ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
2263 Okunma
52 VE 53.AYETLER

Enfal Sûresi-25

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ (52) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (53)

 

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ

(Ka DaEBi EAvLi FiRGaVNa Va elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM KaFaRUv BiEAyYAyTi elLAvHi FaEAvPaÜaHuMu elLAvHu Bi ÜuNUvBiHiM EinNa elLAvHa QaVıyYun ŞaDIyDu eLGıQAvBı)

Allah insanı yarattı, zayıf ve cahil yarattı. İnsan beden gücü ile yiyeceklerini zor temin ediyor ve savunmasını zor yapabiliyordu. Bedenindeki bu zayıflığa mukabil Allah ona beyinde araç icat etme imkânını sağladı. Böylece hem çok daha kolay yiyecek temin etti, giyecek temin etti, hem de çok güçlü bir şekilde savunma imkânını buldu.

Diğer canlılar yaratıldıkları gün hayata atılırlar ve milyonlarca sene geçer yine aynı şekilde yaşarlar. Çünkü onlara her şey en mükemmel şekilde verilmiştir. Bir ateş böceği elektrik üretir ve gece yakarak aydınlık oluşturur. Lambanın verimi %98’dir. Bizim lambaların verimi %40’ların altındadır. Biz lambayı ancak 60 000 yıl sonra keşfettik, ateş böceği ise milyonlara varan zamandan beri yani yaratıldığı tarihten beri hep aynı teknolojiyi kullanıyor. Bizim teknolojimiz geridir ama verimleşiyoruz ve her geçen gün daha da verimli lambalar yapıyoruz. Sonra ateş böceğinin bir çeşit lambası olduğu halde biz yüzlerce çeşit lamba icat ettik, daha da edeceğiz.

İnsan uygarlaşan bir varlıktır. Kendisinde evrim yoktur. Âdem’in kromozomlarını taşımaktadır. Bedeninde hiçbir değişiklik yoktur. Bilgisayar son modeldir. Bedenin daha mükemmelini yapmak mümkün değildir. Nasıl ateş böceği daha verimli lamba yapamıyor, -çünkü en büyük verimli lambaya baştan sahiptir,- insan beyni de en ileri bir bilgisayardır, ondan daha iyisi yapılamaz. Bu sebepledir ki insanlar canlıyı var etseler bile insandan üstün canlı var edilemez.

İnsan öyle bir varlıktır ki yeni varlıklar icat etmektedir. Bu icat dünyanın sonuna kadar devam edecektir. Bu icat etme kabiliyetiyle Allah’ın yeryüzünde halifesi olmuştur.

İnsanlar bir canlı gibi ilk anne babadan var edildiler ve çoğaldılar. Bugün nüfus olarak on milyara doğru gitmektedirler. İnsanın hücreleri de başlangıçta birbirine benzer bölündükçe çeşitlenir ve farklı dokular oluşturur. İnsanlığın kromozomdaki DNA’ları insanlardır. Çoğalıyorlar, farklılaşıyorlar, dokular meydana getiriyorlar.

İnsanlık da ömrünü doldurmaktadır, yaşlanmaktadır. Bir gün gelecek inkıraz edecek, artık çoğalma kabiliyetini kaybedecektir. Bugün insan çoğaldıkça 33 nesilde bir halkasını atmaktadır. Böylece benim DNA’larımın incelenmesi ile benim atalarımın sayısını bilebiliyorum. Bu bize insan ömrünün yaşını belirtir.

İnsanlık Hazreti Nuh aleyhisselâma kadar mümeyyiz olmayan çocuk gibi idi. Peygamberler onları yönetmişlerdir. Hazreti Nuh peygamber zamanında insanlık 7 yaşına girdi ve gittikçe olgunlaştı. İnsanlık eğitim gördü ve bugünkü duruma ulaştı. Hazreti Nuh ile Hazreti Muhammed arasında gelen peygamberler insanlığı eğittiler ve uygarlaştırdılar. Bundan 1400 sene evvel Kur’an geldi ve insanlığın rüşde erdiğini ilan etti. Artık yeni kitap gelmeyecek, yeni peygamberler gelmeyecek. Kitap yerine müçtehitlerin içtihat ve icmaları yer alacak, peygamberlerin yerini de müçtehit âlimler alacaklardır.

Hazreti Nuh milattan 3300 sene önce dünyaya geldi. Hazreti Muhammed milattan 600 sene sonra dünyaya geldi. Demek ki yaklaşık olarak 4000 yılda insanlık uygarlaştırıldı,10 yaşından 14 yaşına geldi. Bir bin sene de buluğa geçiş devresini geçirdi. Şimdi 15 yaşındadır. Peygambersiz yeni uygarlığı kuracaktır.

Kur’an’dan önce gelen kitaplar içinde yalnız Tevrat şeriat kitabıdır. Diğer kitaplar daha çok tarikat kitaplarıdır, vaaz ve nasihatlerdir. Tevrat ve Kur’an ise düzen kitabıdır. Bu sebepledir ki Allah Hazreti Muhammed’den bahsederken biz size Firavuna gönderdiğimizin benzeri bir peygamber irsal ediyoruz denmiştir.

Burada da Bedir Savaşı ile ilk İslâm devleti kuruluşunu anlattıktan sonra, Firavun âlinden bahsetmektedir. Yani biz devletimizi kurarken Kur’an ve Tevrat’tan yararlanacağız.

Buna bir örnek verelim. Kur’an’da cezalar zikredilirken öldürme ve kol kesmenin dışında bir de sürgünden bahsedilmektedir. Kur’an bunu teferruatlı olarak açıklamamaktadır. Bugünkü hapishaneler Romalılarda vardı, Mısırlılarda vardı. Kur’an bunları çok iyi bilmektedir ama hapishane cezasını kabul etmemektedir. Tevrat’ta da böyle bir ceza yoktur.

O halde nefy cezası nedir?

Biz günümüzün uygulamasını da esas alarak zorunlu çalışma siteleri olarak istihsan ettik. Yakınlarını cezalandırmamak için giriş tamamen serbesttir. Mahkûm olanların dışındakiler için çıkış serbesttir. Mahkûmlar orada yaşarlar. Orası bir mahkûmlar bucağıdır, hukuk düzeni ile değil de askeri düzen ile yönetilir.

Bu mahkûmlar bucağı müessesesi tarihte İslâm devletlerinde uygulanmıştır ama Tevrat’ta çok geniş olarak bu siteler vardır, teferruatlı şekilde anlatılmaktadır. İşte bundan dolayı bizim Tevrat’tan yararlanmamız gerekmektedir. Bu sebepledir ki Tevrat’ı örnek almamıza işaret etmektedir, Firavunun de’binden başlamaktadır.

