ADİL DÜZEN 457
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” S. KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03 Mayıs 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 457. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da Cumartesi günü 18.00–21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI; BUGÜN ALLAH İÇİN YANİ ADİL DÜZEN İÇİN NE YAPTIN? BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*ÜMRANİYE İŞLETME SEMİNERLERİ; 11. SEMİNER
İ Ş L E T M E L E R
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ / YORUMLARI;
SÖMÜRÜYÜ YENMEK; AMA NASIL?
“TAKSİ ŞOFÖRLERİ KOOPERATİFİ”
ÖMER NE ZAMAN ORTAYA ÇIKACAK?
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ(15) الْجَوَارِي الْكُنَّسِ(16) وَاللَّيْلِ إِذَا عَسْعَسَ(17) وَالصُّبْحِ إِذَا تَنَفَّسَ(18) إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ(19) ذِي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ(20) مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ(21) وَمَا صَاحِبُكُمْ بِمَجْنُونٍ(22) وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ(23) وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ(24) وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجِيمٍ(25) فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ(26) إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ(27) لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ أَنْ يَسْتَقِيمَ(28) وَمَا تَشَاءُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ(29)
İnşikak Sûresi’nde de “İzâ”larla başlamakta, ikinci bölüm “Fa La Uksimu” ile geçmektedir. Bu sûre 12 satır, İnşikak Sûresi 11 satır olarak gelmiştir. Bu iki sûrenin anlamlarında benzerlik varsa da, bu sûrede Kur’an’ın indirilişi anlatılmaktadır. O sûrede de Kur’an okununca secde etmezler deniyor. Demek ki bu iki sûre eş sûredir. Kelimeleri ile harfleri karşılaştırılır ve bu iki sûrenin nasıl birbirinden ayrıldığı üzerinde durulur.
Fatiha Sûresi’ndeki bölünme biçiminin bütün Kur’an’daki keşfi üzerinde araştırma böyle yapılır. Misal olarak “İzâ” kelimesini ele alalım. 14 “İzâ” bu sûrede vardır. İki “İzâ” da o sûrede vardır. Toplam 18 eder. İkili sistemi bütünler. Kimyada da sekizli sistem ile bütünlenme vardır.
فَلَا أُقْسِمُ (Fa Lav EuQSiMu)
“Kaseme gerek görmem.” yahut “Kasemi teyit ederim.”
Allah olacakları Kur’an’da haber veriyor; onlar ya oluyor ya da ilim onların olacağını teyit ediyor. Kur’an böylece ilmin bin yıl sonra ulaştığı seviye sayesinde yani ilimlerin doğru bilmesi neticesinde kendisinin İlâhi söz olduğuna şahit tutmaktadır. Kur’an İlâhi söz olmasaydı; dünyanın öküzün boynuzu üzerinde olduğunu, öküz başını sallayınca zelzele olduğunu benimseyen ilkel bir toplulukta bu bilgileri nasıl bilecekti.
“Iksam etmek” taksim etmek anlamındadır. “Kasame” meçhul bir cinayette bölüşerek tazmin etme demektir. İtham olunanlar bir soruşturmaya alınır, kendisi yapmadığını ve yapanı da bilmediğini beyan ederek yemin eder. Ama ortada ölü vardır. Birlikte diyetini bölüşerek öderler. Yemin manâsına olan “kasem” buradan gelir.
Kur’an’da yemin var, kasem var, halef var. Bunların uygulanması ayrı ayrıdır. Yemin eden, aksi çıkarsa tazmin edeceğini beyan eder. Yemin ettiğinde hata hâlinde de sorumludur. Halbuki yemin etmez ise hata hâlinde sorumlu olmadığı gibi kendi kusuru olmaksızın oluşan olumsuzluklardan da sorumlu değildir.
Adil Düzen anayasalarında fıkıh tedvini bu kelimelerin farklılığından oluşturulacaktır. Daha çok çalışmamız gerekmektedir.
بِالْخُنَّسِ (BiLXunNeSi) “Bil hunnes.”
“Hunnes” kelimesi burada geçmektedir. Kur’an’da bir de Nâs Sûresi’nde vesvasin vasfı olarak “hannâs” kelimesi geçmektedir.
“Hunnes” bazen görünüp bazen kaybolan yıldızlara dendiği gibi; görünmeden insanın çevresinde dolaşıp ona vesvese veren kimseye Kur’an “Hannâs” demektedir. Bir cismin etrafında dolanan ve onun çekim kuvvetine tâbi olan cisme “hunnes” denmektedir. Çekirdekleri vardır, elektronları çeker, onlar da onun etrafında dolanırlar.
