ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1409 Okunma
5 VE 6.AYETLER

Enfal Sûresi-3

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عكَمَا أَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ لَكَارِهُونَ (5) يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَأَنَّمَا يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَ (6)

 

كَمَا أَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّ

(KaMAv EaORaCaKa RabBuKa MiN BaYTiKa Bi eL XaqQı)

“Rabbinin seni beytinden hak ile ihraç ettiği gibi.”

Bundan önce mü’minler için üç şey vaat etmişti; Rableri indinde dereceler, mağfiret ve rızkı kerim. Bu vaat 1400 sene önceki mü’minlere yapılan vaat olduğu gibi bize de yapılmış vaattir. Yani Allah bizim de derecelerimizi yükselteceğini, günahlarımızı affedeceğini söylemiş ve bizim için rızık vardır demiştir.

Nitekim 1960’lardaki durumumuzu göz önüne aldığımızda burada zikredilen durum aynen gerçekleşmiştir. 1960’larda en geri olan topluluk Müslümanlardı. Her yerde zavallı durumda eziliyorlardı. Türkiye ve İran’dan başka bağımsız bir İslâm topluluğu yoktu. Türkiye resmen dinsizleşmişti. İran da sermayenin bir vilayeti imiş gibi hareket ediyordu. İkinci Cihan Savaşı’nda o da bağımsızlığını koruyamamıştı. Türkiye’de en geri zavallı ve durumda olanlar da Müslümanlardı. Bir toplulukta namaz kılan varsa o yoksuldu, dışlanmıştı. Bediüzzaman gibi mücadele edenlere bir mezar bile çok görülüyordu. Müslümanlar da onlardan cüzzamlılardan kaçar gibi kaçıyordu. İşte o tarihlerde yani 1960’larda Akevler’den cihada başladık. Biz İzmir’de Akevler’i kurduk. Nurcular İzmir’de Akyazılı Vakfı’nı kurdu. Millî Görüşçüler Ankara’da Millî Görüş partilerini kurdular. Bu arada Demirel ve Özal da iktidarda iken kendilerince dinsizlikle mücadele ettiler.

Bugünkü durum nedir?

Bugün İslâm ülkelerinin çoğu bağımsızlıklarını kazanmıştır. Bağımsız olmayan ülkelerde de İslâm artık onurlu bir din olmuştur. Ekonomide ise Müslümanlar her yerde refah içinde, artık zenginler onlar, iktidarda onlar.

50 sene içinde alınan yol Allah’ın bundan önceki âyetini teyit etmektedir.

İşte Kur’an bir örnek vermektedir.

“Kema Ehraceküm” demek; sizi Bedir Savaşı’nda nasıl ihraç ederek sizin derecenizi nasıl yükseltmiş ise, size nasıl mağfiret etmişse ve size nasıl bol rızık vermişse, onun gibi 1960’lardaki ihraçta olduğu gibi bundan sonra sizin derecenizi yükseltecek, size mağfiret edecek ve size rızkı kerim verecektir.

Burada hazf olduğunda müfessirler ittifak etmişlerdir. Bizce ihtilaf edilecek bir husus yoktur, Bedir’de size yapılan muamele gibi dereceniz yükseltilecektir, mağfiret edileceksiniz ve yüz dairelik apartmanlarda elektrikle aydınlanan evlerde dereceleriniz yükselecek, eksiklikleriniz mağfiret edilecek ve bol helal rızka kavuşacaksınız demektir.

Burada anlatılan Bedir Savaşı’dır. Muhacirler bütün mal varlıklarını bırakıp Mekke’yi terk etmişlerdi. Yetmiyormuş gibi onları öldürmek için onların peşlerine düşmüşlerdi. Şam’la ticaret yapan Mekkeliler sahil yolu ile de bunu yapabilirlerdi. Ne var ki Medine’den geçerek orada da ticaretlerini yaptıkları için hep Medine yolunu tercih ediyorlardı. Medineliler ise Mekkelileri himayeleri altına almışlardı. Mekke kervanlarının artık Medine’den geçmelerine izin verilmeyecekti. Çünkü artık Medine Müslümanların hâkimiyetinde idi. Mekke kervanı Medine yakınlarından geçerek Şam’a gitmişti. Kalabalık develer vardı. Kişilerin sayısı azdı. Dönerken bunların yolunu kesmek ve onların mallarını ganimet etmek için Allah’tan izin çıkmıştı. Böylece ilk defa artık siyasi güç olunmuştu.

Bu güç Mekkelilerin Medine’den geçmesini önlerse artık Medine’de hâkimiyetini tesis etmiş olacak, Mekke’nin Medine üzerindeki hâkimiyeti sona erecekti. Bu bütün Arabistan’daki hâkimiyetin sona ermesinin başlangıcı olabilirdi.

Nitekim 2002’den itibaren biz iktidarda tutunduk, bugün yeryüzünde dindarların iktidarı moda olmaya başladı.

Bedir Savaşı Müslümanların ilk savaşıdır. İstiklâl Savaşımızdaki İnönü Savaşları böyledir. İlk karşılaşmanızda yenildiniz mi bir daha ortaya çıkamazsınız. Ama sonraki mağlubiyetlerde galibiyet ümidi yok olmayacağı için hayatî önemi yoktur.

Kur’an bize nâzil olmuştur. Kur’an geçmiş peygamberleri anlattığı gibi Kur’an’ı bize getiren ilk Müslümanları da anlatmaktadır. Bizi onların devamı saymaktadır. Bu sûrede Bedir Savaşı anlatılıyor, ortalarda yine Bedir Savaşı olaylarına işaret ediyor ve savaş kurallarını ortaya koyuyor.

كَمَا

(KaMAv)

“Olduğu gibi”

كَ Teşbih edatıdır. İsim isime benzetilir.

“Ahmedu KeZeydin Fi’l-ilmi” dediğiniz zaman, Ahmet ilimde Zeyd gibidir demiş olursunuz. Bir kelime ile ifade edilen başka kelime ile ifade edilene benzetilir. Bunun gibi cümle ile ifade edilen de başka cümle ile ifade edilene benzetilir.

“Ekremenî Zeydun Kema Ekremtenî” dersen, Zeyd senin bana ikram ettiğin gibi bana ikram etti demiş olursun. Burada bir olay başka bir olaya benzetilmektedir.

Rabbin seni beytinden hak ile ihraç ettiği gibi Adil Düzen Çalışanlarını da hak ile ihraç edecektir demektir. Burada benzetilen cümle hazf edilmiştir. Çünkü daha evvel ifade edilmiş olan cümlenin başka şekilde ifadesi gelecektir.

“Mâ” mastar “”Mâ”sıdır. Bundan sonraki cümle harficere izafe edilmiştir. Ancak “Mâ” veya “Ellezî” gibi mevsullerle izafe edilebilir. Mastar “Mâ”sı olduğu zaman ait zamirine gerek kalmaz.

