ADİL DÜZEN 447
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI! BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 23 Şubat 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 447. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İLİM-DİN İLİŞKİSİ VE SERMAYE
III. BİN YIL TÜRKİYE’Sİ
21. yüzyılı "Türkiye" başlatacak...
***
*ÜMRANİYE İŞLETME SEMİNERLERİ-1
“ADİL DÜZEN”DE İŞLETMELER
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ(30) وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوْ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنْ الرِّجَالِ أَوْ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاءِ وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِنْ زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(31)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابِيبِهِنَّ ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(59)
***
KUR’AN VE BAŞÖRTÜSÜ
Kur’an insanlara en ileri nizamı öğretmiştir.
Ne var ki insanlar bunu zor anlamaktadırlar.
Kur’an’a inanan mü’minler bunları iyi anlamalıdırlar. Adil Düzen Çalışanlarıyla diğerlerini bunun için ayırıyoruz. Biz kimseyi tekfir etmiyor, kimsenin cehenneme gitme biletini kesmiyoruz. Biz sadece Kur’an’ı sizler gibi anlamıyoruz. Siz Tanrı’yı sadece Arapların -hem de 1400 sene önceki Arapların- Tanrı’sı olarak kabul ediyorsunuz. Kur’an’daki “Sen” kelimesinin muhatabı olarak “Muhammed” aleyhisselâmı anlıyorsunuz. Kendinizi o döneme götürüyor ve orada yaşamaya çalışıyorsunuz. O hayatta yaşamanızı da sağlayamadığınız için bu sefer günü lâiklik içinde yaşıyorsunuz. Diyarı küfürdeyiz diye vergi kaçırmayı, yalanı, hileyi, sahte doktor raporları almayı meşru sayıyorsunuz. Eğer Kur’an gerçekten sadece Muhammed aleyhisselâma inmişse, sadece o mükellefse, bize ne; o yaptı gitti, biz şimdi kendi başımıza istediğimizi yapalım, lâik olalım demiş oluyorsunuz. Bunun sonucunda siz kâfir değilsiniz ama davranışlarınız küfürdür.
Kur’an bize şimdi nâzil olmaktadır. Allah da şimdi sağdır, başucumuzda hazır ve nazırdır. Kur’an’ın lafızları değişmiyor. Hazreti Muhammed aleyhisselâma ne indiyse, sahabeler ne yazdılar ve ne okudularsa, Kur’an odur. Bir harfi eksiltemeyiz, bir harfi de artıramayız ama, Kur’an’ın manâsı bize şimdi nâzil olmaktadır. Allah bize ilham etmektedir. Bu sebepledir ki biz Adil Düzen Çalışanları Kur’an dışı bir ameli kabul etmiyoruz. Bize göre dünya işi devlet işi ayrı değildir. Her adımımız Allah’ın denetimindedir, biz her adımı Kur’an’a göre atmalıyız.
Tekrar ediyorum; yine bize göre devlet işi ile din işi ayrı değildir. Kur’an ne diyorsa devletimizi ona göre yönetmeliyiz. Bir mü’minin Kur’an’dan bir zerre bile taviz vermesi sözkonusu değildir. Siz Kur’an’ı 1400 sene öncesine hapsettiğinize göre dünya işleri ile din işlerini birbirinden ayırıyorsunuz demektir. Biz devlet işleri ile din işlerini ayırmıyoruz.
Buraya kadar anlattıklarımız Kur’an’a inanan kimseleredir. İnandıkları halde sadece namaz kılmakla, baş örtmekle bu işin hallolunacağını sanan kimseleredir. Başörtüsünü çenenin altından dolandırmak hangi âyete dayanmaktadır. Sadece öğrencilere serbesttir de öğretmenlere yasaktır hükmü hangi âyete dayanmaktadır. Sizin âyetle bir ilginiz yok. Siz, asker ne diyor, AB ne diyor, ABD ne diyor ona bakıyorsunuz. Bakmak zorundasınız. Çünkü siz âyetleri bin senedir hapsettiniz. İçtihat kapısını kapattınız. Şimdi dışarıda klasik felsefe dolaşıyor. Sizin elinizde de onlara karşı koyacak bir aracınız yok. Oysa Kur’an’ı hapsetmeseydiniz şimdi taşlar hapsedilip de köpekler serbestçe dolaşıyor olmazdı.
Bu durumda ne yapacaksınız, ne yapmalısınız?
Bize kulak vermelisiniz. Allah vardır ve bizi görmektedir, bizi duymaktadır, bizimle konuşmaktadır. Bizim aklımıza ne gelirse O getirmektedir. Bize insanlardan biri geldi de bize bir şey söylüyorsa, onu ya Allah göndermiştir ya da şeytan ayartmıştır. O insana kulak vermeliyiz. Şeytandan ise isitaze etmeliyiz. Allah’a sığınmalıyız.
Allah’a nasıl sığınacağız?
Allah’ın dediğini yaparsak şeytanın iğvası bir zarar vermez. Eğer iyi bir şey söylüyorsa onu da ona Allah söyletiyor, kulak vermeliyiz. Benim bu yazdıklarımı okumamazlık edemezsiniz. Çünkü bana ya şeytan söyletiyor ya da Rahman. Şeytan söyletiyorsa, düşman geliyor tedbir al demektir. Rahman söyletiyorsa, ne gibi tedbirler alınması gerektiğini öğretiyor demektir.
Şimdi, siz benim kırk senelik cihat kardeşlerim, size sesleniyorum, size söylüyorum.
Başörtüsü sorununu Kur’an’a göre çözdünüz mü?
Kırk yıllık çilelerimizi şimdi çarçur ediyorsunuz. Kulağınızı Kur’an’a değil, sağdan soldan gelen söylentilere veriyorsunuz. Bin sene önceki uygulamalar sizin için rüya oluyor.
Bülent Arınç, sana söylüyorum: Ben siyasete başladığım zaman sen vardın ve daha öğrenci idin. Şerefle, haysiyetle cihada devam ettin. En yüksek makamlara çıktın. “Başörtüsü bizim namus borcumuzdur” dedin. Sonra ne oldu da dağ fare doğurdu? Yasak olmayanları yasaklar hâline getirdin. Öğrencileri kanunsuz azaptan kanunla kurtarayım derken, öğretmenlere yapılan kanunsuz azabı kanunlaştırdın. Başörtüsünü güya serbest bıraktınız; çarşafı kapattınız! Bu namus borcunu yerine getirmek midir? Şimdi makamından düştün. Yarın milletvekili olamayabilirsin. Ben hiç milletvekili olmadım. Ama öyle zannediyorum ki vazifelerimi daha çok yerine getirdim. Gel, önce başörtüsü sorununu Kur’an’a göre çözelim. Onu önce öğrenelim. Sonra net ve açık olarak ortaya koy; evet, milletvekilliğin bitmeden ortaya koy, partine karşı koy. “Bu anlayışı ya kabul edersiniz ya da ben gidiyorum” dersin. Peşinden gelenler olursa onlar da kurtulurlar, gelmezlerse sen kurtulursun. Sana söylüyorum, senin gibi düşünenlere söylüyorum. Sorunları önce Kur’an’a göre çözün, sonra adım adım o hedefe gidin. Sonuna varamasanız da siz namus borcunuzu yerine getirirsiniz.