Dünyanın etrafında ay dolanır. Dünya güneşin etrafında dolanır. Güneş galaksinin merkezinde dolanır. Bunlar dengelerini böyle sağlarlar. Ay yolculuğunda da bir füze gönderilmişti, burası hunnes idi. Bir de içinde içinde künnes var idi, onunla aya inildi.
“Hunnes” yuva, sığınılan yer demektir. Hayvanlar avlanırlar, sonra yuvalarına dönerler. Değişik şekillerde yuvalar vardır. Bir kısmı kamuflaj için kullanılır. Düşman fark etse koruma imkanı yoktur. Ama çalılar arasına öyle saklanır ki düşmanları onu göremez. Bunlara künnes olan hunnes denmektedir. Bir kısmı sağlam hunneslerdir. Bunlara da “sür” denmektedir. Bu yuva seyyar yuva da olabilir. Yani bir yerde durmuyor. Hareketi korunmayı kolaylaştırıyor. “Hunnes” cazibeye kapılmış anlamındadır. Çekirdek pozitiftir. Elektron negatiftir. Dışa doğru nötrdürler. Nötrlenmiş veya nötrleyen anlamına gelmektedir. Kaplumbağanın kabuğuna çekilip gizlenmesi de hanis olmaktır.
الْجَوَارِي (eLCaVAvRı) “Cari olan hunnes.”
“eL-Cevariy” sonunda “ya” ile yazılıp okunması gerekirken “ya”sız yazılmıştır. O zaman eğer kesre ile okursak civar olur. Komşu demektir. Hem komşu hem de akan anlamına gelebilir.
Gezegenler ve elektronlar hem komşudurlar hem de hareket etmektedirler. Güneş dünyayı çekmese, ay dünyayı çekmese kaybolup gider. Ama komşu kalabilmesi için onu komşu olarak tutan bir güç olması gerekir. O da çekim gücüdür. Yeri güneş çeker, ayı yer çeker, güneşi galaksi merkezi çeker, bunlar da dönmek suretiyle dengede kalırlar.
Newton’un matematikleştirdiği kural burada açık bir şekilde ifade edilmektedir.
اْلكُنَّسِ (eLKunNaSi) “Çardak”
Hayvanlar kendilerini kamufle etmek için dallar arasına girip saklanıp gizlenirler. İnsanlar da dallardan benzer çardaklar yapar ve saklanırlar. Hanusun vasfını saymaktadır. Cereyan eden hanustur, kamuflaj hanusudur.
Gezegenler güneşin arkasında kaldıkları zaman görünmezler. Ay da bazen parlak görünür, bazen kaybolur. Atomlar için izah daha başka türlü yapılabilir. Işık parçacıkları madde parçacıklarına düştükleri zaman kaybolurlar. Sadece maddi parçacığın hızını artırırlar. Daha uzaklaşarak dönmeye başlarlar. Ama parçacığın hızı azalırsa ışık parçacığı ondan kopar. Mesela yeşil ışık kırmızı bir cismin üzerine düştüğü zaman parçacık yer değiştirir ve kendine özgü rengi görürüz. Yani bize dışarıdan gelen renk değil de cismin kendi rengi gelir. Kırmızı cama tuttuğunuz zaman da ışık kırmızı olarak çıkar. Tayflarda ise yutulur. Yani kırmızı renk siyah çıkar.
Tefsirciler künnes üzerinde çok durmuşlar.
Fikir olsun diye Alusi’den aktarma yapalım. Hanis, hayvanların ağaç yapraklarından yaptıkları yuvalardır. Yıldızlar da gece görünür, gündüz kaybolurlar. Yahut kimi gece görünür, kimi gece görünmezler. Yahut beş gezegendir. Geri dönüş yaparlar. Ay ve güneşle beraber yedi seyyaredir. Bugün bunlara yenileri eklendi Vusta, Ozonu, Blas ve Soros. Herkul de denir, müneccimlerin adıdır. Bunların hepsi doğrudur. Genel ifade de olabilir. Örnek de olabilir. Kıyasla genele gidilir. Künnes o zaman hunnesin bedeli olur. Cereyan eden hunnes, yani künnes anlamı çıkar.