أَخْرَجَكَ

(EaORaCaKa)

“Seni ihraç etmişti.”

Burada “İz” mahzuftur. “Kema İz Ehraceke”dir. Buradaki “Ke” harfi doğrudan Kur’an’ı Cebrail’den tebellüğ eden Hazreti Muhammed’e racidir. Anlatılan olay Bedir olayıdır. Muhatap da Hazreti Muhammed’dir.

Kur’an’da “sen” hitabı Muhammed’e, nebiye, imama ve mü’mine hitap eder. Karine ile hangisinin kastedildiği anlaşılır. Burada “seni evinden ihraç etmişti” demekle belli bir olay anlatılmaktadır. O da Bedir Savaşı’dır.

İhraç etmek” dışarıya çıkarmak olduğu gibi ortaya çıkarmak anlamına da gelir.

Ölüden diriyi çıkartır.

“Siz nâs için ihraç edilen hayırlı ümmetsiniz” (3/110) âyeti buna açık delildir.

“Beyt” kelimesi ev manâsındadır. Aile içinde kendi işlerin ile meşgulken seni ortaya çıkardı, peygamber olarak çıkardı, Medine’ye çıkardı, savaş meydanına çıkardı manâları verilebilir. Yani seni bu işe görevlendirdi demek olur.

رَبُّكَ

(RabBuKa)

“Rabbin”

Yani seni yetiştiren, bu makamlara ve görevlere getiren Rabbin seni ortaya çıkardı. Savaş meydanına çıkardı. Demek ki hicret ve savaş Rab sıfatının tecellisidir. Biz insanlar dünyaya getirildik. Canlı olarak getirildik. Canlıların tâbi olduğu bütün kanunlara tabiyiz. Canlıların iki kanunu vardır. Dayanışırlar ve çatışırlar. Kendi cinsleri ile dayanışırlar. Sığırlar savunmada dayanışırlar, kurtlar avlanmada dayanışırlar.

İnsanlar da iki gruptur.

Allah’ın hizbinde olanlar dayanışırlar, şeytanın hizbinde olanlar savaşırlar.

Bu dayanışma ve çatışma sayesinde uygarlaşma olmaktadır. Darwin’in seleksiyon kanunları çalışmaktadır. Gaye terbiyedir. Bu sayede insanlık eğitilerek gittikçe daha uygar topluluklar hâline gelmektedir. Canlılar âlemi de bu sayede evrimleşmiştir. Devlet de savaş sonunda kurulmaktadır. Savaşanlar ve savaşı kazananlar devletlerini kurmuş olurlar. Yoksa herkes devlet olmuş olur, kimse devlet olmaz. Savaşın ortadan kaldırılması gaye değildir. Savaşın meşruiyet içinde yapılması gayedir. Hakem kararı olmadan savaşa girişilmemeli, kitle imha silahları kullanılmamalıdır. Mağlup olanları imha değil ıslah hedef alınmalı, savaş barış için olmalıdır, ganimet için olmamalıdır.

مِنْ بَيْتِكَ

(MiN BaYTiKa)

“Beytinden”

Beyt”; canlıların faaliyet zamanları vardır, bir de dinlenme zamanları vardır. Dinlenme zamanları beytte olur. Bitkiler dâhil tüm canlılar uyuyup istirahat ederler. O zaman bedenin bakımı yapılmış olur. Rüya da ruhi bakımdır. İşte uykuda dinlenirken kendilerini koruma zorluğu vardır. Hayvanlar kendilerine yuva yaparlar. İnsanların da yuvaları vardır. Buna “beyt” denir.

İnsanlar birlikte çalışıp bölüşerek ayrı ayrı tüketecek şekilde yaratılmışlardır. İşte, ailece  topluluktan ayrı olarak tüketim yapma işi evlerde yapılır. Topluluğa katılıp birlikte çalışma ise dışarıda yapılır.

Askerlik demek evden çıkıp dışarıda işleri yapma demektir. Sadece gündüz dışarı çıkılırsa bu beytten ihraç değildir ama geceler de dışarıda geçirilirse bu beytten ihraçtır. Rical demek çoluk çocuğunu evlerde mahallede bırakıp iş için veya savaş için aylarca dışarıda dolaşmak demektir. Askerler için kışla yapmak yanlıştır. Çadırda dışarıda gecelemelidirler. Eşkıyaların evleri var mı? Onlar gibi olunmazsa onlar yenilemez.

Beyt” kelimesini kent kelimesi olarak da manâlandıranlar vardır ki doğrudur. Dolayısıyla seni Mekke’den, Medine’den veya oradaki evlerden çıkardı anlamları verilebilir.

بِالْحَقِّ

(Bi eLXaqQı)

“Hak ile”

Evet, evden dışarı çıktın ama bâtıl ile değil hak ile çıktın. Çünkü bâtıl ile çıkanlar da vardır. Zaten savaş bunlar arasında sürüp gitmektedir.

Buradaki “Bi” onunla muttasıf olarak çıktın, yanında hak vardı anlamında olduğu gibi haklı sebepten dolayı çıktın demektir. Yani savaş haklı sebebe dayanmalıdır. Hakkı tesbit eden de hakemlerin kararıdır. Bu sebeple ehli hak ile ehli bâtılı hakemliği kabul edenlerle hakemliği kabul etmeyenler diye ayırıyoruz. Devletin tarifini yaparken haklıyı kuvvetli yapan örgüt diye tarif ediyoruz. Haklı olduğunu hakemler tesbit ediyor. Haklıyı kuvvetli kılan kuvvet de mü’minlerin dayanışmasıdır. İnsanlığın barış içinde yaşaması için devlete gerek vardır. Bu devlet de dayanışma ortaklıklarınca oluşturulmaktadır.

Hak” kelimesi marifedir yani bilinen tarif edilen haktır, hakemlerin belirlediği haktır.

Bedir Savaşı’nda hakemlere gidildi mi denebilir. Hakemlere gidilemedi çünkü karşı taraf hakemleri kabul etmiyordu. O halde onlarla savaş her zaman meşrudur. Hakkımıza taaddi ettiklerini gördüğümüzde savaşırız. Savaşı haksız olarak başlatmışsak sonra hakemlere gider haklarını alırlar. Önce hakemlere gitmek evladır. Bizim için hakemlere gitmek evladır.

وَإِنَّ فَرِيقًا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ لَكَارِهُونَ (5)

(Va EinNa FaRIyQan MiNa eLMuEMiNIyNa La KAvRiHUvNa)

“Ve mü’minlerden bir fırka karihlerdir.”