Şimdi de dindar olmayan lâiklere hitap ediyorum: Ben lâik bir insanım, ama aynı zamanda Kur’an’ın bir harfi için her zaman canımı vermeye hazırım. Lâikim, çünkü Kur’an “Lâ ikrâhe fi’d-dîn ve leküm dîynüküm veliye dîn” ile bana lâikliği emrediyor. Moda olduğu için değil, Kur’an emrettiği için lâikim. Benin 1969’da başladığım siyasi konuşmalarımda bunların hepsi vardır. Oysa siz lâik olduğunuzu iddia ediyorsunuz ama siz lâik değilsiniz.
a) Lâik olmayan dindarlar vardır.
b) Lâik olan dindarlar vardır.
c) Lâik olmayan dinsizler vardır.
d) Lâik olan dinsizler vardır.
Lâikler ile lâik olmayanlar arasında şu fark vardır.
Lâik olmayanlar dayatmacılardır. Sen de benim gibi olacaksın diyenler vardır. Dindarlar herkesi kendi dinine zorlarlar, dinsizler herkesi dinsizliğe zorlarlar. Gerçek lâikler ise ‘sen senin dininde yaşa, ben de benim dinimde yaşayayım’ derler.
Ben bu yazımda dinsiz lâiklere Kur’an’a göre ne muamele yapılacaktır, onları anlatacağım.
Lâik olmayan dindarlar ile lâik olmayan dinsizlere hitap etmeyeceğim. Çünkü onlar ellerinden gelse biz lâikleri Türkiye’de yaşatmazlar. Bütün samimiyetimle inanarak söylüyorum. Lâik olmayan dinsizler iktidar olsalar belki Türkiye’de yaşamamıza imkan verirler de, lâik olmayan dindarlar iktidarda olsalar, ortaçağ kilise engizisyonundan fazla bize zulüm yaparlar. Size yapmazlar, bize yaparlar. Bunun içindir ki biz lâik dinsizlerle işbirliği yapmak istiyoruz. Lâik olmayan dindarları ve dinsizleri yok etmeyeceğiz. Biz onların bize yapacaklarını onlara yapmayacağız. Elimizden geldiğince onları iktidar etmeyeceğiz. İşte biz bu anlayışladır ki 1970’lerde AP’lilerden önce CHP’lilerle koalisyon yaptık.
Demek ki bu yazımın muhatabı lâik dinarlarla lâik dinsizlerdir.
Lâik olmayanlarla yapacağımız bir şey yoktur.
İster dindar olsunlar, ister dinsiz olsunlar; lâik olmayanlara söylesek de bir yararı yoktur. Onları lâikliğe davet ederiz. Konuları görüşmeyiz. Lâiklerle ise uzlaşma arayışında olmamız gerekir.
Burada bir hususa dikkat etmemiz gerekir. Lâik olmayan dindarlar vardır, ellerinde olsa kadınlarımızı peçe ile gezdireceklerdir. Lâik olmayan dinsizler vardır, ellerinden gelse sokaklara mayo ile çıkaracaklardır. İşte, eğer böyle bir duruma düşmek istemiyorsak, yani lâik olmayanların zulüm ve işkencesine kendimizi ve ülkemizi düşürmek istemiyorsak, gelin biz lâikler uzlaşalım. Nerede uzlaşalım? Adalet çizgisi üzerinde uzlaşalım, eşitlik ve hürlük çizgisi üzerinde uzlaşalım.
Eğer biz bu çizgiyi bulamazsak uzlaşamayız, yahut zulüm üzerinde uzlaşırız.
Bugün AK Parti bunu yapmıştır. Bu da lâik dindarları lâik olmayanlara iter. Yarın biz iktidarda oluruz, bu sefer de lâik dinsizleri lâik olmayan dinsizler iter ve asıl savaş o zaman başlar.
Siz askerler, siz de aklınızı başınıza toplayın, zulüm üzerinde denge kurmaya çalışmayın. Bırakın, bu işlere siz karışmayın; bırakın bunları siviller çözsün. Yoksa yarın lâik olmayan dindarlar iktidar olacaklar. Ülke İran’dan beter olacaktır. Buna dinsizler değil lâik dindarlar bile dayanamayacak ve iç savaş çıkacak. Lâik olmayan dinsizler de iktidar olsa iç savaş çıkar.
Türkiye Devleti’nin yaşaması için lâiklerin uzlaşarak iktidarda olmaları gerekir. Lâik olmayanlara muhalefet bile verilmemelidir. Bunun yegane yolu da ilmin ortaya koyacağı adil çizgiyi bulmak, dindarlarla dinsizlerin bir arada yaşamalarını sağlayan formülleri üretmektir.
Bu ilmî yolu da Kur’an’dan öğrenebiliriz.
Kur’an’a kulak vermezsek, Sabih Kanadoğlu gibi saçmalarız. Anayasa Mahkemesi’ni parlamentonun üstüne çıkarırız. Daha da ileri gider; eskiden kendi zamanındaki anayasa mahkemesi kararlarını üstün görür, şimdiki anayasa mahkemesinden üstün görür, ‘Siz eski kararları değiştiremezsiniz’ der. Şimdi bu akıl hastalığı mesabesindeki saçmalıkları duyarsanız ne yaparsınız? İnanmış bir emekli başsavcı yarın çıkar da ‘Bunlar Kur’an’ın emridir, değiştiremezsiniz’ derse, onu nasıl suçlarsınız? Kanadoğlu, ‘Ben tanrıyım, ben ne dersem onu yapmak zorundasınız’ derse; Baykal da, ‘Öyledir, idam edileceksiniz’ derse, ne yaparsınız? İşte bu sözler ülkeyi iç savaşa götürür.
Askerler işte bunun üzerinde durmalıdırlar, yoksa başörtüsünün üzerinde değil.
Şimdi ben önce siz lâik dindar olmayanlara hitap ediyorum.
1) Biz sizinle masaya eşit şartlar üzerinde oturacağız. Biz de insanız, siz de; biz de bu memleketin yurttaşıyız, siz de. Ne siz bizden üstün olacaksınız, ne de biz sizden üstün olacağız. Bu eşitliği kabul etmeden otursak, lâik olmayanları harekete geçiririz. Siz üstün olursanız dindarlar harekete geçer, biz üstün olursak dindar olmayanlar harekete geçer. Ama eşit şartlarda masaya oturursak onlar bizim yanımızda olurlar. Çünkü karşı taraf olurlarsa bunlar olsun derler. Biz uzlaşırsak kutuplar anlaşamayacakları için bize tâbi olmak zorunda kalırlar.
2) Biz karşılıklı oturduğumuz zaman, siz ve biz inandığımız fikirleri getireceğiz. Siz sizin inandığınız Mustafa Kemal’in, biz de bizim inandığımız Kur’an’ın görüşlerini masaya getireceğiz. Uzlaştıracağız ama üstünlük iddiasında bulunmayacağız. İlmin ve aklın hakemliğini kabul edeceğiz. Biz, Kur’an demiş olsa bile, ilmin ve aklın dediğini yapacağız. Kur’an başı örtün dese bile, eğer ilim ve akıl açmamızı gerektiriyorsa, biz Kur’an’ın hükmünden vazgeçeceğiz, ilmin ve aklın dediğini yapacağız. Ama siz de, Mustafa Kemal kapatın diyorsa, bu inkılap kanunlarına aykırıdır, yapmayız demeyeceksiniz. İlmin ve aklın dediğini kabul edeceksiniz. Böyle yapmaz da şimdilik siz güçlüsünüz, dolayısıyla biz korkumuzdan sizin dediğinizi yapacak olursak, bunun sonucu lâik olmayanların iktidar olmaları demek olacaktır.
