarak da olsa hakem kararlarını kabul etmek zorundadırlar. Kendi ülkelerine döndükleri zaman ne yaparlarsa yapsınlar, biz karışmayız. Hakem kararlarını geçici olsa da kabul etmeyenler bizim hükümran olduğumuz topraklara giremezler, girerlerse kendilerine çıkmaları ihtarı verilir, çıkmazlarsa öldürülürler.
2- Hakem kararlarını kabul etmekle beraber, hakem kararlarının uygulanması faaliyetine katkıda bulunmuyorlar. Bunlara kâfir denir. Nankör anlamındadır. Nimetinden yararlanıyorlar ama külfetine katılmıyorlar. Biz bunların kendi aramızdaki hukukta mahkeme kararlarına uyarız. Çünkü onlar uyuyorlar. Ama bizim dışımızda ve kendi aralarındaki nizalara karışmayız, onların hukukunu korumayız. Bunlar geçici olarak topraklarımıza gelip dolaşma ve alışveriş yapma haklarına sahiptirler. Ama bunlar bizim topraklarımızda işyeri edinemezler, işveren olamazlar. Kendi ocaklarında, kendi bucaklarında, kendi illerinde, kendi ülkelerinde tamamen serbesttirler. Biz onların topraklarına girip onları rahatsız etmeyiz. Sıkıyönetim ilan edip bizden yardım isterlerse yardım etmeyiz.
3- Üçüncü grup insanlar müslimlerdir. Bunlar dayanışma ortaklıkları kurarak hakem kararlarına uymayanları zorla hakem kararlarına uymaya zorlayacaklarını taahhüt eden kimselerdir. Bunlar artık yalnız kendilerinin haklarını değil, buraya katılan bütün insanların hukukunun yani hakem kararlarının bekçisi olurlar. Bunlara “müslim” denmektedir. Yine şimdiye dek çözmediğimiz bir sorun vardır. Cizye verenlerle müslimler arasında ne fark vardır? Bunlar cizye verirler. Memleketin imarına katılamazlar. Dayanışma ortaklıklarına giremezler. Sadece kendilerinin hukuklarını korumak için askerlik bedelini verirler. Biz onları koruruz, onların genel güvenliklerini sağlarız ama onların sosyal güvenlikleri yoktur. Biz onlara çalışma kredilerini vermediğimiz gibi sipariş kredisini de vermeyiz. İslâm’ın siyasi güvenliğine dâhil olmuşlardır ama İslâm’ın sosyal güvenliğine dâhil olmamışlardır. Bunlar ehl-i kitaptır, zimmîdir, ehl-i cizyedir. Bunlar ikinci sınıf vatandaşlardır. Tüm medeni haklara sahiptirler ama siyasi haklara sahip değildirler.
4- Dördüncü grup insanlar ise savunmaya bedenen katılmamakla beraber, tüm hayatları ile ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıklarına katılmaktadırlar. Bunlar çalışmada dayanışma içindedirler. Ürünleri bölüşür ve aileler hâlinde tüketirler. Kendilerine sipariş kredileri verilir. Kendilerine çalışma kredileri verilir. Ürettikleri ürünlerden genel hizmete pay verirler, kamu görevine pay verirler. Bunlar da askerlik bedelini öderler. Ödemeyenler çalışarak öderler. Normal işyerindeki paylardan kesilir. Oysa ehl-i cizye bizim iş yerlerimizde çalışmadığı için zorunlu çalışma yerlerine alınır.
5- Askerlik bedeli yerine askerlik nöbetini tutarlar. Savunmaya bizzat katılırlar. Bunlar senede en çok bir ay kadar askerlik hizmeti verirler. Askeri eğitim alırlar. Gerektiğinde de savaşa katılırlar. Normal geçimleri 11 aylık sivil hayatlarında geçmektedir. Bunlar 11 ay hukuk düzeni içinde yaşarlar, çocukları ve eşleri de hukuk düzenindedir. Bunların hicretleri senede bir ay gibi bir durumdur. Buradaki “iman etmiş, hicret etmiş ve cihad etmiş kimseler” bunlardır. Bunlar yedek askerlerdir. Burada anlatılanlar bunlardır.
6- Son grup ise muvazzaf askerlerdir. Bunlar artık aileleri ile askerliğe katılmışlar, kendi topraklarında kendi bölgelerinde, kendi özel topraklarında değil, yabancı diyarda, birleşerek ortak mülklerinde çalışarak yaşarlar. Emekli olana kadar orada kalırlar. Emekli olunca kendi baba yurtlarına dönerler. Bundan önceki âyette bunlardan bahsetmektedir.
Kur’an’ı yorumlarsınız ama sonra o âyete öyle bir manâ yüklenir ki birinci yorumda siz onu hiç anlamamış olursunuz. Bu sebepledir ki Kur’an’ı hep yeni yorumlar yükleyerek yorum yapacaksınız. İstenen bizim yaptığımızı yapmaktır.
Yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanın bir katında böyle yorum yapan bir cemaat olacaktır. Âyet yorumları günlük olaylar içinde günlük sorunları çözecek durumda olmalıdır. Her topluluk Kur’an’ı kendi diliyle her hafta yorumlayacak, bizim yaptığımızı yapacaktır.
Bir alt derecede her ilde ayrı olmak üzere bu yorumlar örnek alınarak kendileri kendi illeri için yorumlayacaklardır. Böylece her il kendi dili ile Kur’an’ın ulus dilindeki yorumunu esas alarak yorumlayacaktır.