Buradaki Firavunu misal vermesinin hikmetini daha iyi anlamak istiyorsak tarihi biraz hatırlayalım. Hazreti Nuh zamanında Sümerler Mezopotamya’ya inmişlerdir. Bunlar çoban bir kavim idiler, yerliler ise hâlâ toplayıcılık dönemini yaşıyorlardı. Bununla beraber toplayıcılıkta çok ileri gitmiş, tarım dönemine yaklaşmışlardı. Sulama yapıyor, bitkileri koruyarak büyütüyorlardı. Tarım dönemine geçememişlerdi.

Tarım döneminin özelliği şudur. Tarlalar var ekilir, otlaklar var oralar biçilir. Sapları hayvanlara verilir, yaz kış yaşamalarına imkân sağlanır. Onlardan elde edilen süt ve yumurta ile de yaşanır. Ahırda toplanan gübre tarlalara besin olur. Böylece döngüyü tamamlayan bir hayat vardır. Hiçbir şey heder edilmez, israf yoktur. Her şeyden yararlanılır. Dolayısıyla tarım dönemi ancak hayvancılıkla çiftçiliğin birleşmesinden doğar.

Sümerler Mezopotamya’ya gelince kanallarla sulama yerine çobanlık döneminde bilinen su bentleri tekniğini Mezopotamya’ya getirdiler. Küçük bentler yerine büyük barajlar yaptılar. Böylece bire bin zenginleşmeye başladılar. Barajda toplanan sular bir taraftan yazları işe yarıyordu, bunun dışında çevresi düzlük olduğu için yüz kat daha büyük alanlar sulanır oldu. Yerli emek yetmeyince civardaki göçebe halk oraya hücum etti ve böylece ilk olarak siteler doğdu. Site halkı artık birbirini tanıyor, bir arada yaşıyorlardı. İşte kişi yönetimi artık yeterli olmadığı için bu dönemde şeriat yönetimi ortaya çıktı ve hukuk düzeni doğdu.

Mezopotamya hukuk devleti ve siteler devletidir. Sitelerin birleşmesi ile büyük devletler kurulmuşsa da siteler her zaman varlıklarını korumuşlardı.

Bu arada Hazreti Nuh peygamber gemi yapmış ve denizlerde seferler başlamıştı. Kıyı kenarlarını takip eden tekneler Mısır’a varmışlar, uygarlığı Mısır’a götürmüşlerdir. Ne var ki Mısır’ın doğa şartları Mezopotamya’ya benzemez. Bir de geniş ovalar yoktur. Nil yatağı vardır. Yazın kurur ve tarlalar oluşur, kışın ise buraları sular basar, sonra bereketli toprakları bırakıp çekilir gider. Mısır’ın pazarı da yoktur. Kapalı ekonomiye müsaittir. İşte bu sebepledir ki Mezopotamya uygarlığı Mısır’da değişmiş ve başka uygarlık olarak oluşmuştur. Site devleti yerine ulus devleti doğmuş, merkezi devlet oluşmuştu. Böylece devlet yapısı bakımından savunma yönüyle Mezopotamya’dan ileri gitmişlerdir.

Dengenin sağlanması için site devletleri ile merkezi devletin birlikte oluşmaları gerekir. İşte bu sentezi sağlama görevi Hazreti İbrahim’e verilmiştir; bu görev Hazreti İbrahim’in küçük oğlu İshak’a verilmiştir. İshak’ın oğlu Hazreti Yakup’un çocukları Mısır’a giderler ve orada merkezi devlet şeklini bizzat uygulayarak öğrenirler. Sonra Hazreti Musa Firavun’un sarayında yetişir ve bundan dolayı Mısır uygarlığını çok iyi bilmektedir. Bir vesileyle adam öldürür, Mısır’dan kaçar, Mezopotamya’ya gider ve orada atalarının dinini yerinde oranın âlimlerinden bizzat yaşayarak öğrenir. Sonra tekrar Mısır’a döner ve İsrail oğullarını alıp çöllere düşer. İşte İsrail oğulları burada eğitilir ve köklü devlet kurarlar. Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında Hazreti Musa’nın öğrettikleri ile süper güç olurlar. Bugün de o İsrail oğulları dünyanın ekonomisini ellerinde tutmaktadırlar; insanlığın diğer değerleri olan dini, siyaseti ve ilmi de ekonominin hadimleri hâline getirmişlerdir.

Bedir Savaşı’ndan sonra Medine’de bir site devleti kurulmuştur. Bu site devleti daha sonra ulusal devletlere dönüşecektir. Firavuna dolayısıyla Hazreti Musa’ya gönderme bunun için önemlidir. Yalnız Firavundan bahsetmiyor, Firavun âli ve kendisinden önce gelenlerden söz ediyor. Yani tüm Mısır uygarlığına işaret etmektedir.

كَدَأْبِ

(Ka DaEBi)

“De’b gibi”

Meleklerin küfretmiş olanların canlarını döve döve aldıklarını belirttikten ve Bedir’deki kâfirlerin durumlarını tasvir ettikten sonra, örnek olarak Mısırlıları anlatmaktadır. Birinci İslâm uygarlığı ile Tevrat uygarlığının paralelliğini anlatmaktadır.

Bedir’de ne olmuştu?

300 mü’min kendilerinden sayıca üç misli ve kendi kardeşlerinden oluşan düşmanlarını yenmişti. Buradaki çatışma çıkar çatışması değildi. Buradaki çatışma iki düşman halkın çatışması değildi. İnanmış olanlarla kâfir olan kardeşlerin çatışması idi.

Bu zafer Firavun gibi tarihin güçlü bir uygarlığının yerine geçecek olan medeniyetin müjdecisi olmuştur, bu uygarlık aynı zamanda o uygarlığın yerine geçecekti.

De’b” ne demektir? “Dâbbe” yürüyen hayvandır. “Davar” da buradan türemiştir. “Deebe” fiil olarak davarları süratle sürmek demektir.

Türkçede “tepmek” kelimesi vardır, “debelenmek” kelimesi vardır. Arapçada “edeb” kelimesi vardır, davranışı ve tarzı ifade eder.

Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığının etkisi ile doğmuştur. Baştan yukarı (güney) ve aşağı (kuzey) Nil’in vadisinde iki devlet olarak oluşmuş, sonunda birleşerek tek devlet olmuştur.