Tarihe bir bakalım, hep dindarlar muvaffak olmuşlardır.
a) 1900’larda din aleyhine faaliyete geçildi, din düşmanlığı iktidar oldu. Dindarlar ne yaptılar? Kapalı bulunan içtihat kapısını açtılar. Böylece lâik dindarlığa doğru adım atıldı.
b) 1910’larda ne oldu? İmparatorluk yıkıldı, vatan elden gitti. 1900’larda din, 1910’larda vatan eden gitti. Ne oldu? Dindarlar uyandılar, Kuvvayı Milliye ortaya çıktı. Böylece halk yönetimi geldi.
c) 1920’lerde inkılaplar yapıldı. Dine en büyük darbe o yıllarda vuruldu. Ama ne oldu? Türkiye yüzde 50 azınlıklar yurdu iken, Türkiye yüzde 100 saf Müslümanların yurdu oldu. Azınlıklar bugün yüzde birin altındadırlar. 900 yıllık savaşı ancak 1920’lerde sonuçlandırdık. Kim kazandı? Dindarlar kazandı.
d) 1930’larda isyanlar kanlı şekilde bastırıldı. Ama muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefi konarak Avrupalılaşmaktan vazgeçilmeye başlandı. 200 yıllık batlılaşma hareketi böylece onların yani Avrupalıların üstüne çıkma formülü ile sonuçlandı.
e) 1940’larda Türkiye’ye demokrasi geldi ve dindarların yani halkın yolu açıldı.
f) 1950’lerde Başbakan, ‘Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır’ dedi ve böylece dinsizlik terk edildi.
g) 1960’larda dindarlar örgütler kurdular. Millî Görüş ve Gülenciler bu yıllarda ortaya çıktı. Akevler bu yıllarda kuruldu.
h) 1970’lerde dindarlar iktidara ortak oldular.
i) 1980’lerde Kenan Evren İslâmiyet’i resmi ideoloji hâline getirdi; Kur’an Kurslarını açtı, İmam Hatip Okullarını lise hâline getirdi. Yüksek İslâm Enstitülerini İlâhiyat Fakültesi yaptı. Okullardaki zorunlu din derslerini anayasalaştırdı. Kemalizm’in dinsizlik olmadığını resmen tescil ettirdi.
j) 1990’larda dindarlar koalisyon hükümetleri kurdular.
k) 2000’lerde dindarlar anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular.
l) Evet, Menderes asıldı ama dindarlar güçlendi. Erbakan ev hapsine kondu ama Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
m) O halde yaptığınız her zulüm insanları dindar yapmaktadır. Bizim endişemiz, bu gidişin sonunda lâik olmayan dindarların iktidar olmasıdır. O zaman İran’ı mumla ararız. Çünkü İran iktidarı lâik dindar iktidarıdır. Taliban’ın idaresine döner Türkiye.
Şimdi uzlaşmada ilmin varsayımlarını ortaya koyalım.
1- Bütün insanlar eşittir. Kişiler arasında fark gözetilmez. Sadece yapabildikleri ve yaptıkları şeyler farklıdır. Dolayısıyla karşılıkları da farklıdır. Yani hükümler şu veya bu kişilere göre değildir. Yaptıkları ve yapabildikleri şeylere göre değişik hükümlere tâbi olurlar.
2- Haklarını kullanmayan ve yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin haklarını ve yükümlülüklerini kendilerinin seçtikleri ehliyetli vekilleri yerine getirirler. Seçmeye de ehil değilseler, önce doğal yakınları yerine getirirler, sonra da mekan yakınları yerine getirirler. İktidarın kişiler üzerinde tahakküm yetkisi yoktur.
3- Topluluklar sözleşmelere dayanır. Anlaşabilenler bir araya gelirler ve topluluk kurarlar. İstedikleri gibi yaşarlar. Kişi beğenmediği topluluğu değiştirebilir. Toplulukta istediği kimseyi topluktan dışarı çıkartabilir. Ama ekseriyetle veya başka herhangi bir şekilde kişileri zorlama yoktur. Birlikte yaşayanlar yönetime ve kurallara uyarlar. Uymak istemeyenler ayrılıp giderler. Kimsenin seyahatine ve göçüne mani olunamaz. Bu ilke yerinden yönetimi ve hicret demokrasisini getirmektedir. Kişi, ocak, bucak, il, ülke ve insanlık kendi işlerini kendisi yapar. Merkezi kuruluşlar ancak ortak işlerde söz sahibidirler, iç işlerinde diğerlerine karışamazlar.
4- Oturdukları yerleri değiştirmeden halk ilmî, dinî, meslekî ve siyasî topluluklar kurarlar. Bunlar aralarında uzlaşarak topluluğu oluştururlar. Halk temsili sistemle ve sistem içinde merkezde temsil olunur. Topluluk bu temsilcilerin kararları ile yönetilir.
5- Nihayet, aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözeriz. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; baş hakemi de bu hakemler seçer. Baş hakemin kararı uygulanır. Baş hakeme karşı dava açılabilir. Ama karar değişinceye kadar o uygulanır.
Başörtüsü meselesinde bu varsayımları uygulayalım.
a) Başörtülü yaşayanlar kendi ocaklarını kursunlar, kendi bucaklarını kursunlar. O bucaklarda başörtülüler yaşasın. Baş açmak isteyenler kendi ocaklarını kursunlar, kendi bucaklarını kursunlar, orada başları açık olarak yaşasınlar. Merkez bucaklarda da serbest olsun, isteyen başını açsın, isteyen başını örtsün. Açık olacak üniversiteleri de, hastahaneleri de, diğer kamu yerlerini de böyle çoklu sisteme tabi tutalım. Bazı üniversiteler başörtülü talebe alsın, başörtülü öğretmen istihdam etsin; bazı üniversiteler de başı açık öğrenci alsın, onları başı açıklar okutsun. İsteyen üniversiteler başörtüsünü serbest bıraksın, isteyen örtsün isteyen açsın desin. Öğrencilere üniversitelerini seçme hakkını verelim. Üniversiteye ne kadar öğrenci giderse o üniversiteye bütçeden o kadar tahsisat ayıralım.
b) Yukarıda bahsettiğimiz kural açık demokrasinin olduğu ülkeler için geçerlidir, diğer ülkelerde geçerli değildir. Yani kişiler kişiliklerini gizlerler, sadece tek tip bir düzen olur. Görünürde herkes onu benimsemiş olur. Sovyet tipi hayat budur. Bu lâik olmayanların düzenidir, lâik olmayan dinsizlerin düzenidir. Lâik olmayan dindarların düzeninde ise halk istedikleri gibi yaşayacak ama yönetici kendileri olacaklardır. Lâiklerin iddialarına göre ise her zaman serbestliğe izin verilemez. Tipik bir örnek verelim; hem sağdan hem soldan yürünmez. Bunda ittifak vardır. İhtilaf, sağdan veya soldan yürümededir. Yollarda bunları ayıramayız. Solcular inat etseler ve soldan yürünecek deseler, sağcılar da sağdan yürünecek deseler, bu durumda ne yapılacak, sağdan mı soldan mı yürünecek? Başörtümüze dönelim. Hayır gerekmez, bizim bucağımızda başını açacak diyen, serbest olsun diyen, örtsün diyen çıkar ama anlaşamazlarsa ve göç etmeyi de istemezlerse ne olacak? O zaman hakemlere gideceğiz. Hakemlerin huzurunda tartışacağız. Hakemler ne karar verirlerse ona uyacağız. Uymak istemeyenler orayı bırakıp gideceklerdir. Yani sonunda hakem kararlarına razı olacağız. İşte bunlar lâiklerdir. ‘Hayır, ben hakem makem tanımam!’ diyen varsa, o lâik değildir, bizim ona söyleyebileceğimiz bir şey yoktur. Gücümüz yeterse yenip ağzını tıkarız. Yenemezsek sabrederiz. Bir gün yeneriz. Yüz yıldır bunu yaptık, sabrettik ve hep kazandık. İt ürür kervan yürür. Bizi biraz oyalarlar, o kadar.