Ondan sonra da her bucak il yorumunu kendi bucak dili ile tercüme ederek takip edecek, kendi bucağına özgü yorumlarını ekleyecektir. Haftada bir gün bizim yaptığımız yorumlar her bucakta yapılacaktır. Bucak televizyonlarında bu yorumlar bir hafta içinde her gün yayınlanacaktır.
Ocaklarda kılınan beş vakit namazda Kur’an’ın Arapçası ile meallerinden istediklerini okuyacaklardır. Her namazda iki sahife okunacaktır. Böylece günde 10 sahife okunmuş olacaktır. 600 sahife olduğuna göre demek ki her yıl bir defa Kur’an meali tamamlanacaktır.
Her gün yatsı namazında ise bu yorumlardan ulus, il ve bucak yorumlarından beşer sahifelik yorumlar okunacak, böylece herkes kendi ulusunun, kendi ilinin ve kendi bucağının yorumlarını takip etmiş olacaktır.
Bu eğitimleri beşikten mezara kadar herkes takip etme durumundadır.
Bunun dışında herkes günde en az altı saat üretimde çalışacaktır. Kadınlar ve yaşlılar kendi apartmanlarının altındaki işyerinde çalışacaklardır. Çalışma saatleri sabah altıdan öğleye kadardır. Diğer saatlerde ise serbesttirler. Emekli olmayan erkekler apartmanları dışında ağır işlerde günde 6 saat çalışacaklar, asıl üretim orada olacak, tarım ve inşaat işleri oralarda yapılacaktır.
Öğle ile ikindi arasında ise isteyen kadın ve erkekler apartmanlarının alt katlarında çalışacaklar, isteyenler de ilim yapacaklardır. Her hafta ilimde imtihanlar yapılacak, aldıkları notlara göre ilmî dereceleri artırılacak, ilmî çalışma ile atölyedeki yani işyerindeki çalışma birbirini destekleyecektir.
Askerlerin çalışması ise hicret etikleri yerde askeri düzen içinde olacaktır.
Orduların gelirleri neler olacaktır?
a) Askerlik bedelleri orduların gelirleri olacaktır. Cizye verenler çoğalınca askerlerin maaşları artmış olacak, halk bedelli olma yerine nöbetli olmayı tercih edecektir.
b) Devlet gelirlerinin beşte biri ordulara ait olacak, ordulara asker sayısınca bölüştürülüp verilecektir.
c) Çıkışlarda gümrük yoktur. Girişlerde en çok onda bir gümrük alınabilir. Bu da orduların geliri olacaktır. Bu hususta henüz âyet bulmuş değilim. Aslında gümrükler ve vizeler yoktur. Ne var ki ihracat mallarından daha az vergi alınabilir, böylece insanlıkta pahalanma olmadan orduların güvenlik karşılığı payları sağlanmış olur. Yani ben üretim yapar, ürettiğim malı ülke içinde harcarsam, kamu payı o ülkenin geliri olur. Ama eğer ihracat yapacaksam kamu payını artırmam ama gelirin yarısı o ülkenin giderleri, diğer yarısı orduların olmuş olur. Bunlar sadece istihsandır. İlerde âyetlerde buna dair hükümler bulunacaktır.
d) Ordular kendi ihtiyaçlarını kendileri üretip harcarlar. Kendilerine verilen devlet mülkiyetindeki dağları ve denizleri kullanabilirler. Sanayi tesisleri kurup makine imal edebilirler. Bunu askerlerine ücret olarak verebilirler. Askerler de bunları piyasaya satabilirler. Askeri birlikler ticaret yapamazlar, kendileri piyasaya satamazlar.
Bunun dışında devlet demir yolları, hava yolları gibi yerlerin işletmesini yaparlar. Üretimden alınan taşıma ve koruma paylarından ordulara da paylar ayrılabilir.
Emekli oldukları zaman kendilerine orduda üretilmiş makineler ve araçlardan paylar verilebilir. Sivil hayata döndüklerinde hem mesleklerini öğrenmiş hem de tesislerini kurabilecek hâle gelmiş olurlar.
Bunları muvazzaflar yapabildikleri gibi bunları yedekler de yapabilirler.
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş olanlar.”
Birinci âyette “İnnellezîne Âmenû” dendiği halde, burada “Ve İnnellezîne Âmenû” denmemiştir.
Birinci âyetteki “İnne” burayı da içermiş olur. “Ve” harfi “İnne”nin içindeki iki “Ellezîne”yi toplamış olur. Burada bu sebeple tekrar edilmemiştir.
“İnne”nin hükmü şudur. Eğer anlattıklarınızın muhatap tarafından tersi biliniyorsa “İnne” getirilir. Israrlı olursa “Le” gibi tekit gelir. Aksini bilmekle beraber yanlış bilgide ısrarlı değilse “İnne” gelir. Yani, ey muhataplar, siz yanlış bilgilere sahipsiniz, ben size doğrusunu söylüyorum anlamı çıkar.
Yanlış bildiğimiz neydi?
Biz muvazzaf askerler ile yedek askerleri bir sayıyorduk. Oysa bu âyetlerde benzer cümleler tekrar edilip aralarına “Ve” getirmekle bunların ayrı oldukları açık şekilde ifade edilmiştir. Demek ki “İnne” bu “Ve” harfine vurgu yapmaktadır. Bu durum bizler için olup bizden sonra gelecekler için söz konusu değildir. Çünkü onlar doğrusunu öğrenmiş olacaklardır. Bununla beraber gelecek için askerlikle ilgili direnme devam edecektir.
Bu iki konuda oluşacaktır.