“Firavun” sonraları krallara ad olmuştur. Hazreti Yusuf peygamber zamanında Firavun denmiyordu. Firavun Hazreti Musa’nın zamanındaki kralların adı idi. Mısır tek uygarlıktır. Doğmuş, gelişmiş, yaşamış, yaşlanmış ve ölmüştür.

İşte, Bedir’de Medinelilere saldıranların akıbeti bu olacaktı. Yalnız Medine’dekilerin değil, ondan sonra gelen İslâm düşmanlarının sonu da aynı olmuştur. Koskoca Mısır nasıl yok olup gitmişse, İslâm düşmanları da yok olup gideceklerdir.

Firavunların zulmü benzeri en büyük zulüm yirminci asırda olmuştur. Avrupa İslâmiyet’ten aldığı ilmi tekniğe uygulamış, teknikte elde ettiği başarı sayesinde yalnız sanayiyi geliştirmemiş, aynı zamanda ilme de büyük hız vermiştir.  Mikroskop ve teleskopla maddenin derinliklerine inmiş ve uzaklara gidebilmiştir. Isı enerjisini mekanik enerjiye dönüştürmüş ve elektronik ölçümlerle tüm değerleri bulmuştur.

Mısır’daki Firavunlar devri gücüne benzer güce ulaşmış olan sermaye, oluşturduğu ateist diktatörlerle dünyanın tamamına hâkim olmuştur. Dünyayı ikiye bölmüş, timsahın iki çenesine benzer çenelerle devletleri yutmaya başlamıştır. 1950’lere gelindiği zaman onu yenecek kimse olamayacağı kanaatine varılmıştır. Hâlâ buna inananlar çoktur.

Firavun düzeninin sona ermesi gibi bunların debelenmesi de sona erecek, “Adil Düzen” tüm insanlığı aydınlatacaktır. “Adil Düzen” dediğimizde; ekseriyet demokrasisi yerine hicret demokrasisi, dini dışlayan lâiklik yerine dinler ve kuvvetler arası dengeyi oluşturan denge lâikliği, faizli sömürücü kapitalizm yerine tekelleşmesi önlenmiş kredileşme liberalizmi, sermayenin sömürü aracı olan ilim yerine insanlığın hizmetinde uygarlaşma aracı ilim olacaktır. Kur’an’ın ifade ettiği bu ilâhi nur tamamlanacaktır.

آلِ فِرْعَوْنَ

(EAvLi FiRGaVNa) 

“Firavunun âlisi”

Her uygarlığın bir tepe noktası vardır. Osmanlıların tepe noktası Kanuni Sultan Süleyman dönemidir. Abbasilerin tepe noktası Sultan Harun Reşid zamanıdır. Mısır’ın tepede olduğu zaman da Hazreti Musa’nın Firavunu zamanıdır, II. Ramses ve o zamana ait diğer hükümdarlardır. Mısır o debdebeli zamanına eriştikten sonra çökmeye başlamıştır.

Mısır MÖ 2500’li yıllarda ortaya çıkmış bir uygarlıktır. MÖ 500’lere kadar yaşamıştır. Orta dönemleri ise MÖ 1500 seneleridir. Hazreti Musa peygamberin Firavunu bu zamanlarda saltanat sürmüş olmalıdır. “Âli” dendiğinde, zamanındaki halkı ve ileride geleceklerin hepsidir. Bunların aynı soydan gelmesi de gerekmez. Mısır uygarlığında hanedanlar değişmiş ama Mısır uygarlığı değişmemiştir.

İslâm uygarlığı MS 1000 yıllarında başlar. Ondan öncesi uygarlık değil uygarlığa hazırlıktır. Bu hazırlığı Mekkeli Muhacir ve Medineli Ensar başlatmış, Emeviler ve Abbasiler sürdürmüşlerdir. Alpaslan 1071’de Malazgirt Savaşı’nı kazanmış ve ondan sonra yönetim Türklerin eline geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Selçukluların devamıdır, 1923’te sona ermiştir. Demek ki İslâm dini Araplar arasında doğdu ve gelişti. İslâm uygarlığını ise Türkler kurdular. O halde Osmanlı İmparatorluğu da Âli Selçuktur.

Burada Firavunun kendisinden bahsetmiyor, âlinden bahsediyor. Demek ki Firavunun kendisi de âli içindedir. Burada anlatılan Firavunun kendisi değil onun temsil ettiği bir uygarlıktır. Dinler peygamberlerin adları ile anılırlar. Musevilik, İsevilik deriz ama Muhammedilik demeyiz. Çünkü İslâmiyet Kur’an düzenidir, peygamber düzeni değildir. Bütün peygamberler İslâm peygamberleridir.

وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ

(Va elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)

“Ve onlardan öncekileri.”

Burada “Ellezi” ile marife gelmiştir. “Men Kablehum” denmemiştir. Mısır’ın hanedanları kastedilmektedir. Bu ifade “âl” kelimesine mukabildir. Firavun ve öncekiler olarak tasnif edilmiştir. Demek ki Firavun ismini aldıkları zaman en üst seviyede idiler.

Buradaki “Ve” harfi ile Mısır yönetiminin tümü birleştirilmiştir. MÖ 2500 ile MÖ 500 tarihleri arasında Mısır’ın sahipleridir bunlar. Mısır uygarlığını kuranlardır bunlar.

Âli İbrahim de İslâm uygarlığını kuranlardır. Hazreti Nuh hazırlık yapmış, Hazreti İbrahim’in Âli uygarlığı kurmuştur. Batı Mısır uygarlığına dayanmış, âli Firavun olmuşlardır. Doğu ise İslâm uygarlıklarına dayanmış, Âli İbrahim olmuşlardır.

Mezopotamya uygarlığı 2000 yıl yaşamıştır. Mısır uygarlığı da 500 yıl gecikme ile 2000 yıl yaşamıştır. Aslında İbrani uygarlığı ve Hıristiyanlık da peş peşe gelen birbirinin mütemmimi olan uygarlıktır. Bu sebepledir ki III. binyıl uygarlığını, birinci Kur’an uygarlığını kuran Türkler kuracaklardır. İkinci Kur’an uygarlığı beşinci İslâm uygarlığının devamı olacaktır. Ondan sonra gelecek uygarlıkları artık Türkler veya Araplar değil de başka kavimler kurabilir.

Dördüncü binyıl uygarlığı deniz uygarlığı olacaktır. Belki de onu Okyanus gibi adalarda yaşayanlar kuracaklardır. Tarihi gelişmeler ve Kur’an’ın bildirdikleri hep paralel gitmektedir. Uygarlıklar iki uygarlığın sentezinden doğar. Bugün kurmakta olduğumuz uygarlık da Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığının sentezinden doğacaktır. Bunu yapmaya hazırlanmış devlet Türkiye devleti ve bu ülkede yaşayan halktır. Nitekim Ortadoğu’da ve dünyada etkinleşmeye başlaması da bunun işaretidir.