Bu ifade hurucun savaş hurucu olduğunu ifade etmektedir. Demek ki âyetteki beyt Hazreti Muhammed’in kendi evidir. İhraç etme demek savaş çıkarma demektir yani asker olma demektir. Evet, savaş ve savaş eğitimi kapalı binalarda değil arazide ve zor şartlarda olacaktır. Tahrip edici silahlarla değil yaya veya süvari olarak çıkılacaktır. Düşmanla yaka yakaya gelinip savaş yapılacaktır. Meşru olan savaş budur. “Ehrace Min Beytike” bunu ifade eder. Silah imal etmek serbest olacaktır. Silah satışı ise insanlık silah vakfı tarafından yapılacaktır. Kitle imha silahları satılmayacaktır. Böyle silahların ticaretine izin veren aşiret, kabile ve il tasfiye edilecektir. Devletse hakemlerce mahkûm edilip savaşla yok edilecektir. Atom, biyolojik, kimyasal ve tahrip edici silahların kullanılması meşru sayılmayacaktır. Savaş halkın arazide karşılıklı vuruşması ile sağlanacaktır. Seleksiyon böyle sağlanır.

Cümle fiil cümlesinden sonra gelen isim cümlesidir, hâl cümlesidir.

Demek resul önce istişare etmiş ve sonunda karar verilmiştir. Başarıya ulaşılmasının mümkün olmadığını gören mü’minler Mekkelilerin üzerine yürümeyi uygun görmemişlerdir.

İstiklâl Savaşımız da böyle muhalefetle başlamıştır. Hattâ düşmandan korkanlar hilafet ordularını teşkil etmiş ve millî harekâta karşı savaşmışlardır.

1960’larda parti kurarken de hep aynı sebeple itiraz edilmiştir.

Bu sebepledir ki meclislerde alınan kararlarla savaş yapılamaz. Halk veya meclis işin ciddiyetini takdir edemez. Muhalefet eder. Başkan kendisine mukarreb olanlarla istişare eder ve kararını verir. Halk ve meclis onların kararlı olduklarını görünce hepsi birden katılır ve savaş kazanılır.

Savaşın yapılması için iki şartın gerçekleşmesi gerekir.

Birincisi, savaşın meşru sebebe dayanması gerekir. Bu meşruiyet hakemlerce belirlenir. Bugün meclis kararı istenmektedir. Bu yanlıştır. Hakem kararları olmalıdır. Ancak fevkalade hallerde savaş başlatılıp sonradan hakemlere gidilmiş olabilir.

İkinci şart ise düşmanı yenecek güce sahip olunmalıdır. Bunun için Kur’an’da kurallar getirilmiştir. Savaşanlar arasında 1’e 2 durum varsa eşit sayılır, savaşılmalıdır. 1’e 10 durumdan fazlası varsa savaşılmamalıdır. Eşitlik yoktur. Onun arasında durum varsa duruma göre karar verilmelidir.

وَإِنَّ فَرِيقًا

(Va EinNa FaRIyQan)

“Ve bir fırka”

Cümle “İnne” ile getirilmektedir. “İnne” ile gelen cümle farklı bilgiyi tashih etmek içindir. Yani resulün savaştan kârih oldukları hususunda bilgisi yoktur. İtiraz edenlerin gerçek sebeplerle itiraz ettiklerini sanmaktadır. Yani onlar kârih olduklarını gizlemektedirler.

İnsanlarda iki bilinç vardır; üst bilinç ve alt bilinç. Üst bilinçte insanlar farkında olarak kendi bilinçleri ile zihnî faaliyette bulunurlar, düşündüklerini bilmektedirler. Alt bilinçte ise düşünmenin yani zihinsel olayın kişi farkında değildir. Sonuçlar arz edilir, çoğu zaman başka gerekçelerle sonuç ortaya çıkar. Mesela, çıkarının zedelendiğini bilinçaltında hesaplar, sonra bilinç üstünde onun şeriata aykırı olduğu üzerinde hükmeder.

Bu durum yalnız kişilerde ortaya çıkmaz. Bu mekanizma aynen topluluğa intikal eder. Yani kişilerin alt şuurları anlaşır bastırılmış fikirler ve muhakemeler yürütürler. Ayrıca üst şuurla da anlaşır ve üst bilinç oluşur. Alt bilinçlerin anlaşması da söylenen cümlelerle olur. O manâlar bilincinde olmadan birbirlerine iletilmiş olur. Örnek olarak çocuk bilinçaltında dilin bütün kaidelerini öğrenir. Doğru konuşmaya başlar. Bunun bilinç üstüne gelmesi okulda öğrendiği gramerle olur. Mademki çocuk gramer öğrenmeden önce dili öğreniyor, o halde kişiler arasında bilinçaltı anlaşmalar da mevcuttur. Hattâ bu anlaşmalar kelimelerle olmayabilir, davranışlar ve mimikler bu bilinçaltı anlaşmaları sağlar. Öyle görülüyor ki, elektromanyetik dalgalarla kişiler anlaşıyorlar ancak bilinçaltında anlaşıyorlar. Sadece bir araya gelmeyle onlar arasında iletişim doğmaktadır.

Kalabalıklarda bu bilinçaltı iletişim o kadar şiddetli olur ki kişiler hareketlerini buna göre ayarlarlar ve ne yaptıklarının farkında olmazlar. Bu sebepledir ki böyle kalabalıklardan uzaklaşmak gerekir.

Topluluklar da böyledir. Bir topluluk içinde yaşadığın halde o topluluğun bilinçaltı oluşmuştur, kurallarına muhalefet edemezsin. Yapılacak iş ise onlardan hicret etmektir.

Gerek konuşmalarda, gerek yazılarda çok farklı mantık içinde olmamız bilinçaltı oluşumlardan ileri gelmektedir. Farklı topluluklardan gelen insanlar uzun zaman ortak bilinçaltını oluşturmazlar. Bizim Saadet Partililerle AK Parti konusunda anlaşamadığımızın sebebi budur. İnternette en uçuk fikirler samimiyetle savunuluyor. İşte bu bilinçaltı olarak oluşmuştur.

Bilinçaltındaki bu oluşumlar bizim irademizle olmamaktadır. Nasıl bizim kalbimiz çalışırken farkında değiliz, o düşüncelerin oluşmasında da biz farkında olmayız. Bu bilinçaltı etkileşim toplulukları oluşturur. Birlikte yaşayanlar sonunda aynı bilinçaltına ulaşırlar. Farklı dil konuşanlar zamanla aynı dili konuşmaya başlarlar. Farklı anlayışta olanlar zamanla aynı anlayışa gelirler. Devletler bunu zorla yapmağa çalışırlar. Mesela zorla Türkçe öğretirler. Bu ters tepki yapar. İnsanlara dili öğretseler bile bilinçaltı birlik oluşturamazlar.

Burada “İnne” ile başlaması, Hazreti Muhammed’de oluşmuş bilinçaltı anlayışla arkadaşlarının bazılarında oluşmuş bilinçaltı anlayışın farklı olduğunu ifade eder.