Herkesin bedenen askerlik yapmasının zorunlu olmasında bazı ulusal devletler ısrar edecektir. Sermaye sömürüsünü sürdürmesi için ulusları toptan savaştırmak için bütün vatandaşların asker olmasında ısrarcı olacaktır. Oysa Kur’an insanları müslim ve mü’min olarak ayırmış; mü’minler bedenen askerlik yaparlar, müslimler ise bedel verirler.
İlerde Kur’an’a karşı yine karşılaşılacak ikinci direnme, mü’minlerin siyasi üstünlüklerinin olmaları, seçkin vatandaş olmalarıdır. Çünkü bunlar malları ile canları ile tüm insanlığın güvenini korumaktadırlar. Hayır, bunu kabul etmek istemeyenler hem kendileri askere gitmeyecekler hem de devleti kendileri yöneteceklerdir! Askerler ise onların bekçileri ve korumaları olacaktır! Kur’an bunu da reddeder. Müslim olanlar askere gitmezler, kendi yerlerini savunma dışında savaşa katılmazlar, siyasi yönetimde genel hizmette yer alırlar ama kamu görevinde görev alamazlar.
Kamuda devlet yetkisi kullanılır, hükümranlık haklarıdır, bunlar sadece askerlik yapan kimselerin yetkisindedir. Görev kime verilmişse yetkili odur, yetkili kimse sorumlu odur. Sorumlu olmayan yetkili olamaz. Yetkili olmayan da görevli olamaz.
Buradaki “İnne” bizden sonrakiler için işte bu konuda direnenlere cevap olarak gelmiş olmaktadır.
Bundan önceki âyette iman edenlerden muvazzaflar kastedilmiştir. Bu âyette iman etmiş olanlardan kasıt yedek askerlerdir. Bunlar ayrı grupturlar, ayrı hükümleri vardır. Dolayısıyla kelime iade edilmiştir.
Şimdi Kur’an’a bu ıstılahi manâları vermediğiniz takdirde onu manâlandırmak mümkün olmamaktadır. Bu sebeple tefsirler usulcülerin kurallarını görmemezlikten gelmişlerdir. Biz ise yorumlarımızın tamamını fıkıh usulüne göre yapmaktayız, bütün hükümleri Kur’an’dan çıkarıyoruz.
Kırıkkale’de Ali Erişen ve arkadaşları bu yorumlarımızı kendileri de yorumlayarak takip etmektedirler. Onlar bir soru sordular: Hadislerle Kur’an arasındaki ilişki nedir?
Onlara şu cevabı verdim: Kur’an nâzil olmadan örnek uygulama Tevrat’la yapıldı. O uygulama sayesinde Kur’an’ın ifadelerini anlar hâle geldiler, Araplarda olmayan kavramlar ortaya çıktı. Kur’an geldikten sonra sünnet ile ikinci uygulama yapıldı. Böylece hangi kelimelerin hangi kavramlara delâlet ettiğini sünnetle öğrendik. Sünnetsiz Kur’an’ın ne bize ulaşması ne de anlaşılması mümkün olmazdı.
Fukaha, ilk mezhep kurucuları, Sünnet ile Kur’an’ı eşit delil kabul ettiler ve Usulü Fıkıh ilmini ortaya çıkardılar. Onların başka bir şey yapmaları mümkün değildi. Biz de usuldeki içtihatlarımızda Sünnet ile Kur’an’ı eşit kabul ederiz. Ama uygulamada Sünnet o dönemin sorunlarını çözmüştür. Bugünün sorunlarını o günün çözmesine imkân yoktur. Biz ise günümüzün sorunlarını Kur’an’daki âyetlerle usul içinde çözüyoruz.
İşte böylece Usulü Fıkıh kuralları içinde Kur’an’ı yorumlama usulü Akevler ekolünde geliştirilmektedir. Bizden başka bu usul ile çalışan kimseleri bilmemekteyiz. Bilenler varsa bizi onlarla tanıştırmaları gerekir. Ama yoktur.
Bizim yorumlarımıza karşı gelemezler, çünkü güçleri yetmez; kabul de edemezler, çünkü toplulukları kendilerini üst âlimler olarak kabul etmişlerdir.
Evet, biz bizim yorumlarımızın yanlışlarını usul içinde gösterecek olanları dinlemeye her zaman hazırız. Katkıları ve yanlışlarımızı düzeltmeleri sebebiyle onlara duacı olunacaktır.
Şeytanın ve sermayenin usulü budur. Önce yokluğa mahkûm edip sizi konuşturmamak birinci hedef olacaktır. Bunu başaramadığı zaman saldıracaktır. O sayede de siz her tarafta duyulmuş olacaksınız. Sizin doğru görüşleriniz dünyaya hâkim olacaktır. Bu arada sizdeki hatalar da düzelmiş olacaktır.
وَهَاجَرُوا
(Va HaCaRUv)
“Ve hicret edenler.”
Evet, askerliklerini kendi bölgelerinde yapmayıp kendi vatanlarında ama kendi bölgeleri dışında yapanlar denmiş olmaktadır. Bir önceki âyetteki hicret farklı idi. O hicret ailesi ile birlikte vatanını terk ederek yapılan hicrettir. Yani bölgesinden ayrılıp muvazzaf asker olarak birliğe katılma şeklinde olan hicrettir. Bu ise tek başlarına senenin en çok bir ayını orada geçirmek üzere yapılan geçici hicrettir. Buna da hicret denmiş olması, aynı kelimeyi kullanması, ikisinin de hicret hukukuna tâbi olması sebebiyledir. Yani muvazzaf askerler ile yedek askerler arasında yetki, görev ve sorumluluk açısından fark yoktur. Sadece biri 12 ay askerdir, biri ise sadece senede bir ay askerdir.