Anayasamızda şu maddeleri yazalım.
1- Herkesin kişiliği eşittir. Hak ve yükümlülükler yapılanlara ve yapılabilenlere göre değişir, kişilere göre değişmez.
2- Çalışmada ve yaşamada anlaşabilenler bir araya gelerek ocak ve bucaklarını kurarlar ve oralarda istedikleri gibi yaşarlar. Merkezi kuruluşlar taşra kuruluşlarına karışamazlar. Kimsenin kuruluşları değiştirme hakkına mâni olunamaz.
3- Herkesin ve her kuruluşun hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Herkes başkalarına yaptığının benzerinin kendisine yapılacağını baştan kabul eder. Bu sınırı tarafların seçtiği birer hakem ile hakemlerin seçtiği baş hakemler çizerler.
4- Merkez bucaklar taşra bucaklarının temsilcileridir. Taşralar hükmetmez, taşralar hizmet ederler. Çıkacak ihtilaflarda hakemler son kararı verirler.
Şimdi dindar lâiklerle biraz hasbıhal edelim.
Kur’an bizi vazifelendirmektedir ama başka insanları hükmümüz altına almak için vazifelendirmemekte, sadece onlara güven sağlamamızı emretmektedir.
Beraber yaşadığımız devlette dindar olalım olmayalım iki çeşit vatandaş bulunacak; askere gidip silahlananlar ile askere gitmeyip cizye verenler. Kur’an bize Mekke sûrelerinde; siz devletin işlerine karışmayın, sadece tebliğ ile meşgul olun. Gerçekleri söyleyin. Size zulmederlerse karşı gelmeyin, bekleyin. Bekleyemezseniz hicret edin diyor.
Kur’an’ın ikinci emri ise Medine âyetlerinde yer alır. Şimdi siz iktidarsınız. Adil bir devlet düzeni kurun demektedir. Adil devlet düzeni, yukarıda bahsettiğimiz dört maddeyi içeren düzendir. Şimdi biz iktidarda mıyız değil miyiz, belli değil. Asıl tehlike buradadır. Biz iktidardayız ama biz istediğimizi yapamıyoruz. Hâlâ başı kapalı avukatlık yapamıyoruz. Avukat kamudan hizmet mi alıyor, hizmet mi veriyor? Avukat maaşını devletten alsaydı hizmet veren olurdu. Şimdi ise avukatın parasını devlet vermiyor. O durumda nasıl oluyor da kamu hizmetini vermiş oluyor? O halde sorun çözülmüştür ama çözülmeyecek. Resmi okullarda hizmet veren devlettir. Yürürlüğe giren anayasa ile öğretmenler kamu görevi yapmaktadırlar. O halde başlarını örtemezler. Oysa özel üniversiteler ve okullar kamudan para almıyor. O halde nasıl oluyor da bunlar kamu hizmeti görüyor oluyor? Hastahanelerde de durum budur. Demek özel okul ve hastahanelerde başörtüsü serbest olacaktır. Bunun anlamı nedir? Resmi hastahaneler boşalmış, resmi okullar ve fakülteler öğrencisizlikten boşalmış. Özel sektör tekeli oluşmuş demektir.
Biz Kur’an’a inananlar, Kur’an’ın bize indiğini kabul edenler, peygambersiz ilk uygarlığı kuracak olanlar, Adil Düzen Çalışanları; bizler öncelikle İslâmiyet’i iyi anlamalıyız ve karşı tarafa da iyi anlatmalıyız. Şunu belirtelim ki Kur’an bize iki şey emrediyor.
1) Kur’an’ı okuyup anlayınız ve uygulayınız. Kur’an’ın emirleri dışına çıkmayınız. Kur’an’ı kendiniz yorumlayın ama yorumlarınıza uyun. Başka bâtıl yollar aramayın. Avrupa sokaklarında sürünmeyin.
2) İslâmiyet’i başka insanlara anlatın, onun barış dini olduğunu anlatın. Onlardan istediğimiz sadece barış içinde birbirimizi tanıyarak ve bilerek ama asla karışmayarak yaşamaktır. Mü’minler asla baskı yapmazlar. Tebliğ budur.
3) Sonra kendi ocaklarımızı ve bucaklarımızı kurmalıyız. Orada Adil Düzeni getirmeliyiz. Ekseriyet sisteminde iktidar olmayı düşünmemeliyiz. Ortak bucakları uzlaşarak kurmalıyız.
4) İnsanların sorunlarını çözmeliyiz. Kur’an’ın sorunları çözdüğünü göstermeliyiz.
Şimdi sizlere başörtüsü sorunlarını asıl çözeceğimizi âyetlere sorarak hareket edeceğiz?
a) Fatiha’da “sıratı müstakim hidayet et” diye dua ederiz. Sıratı mustakimi de “in’am ettiklerinin sıratı” diye tarif ediyor. İn’am nedir? İnsanların refah, saadet ve huzur içinde yaşamalarıdır. Mustakim olmayan yollar da gazap edilenlerin yollarıdır, kavgalı ve çekişmeli yollardır. Dâllîn yolu da sefalet ve yoksulluk düzenidir. Bizim yukarıda önerdiğimiz yol ise doğru yoldur.
b) Bakara Sûresi’ne başladığı zaman “Hüden li’l-muttakıyn” diyor, mutakilere yol gösterici diyor. O halde Kur’an korunmak isteyenlere yol gösteriyor, saldıranlara değil.
c) İnsanları müslüman, mü’min, kâfir, münafık olarak ayırdıktan sonra, yerde olanların hepsinin insanlar için olduğu bildiriliyor. Yalnız mü’minlerin değil bütün insanların olduğunu bildiriyor. O halde müstakim sırat tüm insanlara eşit haklar tanımaktır.
d) Kur’an Adem ile Havva’nın cennetten kovulduklarını, yapraklar ile örtündüklerini anlatmaktadır. Size sev’etinizi örtsün diye libası indirdik diyor, sıcaktan ve soğuktan korusun diye gönderdik diyor.
e) Cennetten kovulduktan sonra insanlar yapraklar ile örtünmeye başladılar. Tevrat, önce utanma yoktu diyor, sonra utanma ortaya çıktı deniyor.
f) Tanınmaları için örtünsünler deniyor.
Kur’an’da; çirkinliklerini kapatsınlar, soğuktan sıcaktan korunsunlar, cinsi tahrik yapmasınlar ve tanınsınlar diye elbise gelmiştir.
Örtünme ile ilgili âyetlerde neler emrediliyor?
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ(30) وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوْ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنْ الرِّجَالِ أَوْ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاءِ وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِنْ زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(31)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابِيبِهِنَّ ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(59)
قُلْ (QuL) “Söyle”
Burada “Ey nebi” diye hitap etmekte ve “mü’minlere söyle” denmektedir; doğrudan “Ey mü’minler” denmemektedir, “Ey nâs” da denmemektedir, yahut doğrudan “sen” diye hitap etmemektedir.