Sonuç olarak, gezegenlerin ve elektronların künnes olduğu ifade edilmiş oluyor. Gelecekte yuvalar oralarda kurulacak, oralarda oturulacak, hidrojeni toplamak üzere uzaya açılınacaktır.
وَاللَّيْلِ إِذَا عَسْعَسَ (Va elLaYLı EiZAv GaSGASa)
“Leyl as’as ettiği zaman.”
“Leyl” gece demek olduğu gibi aynı zamanda madde demektir.
“Assetmek” kuşları yuvaya kışkışlamak, yani tavuk veya ördek gibi hayvanları sürmek demektir. Kışkışlamak diyoruz, “kuş” kelimesi de buradan gelir.
Leyli gece olarak aldığımızda, akşam üstü bütün kuşlar veya canlılar yuvalarına çekilirler. Gece onlar kışkışlanmış, artık gelin denmiş olur. Bu manâsıyla leylin canlılar için bir yuvaya dönüş olduğu ifade edilmiş olur. Madde olarak yaptığımızda, madde ışığı kendine çektiği gibi birbirlerini de çekerler. Onlarda çekim kuvveti vardır. Madde diğer maddeleri çektiğinde yahut madde ışığı yutunca anlamına gelmiş olur. Yani ışık üzerine konar ve parçacığın hızı artar.
Burada maddenin ışığı as’aslamasını matematik olarak şöyle ifade edebiliriz.
Işık hızı ile parçacık çarpar, onda kalır, ikisi birden harekete devam ederler.
Mo*C^2+M1*V1^2=(M1+Mo)^V2 Çarpışma formülü
Mo=1/2 dM V2-V1 =dV ise dM/M= * dV/ (C^2-V^2)= 2 VdV/(V1+V2)/2
M=Mo/(1-v^2/c^2)^.2 bulunur. Bu da bizi izafiyet nazariyesine götürür.
Einstein fiziği bu formüle dayanmaktadır. Madde ışığı kışkışladığı zaman.
وَالصُّبْحِ إِذَا تَنَفَّسَ (Va ElÖuBXı EiÜAv TaNafFaSa)
“Subh teneffüs ettiği zaman.”
Kur’an’da “leyl” karşılığı “nehar” kullanılmaktadır. İki yerde de “subh” kullanılmaktadır. Kur’an’ın her kelimesi ancak bir doktora tezi ile biraz aydınlanabilir.
Sabah ile nehar arasındaki fark nedir?
Sabah gecenin ilk aydınlığıdır. Atmosferdeki elektrik tabakasına güneş ışığı çarpınca sabah olmuş olur. Fecr var, sabah var, subh var. Subhu da sabah aydınlığı şeklinde anlayabiliriz. O takdirde sabah olunca canlılar uyanırlar. Horoz zamanında öter. Kuşlar harekete geçer. Yapraklar uykudan çıkar. İnsanların çoğu da uyanır. Bu hareket teneffüs etme anlamında kullanılır. Türkçede de ‘dur biraz nefes alayım’ deriz, ‘teneffüse çıkma’ deriz. Neden? Çünkü sınıfın havası derste kirlenir, havalanması için dışarı çıkılır.
“Nefs” kişinin kendisi demektir. Kişi bilinçlendiği zaman. Uykuda insan vardır ama bilinci yerinde değildir. Uyanınca bilinci yerine gelir. Sabah da canlının tüm varlığı kendine gelir ve faaliyete geçer. Yani tavukların kafes kapıları açılır ve hayata çıkarlar. Kışkışlamanın karşılığı da salıverme demek olur. Nefes verme anlamındadır.
Gece üretim yapılmaz, tüketim yapılır. Oysa gündüz bitkiler üretim yaparlar, dışarıya oksijen salarlar. Bizde nefes almak oksijen almak demektir. Bitkilerde ise oksijen vermek teneffüs etmektir. Eğer subhtan murat elektrikse, teneffüs etmesi demek ışığa dönüşmesi ve mekanik güce dönüşmesi demek olur. As’asta depolama, teneffüste ise dönüşme vardır.
Canlının olsun makinenin olsun iki ana işi vardır, dönüştürme ve depolama. Güneş enerjisini, ışık enerjisini önce kimyasal enerjiye dönüştürür, şeker yapar, sonra onu böylece depolamış olur. Sonra da onu yakar, yani teneffüs eder, diğer enerjiye dönüştürür ve kullanır. Böylece de bu canlı hayattaki özümlemeyi ve sonra yakmayı içeren oluşuma işaret etmektedir. Bizim otomobilimiz de buna benzer bir iş yapar.