Tahsile göre ve mecbur olacakları askerlik eğitimine göre rütbe alırlar, verdikleri hizmet günlerine göre terfi ederler.
a) Başlangıç ehliyetliler er olurlar.
b) Temel ehliyetliler onbaşı olurlar.
c) İlk ehliyetliler çavuş olurlar.
d) Orta ehliyetliler subay olurlar.
e) Yüksek ehliyetliler üst subay olurlar.
f) Akademik kariyer yapanlar general olurlar.
Muvazzaf olanlar ile yedekler arasında bu bakımdan fark yoktur. Ancak muvazzaf olanlar daha çok günlerde vazife başında olacakları için kendi sınıfında olanlar içinde derece alırlar. Dolayısıyla bölük komutanı, tabur komutanı, tümen komutanı ve genelkurmay başkanı hizmetlerinin uzun olması sonucu muvazzaflardan olmuş olur. Ama bir akademik kariyer yapmış olan generalden hiçbir yüksek tahsil yapmış kimse üstün olamaz.
Bu sebepledir ki “hicret” kelimesi tekrar edilmiştir.
Geçici muhaceret ve sürekli muhaceret farkı vardır ama ikisi de hicrettir. Hicret esnasında eşittirler.
وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(Va CAHaDUv FIy SaBIyLı elLAVHı)
“Ve Allah yolunda cihat etmişlerdir.”
Yine önceki âyette olduğu gibi “Allah’ın sebilinde cihat etmişlerdir” denmektedir. Ne var ki bundan önceki âyette “malları ile ve nefisleri ile cihat etmişlerdir” dendiği halde, burada sadece “Allah yolunda cihat etmişlerdir” denmiştir. Kur’an’ın başka âyetinde “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır” denmektedir. Burada ise iki cihadı vasıflarına ayırmaktadır.
Muvazzaf askerlerin ayrıca işleri ve varlıkları yoktur, mufavada şirketi içinde her şeyleri askerlik ocağında olduğu halde; yedek askerler sadece senede bir ay birliklerine katılmakta, köylerinde veya kentlerinde varlıkları devam etmektedir, aileleri oradadır. Demek ki bütün nefisleri ile katılmamışlardır, malları oradadır, bütün malları ile katılmamışlardır. Böylece muvazzaf askerlerle yedek askerler arasında fark açık şekilde ifade edilmiştir. Mufavada şirketi Nisa Sûresi’nde mirastan önceki âyette anlatılmaktadır. Onun yorumu yapılmıştır, arzu edenler oraya başvurabilirler.
“Li Sebilillah” denmemiş de “Fî Sebilillah” denmiştir. Böylece mü’minlerin görevi topluluğun işlerini yapma değil işlerin yapılmasını sağlama demektir. Biz son çalışmamıza “Müçtehit Yetiştirme Merkezi” dedik, sonra hatalı olduğunu gördük ve “Müçtehit Yetişme Merkezi” olarak düzelttik. Müçtehidin yetişmesi için biz yol yapacağız ama o yoldan isteyen geçer. Biz kimseyi arabamıza bindirip karşı tarafa götürmeyeceğiz.
“Sebil” şebeke yol demektir. Merkezde toplanan yol yerine ikili ilişkilerin kurulmasını sağlayan yol demektir. Tüm sosyal oluşlar yoldur. Güvenlik bir yoldur. Çünkü güvenlik olmazsa kişiler birbirleri ile görüşemezler ve konuşamazlar. Hukuk ve yargı bir yoldur, onlar sayesinde ikili ilişkiler doğar ve teminat alınmış olabilir. Telefon hatları yoldur. Elektrik hatları yoldur. Su ve gaz boruları yoldur. Kara, deniz, hava ve demir yolları birer yoldur.
Evet, mü’minlerin görevi bu yolları tesis edip halkın hizmetine parasız olarak sunmaktır. Cep telefonlarından para alınamaz, paralı yollar olamaz.
Sovyetler yani komünistler her şeyi parasız yapmak istediler.
Kapitalistler her şeyi para ile yapmak istiyorlar.
İslâmiyet ise kişilerin buluşması için gerekli olanları parasız yapar, kişileri buluşturduktan sonra artık orada kamunun işi sona erer, onlar kendileri istedikleri gibi anlaşırlar.
Demek ki İslâmiyet topluluğun oluşması için yollar oluşturmada ve onları halka sunmakta komünizmin ilkelerine sahiptir ama insanların buluşmalarını sağladıktan sonra onların anlaşarak iş yapmalarını ise tamamen onlara bırakır, kişiler yönünden tam liberalizme sahiptir. Kişiler özgürdür ama topluluk da özgürdür.
Bu sebepledir ki her iki âyette de “Fî Sebilillah” kelimesi geçmektedir. Buluşan kişilere karışmadığı için “Fî” denmiştir, içindekiler özgürdür.
وَالَّذِينَ آوَوْا وَنَصَرُوا
(Va elLAÜIyNa AvVaV Va NaÖaRUv)
“Ve iva etmiş ve nusret etmiş olanlar.”
Her muvazzaf asker aynı zamanda yedek askerdir. Bundan dolayı bu âyette sadece yedeklerden bahsetmiştir. Muvazzaflar evleviyetle bunların haklarına sahip olacaklardır.
Burada “iva eden ve nusret eden” kelimeleri geçmektedir, “Ellezîne” kelimesi de iade edilmiştir. Birincilerle ikinciler farklı değildirler. Cizye ehli olanlar sadece iva etmişler ama cihad için nusret etmemişlerdir. Hâlbuki müslimler yalnız cizye vermemişler, savaş dışı cihada katılmışlardır. Onun için onlar sadece ülkenin imarı çalışmalarına değil, aynı zamanda ülkede İslâm düzeninin gelmesi, yerleşmesi ve korunması için canları ile katılmamışlarsa da malları ile katılmaktadırlar.