“Falak” kayalıktan kopan kaya parçasıdır. Ortak alt bilince sahip toplulukta sosyal gruplar oluşur. Farklı toplantılar yaparak bilinçaltında farklılaşma başlar. İnsanlığın ortak bilinci vardır. Her ülkenin ayrı ortak bilinci vardır. Her ilin ayrı ortak bilinci vardır. En önemli ortak bilinç kabile içinde bucak içinde doğar, çünkü her gün karşılaşmaktadırlar. İş hayatları birlikte yapılmaktadır. Her aşiret yani on aile Türkçe olarak ocakta günün 24 saatini ailece geçiren kimselerden oluşur. Bucak çalışanların topluluğudur. Ocak ise bütün fertlerin ve çocukların da topluluğudur. Beş vakit namazlar ocaklar içinde kılınarak şuur altında ocakların ortak bilinçleri oluşur. Cuma namazlarını beraber kılarak bucakların ortak şuurları oluşur. Bunlar başkalarından ayrı mekânları paylaşırlar. Birlikleri maddidir. Aynı mekânda olmaları onları aynı bilinçaltına götürür. Farkına varmadan o bilince ulaşırlar. Bir ulusun dili de böyle doğar. Alışverişlerde ve savunmada beraber olan insanların ortak dilleri ve ortak şuurları oluşur. İnsanlar iç içe topluluklar oluştururlar. Dolayısıyla ocakların ayrı, bucakların ayrı, illerin ayrı, devletlerin ayrı ortak dilleri vardır. Ortak dil aynı zamanda ortak bilinci ifade eder. Şöyle ki, ortak dilleri oluşacak kadar birbirleri ile beraber olanlar yeter miktarda beraber bulundular, dolayısıyla ortak bilinçleri doğdu demektir. Bu bilinçaltı bilinçtir. Yani diller üst bilinci oluşturur. Burada bizim farkında olmadığımız alt bilinç oluşur.

Aynı mekânlarda yaşadıkları halde farklı toplantılar yapan, mesela birlikte ibadet eden kimseler aralarında hiçbir şey konuşmasalar da farklı sosyal bilinç oluşur. Böylece farklı gruplar ortaya çıkar.

İşte, her grup bir feriktir.

Ferik” kelimesi ile tarikatlar, ekoller, odalar ve partiler anlaşılmalıdır. Buna “çoklu sistem” diyoruz. Yani insanların iç içe örgütlenmesine izin verildiği ve teşri edildiği gibi insanların yan yana örgütlenmelerine de izin verilir. Artık toprak birdir, artık diller birdir ama ortak bilincin yanında farklılaşmış bilinçler oluşur ve gruplar meydana gelir. İnsanlar böyle yaratılmıştır. Aynı yerde ve işte olsalar bile gruplara ayrışırlar ve hayırda yarışırlar. Buna “ferik” denmektedir. Birbirine karşı olup çatışan sosyal gruplara ise “hizip” denmektedir.

Kur’an’a göre iki hizip vardır; Allah’ın hizbi ve şeytanın hizbi. Bunlarda hayırda yarış değil çatışma vardır. İşte mü’minler Allah’ın hizbidirler. Mü’minlere karşı oluşan hizip ise şeytan hizbidir. Mü’minler feriklere ayrılırlar ve hayırda yarışırlar.

مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

(MiNa eLMUEMiNIyNa)

“Mü’minlerden”

Mü’minlerden” ifadesi ile farklı görüşlere sahip olan fırkaların da mü’min olduğu açıkça ifade edilmiştir. Muhalefettekilerin bilinçaltında oluşturduklarının kendi iradeleri ile değil, bilinçaltı ilişkilerden oluşmuş olduğunu ifade etmektedir.

Min” kelimesi teb’iz içindir. Yani böyle yapanlar mü’min olmaktan çıkmış değildirler. İmanları devam etmiştir. Nitekim sonra resulün kararlı olduğunu görünce bilinçaltındakileri bastırmış ve bilinç üstü ile hareket etmeye başlamışlardır.

Şimdi “mü’min” kelimesi ile de iki şey anlayacağız. Bilinçaltında kalplere kadar nüfuz etmiş iman vardır. Bu insanda iradesi ile oluşmaz ancak zamanla oluşur. İnanmış topluluğa katıldığınızda bilinçaltında iman ortaya çıkar. Sonra ne kadar çok toplantılar yapar yan yana bulunursanız imanınız ona göre artar ve birleşir. Bu imanın batıni kısmıdır. Bir de imanın zahiri kısmı vardır. Bu da fırkaların dayanışma ortaklıklarını oluşturmaları ve dayanışma içinde birbirinin güvenini sağlamalarıdır. Bu kelime bugün Türkiye’de çok yaygın şekilde kullanılmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü vardır. Her sosyal birimde karakollar oluşturmuştur. Bunlar emniyet merkezleridir. Burada bahsedilen mü’minler aynı devlet içinde yaşayan ve askerlik yapan kimselerdir. Bunlar da ayrı ayrı birlikler şeklinde asker olacaklardır. İşte bunlar da ferikdirler.

Kur’an’da başkan için ilim ve cisim sahibi denmektedir.

İnsanda dört meleke vardır; fikir, his, irade ve ünsiyet.

Bu dört melekenin ifade araçları vardır; dil, sanat, teknik ve hukuk.

Bunların ortak ürünleri vardır; ilim, ahlâk (din), ekonomi ve siyaset.

İşte bu dört çeşit sosyal gruplar oluşur. Bunların sayısı beşten az olmaz, yirmiden de fazla olmaz. Bunların her biri fırkadır, feriktir. Bunlar birlikte kılınan namazlar ve yapılan işler dışında özel toplantılar yaparlar, onlarda özel oluşla topluluk bilincinde farklılıklar meydana gelir.

İki bucak arasındaki farklı bilinç ile iki parti arasındaki farklı bilinç arasında ne fark vardır?

İki bucak arasında farklı bilinç birbirinden kopuktur, birbirine dayanışmamakta ve birlik oluşturmamaktadır. Oysa fırkalar arasında devamlı ilişkiler olduğu için birbirinden kopmamışlar, işbölümü yapmışlardır. Halkın özgürlüğünü sağlamışlardır. Bilinçte ihtisaslaşma meydana gelmiştir. Bunlar arasında düşmanlık yok uzlaşma var. Dayanışma gerçekleşmektedir. Örnek verelim. Partilerden birine mensup olan diğer partiye mensup olanı öldürse savaş çıkmaz. Hakemlere giderler. Kısas ortaya çıkar. Kısasa mahkûm olanın partisi onu korumaz. İşte bu partiler arası dayanışmadır. Af edilirse öldürenin partilileri birleşir ve diyetini öderler. Diyeti ödenen başka partidendir. O halde partiler arası da dayanışma vardır.

لَكَارِهُونَ

(La KAvRiHUvNa)

“Kârihlerdir”

Allah Âdem’i yaratınca ona eşyayı gösterdi ve onlara isimler koydu. Diller o isimler üzerinde gelişti. Kur’an’da geçen her kelimenin Âdem’e öğretiliş şekli vardır. Bunu bulmak için bir teknik geliştirmemiz gerekir. Önce bir “kök” alınınca o kökte gözle görülüp işaret edilen bir anlam varsa o kelimenin ilk öğretiliş şekli odur.