كَفَرُوا

(KaFaRUv)

“Küfrettiler”

Küfretmenin iki manâsı vardır. Biri Allah’ın nimetlerine küfretmedir, biri de Allah’ın kendisine küfretmedir.

Deveye ot verirsiniz. Kilo alır, döllenir, yavru verir, süt verir. Bu durum devenin kendisine harcananlara şükretmesidir. Aksini yaparsa küfretmiş olur; yedirirsin yedirirsin et almaz, kısır kalır yavru vermez, sütü yavrusunu doyuramaz olur. Böylece deve kendisine harcananı heder etmiş olur. Bu küfürdür.

Küfrün nankörlük anlamı vardır. Bu anlamı daha da geniştir. Nankörlükte başkasının sana yaptığı iyiliği görmemektir. Oysa şükür nimeti değerlendirmedir. Nankörlük zihnidir. Oysa küfür fiilidir.

Nil Nehri geniş yatağı içinde kışın kabarır. Dağlardan topladığı bereketli toprakları yatağında bırakır. Yazın çekilir. Bundan yararlanan Mısırlılar ekin ekerler, bol mahsul alırlar, onunla bir sene yaşarlar. Onların sorunları mahsulü depolamadır.

İşte Hazreti Yusuf peygamber onlara onu öğretmiştir. Buğdayın başakta saklanması gerekir ve havalanmalıdır. Nitekim bugün de silolarda aktarılarak havalandırılmaktadır.

بِآيَاتِ اللَّهِ

(BiEAyYAyTi elLAvHi) 

“Allah’ın âyetlerini”

Allah’ın âyetlerini küfrettiler, onları değerlendiremediler.

Âyet” demek bilgi demektir. Yollara konan işaretlerdir. Bugün trafik levhaları vardır.

İstanbul-Eskişehir arasında hızlı tren çalıştırmışlardı. Belli yerlere bir levha konmuştu, virajlıdır yavaş git diye. Vatman bunu görmedi, devam etti ve tren devrildi. Bu sebeple hızlı tren seferleri durduruldu. Şimdi sermayeye ihale edilmektedir. Onların kontrolünde olunca çalışıyor. Bu levha kapatılmış mı idi yoksa kaptan dalgın mıydı? Kimse araştırmadı ve gerçek durum bilinmemektedir.

İşte, Allah’ın âyetleri dendiği zaman doğa kanunları akla gelir ve insanlar onları yeterince değerlendirmezlerse küfretmiş olurlar. Allah’ın âyetleri dört delildir; kitaplar, resuller, ilim ve içtihat. Âyetler izafetle marifedir.

Nil’in alüvyonlu topraklarını değerlendirerek Mısırlılar zengin olmuşlardı. Çevre onlara muhtaç hâle gelmişti. İlk uygarlığı böyle kurdular. Eğer şeriata uysalardı varlıkları devam ederdi ama onlar Mısır imkânlarının sağladığı nimetlere küfrettiler. Peygamberlerin getirdikleri düzenleri değerlendiremediler. Dolayısıyla Mısır merkez olmaktan çıktı.

Mısır’ın vârisleri Yunanlılar oldular, onlar da değerlendiremediler.

Onların (eski Mısır ve Yunanın) vârisleri de bugünkü Avrupalılar oldular.

Mezopotamya’da da benzer olaylar olmuştur. Sümerler ve Akadlar uygarlığı İbranilere, onlar Hıristiyanlara, onlar da İslâmiyet’e bıraktılar. Sürekli olarak Allah’ın nuru tamamlanmış, kendileri yok olup gitmişler ama insanlık uygarlaşmış ve bugünkü duruma gelmiştir. Bu sayede insanlar Kur’an düzenini yaşayacak hâle geldiler.

فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ

(FaEAvPaÜaHuMu elLAvHu)

“Allah onları ahzetti.”

Buradaki zamir tüm Mısır uygarlığını kuranlar ve yaşayanlardır. Yani Firavun’un âli ve Firavundan önce gelenleri içerir. Mısır’ın birinci dönemi ile ikinci dönemini birlikte içerir.

Allah onları ahzetmiştir.

Allah’ın ahzı iki şekilde olur. Ya Bedir’de olduğu gibi özel şartları hazırlar ve o özel şartları ile ahzeder yahut doğa kanunları ile öyle davrananlara öyle ceza verilir. Her ne olursa olsun büyük bir güç sayesinde bugün onlar yoklar.

Bugünkü tekel sömürü sermayesinin durumu da budur.

Bir toplulukta “Para=Fiyat*Mal”dır. Yani birinde 10 ton patates varsa, diğerinde 5000 TL varsa, kg fiyatı 50 kuruş olur. Kendiliğinden öyle oluşur ve 10 ton patates, 20 ton patates gibi toplulukta servet olur. Çünkü patatesi olanla parası olan eşit derecede servet sahibidirler.

Patatesi üreten bir sene çalışmış, çoluk çocuk helak olmuş, öylece o servete sahip olmuşlardır. Oysa parası olan matbaa makinesini çevirmiş ve o servete eşit derecede sahip olmuştur. İşte bugün tekel sermayenin zenginliği buradan gelir. Biz yırtınırız ve yıpranırız ama karnımızı zor doyururuz. Sömürü sermayesi oturur, para üretir ve bize ortak olur. Bu Allah’ın onlara en büyük nimetidir ve O’nun âyetidir, insanları yönetme âyetidir.

Doları basmakla zaten kazanacağını fazlasıyla kazanmış olur, bir de faiz istemesine ne gerek vardır? Bedava elde ettiği doları faizsiz olarak kredilendirse o zaman Allah’ın nimetine şükretmiş olur. O böyle yapmıyor, karşı tarafı faiz içinde boğuyor ve kendisi de boğuluyor. İşte bu küfürlerinden dolayı Allah onları da ahzedecektir; özel olarak ahzedecektir. Tekel sermaye beklemediği bir afetle karşı karşıya kalacaktır. Sosyal kanunlar da onu boğacaktır.

بِذُنُوبِهِمْ

(Bi ÜuNUvBiHiM)

“Zenblerinden dolayı.”

Ahzedilmeleri sadece âyetleri değerlendirmemeleri, şeriat hükümlerine kulak vermemeleri, “Adil Düzen”i kabul etmemeleri sebepleriyle değildir. Faizsiz sistemi çalıştırıp insanlığa refahı getirseler, Allah onları ahzetmeyecektir.