“Ey nebi” ve “mü’minlere söyle” dendiğine göre, demek ki bucak yönetimi örtünmeye karışabilmektedir. Şûra ile alınacak kararlarla bucakta yasak olan giyimler tesbit edilir.
لِلْمُؤْمِنِينَ (LiLMüMıNIYNa) “Mü’minlere söyle.”
“Mü’minlere söyle” deniyor, “nâsa söyle” denmiyor. O halde bu emir mü’minler için olup müslimler yani zımmiler için değildir. Oysa zina yasağı bütün insanlar içindir. Çünkü ismi faille gelmiştir. Zani denmiştir.
يَغُضُّوا (YaĞuwWu) “Gadvetsinler.”
“Gadvetsinler” sesi alçaltmak için kullanılır. Dalı ağaçtan aşağıya çekmektir. Gözlerinin içine şehvetle bakmasınlar.
مِنْ أَبْصَارِهِمْ (MiN EBSaRıHıM) “Gözlerinden çeksinler.”
Gözlerinden çeksinler. Bakışmasınlar.
O şehvetle baktığı zaman sen de ona şehvetle bakmayacaksın. Gözlerinden uzak tutsunlar.
وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ (VaYaXFAJu FUvRUCaHuM) “Ve ferclerini muhafaza etsinler.”
Yani flört yapmasınlar. Zina cezası ancak duhul varsa verilir. Diğer hususlar günahtır. Tazir cezaları gerektirir. Kişi bucağını terk edince tazir cezası uygulanmaz.
ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ(30)
(ÜLAıKa EaZKAy LaHuM EınNa elLAHa PaBIyRun Bı MAv YaÖNaGuVNa)
“Bu sizin için ezkadır. Allah amel ettiklerinizden habirdir.”
وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ (VaQuL LıeLMUEMıNAvTı) “Ve mü’mine kadınlara söyle.”
Mü’min erkekleri önce zikretti, mü’min kadınları sonra zikretti. Ayrı ayrı zikretti çünkü ayrı ayrı hükümlere tâbidirler. Kurallı çoğullarla zikretti. Bununla bu tür davranışlar haram kılınmıştır. Bu hususlarda topluluk hâline gelip karşılıklı alenen bakışma ve sevişme yasaklanmıştır. Bu hususa karşı direnen gençler veya kızlar o topluluktan tard edilirler. Sürülürler demektir. Mü’minler için bu tür davranma haram kılınmıştır. Hıtbe ciddi talep olup cinsi tahriklerle yapılması mü’minler için haram kılınmıştır. Mü’min duygu ve düşüncelerini izhar etmez. Hıtbe dışında kendisini korur.
يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ (YaĞWuWNa MiN EaBWAvRıHınNa)
“Basarlarından gaddetsinler.”
Gözlerinden uzak tutsunlar.
Dizden bele kadar örtünme emredilmiştir. Çünkü fercin sınırı buralarda bitmektedir. Ferc dendiği zaman ön ve arka kısım gelir. Muhafazası ancak diz ile beldir. Usulün hükmü budur. Doğal sınırda durmak gerekir. Diz kapakları ile bel dahil değildir. Çünkü sınır sınırlanmış olana dahil değildir. Bu husus kadın erkek için aynıdır.
وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ (Va YaXFaJNa FuRUCaHunNa) “Ferclerini muhafaza etsinler.”
Flört yapmasınlar. Buraya kadar olan kısım kadınlarla erkekler için aynıdır. Farklı bir emir yoktur. Bu husus bütün insanlar için esas alınmıştır.
وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ (Va LAy YuBDIyNa ZıYNaTaHunNa) “Ziynetlerini ibda etmesinler.”
Bu yasak kadınlara getirilmiştir. Mü’min kadınlar ayrıca ziynetlerini göstermeyeceklerdir. Buradaki ziynetten maksat güzelliklerini göstermeyeceklerdir. Ziynet kelimesi mücevherat olarak kullanılmış olabilir ama burada kastedilen güzelliktir. Hakiki manâsıyla almadığımız için altınları göstermek haram olmaz, belki mekruh olur.
Ziynet burada marifedir. Eğer cevher kastedilseydi “ziyneten lehunne” olurdu. Kadınların ziynetleri kendi güzellikleridir. Acaba bu güzellik nedir? İnsanın yüz güzelliğidir. Onu da mı örtecek? Hayır, onu istisna etmiştir.
إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا (EilLAv MAv JaHaRa MiNHAv) “Ondan zahir olanların dışında.”
Burada “elletî” değil de “mâ” getirdiğine göre zahir olanlar topluluklara göre değişmektedir. Kadınlardan istenen örflerine göre başlarını açsınlar. Bu haram değildir. Afrika’da yaşayanlar memelerini bile göstererek yaşıyorlar. Ama biz Türkler farklı giyiniriz. Aslolan örfte açık olanın dışındakini açmamaktır. Mü’min kadın kendi güzelliğini başka erkeklerle paylaşmayacaktır.
Burada bekar veya evli tefrik edilmemiştir. Çünkü o sadece hıtbede olan erkeklerle eşlerine kendi güzelliğini gösterecektir. Şimdi böyle manâ verdiğimiz zaman eğer bir topluluk başlarını açıyorsa, orada örtünme âdeti yoksa, erkeklere müsade edilen kadarı kadınlara da müsade edilmiş olur.
Kur’an’daki bu istisnayı âyetlerle tarif etmek istersek o zaman karşımıza abdest uzuvları çıkar. Abdest uzuvları açık yerlerin yıkanmasıdır. Abdest uzuvları açık olacaktır. Diğer uzuvlar kapanacaktır. Bu takdirde şu hükümler ortaya çıkar.
a) Yüz açık olacaktır. Kulakları örtme o toplulukta âdet değilse kulaklar da açık olacaktır. Baş ise ya tamamen kapanacak, âdet olarak ya bir kısmı açılabilecek ya da tamamen açılabilecektir. Çünkü bunlar ihtilaflıdır.
b) Eller bileklere kadar açık olacaktır. Dirseklere kadar kollar örfe bağlı olacaktır.
c) Ayaklar da topuklara kadar açık olabilir. Örfe bağlıdır.
Yani âyeti iki şekilde anlıyoruz. Ya vücudun diğer uzuvları da örfe göre açılabilir ya da abdest uzuvlarından yüz ve bileklere kadarının dışında olanlar da açılabilir.
Bu hususta kararı bucak şurası verecektir ve bucak başkanı uygulayacaktır. Devletin bunlara müdahale etme yetkisi yoktur.
وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ (Va elYaWRıBNa Bi PuMUvRiHinNA GaLAy CuYuBiHinNa)
“Humurlerini ceyblerine kadar darbetsinler.”
Yaşmaklarını omuzlarına kadar atsınlar deniyor. Başın örtüleceğini ama ne kadar örtüleceğini belirtmiyor. Ama omuzların örtülmesini istemektedir. Bunu örfe bırakmıştır. Başın kapanacağı kısım örfe bırakılmış ama omuzlar, dolayısıyla göğüs ve arka kısmı örfe bırakılmıştır. Ayaklar dize kadar örfe bırakılmış olabilir. Dizler görünmeyecek. Burada şöyle itiraz olabilir. Maksat omuzların kapanmasıdır. Başın örtülmesi sözkonusu değildir. Bu şekilde bir yorum illeti kasırayı kabul etmektir. Şafiilerde geçerli olabilir. Hanefi usulünde geçerli değildir.
وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ (Va LAv YuBDİNa ZIYNaTaHunNa)
“Ziynetlerini göstermesinler.”
Dört kademe örtünmeme vardır.
1) Eşler birbirlerini görürler. Bunun için herhangi bir sınırlama getirilmemiştir. Bununla beraber tuvalet yaparken ve hayızlı iken birbirlerinden uzak durmaları gerekir.
2) Evlenemeyecek durumda (baldızlar hariç, kaynana dahil) olanlar sadece göbekle diz arasındaki yerleri kapatırlar. Diğerleri örfe göre kapatırlar. Bunlara kocalarının yanında değişik gruplar eklenmektedir.
Kadınları deniyor. Kadınların kadınları kimlerdir? Tanıdık kadınlar demektir. Tanıdık olmayan kadınlara görünmeleri haram kılınmış olmaktadır. Bunun hikmeti üzerinde durulmalıdır; kadınlar durmalıdırlar.
Sağ elin mülkü olanlar deniyor. O halde bunlar da ebedi mahremdirler. Bir kadın bir erkeğe malik oldu mu artık onunla evlenemez. Kızının kocası gibidir.
Erkeklerden irbesi olmayan tabiler deniyor. Aynı evde yaşayan hadım edilmiş kimseler demektir. Fuhuş yapanlar hadım edilirler diyoruz. Küçük çocuklar; on yaşından veya yedi yaşından küçük çocuklar. Yabancı da olabilir.
3) Birbirlerini tanıyan kimseler aralarında farklı giyinirler. Bunların evli veya bekar olması, müslim veya mü’min olması hükmü değiştirmemektedir. Çünkü birbirlerini tanımaktadırlar. Böyle topluluklarda dış elbise giymeye gerek yoktur.
4) Yabancılara karşı ise tamamen kapanırlar. Burada kadın dış elbisesini giyinecek, evli olup olmadığı, mü’min olup olmadığı belirlenecek.
إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوْ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنْ الرِّجَالِ أَوْ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاءِ
“Ba’lerine, eblerine, ba’lerinin eblerine, ibnlerine, ba’lerinin ibnlerine, ehlerine, ehlerinin ibnlerine, uhtlerinin ibnlerine, nisalarına, mülklerinin yeminlerine, ricalden irbesiz tabilere, nisanın avretine zahir olmayan tıfıllere ibda edebilirsiniz.”
وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِنْ زِينَتِهِنَّ
“Zinetlerinden ihfa ettiklerini i’lam için ricilleri ile darbetmesinler.”
Buradaki ziynet mücevherat olabilir. Yahut yırtmaçlı etek giyen kadınların görünsün diye adımlarını ona göre atmaları anlamındadır. Bu gıcıklayıcı bir davranış olduğu için yasaklanmış olmaktadır.
وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ
“Ey mü’minler, cem’an Allah’a tevbe ediniz. İffetli hâle geliniz.”
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(31)
“Böylece felaha erersiniz.”
***
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ (YAv EeyYuHanNaBiyYu) “Ey nebi!”
Kur’an’da “Ey nebi” diye hitap edildiği zaman, ilmî dayanışma ortaklığı sorumlusuna hitap etmektedir. Resul olan başkan da bu hitabın içine girmektedir.
İlmî dayanışma ortaklıkları kendi bucakları ile ilgili giyim şeklini, serbestliği ve yasaklığı koyarlar. Mü’minler o yasaklara uyarlar. Müslim ve yabancılar için bir hüküm konmamaktadır.
Bugün nasıl polisler ve askerler resmi kıyafetle dolaşmakta iseler, İslâmiyet’te de mü’min olanlar resmi kıyafet giyerler. Bunu nerden biliyoruz? Evleviyetle biliyoruz. Kadınlar için resmi kıyafet sözkonusu ise erkekler için daha çok olması gerekir.
قُلْ لِأَزْوَاجِكَ (QuL Lı EaZVACıKa) “Zevcelerine söyle.”
Burada memur olan dayanışma ortaklıklarının sorumlularının zevceleridir. Onlar topluluğa örnek olacaklardır. Bugün asker hanımları da böyle disiplinli kıyafetler giyinmektedirler.
وَبَنَاتِكَ (Va BeNATıKa) “Ve kızlarına söyle.”
İlmî dayanışma sorumlularının kızları da tesettürle mükellef kılınmıştır. Onların da statüleri önemlidir. Diğer mü’minlerin kızlarından ayrılmışlardır.
وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ (Va NiSAEi eLMUEMıNIyNa) “Mü’minlerin nisasına da söyle.”
Nebinin eşleri ve kızları ile mü’minlerin eşleri böyle giyinsinler diyor. Mü’minlerin kızlarından bahsetmemektedir. Buradaki setrden murat kadınların evli olup olmadıklarının bilinmesinden dolayıdır. Dayanışma ortaklıklarının sorumlularının kızları ile karıları ve bütün mü’minlerin karıları evli olduklarını gösteren bir kıyafeti giymek durumundadırlar.
Nebilerin kızları evli olmadıkları halde neden onlar da giyinmekle mükelleftirler?
Biz bunu şöyle tahlil ediyoruz. İki türlü nikah vardır.
1) İslâm Nikâhı. Burada kadın kocasına sadıktır. O kadın kocasından boşanmadan başka erkeklerle pazarlık yapmaz. Ben evliyim, kimse bana göz koymasın demiş olur. Mü’minlerin kadınları böyle olmak zorundadırlar. Ayrıca dayanışma sorumlularının kızları da, ben İslâm nikâhı ile beni nikâhlayacak kocaya varırın demektir. Onun için onlar da giyinirler. Bunların kızlarına talip olanlar çok çıkar ve rahatsız olurlar. Bunlar koca bulma kolaylığına sahip oldukları için cilbab giymek durumunda değildirler.
2) Muta Nikâhı. Bu evliliğe muta evliliği denmektedir. Zina yapmamak ve sevişmemek şartı ile böyle nikâhla nikâhlanan kadınlar kendilerine koca arayabilirler. Daha iyi koca bulursam eşimi bırakır ve ona giderim demektir. Bu kıyafeti olanla evlenen erkek de buna razı olmuştur demektir. Bunda bir günah da görülmüyor.
يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابِيبِهِنَّ (YuDNIyNa GLaYHınNa MiN CaLABiBiHinNa)
“Cilbablarından idnan etsinler. Cilbablarını giyinsinler.”
“Cilbab” dış elbisedir. Kadının İslâm nikahı ile evli olup olmadığını gösterir. Böylece tanırlar ve bilirler ki bu evlidir ve ikinci koca aramıyor, görüşme yapmaz.
ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَ (ÜAvLiKa EaDNAv EaN YuGRaFNE Fa LAv YuEÜaYNa)
“Böylece tanınır da eziyet olunmazlar.”
Demek ki bu örtünme şehevi tahrikin değil, tanınmanın sebebi olan örtünme yahut giyinmedir.
Başı açık mantosuz kadına herkes talip olup onunla evlenme görüşmesine girebilir. Nasıl mağazaya koyduğun malı müşteriye satmak zorunda isen, asgari pazarlık yapmak zorunda isen; bu şekilde giyinen kadınla da pazarlık yapma hakkı vardır. Manto giymedikleri halde başlarını örtenler de; ben bekarım ama ben İslâm nikahı ile evlenecek kocaya varırım demiş olur.
وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(59) (Va KAvNa elLAHU ĞaFURan RaXIyMAn)
“Allah gafur ve rahim bulunmaktadır.”