إِنَّهُ (EinNaHu) “O”
Arapçada bir zamir ancak daha önce geçmiş ise geçebilir. Mesela, “Ahmet dün geldi, onu bugün gördüm” cümlesi doğrudur. “O dün geldi, bugün Ahmet’i gördüm” cümlesi doğru değildir. Çünkü Ahmet’ten daha sonra bahsediliyor.
Bu sûreye baktığımızda kavl ile ilgili bir kelime geçmemiştir. Sahifeler ise çoğuldur. “O” zamiri ise tekildir. Bununla beraber dişi kelimelerin çoğullarına erkek zamir gidebilir. Suhuf, sahifelerin çoğulu olduğu için o kerim resulün sözleridir manâsında olabilir. Ne var ki orada bahsedilen suhuf âhiretteki sahifelerdir. Bununla beraber o sahifeler bu dünyadaki sahifeler de olabilir mi diye düşünülmelidir. Bu manâyı vermek mümkün değildir. O halde buradaki zamir nereye racidir?
“Hu” ve “Ha” zamirleri zamiri şan denen bir kullanış şeklinde vardır. Bu zamir değildir. Dikkat manâsındadır. “Tenbih hâsı”nın işaretidir. “Dikkat, şimdi size bir cümle söylüyorum” manâsında olabilir. Bu “ha” “haza”daki “ha” gibi bir “ha”dır. Buna göre “La” harfi ile başlayan cümle söylenmiş olur. Mübtedaya “La” harfi getirilmiş olur. Bu sefer de mübtedaya haber bulamıyoruz. O halde “Hu” zamiri mahzuf olan Kur’an kelimesine gidecektir. Bu hazf nerede takdir edilecektir? “Mâ hadarat” takdir edebiliriz. “Mâ hadarat min ahkâmi’l-Kur’an” takdir edebiliriz. Yani âhirette bizler sual olunacağız. Size Kur’an baliğ olduğuna göre ne yaptık, ne hizmet verdikse onu bileceğiz. Allah bize burada haber veriyor; Kur’an üzerinde çalışın, onu âhirette bileceksiniz, hazırladığınızı bileceksiniz diyor.
O halde ne hazırladık?
a) Kur’an’ın mealini hazırladık, istidlâl ettik.
b) Kur’an’ın mealini yazılı hâle getirip tashih ettik.
c) O çalışmaları hafta içinde gözden geçirip internette yayınladık.
d) Sonra onları çoğaltarak veya duyurarak insanlardan katılmalarını istedik.
e) Onu okuduk, tartıştık, değerlendirdik; toplantılar yaptık, yapmaya devam ediyoruz...
İşte hazırladıklarınız diyor.
Daha neler yapmalıyız?
Bu yazılarımızı Arapçaya çevirmeliyiz. Arapça çalışmalarımız sayesinde öyle günler gelecek ki, bu çevriyi kolayca yapacaksınız. İşte hedefiniz bu olmalıdır. Ondan sonra da diğer dilleri konuşanlar Arapçadan kendi dillerine çevireceklerdir.
Bu mekanizma kurulduktan sonra örgütleneceğiz. Bin dilli on bin ailenin yaşadığı “Diller Sitesi” kurmalıyız. Diller sitesinde herkes kendi dilindeki çalışmaları Arapçaya çevirecek. Biz de Arapçadan diğer dillerde yazılanları Türkçeye çevirip düşünmeye başlamalıyız. Her kavim Kur’an’ı Arapçadan öğrenecek ama Türkçe düşünecek.
Demek ki III. bin yıl uygarlığının yapacağı pek çok işi vardır demektir. IV. bin yıla giderken artık bu sorunlar aşılmış olmalıdır.
Her dilden bilgisayar tarafından Arapçaya çevrilmelidir. Sonra Arapçadan dilimize çevirmeliyiz. Diller üzerinde çalışma yapmamız gerekiyor.
Kur’an indiği zaman, yüz veya iki yüz sene sonra usul ilminin doğacağını söyleyen olsaydı, insanlar bir şey anlamazlardı. “İnne aleyna beyanehu” derken bugün bile anlamıyoruz. Söylediklerimizi o zaman gelen insanlar hep göreceklerdir. Allah’ın nuru her yere ulaşacaktır.