Birinci âyette bunların aynı dayanışma içinde olduklarını belirtmiştir.
Burada da bunların gerçek mü’min oldukları anlatılmıştır.
“İva etmek” demek barındırmak demektir. Yalnız kendilerini değil diğer insanları da barındırma demektir.
Bugünkü düzende bu sorun çözülememiştir. Topluluk herkese iş verememektedir, herkese ev verememektedir. Dolayısıyla müslimlerin vazifesi olan herkese aş ve herkese iş sorunu çözülememiştir.
Yine bu âyetler sayesinde çok açık sonuçlara varıyoruz. Herkese iş ve herkese aş temin etme imkânı müslimlere verilmiştir. Güvenliği fiilen sağlama görevi “ellezîne âmenû” ile adlandırılan kimselere verilmiştir.
Öyle sistem, öyle düzen oluşturacağız ki biri geldiği zaman biz ona iş ve aş temin edeceğiz. Bu yalnız askerlik yapan kimselerde değil, bedel verip de dayanışma ortaklıklarına katılanlar için söz konusudur.
Bu iş nöbetliler tarafından veya muvazzaf askerler tarafından yapılmaz. Bunlar kurulacak kooperatiflerle yapılacaktır yani sivil yönetimlerle yapılacaktır. İstanbul’da tüm dünyaya hitap eden bir “kredileşme kooperatifi” kuracağız, bu kooperatif “altın bono” çıkaracak, uluslararası kredileşme bununla sağlanacak, insanlığın parası bu olacaktır.
Ülkelerde “çalışma kooperatifleri” kurulacak, “toprak senedi” ile kârsız olarak alınıp satılarak ülkede artık emeğe iş sağlayacaktır. İllerde “hizmet kooperatifleri” kurulacak, bunlar “genel hizmet” yapacak ve küçük işletmeleri büyük işletme gibi yapacaklardır. Bucaklarda “işletmeler kooperatifleri” kurulacak ve ürünler markalaşacaktır.
“İva” kelimesi işte bunları ifade eder.
Ülkenin sosyal güvenliğini sağlama ne kadar önemliyse, ekonomik güvenliği temin etmek ondan çok daha büyük cihattır.
Devletin iki kurumu vardır.
Biri yönetim kurumudur. Silahlı güçtür. Yargı kararlarının infazını sağlar.
Diğeri ise yürütmedir. Bu da silahsız paralı güçtür. Bugünkü sermayenin yerini almış kooperatiflerdir. Bunlar da herkese aş ve iş temin ederler, insanların ekonomik güvencelerini sağlarlar. Bu sebepledir ki bunlar da mü’minlerdir yani güvenceye alanlardır.
Siyasi güvenlik ve sosyal güvenlik deyimleri bugün çok yaygındır.
Genel güvenlik savaş ile dengelenmektedir. Ne kadar ilkel olursa insanlık için o kadar yararlıdır, daha az insan ölür. Oysa sosyal güvenlik çok daha önemlidir. Çağımız ileri ekonomiye ulaşmıştır. Hiç kimse şimdi kendi ürettiğini tüketmiyor. Herkes iş bulmak zorunda, her işletme ürettiğini satmak zorundadır.
İşte, “Müçtehit Yetişme Merkezi” kurup yüz dairelik apartmanlar yapma, tarlalarda 20 metrekarelik dinlenme odaları üretme ve bunları ile köylerimizin boşalmasını önleme iva demektir.
“Nasarû” kelimesi ile de cizye yani askerlik bedeli verme anlaşılmaktadır.
أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ
(EUvLAEiKa HuMu eLMuEMıNUvNa)
“İşte bunlar mü’minlerdir.”
Âyette iman etmiş olanlar iva edenler diye atfedilmiş, haberde bir tek işaret zamiri gönderilerek hepsi bir tek topluluk kabul edilmiştir. Böylece iman etmiş kimselerle mü’min olanlar birbirinden ayrılmalıdır. İman etmiş kimseler mü’minlerdir ama bütün mü’minler iman etmiş kimselerden değildir. Başka âyetlerde bu hususlar daha önce ortaya konmuştur. “Ey iman etmiş olan kimseler iman edin” ifadesi ile bu ayrılık bilinmektedir. Burada da bu teyit edilmektedir.
“Ülâike” mübtedadır. Yukarıda sayılan kimseleri içermektedir. Yani iki “Ellezîne” kelimesi ile işaret edilenler işaret edilmektedir.
“Mü’min” demek dayanışma ortaklığı içine girerek birbirlerinin güvenini sağlayan anlamındadır. İman etmiş olan kimseler kendi aralarında güvenlik sağlayan değil, tüm insanlığın siyasi güvenliğini sağlayanlar anlamındadır. Her ikisinde de dayanışma ortaklıkları ile sağlanmaktadır.
Kur’an’da dört çeşit dayanışma ortaklığı vardır.
a) Ahlâkî dayanışma “minhaç”tır, merkezleri “salavat”tır, sorumluları “ruhban”dır. İhmalden doğan zararları tazmin ederler.
b) İlmî dayanışma “şir’a”dır, merkezleri “savamı’”dır, sorumluları “ahbar”dır. Bilgisizlikten doğan zararları tazmin ederler.
c) Meslekî dayanışma “mensek”tir, merkezleri “biye’”dir, sorumluları “rabban”dır. Beceriksizlikten doğan zararları tazmin ederler.
d) Siyasi dayanışma “viche”dir, merkezleri “mescit”tir, sorumluları “kıssis”tir. Kasten iras edilen zararları tazmin ederler.