Kıyafetle ilgili âyetler bitmedi. Nûr Sûresi’nin 60’ıncı âyetleri de giyinme ile ilgili hükümleri içerir. Orasını açıp okuyun ve düşünün, yorumlayın.
Bu açıklamadan şunları öğreniyoruz.
a) Kur’an sadece kadınların başörtüsü ile ilgili hüküm koymamıştır, kıyafetle ilgili hükümler getirmiştir. Bir yerde, bir âyette değil, değişik âyetlerle hükümlerini koymuştur.
b) Kur’an’ın koyduğu hükümler mü’minlerin hanımlarına aittir, kızlarına aittir. Müslimler için ise hükümler koymamıştır.
c) Kıyafet yönetmeliğini her bucak kendisi için yapar ve kendi bucağında uygular. Çoklu sistemde okullarda ve mabetlerde kıyafet yönetmeliğini her üniversite ve okul kendisi koyar.
d) Merkez bucaklardaki kıyafet üzerinde düzenleme yargı denetimindedir. Yargı kararı olmayan hususta kişiler için kıyafet serbesttir.
Giyinmeden maksat;
a) Çirkinlikleri kapatmak,
b) Cinsi tahrikte bulunmamak,
c) Sıcak ve soğuktan korunmak,
d) En önemlisi ve belki de başta olanı, tanınmak yani kişinin kendisini topluluğa tanıtmasıdır. Yani mesaj vermek içindir. Dinini ve milliyetini göstermesidir. İnsanları kandırıp yanıltmamasıdır.
Batı her şeyi sahtekarlık üzerine oturttuğu için kişiliğin de gizlenmesini istemektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-447 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-277 İstanbul, 23 Şubat 2008
İLİM-DİN İLİŞKİSİ VE SERMAYE
İnsanda duygu, düşünce, yapma ve anlaşma yetenekleri vardır.
Duygu iyiyi kötüden, düşünce doğruyu yanlıştan, yapma zararlıyı yararlıdan, anlaşma dengeyi ezmekten ayıran melekelerdir. Bunların hiçbirisi kendi başına oluşup var olamazlar, topluluk içinde oluşurlar.
Duygularımızı sanatla, düşüncelerimizi dil ile, yapmalarımızı teknikle, anlaşmalarımızı hukukla yaparız. Topluluğa bunlar aracılığı ile verir, bunlar aracılığı ile alırız.
Duygularda sevgi, düşüncelerde tartışma, yapmalarda çıkar, anlaşmalarda da korku etkinlik aracıdır. Başkalarından korktuğumuz için birleşir ve güçlü oluruz.
Duygular ihtiyaçları belirler ve ne yapılacağına karar verir. Düşünceler bunların nasıl yapılacağına karar verir. Yapmalar ne zaman ve nerede yapacağımıza karar verir. Anlaşmalar ise ortak olarak elde edilen ürünlerin paylaşılmasını düzenler.
Din, duyguların sanat vasıtasıyla içtimaileşmiş müessesesidir.
İlim, düşüncelerimizin dil vasıtasıyla içtimaileşmiş müessesesidir.
Ekonomi, teknik ile yapmaların içtimaileşmiş müessesesidir.
Yönetim, hukukla anlaşmaların içtimaileşmiş müessesesidir.
Böylece topluluk ortak duygu, düşünce, yapma ve anlaşmalarla oluşan insan gibi bir varlıktır. Din ne yapılacağına, ilim nasıl yapılacağına, ekonomi kimin yapacağına, yönetim ise kimin olacağına karar verir. Din sevgiye, ilim tartışmaya, ekonomi çıkara ve yönetim de güce dayanır.
Uygarlık, birbirlerine benzeyen ama aralarında ilişkileri az olan düzenden, birbirlerine benzemeyen ama aralarında işbölümü içinde birbirlerine dayanan ve yardımlaşan düzene geçmedir. Topluluğun birbirine benzer olmaları değil, farklı olmaları birliği ve bölünmez bütünlüğü sağlar. Kişilerin anlaşabilmeleri duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarabilmeleri ve birlikte iş yapabilmeleri için birbirlerini tanımaları ve kimin ne olduğumu bilmeleri gerekir. Bunun için kıyafet serbestliğine ihtiyaç vardır. Yahut kıyafet farklılığına dayanan düzene ihtiyaç vardır.
Topluluğun farklılıklar içinde bir arada yaşamasının sağlanması için gruplaşmalara ihtiyaç vardır. Buna çoklu sistem diyoruz. Bir topluluk içinde değişik din ve mezhepler olacak, halk o din veya mezhepten istediğini seçecektir. Böylece anlaşanlar bir araya gelmiş olacaklardır. Topluluk içinde değişik okullar, ilmi sosyal gruplar olacak kişiler o gruplardan istediklerine katılacaktır. Yine değişik ekonomik gruplar, mesleki dayanışma grupları olacak ve bunlar oralarda faaliyet göstereceklerdir. Çoklu siyasi partiler olacak ve kişiler oralarda dayanışacaklardır.
Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, ihmalden doğan zararları dinî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, kasten iras edilen zararları siyasi dayanışma ortaklıkları tazmin eder; sigortalar. Böylece tüm hayat aidatsız sigortalanmış olur. Her sosyal grup kendi eğitimini yaptırır ve güvenceli diploma verir; yani sigortalanmış diploma verir.
İşte, III. bin yıl uygarlığı bunun üzerinde kurulacaktır.
Başlangıçta insanlığı din adamları yönetiyordu. Sonra siyaset adamları, krallar yönetmeye başladı. Çağımızda ise sermaye yönetiyor. Beşyüz senedir güçlenen sermaye bugün siyaseti, dini ve yönetimi emrine almıştır. Sermaye bu işi başarmak için din ile ilmi birbiriyle çarpıştırmış, dinin gücünü böylece yok etmiş; dinleri de birbirleriyle boğuşturmuş ve tek başına güçlü olmayı başarmıştır. Ne var ki dinler zayıflayıp da devreden çekilince dengeyi rejimler üzerinden kurmaya girişmiştir. Sosyalizm ve kapitalizm çatışması 20. yüzyılı doldurmuştur. Ama son bir asırda işler sermayenin istediği gibi gitmemiştir.
a) İlmin gelişmesi ile dinler ortadan kalkacaktı, ilim dini oluşacaktı. Ama bunun aksi olmuştur. Hak dinlerin iddialarını ilim teker teker ispat etmiş ve dinleri güçlü kılmıştır. Din ile ilim arası şimdi kumaşın iki yüzü gibi olmuştur. Artık çatışma değil dayanışma oluşmuştur. Bu uzlaşma başarısı sayesinde Millî Görüş ile Adil Düzen ortaya çıkmıştır.
b) Dinlerarası savaş da sona ermiş, mağlup olan dinler birleşip dinsizliğe karşı yek vücut olmaya başlamıştır. Artık dinlerarası diyalog zorunlu olmuştur ve sermayenin sömürüsüne son vermektedir. Bu işi de Gülen Cemaati başlatmıştır.
c) Sömürü aracı olarak kullanılan “karşılıksız para” yerine “kaydî para” geçmeye başlamış ve artık ekonomik suni krizlere karşı “halk sermayesi” yerleşmeğe başlamıştır. Bunu da Anadolu holdingleri başarmıştır.
d) Sovyetler kendi kendisini tasfiye etmiş, böylelikle oyunun karşı takımı yok olmuştur. Bugün ABD’ye karşı yeni bir takım ayarlanmaktadır. Sovyetlerle bu başarılamayınca, onların yerine İslam, Çin, Avrupa Birliği, hattâ Hindistan ikame edilmek istenmektedir. Ancak günümüzde sermaye ABD’de olduğu gibi bunlar üzerinde hakimiyetini kuramamıştır. Ayrıca sermayenin ABD üzerindeki hakimiyeti de sarsılmaya başlamıştır. ABD eski başkanı Clinton aleyhine açılan namus davası onun lehine sonuçlanmıştır. Bush iki sefer üst üste mahkeme kararı ile başkan olabilmiştir. Amerikan halkı adım adım sermayenin kontrolünden çıkmaktadır. Demokrat Parti gittikçe güçlenmektedir. Dolar euro ve altın karşısında süratle değer kaybetmektedir.
Kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-447 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-277 İstanbul, 23 Şubat 2008
III. BİN YIL TÜRKİYE’Sİ
Tarihte Sümer/Mezopotamya ve Mısır medeniyetleri ile Ortadoğu tek ekonomik ve sosyal çevre olmuştur. Sonra İbraniler gelmiş, Akdeniz ve Karadeniz’i ekonomik ve sosyal olarak bir iç göl hâline getirmiş, kurdukları uygarlık iç denizler medeniyeti olmuş, Hazar Denizi de bu medeniyet havzasına katılmıştır.
İslâm Medeniyeti sayesinde eski dünyayı oluşturan kıtalar olan Asya, Avrupa ve Afrika tek medeniyet havzası olmuş, tek ekonomik, sosyal ve kültürel çevre hâline gelmiştir.
Batı Uygarlığı Amerika’yı keşfederek, ayrıca ulaşım ve haberleşme ile yeryüzünü tek ekonomik ve sosyal çevre yani tek uygarlık hâline getirmiştir. Batı dünyası bu gelişimini 20. yüzyılda tamamlamıştır. İşte “küreselleşme” veya “globalleşme” denen olgu budur.
Bugün III. bin yıla giderken yeni uygarlığın-yeni medeniyetin yani “III. bin yıl medeniyeti”nin doğuş sancıların çekiyoruz...
III. bin yıl uygarlığı/medeniyeti de kara uygarlığı olacaktır. Yani geleceğin dünyasındaki “deniz kentleri” belki III. bin yılın sonlarına doğru oluşacaktır. Şimdilik denizler -bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da- daha çok seyrüsefer için kullanılacak; ayrıca balık avcılığı gibi küçük çapta ekonomiye katkıda bulunacak, oralardan değişik katı ve sıvı madenler çıkarılacak; ancak kara ile yarışacak durumu belki IV. bin yılında olacak ve oluşacaktır.
Karaların çoğu kuzey yarımkürededir ve kuzey yarımküresinin de yarısında yığılmıştır. Dolayısıyla karalar yeryüzünün dörtte birinde toplanmıştır. Karadeniz, Akdeniz ve Hazar Denizi ile iç denizler oluşmuştur. Hattâ Atlas Okyanusu da bir iç denizi durumuna gelmiştir.
İşte bu karaların merkezinde “Türkiye” bulunmaktadır.
Türkiye yeryüzü kıta çeyreğinin ortasında bulunması dolayısıyla dünyanın merkezinde olan ülke konumundadır. Türkiye Amerika’nın batısı ile Asya’nın doğusunun tam ortasındadır. Türkiye Kuzey Buz Denizi ile Ümit Burnu yani Güney Afrika’nın da tam ortasındadır. Akdeniz ile Karadeniz’i bağlayan boğazlar Türkiye’dedir. Ayrıca Avrupa’yı, hattâ Afrika’yı Asya’ya bağlayan yollar da Türkiye’den geçmektedir.
Türkiye dünyanın coğrafi merkezindedir.
Dünya tek ekonomik ve sosyal çevre olmaya başlayınca, “Türkiye” ister istemez dünyanın baş ülkesi hâline gelmektedir.
Bu durum ve konum Türkiye’ye büyük avantajlar sağladığı gibi; aynı zamanda Türkiye’nin hasımlarını da çoğaltmaktadır.
a) Önce Avrupa Birliği Türkiye’yi kendisine katmak istemektedir.
b) Eski Sovyetler (Rusya) Türkiye’yi kendi parçası hâline getirmek istemektedir.
c) ABD dünya hakimiyetini Türkiye’den götürmek ve sürdürmek istemektedir.
d) İsrail kendi uygarlığını Türkiye’den oluşturma çabasındadır.
e) Çin ve Hint bu oluşumdan hoşlanmıyor; İran’ı destekleyerek Türkiye’nin hakimiyetini önlemeye çalışıyorlar.
Türkiye bu durumdan ancak yeni bir siyasi strateji ile yararlanabilir.
a) Türkiye coğrafi bakımdan büyümeyi durdurmalı, kendi bulunduğu yere razı olmalıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu siyaseti ortaya koymuşlardır. Bu sayede İkinci Cihan Savaşı’na girmedik. Bu bakımdan bizim Avrupa Birliği’ne girmemiz tehlikedir.
b) Türkiye güçlü savunma ordusunu oluşturmalı ve kendi kendisini koruyabilmelidir. Türkiye silahlarını kendisi üretmelidir. Türkiye’nin saldırı ordusu ve silahı olmamalıdır. Türkiye’nin atom bombasına ihtiyacı yoktur. Kimse Türkiye’den korkmamalı ama, gücünden dolayı aynı zamanda hiç kimse Türkiye’ye saldırma cesaretini gösterememelidir.
c) Türkiye dünyadaki bloklardan hiçbirisine katılmamalıdır. AB’den, ABD’den, Rusya’dan, Çin’den ve Hint’ten eşit uzaklıkta ve yakınlıkta olmalıdır. Bu yetmez. Türkiye tam lâik ülke olmalıdır. Dünyanın bütün dinlerinin İstanbul’da siteleri olmalıdır, mabetleri olmalıdır, okulları olmalıdır. Türkiye dünyanın kültür merkezi olmalıdır.
d) Türkiye ekonomik açıdan açık pazar ülke olmalıdır. Gümrükler ve vizeler kalkmalıdır. Türkiye’ye dünyadan her türlü mallar rahatlıkla gelmeli ve gitmelidir. Türkiye’ye herkes gelebilmeli ve gidebilmelidir. Türkiye’de isteyen bir yerden izin almadan çalışabilmelidir.
İşte, Türkiye’nin genel stratejisinde ve siyasetinde bu dört esas hakim olursa; o zaman Türkiye’nin düşmanları azalır, dostları çoğalır ve Türkiye gelecekteki dünyanın yani “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın merkezi olur. Türkiye sorunlarını buna göre çözmelidir.
Türkiye sadece İstanbul üzerinden dünyadaki trafiği taşıyamaz. Bir taraftan İstanbul Boğazı üzerindeki köprüler yetmez olur, diğer taraftan boğazlar tıkanır. Bunun için İzmir’in de devreye sokulması gerekir. Daha sonra İskenderun da devreye girebilir.
İzmir deniz vapurları limanı hâline getirilmeli. Ayrıca İstanbul ve İzmir’den Ankara ve Konya istikametlerine araba trenlerini taşıyan raylar döşenmeli ve İstanbul’un yükü öncelikle İzmir’e aktarılabilmelidir. İzmir Akevler Adil Düzen Çalışanı Harun Özdemir arkadaşımızın bir “İzmir Megakent Projesi” çalışması vardır. Bu proje bu amaçla değerlendirilmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92