İşte buradaki zamir “uhdiret”teki Kur’an’a gidiyor, hazf olmuş Kur’an’a gidiyor. İşte belagat budur. Öyle cümle söylüyor ki, onun Kur’an olduğunu anlıyorsun. O zaman bir hazf vardır diyorsun. Nerde hazf uygundur diye araştırıyorsun. “Uhdiret”i buluyordun. Sonra ona göre yeni manâlar çıkıyor ve bizim ne yapmamız gerektiğini anlıyoruz.
Buradaki zamirin Kur’an’a raci olduğunda icma vardır. Biz biraz kaçamak yol aradık ama bulamadık ve teslim olduk. Hazfı takdir ettik. Yeni manâlar ortaya çıktı. Demek ki icmalara uymak gerekir.
لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ (La QaVLu RaSUvLin KaRIyMin)
“Kerim olan resulün bir kavlidir.”
“Kerim” güzel, iyi manâsına geldiği gibi, “iyilik eden” anlamına da gelir.
“Resul kerimdir” ne demektir? Resulün getirdiği hükümlerdir, Kur’an’dır.
Kur’an Cebrail’in bir işine yaramaz. Allah da onunla insanlardan bir şey almak istemiyor. Kur’an insanlara kendileri için gelmiştir. Kur’an insanlardan kendilerinin iyiliği dışında bir şey istememektedir.
Kur’an insanlardan ne istiyor? Okuyun diyor. Bunun kime faydası var? Okuyana. Şimdi üniversitelere gidip para vererek okuyorlar. İnsanlar okumanın kıymetini öğrendiler. İşte Kur’an bize bunu emrediyor. Bir kötülük yapmak zorunda kalmışsan iyilik yap da onu gider deniyor. Bunda Cebrail’in ne yararı vardır? Zarar vermişsen, zarara katlanarak kendini düzelt deniyor. Zararlı işleri yapma. İçki içme, kumar oynama, zararlı yiyecekleri yeme diyor. Zina yapma, evlen, savaş esirlerini vatandaş hâline getir. Emeğini boşa harcama. Sözleşmelere uy. Barış içinde yaşa. Barışı güvenceye al. Anlaşamıyorsanız ayrılın, birbirinizin işlerine karışmayın. Hakem kararlarına uymayanlarla savaşın. Toplantılara katıl, ortak fona katkıda bulun, seyahatler yap, iradeni eğit. Hırsızı cezalandırın, zaniyi cezalandırın. Kısasla adalet kurulsun, afla diyete dönüşebilsin, Yönetime saygı göster, hakem kararlarına uy, çalışamayanlara hakkını ver. Mirasla aileyi yaşat.
Şimdi bunların hepsi insan için, insanın kendi iyiliği içindir. İşte bu sebeple kerimdir, resuldür. Ama aslında kerim olan Allah’tır. O sadece görevlidir. Kerim aynı zamanda kendisine ikram edilen anlamına da gelir.
Nekre gelmiştir. Resul nekredir. Çünkü başka resuller vardır.
Kerim olması da nekredir. Onun sözüdür.
Burada üzerinde asıl duracağımız konu; bu sözler resul sözü müdür, yoksa Allah’ın sözü müdür? Tarihte bu konuda uzun çatışmalar, hattâ savaşlar olmuştur. Kimi Kur’an Allah’ın sözüdür ve mahluk değildir demişlerdir. Böylece bizim okuduğumuz sesleri de yaratılmamıştır şeklinde anlamaya çalıştılar. Kimi de Kur’an da mahluktur demişlerdir. Sonra müçtehitler ara çözüm bulmuşlardır. Allah’ın kelamı olan Kur’an mahluk değildir. Allah’ın ezeli ilmidir, sıfatıdır. Ama bizim okuduğumuz sesler ve yazılar mahluktur demişlerdir. Bu doğru tesbiti Kur’an burada daha da derinleştiriyor. Allah’ın kelamı olan Kur’an mahluk değildir. Ama Cebrail’in bize getirdiği Kur’an ise mahluktur.
Peki, Cebrail ne yapmıştır? Allah’ın kelamı olan, mahluk olmayan Kur’an’ı o nasıl mahluk hâline getirmiştir? Kur’an’ı Arapçaya tercüme etmiştir. O halde bizim Arapça okuduğumuz Kur’an Cebrail’in kavlidir. Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı Arapçaya çevirmiştir. Tercümeyi Allah’a arz etmiş, O da tasdik etmiştir. Böylece Kur’an Allah’ın kelamıdır. Ama sözleri Arapçadır ve mütercimlerin dili ile gelmiştir. Allah’ın kelamında müteşabihler yoktur. Ama Arapça olan söz ve yazılarda müteşabih vardır.