Mesela “ENF” burun demektir. Biraz önce anlamına da gelir. Biraz önceki anlam gösterilmediği için Âdem’e öğretilen burundur demektir. Bazı köklerde böyle kelime bulamayız. O zaman o kelimeye yakın mahreci olan kelime buluruz ve onunla çıkışını bulmaya çalışırız. Mesela “BRH” kökünde gözle görülecek bir kelime yoktur. Ona yakın “BRQ” kelimesini buluruz, şimşek demektir. Şimşek nasıl ortalığı aydınlatırsa burhan da öyle birden aydınlatır. Bazen Arapçada yakın manâ ile de çıkışı bulamayız. O zaman diğer dillere gidilir ve o dillerdeki kelimelerle kelimenin çıkışı aranır. “Hüzün” kelimesinin kökünün çıkışını ararken Farsçadaki “hazan” yani sonbahar kelimesi ile ilişkilendirebiliriz.

Kerihe” kelimesinin çıkışını gösterecek bir kelime bulamadım. Bu sebeple “Karh” kelimesiyle olan akrabalığı ile değerlendiriyorum. “Karıha” irin demek, yaradan çıkan pis koku yapan kanla karışık sıvıdır. İnsan böyle bir yara ve koku ile karşılaşınca tiksinti duyar. İşte bu hal insanın kerh durumunu gösterir. İstenmeyen şey kerihtir. İstediğini başkasına yaptırmak ise ikrahtır, zorlamadır. İkrah zorlamadır ama icbar yoktur. İcbarda kişi iradesini de kaybeder. İkrahta ise yalnız rıza kaybı vardır.

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ

“Sizin için kürh olsa da kıtal size yazıldı” (2/216) âyetinde “kürh” olarak geçmektedir. Bütün kurralar burada “kürhün” okumuşlardır.

ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ

“Sonra semaya istiva etti, o duhan idi. Ona ve arza tav’an veya kerhen geliniz dedi.” (41/11)

Burada da sadece “kerhen” olarak kıraat etmişlerdir. Diğer yerlerde ise iki şekilde de kıraatleri vardır. Kıtal isimdir. Kürh de sıfattır. İkinci âyetteki kerh ise tesniye elifinin hâlidir. Dolayısıyla kerh mastar, kürh sıfattır demektedirler ki, biz de bu görüşe iştirak ediyoruz.

Âyetimizde ism-i fail olarak gelmiştir. Mastar manâsı vardır. Savaştan değil de o anda savaşmaktan hoşlanmamaktadırlar. Bir işin yapılmasını istemezsiniz, bu başka şeydir, yapılmasını arzu edersiniz ama o anda yapmak size zor gelebilir. Tembelliğiniz tutar. Korkunuz olur. Başka işleriniz var, bırakmak istemezsiniz. İşte buradaki durum budur. Bu da iradi olmadan ziyade o andaki hâlinizdir. İradenizde bunu yenebilirsiniz. Sabahleyin ezan okunur ya da ortalık aydınlanır. Namaza kalkacaksınız, bir türlü kalkamıyorsunuz ama iradenizle bu durumu yeniyorsunuz. Yahut dokuzda iş başı yapacaksınız. Saat yedide gözlerinizi zor açıyorsunuz. İstemeye istemeye kalkıyorsunuz. Bu kerhdir.

Kârihûn” kelimesi burada kurallı erkek çoğul olarak gelmiştir. Dolayısıyla ferik bir topluluktur yani başkanları vardır, kuralları vardır, bütçeleri vardır, hakemleri vardır. O topluluğa mensup olanlar o topluluğun hakemlerinden birini kendilerine hakem seçmelidirler. Hiç olmazsa aralarındaki nizalar için böyle yapmalıdırlar. Böylece sosyal grupların tüzel kişiliği var mıdır yok mudur tereddüdümüze Kur’an burada açıklık getirmektedir.

Evet, sosyal grupların, partilerin, tarikatların, sendikaların, mezheplerin tüzel kişilikleri vardır. Başkanları vardır ve sorumludur. Bu konu önemlidir. Başkanlar muris olmazlar, mirasları haleflerine kalır.

Sosyal grup başkanlarının malları ne olur?

Biz bu mirası mülk-ü kıyam olarak kabul edip vasiyetle intikal edeceğini kabul ediyoruz. Başkanlar vasiyetle atanmadığı halde burada vasiyetle atanmalarını esas alıyoruz. Başkan tek olduğu için onun vasiyetle gelmesi yanlıştır. Nitekim Resul böyle bir vasiyet yapmadı. Oysa insanlar partilerini kolayca değiştirebilecekleri için başkanların vasiyetle intikalini doğru buluyoruz. Servete kıyas ediyoruz. Vehbi Koç’un elde ettiği servet nasıl çocuklarına intikal ediyorsa, Erbakan’ın siyasi gücü de onun vasiyeti ile intikal eder. Bu da son oluşturduğu yönetim kuruludur. Oğuzhan’ın (Asiltürk) karışması yanlıştır. Mustafa Kamalak’ın Oğuzhan’a itaat etmesi de yanlıştır. Bu istidlalleri buradaki “Kârihûn” kelimesinin kurallı çoğul gelmesinden istidlâl ediyoruz. Şirketlerde “kıyam mülkiyeti” dışında “intifa mülkiyeti” var. Miras yoluyla bölüşülür. Oysa feriklerde intifa mülkiyeti olmadığı için yalnız kıyam vasiyetle intikal eder, intifası ise vakıf hükümleri içindedir.

يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَأَنَّمَا يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَ (6)

(YuCAvDiLUNaKa FIy eLXaqQı BaGDa MAV TaBayYaNa KaEanNaMAv YuSAQUvNa EiLay elMaVTı Va HuM YaNJuRUvNa) 

“Kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra nezaret ede ede mevte sevk olunuyorlarmış gibi seninle mücadele etmektedirler.”

Bu kârih olan grubun yaptıklarını anlatmaktadırlar.

Burada bir konu daha ortaya çıkmaktadır. Batı düzeninde iktidar-muhalefet ikilisi vardır. Denge bunların arasında kurulmaktadır. Topluluklarda kutuplaşmalar da vardır. Mıknatıs gibidir. Daima iki kutuplu olunur. Oysa Kur’an çok partili sistem önermektedir.

O halde iktidar ve muhalefet olmayacak mı?

Burada buna da açıklık gelmektedir. Toplulukta beşten az ve yirmiden fazla olmamak üzere sosyal gruplar olacaktır. Halk bu sosyal gruplardan istediğini seçecektir. Yönetimde sosyal gruplardan hepsine eşitlik içinde yer verilecektir. Bir başkan olacaktır. Bu başkanı tutan partiler olacaktır. Bu başkanı tutmayan partiler olacaktır. Böylece kutuplaşma olacaktır. Bu kutuplaşma fiilî kutuplaşma değildir, görüş kutuplaşmasıdır. Sonunda herkes başkanın gittiği tarafa gider. Nasıl mıknatısın kutupları vardır, sonunda hâkim tarafa doğru birlikte hareket ederlerse, topluluk da birbirinden kopmaz, birlikte hareket eder. Muhalefet fikridir.