Bu dayanışma ortaklıklarına katılarak birbirlerinin güvenliğini sağlayanlar mü’minlerdir. Kendilerine hicret eden herkesi kabul ederler, onlara yerleşme yeri hazırlarlar.
Bunlar yüz dairelik lojmanları olan işyeri apartmanlarını hazırlarlar, işi olmayanlar buralara yerleşir ve alt kattaki iş yerlerinde iş yaparlar. O halde yüz lojmanlı işyeri apartmanları yapanlar işsizleri ve evsizleri barındırmış olmaktadır. Siyasi parti kurup iktidara gelen ve güvenliği sağlayanlar da onlar kadar mü’mindirler.
حَقًّا
(XaqQan)
“Hak olarak”
“Hakkan” kelimesi mahzuf olan “imânen” mutlak masdarının sıfatıdır. Hakiki imana sahiptirler demektir. Yani görevleri ve yetkileri farklıdır ama bütün müslim olanlar, muvazzaf ve yedek asker olanların hepsi mü’mindirler, hakikaten mü’mindirler, aralarında fark yoktur.
Demek ki şimdi III. bin yıl uygarlığını getirecekler aralarında bir çalışma gerçekleştireceklerdir; şöyle ki...
Bir grup çıkacak, muvazzaf Adil Düzenci olacaklardır. Bunlar hicret edecekler ve kendi işleri olmayacaktır. Bütün çalışmalarını buna vereceklerdir. Yenibosna’da böyle bir oluşun oluşması için çalışmaya başlanmıştır. Oraya hicret edilmiş ama hicret edenler henüz kendi işyerlerini kuramamışlardır.
İkinci grup ise yedek askerler gibidir. Zaman zaman Yenibosna’ya gelmekte veya bulundukları yerlerden dergi çalışmalarına katılmakta, “Adil Düzen”in oluşması için fikren de olsa katılmaktadırlar.
Üçüncü grup ise bu oluşmaya mâlen katılacak kimselerdir. Dinlenme Evleri projesine, Yüz Dairelik Lojmanlı İşyeri Apartman projesine, Mala-Mal Marketleri projesine, Bakkal projesine ve diğer projelere katılacaklar bu kimselerdir, iva eden ve nusret eden kimselerdir.
Bunların hepsi Adil Düzen Çalışanıdır ve hepsi hakikaten mü’mindir.
Bugün siyasi güvenliği sağlamak bize ait değildir. Nitekim Hazreti İsa ‘vergi verecek miyiz’ sualine karşı dinarı göstererek ‘bu kimindir’ diye sormuş, onlar da ‘kralın’ demişlerdir. ‘Kralınkini krala, Allah’ınkini Allah’a veriniz’ demiştir. O gün bu sözü söylemek ölüleri diriltmek kadar büyük mucizedir. Bugün bile Kur’an ehli bu basit şeyi anlamıyor.
“Hakkan” kelimesi gerçek anlamında olduğu gibi onun askerdeki çalışmalarının karşılığı olarak mü’minlerdir anlamını da taşımaktadır. Yani mü’min olmayı ancak bunlar hak ederler demek olur.
لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
(LaHuM MaĞFiRaTün Va RıZQun KaRIyMun)
“Onlar için mağfiret ve kerim rızık vardır.”
Bu iki âyet İslâm düzenini tesis eden kimselerden bahsetmektedir. Bunlar bozuk düzen içinde yetişmişler, yaşamak için günah işlemişlerdir.
Bunlar “Adil Düzen”i kurdukları zaman eski suçlardan sorumlu olmayacaklardır. Düzen kurulmadan önceki fiillerden kimse sorumlu olmayacaktır. Genel af ilan edilecektir. Yaptıkları bu iyi işlerden dolayı onlar mağfiret edilmiştir. Ayrıca kerim rızık vardır. Yani bu işleri yapanların maddi kârları da olacaktır.
Bir araştırmacı müçtehit geldi. Uygulama yaparken içtihat yaptı. Sonunda örnek işletmenin fıkhı meydana geldi. Örnek işletme de kuruldu. Bundan herkes yararlanacaktır. O da bu çalışmalarla yetişti.
Bunu finanse edenlerin yararı ne olacaktır? Bu müçtehidin yararı ne olacaktır?
O yarar da kerim rızıktır.
ARAŞTIRMALARIN YARARLARI
1- İşletmeler kazanıp da kooperatif bu işletmelerden paylar almaya başlayınca bu paylar finansörlere bölüştürülecektir. Kendilerine yatırdıklarının iki misli altın olarak ödenmiş olacak ve kazanmış olacaklardır. Başarılamazsa zarar edecekleri için faiz değil kârdır. Yalnız kendi finanse ettikleri kimselerden değil, ortak kazançtan paylarını alacaklardır.
2- Ortaklık muhasebesini öğrenen elemanlar yetişecektir. Bunlar merkezi işletmelerde iş bulamayacaklarından kendi işletmelerini ortaklık işletmelerine geçirecek elemanların yetişmesine imkân verirler.
3- Faizli işletmeler çökmektedir. Krizler ve savaşlar kapıda bekliyor. Bunlar ortaklık işletmelerine geçerek kendilerini iflastan kurtaracaklardır. Ortaklık işletmelerine geçebilmemiz için de bu çalışmaya ihtiyacımız vardır.
4- Sermayelerini işletmelerinde değerlendiremeyenler ortaklık işletmelerine sermaye ortağı olarak katılabilecek ve sermayelerini güvenli bir şekilde değerlendirebileceklerdir. Kendileri de daha büyük iş yapmak isterlerse faizsiz sermaye bulabileceklerdir.