Diyelim ki faizli sistem iyi çalışıyor. Güneşten gelen enerji en iyi şekilde değerlendiriliyor. Bütün insanlar emeklerini azami verimle değerlendiriyorlar. İnsanlık refah içinde hayatlarını sürdürüyor. Ama bütün bunlar Allah’ın âyetlerine yani Kur’an’a aykırıdır. Allah o zaman onları muaheze etmeyecektir.

Faizli para çıkarsınlar ama karşılıksız olmasın, enflasyon olmasın.

Gerçekte hiçbir değeri olmayan doları vererek kişinin her şeyini almaktadırlar. Sonra dolarda enflasyon yaparak kişilerin cebinden sessiz sedasız dolarlarını çalmaktadırlar.

Bunlar da yetmedi; vizeler ve gümrükler icat etmiş, tekeller oluşturmuş.

Yetmedi; anarşiyi, mafyayı ve savaşları o karşılıksız dolarla finanse ediyorlar. İlaç satacağım diye virüsler bulaştırıyorlar. İşte bu gibi günahlarından dolayı Allah onları ahzedecektir, Firavun ülkesini ahzettiği gibi ahzedecektir.

إِنَّ اللَّهَ

(EinNa elLAvHa)

“Allah”

Burada “O ikabı şiddetli olandır” denmemiş de “Allah ikabı şiddetli olandır” denmiş. “Ve” harfi getirilmemiş. Önce burada anlatılan Mısır halkını ahzetmiştir. Orada ikabı şiddetli olmuştur. Eğer zamirle gönderilseydi orada Mısır’ın rabbinin ikabı şiddetli olan olurdu.

Her zaman her yerde ikabı şiddetli olan Allah’tır. Haber marife geldiği için de ikabı şiddetli olan yalnız O’dur. Yalnız Mısır’da değil, her yerde ve her zaman ikabı şiddetli olan yalnız O’dur. Bu sebeple “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Birincide Allah anlatılırken özel muameleleri yapan, iradesi ile karar veren Allah anlatılmıştır. İkincisinde ise sünnetullah ile işler yapan anlatılmıştır. Arada harf-i atıf koymayıp bağımsız cümle olarak söylemesi, bu iki işlemin birbirini tamamlamış olması yani ayrı gibi görünen iki şeyin aslında bir kumaşın iki yüzü olmasıdır. “Allah”ın izharı ise görünen etkilerin farklı olması nedeniyledir. Yani özel işlemler genel işlemin devamı içindir, genel düzenin aksamasını önlemek içindir.

Arabayı sürerken araba çalışır. Siz müdahale etmezsiniz ama eğer arabada bir sarsıntı olursa durdurursunuz, lastiğini değiştirirsiniz. Genel kurallar içinde işler yürümez, bazı durumlarda müdahale edersiniz. İşte, Allah hem kâinatın şoförüdür hem de tamircisidir. Şoförlüğü kurallar içinde yapmaktadır. Tamir ise özel durumlarda yapılmaktadır.

قَوِيٌّ

(QaVıyYun)

“Kavidir.”

Halatı oluşturan iplerdir. İplerden örülmüş iplerdir. Birbirine sarılarak güçlü hâle getirilirler. Halat o miktardaki demirden çok daha kuvvetlidir. Kolay bükülür. Daha çok güç çeker. Kuvvetlidir, güçlüdür anlamındadır.

Kudret vardır. Kuvvet vardır.

50 kilo pirinci beş metre yukarı çıkarırsanız ölçülü iş yapmış olursunuz. Uygun miktarda olmuş olur. Kuvvet ise bu iş için sizdeki hareket ettirme melekesidir. 50 kilo patatesi birden çıkaramazsanız iki defada çıkarırsınız. Siz aynı işi yapmış olursunuz. Kuvvetiniz yarıda olmuş olur.

Kavi olmak demek işi yapmaya yeterli güce sahip olmak demektir. Kavi kelimesi nekre getirilmiştir. Çünkü derece derece diğer varlıklar da kuvvete sahiptirler.

شَدِيدُ الْعِقَابِ

(ŞaDIyDu eLGıQAvBı)

“Ikabı şiddetli olandır.”

“Kavi” nekre geldiği halde “şedidu’l-ıkab” marife gelmiştir.

Haberden sonra haberdir.

Haberler ayrı ayrı haber olur.

“Ahmet çalışkandır, kısa boyludur” dediğimiz zaman iki haber birlikte gelmiş olur. “Ahmet çalışkandır, âlimdir de” derseniz yine iki haber olur. “Âlimdir de” de harf-i atıf olarak gelmiştir. Çünkü çalışkanlıkla bilgililik arasında ilişki vardır, kısa boylu ile çalışkan arasında ilişki olmadığı için atıf harfi getirilmemiştir. Bir de “Ahmet bilinçli çalışkandır” dediğimizde burada bilinç sıfatın sıfatı olmuştur.

Arap gramercileri bu tabiri kullanmazlar. Türk gramerciler de bunlara zarf derler.

Ne derseniz deyiniz. İki sıfattan biri diğeri ile ilgilidir. Burada “kavi” nekre, “şedidu’l-ıkab” marife olduğu için “Ahmet çalışkandır, kısa boyludur” şeklinde iki haberdir. Aralarında tamamlayıcılık olmadığı için “ve” harfi getirilmemiştir. Ikabın şedididir tamlaması ıkabı şiddetli olandır anlamındadır. Şedid kelimesi böyle ıkabın özelliği olduğu halde tamlanan olabilmektedir. Ikabullahi şedidün anlamındadır. Ikabullahu eş-şedidunun manâsı Allah’ın ıkabı şiddettir olmuş olur, o zaman ıkab manâsını kaybeder. Marife haber yapmak için böyle şedid haber değil de muzaf yapılmıştır.

Kur’an Arapçası çok beliğdir. Hiç kimse ona beliğ değildir diyemez ama gramer kuralları ile ele aldığınızda üzerinde çok düşünülmesi gerekir, böylece yepyeni manalar çıkar.

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

(ÜAvLiKa Bi EanNa elLAHa LaM YaKu MuĞaYiRan NiGMaTan EaNGaMaHAv GaLAy QaVMın XatTAy uĞayYiRUv MAv BiEaNFuSiHiM Va EnNa elLAvHa SaMIyGun GaLIyMun)

“Bu Allah’ın bir kavme in’am ettiği nimeti o kavim nefislerindekini tağyir etmedikçe tağyir etmez ve Allah semidir alimdir.”