Demek ki çoklu sosyal grup olacak ve halk için alternatifler çoğaltılacaktır. Çalışma ve yaşama bu sosyal gruplar arasında kurulacak denge ve başkanın kurduğu denge ile yapılacaktır. Fiiliyatta başkanın hakemliği ve yargının denetimi içinde bütün sosyal gruplar eşit görev yüklenir ve eşitlik içinde iş yaparlar. İstişarede ise kutuplaşma olur ve konularda ikili görüş ortaya çıkar. Herkes kendi görüşünü ortaya koyar ve sonunda başkanın dediği yapılır. Başkanın dediği sadece o uygulamada yapılır. Başkan bağlayıcı kurallar koymaz. Koysa da yargının denetimindedir.

İşte bu âyet muhalefeti anlatmaktadır.

Müşaverede herkes dediklerini söyler. Herkes başkalarının görüşlerinden yararlanmak için görüşlerini ortaya koyar. Yani kendi görüşlerini düzeltmek için başkalarının görüşlerinden yararlanırlar.  Mücadelede ise tam tersine kişi kendi görüşlerini başkalarına kabul ettirmek için fikirlerini ortaya koyar.

Müşavere çok faydalıdır. Ne var ki insan zihni müşaverede fazla çalışmaz, insan zihni mücadelede çalışır. İnsanlar bir taraftan dayanışma içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır, diğer taraftan çatışma içinde evrimleşecek şekilde yaratılmıştır. O halde bir taraftan çoklu danışma grupları oluşacaktır. Kişi çevresindeki on kişi ile istişare edip onlardan aldığı bilgilerle karar vermektedir. O on kişinin de böyle danıştığı kimse vardır. Dolayısıyla dalga dalga tüm insanlıkla danışılmış olmaktadır. Görüşler piyasadan talep edilen mallar gibidir, tüm insanlık içinde kolektifleşir.

Ekonomide iki sistem vardır. Sipariş sisteminde herkes ihtiyacını ortaya koyar ve sonunda talep edilen mallar üretilir. Bu selem sistemidir. İkinci sistem ise arz sistemidir, satış sistemidir. Herkes istediğini üretir, sonra ona müşteri arar.

İslâmiyet sipariş sistemini benimsemiştir.

Tekel ekonomiler arz sistemini benimserler çünkü ancak ona güçleri yetmektedir.

İstişare sistemi selem sistemidir. Görüşler talep edilmektedir. Görüşleri olanlar fikirlerini ortaya koymaktadırlar. Cidal sisteminde ise tersine herkes görüşlerini ortaya koyup pazarlamak istemektedir.

Huzur içinde dengeli olarak yaşamak için istişare sistemine ihtiyaç vardır. Uygarlaşmak ve ileri gitmek için cidal sistemine ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki toplulukta bir müessese olarak değil ama doğal olarak sosyal gruplar kutuplaşır. Başkanın tarafında olanlar iktidar olurlar. Başkana karşı fikirde olanlar muhalif olurlar. Görüşmelerde buna izin verilir ama uygulamada herkes kendi görüşünü uygulayacağı için topluluk bölünmemiş olur. Fırka hizbe dönüşmez.

يُجَادِلُونَكَ

(YuCAvDiLUNaKa)

“Seninle cidal ediyorlar.”

“Cedle” havan tokmağı demektir. “Cedvel” su kanalı demektir. Değişik taraflara kol verilerek bölüşüm yapılır.

Bir konunun değişik taraflara çekilerek tartışılmasına da “CİDAL” denmektedir. “Cihad”da bir işi başarmak için birleştirmeye çalışılır, “cidal”de ise dağıtmaya çalışılır.

İstişare birleşme amaçlıdır. Cidal ise kapma amaçlıdır, bölüşme amaçlıdır. İstişare farzdır. Cidal ise hak tebeyyün edinceye kadar haktır. Yani hakkın ortaya çıkması için karşılıklı tartışmaya gerek vardır.

Bu sebepledir ki biz Akevler internet sitesinde baştan cidal yapılmasına taraftarız. Sonra da cidali kaldırmayacağız. Biz herkesle cidal içinde olacağız. Hak ne ise onun ortaya çıkması için çalışacağız. Fikir bazındaki tartışmamız devam edecektir. Böylece canlılığımızı kaybetmeyeceğiz. Fiiliyatta ise cidal değil istişare vardır. Kimler hak ortaya çıktıktan sonra ısrardan vazgeçer hakkı teslim ederlerse onlarla ortaklık kuracağız. Şimdi tartışıyoruz. Herkesle ortaklık kurmuyoruz. Ancak hakkı teslim eden cidalcilerle ortaklıklar kurup işler yapacağız.

İzmir Akevler’i kurarken cidal yapmadık. Herkes istişareye dayanarak katıldı. Sonra ne oldu? Akevler geliştikçe arkadaşlar ayrıldılar ve kendileri yine tartışmasız kuruluşlar kurdular. Bugünkü Millî Görüş budur. Bugünkü F. Gülenciler budur. Bunlar mevcut düzen içinde gelişmeyi yeğlediler ve geliştiler. Akevler ise yeni düzen kurmak istedi ama başaramadı. Çünkü cidale dayanmayan bir kuruluştu. Oysa peygamberler büyük cidallerden sonra düzenlerini kurdukları için binlerce senedir yaşamaya devam ediyorlar.

www.akevler.org sitesine katkıda bulunmalısınız. Saçma sapan da olsa değişik fikirlerle gireceksiniz. Gruplaşacaksınız. İlk gruplaşmayı Sam Adian ortaya koydu. Kırk yıllık arkadaşlarımız onun yanında yer aldılar. Çok yararlı gelişme vardır. Bu tartışmalardan sonra işe başlayacağız ve o arkadaşların ortak olmalarını isteyeceğiz.

Çalışmada, tartışma olmayacak istişare olacak. Yetkilinin kararına uyulacak, içte bir sıkıntı olmadan uyulacak. Çünkü birlikte olurken yanlış da olsa başarı şansı vardır. Dağınık durumlarda işte başarı şansı yoktur. İlimde karar alırken muhalefet ne kadar rahmet ise işte de ittiba ve itaat o kadar rahmettir.