ARAŞTIRMACILARIN YARARLARI
a) Bir taraftan ilmî çalışmalarına devam ederken diğer taraftan geçinmelerine yetecek kadar maddî yardım alacaklardır.
b) Kuracakları işyerinin maddi imkânlarını kooperatif sağlayacağı için kendilerinin herhangi bir rizikoları yoktur, çalışmalarını güven içinde yapmış olacaklardır.
c) İşletmeyi kendi kendine yaşayacak hâle getirdikleri zaman başarılı araştırmacı olduklarını göstermiş olacaklardır. Bunlara başarı sertifikası verilecektir. Artık yeni araştırmalarını destekleyecek ortakları bulabileceklerdir.
d) Bunların fıkhını kullanarak işletme kuranlara işletme cirolarından bir pay verilecektir. Kendileri o işletmenin danışmanları olacak, bir sorun olduğu zaman bu sorun onlara çözdürülecektir.
İşte buradaki “kerim rızık” budur.
Bu payın helal olduğuna dair delili bu âyet teşkil etmektedir.
İşletmenin cirosundan bir pay olmak üzere bu payın alınması helaldir.
لَهُمْ مَغْفِرَةٌ
(LaHuM MaĞFiRaTün)
“Onlar için mağfiret vardır.”
Biz her zaman şu fetvayı vermekteyiz. Bozuk düzende yaşayabilmek için o düzene uymak zorundasınız. Bugünkü düzen rüşvete dayanmaktadır. Rüşvet verirseniz tarlanıza imar durumunu alırsınız, vermezseniz sizin tarlanız park alanı olarak kalır. Bu bir taraftan haksızlıktır, zulümdür ama diğer taraftan bugünkü denge böyle sağlanmaktadır. Yalnız rüşvet verenler imar alabildiği için diğer yerler mezbele olmaktan kurtulmaktadır. Genelevler fuhuş yuvalarıdır, çok büyük günahların işlendiği yerlerdir ama muta evleri kurmazsanız, sözleşme nikâhlarını meşru saymazsanız, boşanmayı zorlaştırırsanız, insanları ekonomik zorluklar içinde bırakırsanız, fuhşa mâni olamazsınız, zinaya mâni olamazsınız, sonunda çok kötü durumlar ortaya çıkar. Bu kötülükleri ortadan kaldırmak için de genelevlerin bir kısmı düzenleyici olmaktadır. O halde mevcut düzende günah işleri yapmama yerine mevcut düzeni değiştirmemiz gerekir.
“Adil Düzen” mutlaka gelmelidir.
İşte burada “onlar için mağfiret vardır” demek, düzen gelmeden önce işledikleri günahlardan sorumlu olmayacaklar demektir. Ayrıca topluluk zenginleşeceği için mağdurların mağduriyetleri de giderilecektir.
Evet, PKK bağışlanacak ama sorunlar çözüldükten sonra. Yoksa yarayı deşmek hastalığın yayılmasına sebep olur, tedavi mümkün olmaz.
Kötülük fert tarafından işlenmişse o kötülük caydırıcı cezalarla önlenir ama kötülükler yaygınlaşmışsa o kötülük artık cezalarla önlenemez. Çünkü herkes yapmaktadır. Cezaları ağırlaştırırsan suçluların örgütlenmesine sebep olursun. Fıkıhçılar buna “belv-i umumi” demişler ve bir suç eğer bir toplulukta yüzde ondan fazlası tarafından işleniyorsa, onu suç saymak, onların örgütlenmesine sebep olur, suçu azaltmaz, aksine artırır. Onun için bu gibi durumlarda artık onu suç saymayacaksınız. Onu sosyal tedbirlerle etkisiz hâle getireceksiniz. Yeni siteler kurarak o kötülüğün olmadığı siteleri oluşturarak buna imkân sağlayacaksınız. Siteler arası rekabet onları zamanla ortadan kaldıracaktır.
İşte burada “Lehüm Mağfiretün” ifadesi ile belv-i umumi zamanında işlenen suçlardan sonra sorumlu olunamayacağı ifade edilmiş olmaktadır.
“Mağfiret” kelimesi burada nekredir. Yani eski suçlardan dolayı mağdur olanların mağduriyetleri giderilecektir ama failleri cezalandırılmayacaktır. Bu mağduriyetlerin nasıl giderileceği hususu da şartlara bırakılıp nekre olarak zikredilmiştir.
وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
(Va RıZQun KaRIyMun)
“Ve kerim rızık vardır.”
“Rızık” üzümün bir çeşididir. Türkçede “razakı üzüm” olarak adlandırılmaktadır. İnsanlar dışarıdan aldıkları besinleri sonunda üzüm şekerine çevirerek onu yakmak suretiyle enerjilerini temin ederler. Yapılarını ise yine bu şekeri kullanarak azotlu bileşikler içinde ürettikleri büyük moleküllerle gerçekleştirirler. Üzüm manâsında olan kelimenin rızık olarak Arapçada geçmesi ve Kur’an’ın bunu kullanması bir mucizedir.
İnsanın dört çeşit ihtiyacı vardır.
Birincisi beslenmedir.
İkincisi giyinmedir.
Üçüncüsü barınmadır.
Dördüncüsü ise enerjidir, ateş ve elektriktir.
Bunların dışında su ve havadır.