Burada işaret edilen bu Mısırlılara yapılanlar ile Allah’ın kavi ve ıkabı şiddetli olmasıdır. Allah topluluklara nimetler ihsan eder. O nimetlerin hakkını verdikleri takdirde o nimet onlar için devamlı olur. Ne var ki zamanla kavim nimetlerin gereğini yerine getirmez.

Yahudi sermayesi 500 yıldır Allah’ın nimetlerine erişmiş kimselerin elindedir. Mazlum durumda iken İslâmiyet’ten öğrendikleri ile batıda zengin oldular. Dünyadan aldıkları ham maddeleri Avrupa işçilerine işlettiler ve mamul madde olarak sattılar. Allah da onlara imkân verdi, yalnız Avrupa’ya değil dünyaya hâkim oldular. Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya onların olmuştu. Kendilerinin tezgâhladıkları savaşlarda masaya oturdular, dünya sınırlarını istedikleri gibi çizdiler. Bu Allah’ın onlara in’am ettiği nimet idi. 1970’lere kadar dünyaya altın para karşılığı hükmettiler. İşler onların lehine gidiyordu.

Faizi terk edip de altın parayı ellerinde tutsaydılar onların hâkimiyetleri sürerdi ve insanlık da huzur içinde uygarlaşmaya devam ederdi.

1970’lerde altın para taahhütlerini tek başlarına yerine getirmez oldular. Allah’ın verdiği nimetlerini değiştirdiler. İşte ondan sonra aradan daha yirmi sene geçmeden Gorbaçov Sovyetlerde devrim yaptı ve timsahın bir çenesini kırdı. Şimdi de ABD’de Obama devrim yapıyor, timsahın ikinci çenesi de gidecektir.

Tarihte hep böyle olmuştur. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu fethedildi. Bizans İmparatorluğu yaşlanmış, iç güvenliği sağlayamadığı gibi ekonomi bakımından da sıkıntıya girmişlerdi. Selçuklular Anadolu’yu fethettiler. Önce Anadolu’da iç güvenliği sağladılar. Sonra dağlara gelen göçmenler oradaki otları ekonomiye kattılar, oralardaki otlar buğday oldu, süt oldu, gübre oldu. Dolayısıyla Anadolu zenginleşti. Buna vâris olan Osmanlı İmparatorluğu Viyanalara kadar elini kolunu sallayarak gitmişti.

Sonra ne oldu?

Viyana’da yenildiler diye ıslahata başladılar ve Avrupalılara teslim oldular. Medresedeki âlimlerin faaliyete geçip Batı’dan daha üstün ilimleri yeniden diriltmeleri gerekirken, onlar Avrupalıları taklit etmeye başladılar. İşte bunun sonucunda tarihe karıştılar.

Dışarıdan veya merkezden gelen güçlerle topluluk felaha ermez, hidayet bulmaz. Osmanlıların yaptığı hata bu idi. Bu işi Türkiye’de sonuna kadar kavrayan Mustafa Kemal olmuştur. 1923’te yapacaklarını ortaya koyarken muasır medeniyetin bütün icapları yerine getirilecektir diyerek önce muasır medeniyetin seviyesine çıkmayı hedeflemiştir. Bunun için inkılâplar yapmıştır. Onuncu yıl nutkunda ise size vaat ettiklerimin hepsini yerine getirdim demiş, böylece inkılâpların tamamlandığını söylemiştir. Bu inkılâplar arasında lâiklik yoktur. Mustafa Kemal lâikliğe inanmamaktadır. Kendi hastalığı zamanında Celal Bayar hükümeti tarafından anayasaya ithal edilmiştir. Değişmez maddelerden değildir. 1960’larda değişmez madde hâline getirildi. 1980’de madde korundu ama dini müesseseler de genişletildi. Lâiklik maddesi azgınlığını 28 Şubat’tan sonra gösterdi, ömrü de sona erdi.

Mustafa Kemal’in 1933’te gösterdiği hedef ancak 1960’larda İzmir Akevler’de kavranabildi. Millî Görüşçüler bunu “Adil Düzen” adı altında dünyaya anlattılar. Mustafa Kemal diyordu ki; size vaat ettiklerimin hepsini yerine getirdim ama işimiz bitmemiştir, muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir.

Akevler aynı yolu benimsemiştir, tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir, gittiğimiz yol ise şeriat yoludur dedi. Şimdi eğer bu millet “Adil Düzen”i benimserse Allah yeni nimetler ihsan edecektir, benimsemezse daha öncekilerin başına gelenler onların da başına gelecektir.

Bizim görevimiz “Adil Düzen”i insanlığa göstererek anlatmaktır.

ذَلِكَ

(ÜAvLiKa)

“Bu”

“Zâke” denmemiş “Zâlike” denmiştir. Anlatılan sözlere işaret ediyorsa yakında söylendiği için lafzına işaret etmiş olur, manâsına işaret ediyorsa uzakta gaip olduğu için “Zâlike” denmektedir. “Zâlike’l-kitabu” derken kastedilen Mushaf ise “Zâke” denir ama kastedilen onun içindeki manâlarsa “Zâlike” denir. Burada kastedilen uygarlıktır, uygarlığın bozulmasıdır, kıssanın kendisi değildir.

بِأَنَّ اللَّهَ

(Bi EanNa elLAHa)

“Allah’ın olması nedeniyledir.”

Allah neden şedidu’l-ıkabdır?

Çünkü kendi düzenini değiştirmez. Zalim olan kavmi sürekli olarak mazlumların üstünde tutmaz, insanlığı sürekli zalimlerin sömürgesi yapmaz. Zaman zaman onlara fırsat sağlar. Çünkü zalim olmayan kalmamıştır. Kendi düzenini kurar ve öğretir. Halk onunla yaşadıkça da kimse onlara bir şey yapamaz. Mikropların sinmiş bir şekilde beklemeleri gibi zulmetmek isteyenler beklerler. Allah’ın nimetine erişmiş kavim şükre devam eder de nankörlük yapmazlarsa, küfretmezlerse, düzen devam eder. Ama bozulur da zulme dalarlarsa, sinmiş olarak bekleyen zalimler harekete geçer ve onlara saldırırlar. Ayıklananlar ayıklanır ve kalanlar, saflaşanlar, temizlenenler ise yeni uygarlığı kurarlar.

İşte Allah’ın geniş kuralı bu olduğu için Allah Mısırlıları zenbleri ile ahz etmiştir.

لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا

(LaM YaKu MuĞaYiRan)

“Mugayyir değildir.”

إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ (13/11)

“Lâyugayyiru” dendiği halde burada “Lem Yekü Mugayyıren” denmiştir. Orada “değiştirmez”, burada “değiştiren değildir” denmiştir. Orada sadece olayı anlatmakta, burada ise genel kuralı koymaktadır. Ama özel olarak anlatmaktadır.

“LemYekü”nün aslı “LemYekün”dür. Araplar böyle kullanırlar.

Kur’an böyle kısaltmaları çok az kullanır.

“Eku” 1 defa, “Teku” 7 defa, “Yeku” ise 8 defa geçmektedir. Yani 16 defa böyle geçmektedir. Buradaki “nun” merfuluk nunu olmadığı halde ona benzetilerek düşmüştür. “Mugayyiren” nekre getirilmiştir. Nekrenin menfisinde umumilik vardır. Hiçbir zaman tağyir etmez demektir. Bunun başka manâsı da Allah hikmetsiz ve sebepsiz bir şey yapmaz. Bir şey yapılıyorsa bir hikmet vardır, mutlaka iyidir.

نِعْمَةً

(NiGMaTan)

“Nimet”

Nimeti tağyir etmemektedir. Kendi nefsindeki tağyirden dolayı tağyir vardır. Sevap işlediği için ölmektedir ki sevabın karşılığını görsün, günah işlediği için ölmektedir ki daha fazla zarar vermesin diye.

Bu ifade çok önemlidir.

Genellikle bizim başımıza bir iş geldi mi suçu başkasına atar, kendimizi haklı çıkarırız. Oysa bizim başımıza ne gelirse bizim ellerimizin yaptığı ile gelmiştir.

Erbakan 1973’te başbakan yardımcısı olunca sıkıntılı günler geçirmeye başladı. Bana dedi ki; inanmamış insanlara menfaat temin edersin, dolayısıyla istediğini yaptırırsın ama mü’minler menfaat için bir iş yapmıyorlar, bizim dediklerimizi de hak kabul etmiyorlar, bunları nasıl idare edeceğiz? Ben bir şey söylemedim, çünkü bilmiyordum. Ondan sonra çözüm yolu buldu. Taviz! Menfaatçilere menfaat temin ederek onları çalıştırdı. O arada mü’minleri unuttu. Onlar nasılsa Allah rızası için çalıştılar, O karşılığını verir demişlerdi. Biz zaten bir şey istemiyorduk. Yaptığı hata şu idi. Onları rahat çalıştırabileyim diye bizi istişare dışında tuttu. Biz ondan bir şey istemiyorduk. Dikip büyüttüğümüz fidana bir şey olmasın diyorduk. İşte burada Allah’ın verdiği nimeti Allah elimizden aldı; 1973’te aldı, 1997’de de aldı.

Allah bir nimet verdi mi onun Allah tarafından verildiğini bilip ona göre taviz vermemeliyiz, dolara yani paraya değil Allah’a inanmalıyız.

AK Partili kardeşlerimiz bizimle beraber cihad edenlerdir. İyi insanlardır. İktidara gelmeden önce hep Allah için cihad ediyorlardı. Ne var ki iktidara gelince çağın gerçekleri için cihad yapıyorlar (!) Bizimle olan alakalarını kesip kendi dünyalarına dalıyorlar.

Evet, Allah’ın verdiği nimetleri tağyir ediyorlar.

İşte bu sebepledir ki onlar adına üzülüyorum. Ama benim/bizim yapacağım/ız bir şey yoktur. Allah’ın kaderini değiştirme imkânına sahip değilim/değiliz.

أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ

(EaNGaMaHAv GaLAy QaVMın)

“Bir kavme in’am ettiğini.”

Nimeti tağyir etmez yani nimeti ellerinden almaz demektir.

Burada “bir kavme in’am etmek” if’al bâbından ve “alâ” harficeri ile getirilmiştir. Çift taaddi vardır. Bu nimet Allah’ın kendisinin nimeti olduğu gibi o nimeti başkasının eli ile de vermiş olabilir. Yani sadece kendisinin doğrudan in’am ettiği değil de diğer kimseler eliyle in’am ettiğini tağyir etmez. Yani iradesiyle in’am ettiği veya sünneti ile in’am ettiği demek olur. Nimetin karşılığı verildiği takdirde elinden almaz demektir.

Anayasamızda kıyam mülkiyetinde yeter kira getirdiği takdirde kişinin elinden işyeri alınmaz diyoruz. Dayanağı işte bu âyettir.

حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ

(XatTAy YuĞayYiRUv MAv BiEaNFuSiHiM)

“Nefislerini tağyir etmedikçe...”

Onların nefislerindekileri tağyir ederler, Allah da onlara verilen nimetleri tağyir eder.

Burada “Hattâ” getirilmiştir. Nefisleri tağyir illet değil şart yapılmıştır, mefhumu muhalefeti kabul etmediğimizden dolayı tağyir ettikleri takdirde mutlaka tağyir eder anlamını vermiyoruz.

Bundan dolayıdır ki AK Parti’nin iktidarı devam ediyor.

Yine bundan dolayıdır ki sermayenin hükümranlığı devam ediyor.

Ama kimlerin başına bir bela gelmişse mutlaka kendi yaptıklarının sonucudur.

İslâm âlemi daha ilk yıllarda dünyaya hükmetmeye başlamış, son iki-üç asırdır Batılıların esaretine girmiştir. Allah verdiği nimetleri Müslümanların ellerinden almıştır. Zalim Avrupalılar deyip nutuk çekmeyeceğiz. Biz kendimizde olanları nasıl değiştirdik ki bu zillete düştük, onu düşünmemiz gerekmektedir.

Osmanlılar Batı ile savaşırken, Araplar yani başta bugünkü Suudi Arabistanlılar İngilizler ile bir olup bizimle savaşmışlardır. Türkler de İstiklâl Savaşı’nda dünyayı terk edip kendi ülkelerine çekilmişlerdir, İslâmiyet’i bırakıp Batı uygarlığının kapılarını aşındırmaktadırlar. Bunların dışında tâ Kanuni Sultan Süleyman’dan beri İslâm şeriatının yerini Şeyhülislâmların fetvalarına bırakmışlardır. İçtihat müessesesini yasaklamışlardır. Vakıf kervansarayları çoğaltacaklarına kervansarayları otellere çevirmişlerdir. Medreseleri bırakmış okulları ikame etmişlerdir. Allah’ın emrettiği karz-ı hasen müessesesini kurmamışlar, faizli işler yapmaya başlamışlardır.

Evet, biz nefislerimizi değiştirmediğimiz için Allah nimetleri değiştirdi.