فِي الْحَقِّ

(FIy eLXaqQı)

“Hakta”

Hakta mücadele meşrudur, gereklidir. Muhalefet de meşrudur ve görevi alınan kararlardaki eksiklikleri ortaya koymaktır. İktidar yaptıklarını yahut yapacaklarını savunacak, muhalefet ise yanlışları ortaya koyacaktır. Hak ortaya çıkıncaya kadar cepheleşip savaşacaklardır. Bu tartışmada gerçekler ortaya çıkar, iddiaların yanlışlığı ve doğruluğu ispat edilmiş olur. Her iki taraf hakka teslim olmalıdır. İktidar muhalefetin haklı görüşlerini kabul etmeli, hidayete vesile olduğu için de onun için dua etmelidir. Muhalefet de iktidarın ortaya koyduğu hakları tasdik etmelidir. Ancak bu sayede muhalefet rahmet olur. Böyle yapmayıp da iktidar yaptığım yaptıktır derse, muhalefet de dediğim dediktir derse bu zararlı bir durumdur.

O halde bugünkü Türkiye’de iktidar partisine ihtiyaç yoktur. Çünkü mevcuttur. Kulaklarını tıkamış bizi dinlemiyor ama gidip kulağına bağırdığımız zaman hakkı teslim ediyor. Demek ki tam olmasa ve yarım yamalak da olsa insaflı iktidarımız vardır. Oysa muhalefet yoktur. Şahısları eleştirmekten başka bir şey yapamıyor. Evet, Halk Partisi (CHP) için iktidarın yaptıklarından birini tasvip etmek hepsini tasvip etme anlamındadır. Her konuda sonuna kadar sadece muhalefet yapmaktadır. Diğer iki partiden BDP’nin gayesi iktidar olmak bile değildir, gayesini kendisi de bilmiyor. Hareket Partisi (MHP) bence sorumludur. Ciddi muhalefet yapmalıdır, Kur’an’ın istediği muhalefeti yapmalıdır. Onun için bize kulak vermelidir. Bizim internet sitesine katılmalı ve orada varılan gerçekleri mecliste iktidara iletmelidir. İktidarın doğru yaptıklarını onaylamalıdır. Ama maalesef sermayenin talimatına uyarak bütün partiler -Saadet Partisi dâhil- Akevler’den uzak kalmayı yeğlemektedirler.

بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ

(BaGDa MAv TaBayYaNa) 

“Tebeyyün ettikten sonra.”

“Beyn” arazideki yarıktır. Açılmak demektir. “Beyan” ortaya çıkma anlamında kullanılmaktadır. Toprağı kazırsanız içindeki cevher ortaya çıkar. Kur’an’da bu ispat anlamında kullanılmaktadır. Siz konuyu beyan edersiniz. Kendi kendinize ortaya koyarsınız. Yahut konuyu açıklarsınız mübin olursunuz. Bir şey kendi kendisini göstermekte ise mübin olur. Güneş mübindir çünkü kendi varlığını açıkça göstermektedir.

“Beyan” açık demektir. “İbane” ise başkasına kendisini gösterme demektir. “Tebeyyün” ise bir konuyu inceledikten sonra ortaya çıkması demektir. 3 kere 7’nin kaç ettiğini sorduğumuz zaman çocuklar birden cevap vermez, parmakları ile saymaya başlarlar ve 21 diyerek heyecanla cevap verirler. İşte 3 kere 7’nin 21 ettiği çocuğa tebeyyün etmiştir.

Kişinin kendi çalışması ile hak tebeyyün ettiği gibi başkasının beyanı ile de hak tebeyyün eder. Kıraatlere baktım, “tübeyyene” kıraati var mı dedim? Çünkü benim aklımla “sen ona beyan etikten sonra” denmeli idi ama o kıraati on kıraatte bulamadım.

Neden benim beyanım yeterli değildir?

Ona tebeyyün etmelidir yani kendi aklı onu doğrulamalıdır. Onun için burada “hakkın tebeyyün etmesinden sonra” denmektedir. Hakkı o araştıracak ve tebeyyün edecektir. Bizim görevimiz yardım etmektir. Bir şeyin doğruluğuna kaniyiz, o da başka bir şeyin doğruluğuna kani olmadır. Aramızda cidal olabilir. Hak ortaya çıktıktan sonra cidal sona ermelidir.

Fiilen uymaya devam ettiği takdirde bu şekilde muhalefet dahi küfür değildir. Çünkü mü’minlerden olmaları hâlâ devam etmektedir. Küfrün fıkhi manâsı da cizyeden kaçınmadır.

كَأَنَّمَا

(Ka EanNa MAv)

“Sanki”

Ke” gibi anlamında benzetme edatıdır. “En” tahkik nunudur. “” masdar mâsıdır. “Ke” benzeri enne gerçeği olarak düşünürsek iki zıt şey bir araya gelmektedir. Başka bir manâ ortaya çıkmaktadır.

Çok benzeme ile ifade edilir. Ölüme gitme ile savaşa gitme eşit sayılmıştır. Savaş aslında ölüme gitme değil midir? Sadece ölüme götürülmekte imişler gibi mücadele ediyorlardı. Kaybedilmesi kesin savaşlara gitmek göz göre göre ölüme gitme demektir. Oysa savaşa kazanılmak üzere gidilir. Hele savaş haklı ise hakkın verdiği güçle zafer mukadderdir. Gerçi savaşlarda şehitlik vardır. Ne var ki mü’minler canlarını zaten cennet karşılığı satmışlardır. Âhirete inanan kişilerin ölümden korkuları yoktur. Onlar ölmeden önce çekilecek hastalıktan korkarlar. Savaşta bu az muhtemeldir. Bir de öldükten sonraki azabdan korkarlar. Allah için savaşanların bundan korkuları olmayacaktır.

O halde savaş mü’minler için bir nimettir. Zaten baştan mü’min veya müslim olma hususunda tercihleri vardır. Sonra ölüme giderken yeni bir şeyle karşılaşmıyorlar.

يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ

(YuSAvQuNa İLay eLMaVTı)

“Mevte sevk olunuyorlar.”

Sevk etmek” götürmek anlamındadır. İnsanı zorla bir yere götürme demektir. “Sak” bacak demektir. Fiil olarak da yürütme anlamındadır. Müteaddidir.

Toplulukların içinde bir kısımları vardır ki onlar savaşmayı zevk bilirler ve yerlerinde duramazlar. Hak için savaşanlar ile çıkar için savaşanlar arasında büyük bir fark vardır. Hak için savaşanlar ölmekle görevlerini yapmış olurlar. Onlar bilirler ki hak er geç galip gelecektir. Dolayısıyla onların savaşı kaybetme endişeleri yoktur. Onların endişeleri kendilerinin savaşın gereğini yapıp yapmamasıdır. Dolayısıyla savaşa giden kimse ölümü göze alan kimsedir. Benim görevim bu işi yapmaktır. Gerekirse bunun için ölmektir.

Burada şu sorulabilir.

Mü’min olmayanlar niçin savaşıyorlar?