Bunların hepsi rızık yani yiyecek içinde yer alır. Su ve hava para ile alınıp satılmaz yahut gideri çok azdır. Diğerleri ise onlar olmadan da yaşanır. Oysa beslenmeden bir gün bile yaşama imkânı çok zorluklarla olur. Diğerleri hep bu rızkı destekleme amacıyladır. Elbise giyerseniz besine ihtiyacınız azalır. Bir eve girerseniz o da harcayacağınız besini azaltır, ateş yakar ve asansöre binerseniz rızkınızdan tasarruf edersiniz. Bu alakadan dolayı rızık yalnız yiyeceklere hasredilmemiş, her türlü insan ihtiyaçlarını gideren araçlar rızık olmuştur.
Bu sebepledir ki “Mimmâ razaknâhum yunfikûn” denmektedir ama başka âyetlerde it’amın yanında kisveden bahsetmektedir. O halde rızık daha geniş anlamdadır.
Kur’an’da hasen rızık ve kerim rızık olarak geçmektedir. Kerim de hasen de güzel demektir, görkemli demektir. Kürüm asmadır. Asma üzümü anlamını taşımış olur. Hasen ise yararlı üzüm anlamına gelir. Hasen ile kerimi şöyle ayırabiliriz. Hasen yararlı olma bakımından iyidir. Kerim ise görünüşte güzeldir demektir.
Kur’an’da rızkın hasen olarak anlam kazanması iyi demektir. Kerim rızık ise kullanılması yararlı demektir. Hasen görünen kısımdır, kerim ise kendisinde olan özelliktir.
“Kerim rızık” altı yerde geçmekte, ikisi bu sûrededir, birincisi dördüncü âyette geçmektedir.
Namaz kılan ve zekât veren mü’minlerden bahsetmektedir. Onlar için hakiki mü’min olduklarını zikrettikten sonra, onlar için rablerinin yanında dereceler vardır denmekte ve mağfiret vardır denmekte, kerim rızık vardır denmektedir. Sûrenin başında devleti kuracak mü’minlerden söze başlamaktadır. Namaz ve zekât müessesesini ortaya koymaktadır. Namaz siyasi yapılarını oluşturacak, zekât da ekonomik yapılarını oluşturacak. Bunları birlikte yapanlar III. bin yıl uygarlığını kuracak kimseler olacaktır.
Sûrenin sondan bir âyet öncesinde benzer âyeti tekrar etmektedir. Bunların hak iman ile mü’min olduklarını söylemektedir. Orada da burada da onlar için mağfiret ve kerim rızık vardır demektedir. Dördüncü âyette ayrıca rablerinin yanında dereceler vardır demektedir. Dereceler ile başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün dereceler kastedilmiştir.
Hem orada hem burada kerim rızıktan söz edilmektedir. Evet, kelamcılar ve fıkıhçılar imanın kalbî olduğunda ittifak etmişler, ancak zekâtı ve namazı imanın cüzü saymışlar, namaza gelmeyenleri yahut zekâtı vermeyenleri mürtet kabul etmişlerdir.
Namaz ve zekât mikroda oluşan bir yapılaşmadır. Dayanışma ortaklıkları ise makrodaki birliği ve düzenlemeyi sağlar. Sûre sonlarında bunları zikretti, dayanışmayı anlattı. Bizim tasavvur ettiğimiz devlet anlayışı olmazsa bu âyetlerde anlatılanların hiçbirisi uygulama imkânı yoktur.
Buraya kadar anlatılanlar ilk Müslümanlardır, kuruculardır. Birlikte namaz kılma ve zekât verme ile başlayan anlayış sonunda dayanışma ortaklıkları içinde son bulmuştur. Bunlar kuruculardır. Bugün için de bizim neslimizdir. Bunlar Allah’ın seçkin kullarıdır. İkinci sahabelik dönemi yaşanacaktır. Gelecek nesil bizi de dua ile anacaktır. Çünkü peygambersiz ilk uygarlığı oluşturuyoruz.
Ben hayatımda yaptıklarımdan asla pişman olmadım. Boş zaman geçirdim demedim. Ama İslâm düzeni çalışmalarına istediğim kadar katkıda bulunamadığım için yeniden dünyaya gelsem de buna çalışsam isterim. Bunu yapamadığım için de sizlere yardımcı olmaya çalışıyorum. Allah sizlerden razı olsun. Ben sizden önce gelmiş insan olarak şunu tavsiye ederim. Zaruri ihtiyaçlarınızı giderme dışında ne imkânlarınız varsa “Adil Düzen” için harcayın. Kaybedeceğiniz zaman bir daha geri gelmez. Benim durumuma düşmeyin.
Bizim iki görevimiz vardır.
Birincisi tüm insanlığın güvenini sağlamadır.
İkincisi ise kendimize kerim rızık temin etmedir.
Bize hicret etmedikçe biz onların rızıklarından sorumlu değiliz. Uluslararası ekonomi karşılıklı çatışma ile oluşacaktır. Dolayısıyla görevimiz uluslararası rızk-ı hasen değil içimizdeki rızk-ı kerim düzenini kurmadır. Onlar da kendi içlerinde rızk-ı kerimi temin edeceklerdir. Sonra mübadele ile rızk-ı hasen olacaktır. İşte, rızk-ı kerimi rızk-ı hasene götürecek olanlar serbest tüccarlardır.
Tüccarlar değişik işletmeler arasındaki üretimi mübadele yoluyla insanlığın malı hâline getirirler. Orada ortak düzenleme yoktur, doğal düzenleme vardır.
Adam Smith serbestliği önermiştir.
Keynes müdahaleyi önermiştir.
Bu âyetler bize diyor ki; ticarette serbestlik vardır, üretimde ise hukuki düzenleme, kredi ve vergilerle müdahale vardır.
Âyetler “Adil Düzen”i her yönüyle hep desteklemektedir.