Yeniden nimetlere ulaşabilmemiz için nefislerimizi değiştirmek zorundayız.

Millî Görüşün başaramayışının hikmeti budur. Şeyhlere tapma şekline dönüşmüş tarikatları yaşatmak amacıyla devleti kullanmaya başladık. Başbakanlığa Adil Düzen Çalışanı ilim adamlarını davet etmemiş, kendisine müridi mürtet diyen kendilerini şeyh zannedenleri davet etmiş, bu durum da partinin kapanmasına sebep olmuştur.

Hac zenginlerin seyahat etme aracı olmuş, tüm insanlığın yıllık kongresi unutulmuştur. Kur’an’da bütün insanları davet et dendiği halde,  Hıristiyanları bile Mekke’ye sokmamakta ama onların otellerini Kâbe’nin dibinde yükseltmektedirler.

Oysa bizim siyasetimiz Suudilere karşı olmalıdır. Çünkü mevcudiyetleri meşru değildir. Osmanlı İmparatorluğumuza düşmanlık üzerinde oluşmuştur. İkincisi de anti demokrasi yani anti şeriattırlar. Tebliğimizi yaparız. Hak yola gelirlerse elbette kardeşlerimizdir. Gelmezlerse, onlar bize düşmanlık yapsalar bile biz onlara düşmanlık yapmayız ama Hacca gidip kabul olunmayacak merasimleri icra ile meşgul olmayız.

وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (53)

(Va EanNa elLAvHa SaMIyGun GaLIyMun)

“Allah’ın semi, alîm olması”

Buradaki “Enne” “BiEnne”ye atıftır. Allah muğayyir değildir ve Allah alimdir, semidir. “Enne” harfinin iadesi ile oraya atıfta açıklık vardır. Bundan dolayı “Feinnellahe Azizün Hakim” denmiş, burada “Semiun Alim” denmiştir.

İnsanı düşünelim. Dışarıdan etkiler gelir, algılar gelir, onu algılarız. İki temel algı vardır. Biri doğayı algılamadır. Alim ile olmaktadır. İkinci algılama ise başkalarının düşüncelerini ve isteklerini algılamadır. Biri diyalog içinde algılamadır. Diğeri ise doğrudan bilme şeklinde algılamadır.

Burada algılama anlatılmış. Daha önce aziz ve hakimdir ifadesinde de yapma vardır. İnsan da yapıcıdır. İki türlü yapıcıdır. Biri iradeli varlıklara sözünü geçirmedir. Bu aziz sıfatıdır. Diğeri ise iradeli olsun olmasın herkese sözünü geçirmedir. Bu da hakim sıfatıdır.

Bizim için sem’ ve ilim öncedir, izzet ve hikmet sonradır. Allah için ise izzet ve hikmet öncedir. O bu sıfatıyla yaratmaktadır. Sonra da semi’ ve alimdir. Yarattığını bilmektedir. Tağyir etmez beyanından sonra semi’ ve alimdir diyerek olaylarla ilgilenir demektir.

Sosyal değişimlerin halkı değiştirme ile olacağını açıkça ifade etmektedir.

Biz “Adil Düzen”in gelmesini istiyorsak iktidara talip olmamalıyız. İktidarla düzen değişmez. Biz bu hususu Akevler’i kurarken biliyorduk. Siyaseti iktidarda yeni düzen getireceğiz diye desteklemedik. Siyasetin iki yararı olacaktı. Biri, biz birbirimizi nasıl tanıyacaktık. Dinî bir kuruluş kuramazdık, yasaktı. İlmî kuruluş kuramazdık, tevhid-i tedrisat vardı. Ekonomik kuruluş kurmuş olduk. Ne var ki kooperatifin önemini insanlar bugün bile bilmemektedirler. Türkiye’de ilk halk kooperatifini biz kurduk. Bugün Türkiye’de kooperatifçilik yaygınlaşmıştır ama gaye olarak devletten yardım almak ve kredi almak için kurulmakta, halkı soymak için faaliyet göstermektedirler. Böylece bizi bıktırıp bıraktırmak istemişlerdir. Oysa kooperatifçilik artık kökleşmiştir. Biz sağlam bir kooperatif örneğini verdiğimizde herkes buraya gelecektir.

Siyaset sayesinde kooperatifimiz her tarafta duyuldu.

Siyasetin ikinci faydası da kendimizi savunabilmemizdir. Oyumuz olunca bizi de iktidara ortak ettiler. Bu da bize saldıranları bizden uzak tuttu. Bugün Allah’a bin şükür ki bu duamızı kabul etti. Artık bizi herkes tanıyor. İktidarda olan biziz. Eskisi gibi baskılar yapamamaktadırlar.

Şimdi ortam tamamen halkı değiştirme ile ilgilidir. “Araştırmacı Müçtehit Yetişme Merkezi”ni kurduğumuzda fevc fevc insanlar bize geleceklerdir. Örnek işletmeler verdikçe işletmelerimize katılacaklar. İşçi olarak değil ortak olarak katılacaklar. İşte o zaman kavmimizin kötülükleri değişecek, iyi olacak ve o zaman durumumuz da değişecektir.

Bize gelenler kurtulacak, bize gelmeyenler ise Allah’ın aziz hükmü içinde yok olup gideceklerdir. Yalnız Türkiye’dekiler değil dünyadakiler de böyle olacak. Sermaye sömürüsü sona erecek, sermaye meşru yoldan hizmet ederse, “Adil Düzen”i kabul ederse varlıklarını sürdürecekler ve daha iyi imkânlara ulaşacaklardır. Eğer gelmezlerse âli Firavun gibi helâk olup gideceklerdir.

Bütün söylenenlerden haberdardır, her yapılanı bilmektedir. O’nun takdiri dışında bir şey yapılmamaktadır. Kimse kaderi değiştiremez, O’nun kaderi içinde varlığını sürdürür.

 

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2211 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1724 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1402 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1985 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2191 Okunma
6-11.AYET
1694 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2301 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1924 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1755 Okunma
10-19.AYET
1469 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1541 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1672 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2529 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1557 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1720 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1443 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1373 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1677 Okunma
19-41.AYET
2294 Okunma
20-42.AYET
1812 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2876 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2268 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1668 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1490 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2263 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1533 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1461 Okunma
28-60.AYET
1744 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1760 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3780 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2167 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1801 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1625 Okunma
34-72.AYET
2076 Okunma
35-73.AYET
1532 Okunma
36-74.AYET
1533 Okunma
37-75.AYET
1605 Okunma

© 2024 - Akevler