Yukarıda anlattığım bilinçaltı iletişim vardır. Askeri birlik oluşunca onlarda bir savaşma arzusu doğar. Artık ölümden değil yenilmekten korkarlar. Kitle psikolojisi içinde düşmanın üzerine yürürler. Artık onlar kendi başlarına karar almamaktadırlar. Bu sebeple savaşa girişirler. Savaşın temel kuralı öldürmek veya ölmektir. Savaşırken kişi teslim olsa da sen savaştan vazgeçmek durumunda değilsin. Senin duraklamanı fırsat bilerek seni öldürür. Dolayısıyla savaşta nerede yakalarsan ya öleceksin ya öldüreceksin.

Kitlenin teslimiyeti söz konusudur. Yenileceğine karar verenler kitle hâlinde teslim olur yahut kaçmaya başlarlar. Teslim olan artık esirdir. Savaşa girmemiş ordu için savaş korkusu vardır. Savaşa girip de sağ kalanlar da savaş korkusundan kurtulurlar. Bozguna uğradıklarında ise birden herkes öldürüleceğine teslim olurlar. İdam sehpasına direnç göstermeden giderler. İnsanların davranışları hep akla hesaba dayanmaz. İnsanlar akıllarından çok duyguları ile hareket ederler. Bu duygular psikolojik duygular olduğu gibi sosyolojik duygular da olabilir.

Kur’an’a inanıp da onun gösterdiği yolda hareket ettiğimizde istenen hedefe varabiliriz. Biz şimdi yeni uygarlık kuruyoruz. Bu uygarlığı topluluğa kabul ettirmek için Kur’an’ın emirlerine uymamız gerekir. Bunu yapmadığımız zaman başarıya ulaşmamız mümkün değildir. Biz Kur’an’ı takip etmek zorundayız. Ne söylediği üzerinde tartışırız. Önce Kur’an üzerinde tartışmak için bir araya geliriz. Bunun dergi ile olup olamayacağını deniyoruz. Şimdilik başarı sinyalleri gelmemiştir. Sonra anlaşanlar artık amelî olarak bir araya gelmelidirler. İzmir Akevler uygulamasında anlaşmayanlar olarak bir araya geldik. Başarımız bu kadar oldu. Anlaşanlar olarak bir araya gelmeliyiz.

Anlaşanları nasıl bulacağız?

İşte buradaki önerimiz şudur. Bir şirket kuralım. Bu şirket Akevler gibi kârlı olsun. İnsanlar kârlı olduğu için bu ortaklığa gelsinler ama biz Kur’an’a inanıp ona göre yaşayanları bunlar arasından seçelim diyorum.

Yusuf aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm örnekleri göstermektedir ki, başlangıçta insanlar bir araya inanarak gelmiyorlar. Bir araya geldikten sonra anlaşıyorlar. Bir araya getirmek için imkânlar hazırlamalıyız. İşte bizim yeni proje önerimiz budur.

1) Artvin-Borçka-Camili bucağında “Ahşap Odalar Ortaklığı” kurulacak. Orada imal edilen odalar ora halkına arazileri, emekleri ve keresteleri karşılığında satılmış olunacak. Sermaye ve pazar sorunumuz olmayacaktır.

2) İstanbul’da birkaç dönümlük yeri koyan ortak bulunacak. Camili’deki odalar buraya konup dükkânlar yapılacak. İstanbul esnafına ve firmalarına cirodan kiraya verilecek ve “Mala-Mal Market İşletmesi” oluşturulacaktır.

3) Artvin Camili’de kurulmuş atölyede “Yüz Dairelik Ahşap Ev Kalıpları” hazırlatılacak ve İstanbul’da belediyelerin ortak olarak arsaları konup “Yüz Dairelik Apartmanlar” yapılacaktır.  İşte mü’minler burada seçilmiş olacaklardır.

4) Köylerde dağlarda hali yerlerde bu apartmanlardan on tanesi bir arada yapılarak İslâmî bucaklar kurulacaktır. Kooperatif olarak oluşturulacak bu yapılaşma ile “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın oluşması denemeleri yapılmış olacaktır.

وَهُمْ يَنْظُرُونَ (6)

(Va HuM YaNZuRUvNa)

“Nazar ede ede”

“Nazar” korkuluk demektir. “Nazar” bakmak, “rey” ise görmek anlamındadır. “Rey” derinlemesine görmek, “nazar” genişlemesine görmek, “basar” uzağı görmek, “şuhud” ise içinde bulunmak, her yönüyle görmek demektir. “Raye” uzaktan görülebilen işaret demektir. “Basar” göz demektir. “Nazar” korkuluk demektir.

“Göz göre göre ölüme sürükleniyorlardı” deniyor. Onlar böyle görüyorlardı.

Kur’an’ın mucizesi böylece ortaya çıkacaktır.

Türkiye devletini kuranlar başarıyı Batı’nın çıkmazlarında aramışlardır. 27 senelik CHP uygulaması Türkiye’yi yaşatmış ama maddeten bir yere getirememişti. Ondan sonra ucundan Allah’a inananlar gelmiştir. Başbakan Adnan Menderes, “Türkiye İslâm’dır, İslâm kalacaktır” demiş ama İslâm düzeni için hiçbir şey yapmamıştır. 1960’tan sonra Akevler’in başlattığı “İslâm Düzeni” çalışmalarına kulak verenler olmuş ama uygulamaya gelince hep uzak durmuşlardır.  Bunun sonucunda başarı da bu kadar olmuştur.

Bir gün gelecek siz “Adil Düzen Küçük İşletmesini” kuracaksınız. İnsanlığa Allah’ın nurundan bir parıltı vereceksiniz. İnsanlık ona koşacaktır. Bediüzzaman buna 300 senelik süre çizmektedir. Belki daha kısa zamanda insanlık Kur’an nuru ile aydınlanacaktır. İnanmış mü’minler gerektiğinde Bedir savaşlarını vereceklerdir. Belki de Bedir’de olduğu kadar bile ölüm olmayacaktır. Çağımızın savaşı ilmidir, ekonomiktir. Silahlı savaşlar çok azdır.

Bugünkü insanlara “Adil Düzen İşletmeleri”ne geçmek, Bedir’deki karşı çıkanlardan daha zor gelmektedir. Ölüm korkusu içindedirler.

Her biriniz düşünün bakalım, siz de öyle misiniz değil misiniz?

“Hayır, ben Bedir’e gönlümle gidiyorum, İslâm aşiretini kurmakta hicrete hazırım” diyen on aile çıktığı zaman sorunlar çözülmüş olacaktır.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2219 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1730 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1409 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1995 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2198 Okunma
6-11.AYET
1706 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2307 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1932 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1764 Okunma
10-19.AYET
1479 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1550 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1678 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2540 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1565 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1727 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1451 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1380 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1684 Okunma
19-41.AYET
2302 Okunma
20-42.AYET
1823 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2883 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2277 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1675 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1496 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2274 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1540 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1469 Okunma
28-60.AYET
1755 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1767 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3791 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2179 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1808 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1634 Okunma
34-72.AYET
2085 Okunma
35-73.AYET
1538 Okunma
36-74.AYET
1540 Okunma
37-75.AYET
1612 Okunma

© 2024 - Akevler