ذِي قُوَّةٍ (ÜIy QuvVaTin) “Kuvvet sahibidir.”
“Kuvvet” “kavi” kelimesinden gelir. Kuvvet, maddenin hızını artıran veya azaltan etkinin adıdır.
Cibril’in kuvvet sahibi olduğu ifade edilmiştir. Cibril gökten helikopterle gelmiştir. Hazreti Muhammed ile indirilen kabin içinde konuşmuştur. Cebrail melek değil midir? O halde onun helikoptere ihtiyacı var mıdır? Kuş gibi uçamaz mı?
Helikopterle uçak arasındaki fark buradadır. Helikopter havada bir yerde durabilir. Oysa uçak duramaz, dursa düşer. Ne var ki helikopterin havada durabilmesi için onu durduran bir kuvvete ihtiyaç vardır. Ancak dönen pervaneler onu havada tutar. Kur’an buna işaret etmektedir.
Ayrıca kuvvet askeri birlik anlamına gelir. Kur’an’ı Allah’ın kelamından Arapçaya tercüme ettiklerinde ona birçok melekler yardım etti. Böylece bu tercüme edildi. Yorumu da 1400 senedir yapılmaktadır. Kuvvet sahipleri yapmaktadır. Böylece ortaya çıkmaktadır.
عِنْدَ ذِي عَرْشِ (GıNDa ÜIy eLGaRŞı) “Arşın indinde.”
“Zî arş” zarftır. Zarf kendinden öncekinin de sonrakinin de hâli olur. Arş sahibinin indinde kuvvetlidir yani sonunda O’nun onayını almıştır. Allah bu görevi ona verince onu ifa edecek gücü de vermiş, yani kadro vermiş, kadroya ehliyet vermiştir.
Cebrail Kur’an’ı Allah’a okuyup da onayı aldıktan sonra, gerekli görüldüğü zaman, Allah ona emir verdiği zaman, git bunu Muhammed’e oku demiştir. Hazreti Muhammed’e gelen Cebrail onu okumuş, Hazreti Muhammed de onu duymuştur. Kendisi yazmayı bilmiyordu. Ama yazan arkadaşları vardı. Kemik, tahta, deri, kâğıt gibi ne bulurlarsa onlara yazıyorlardı. Hangi âyetten veya sûreden sonra gelecekse onun üzerine yeni gelen âyeti ayrıca yazıyorlardı. Böylece âyetlerin yerleri belirleniyordu.
Mekke’de böyle tutulmuştur. Kur’an parçalarını kişiler saklıyorlardı. Diğer sahabeler onu çoğaltıp başkalarına veriyorlardı. Medine’ye gelince bunlar raflara kondu ve Suffa Ashabına öğretildi. Zamanla Kur’an oluşmaya başladı. Her bir sûrenin, âyetin ve kelimenin yeri yani sırası tamamen nâzil olduğu tarihte belirlendi. “İzâ hasede”nin altına “Kul” yazılmıştır. Ondan sonra Nâs Sûresi yazılmıştır. Buradan Nâs Sûresi’nin son sûre olduğunu biliyoruz. Çünkü onun alt satırından sonra bir şey yazılmamıştır.
Sonra Hazreti Ebubekir zamanında Mushaf hâline getirilmiştir. Hazreti Osman zamanında tamamen hafızların icması ve kâtiplerin ittifakı ile Kur’an kitap hâline getirilmiştir. Demek ki elçilere ne görev verilmişse o yerine gelmiştir.
Şimdi de biz yazıyoruz. Allah bize de bilgisayarı verdi, bilgisayar programı verdi. Dolayısıyla biz de bir elçi olarak yani babalarımızdan ve atalarımızdan aldığımız Kur’an’ı çocuklarımıza intikal ettirirken gerekli kuvvet sahibi olmalıyız. Bu sebepledir ki resul kelimesi nekre gelmiştir. “Zî arşin” demesinin sebebi, bunun Cebrail olduğunu ifade etmesi içindir.
مَكِينٍ (MaKİyNin) “Mekan tutmuş”
“Mekîn” resulün sıfatı olabilir, yahut kavlin sıfatı olabilir. Eğer resulün sıfatı olarak alırsak; melekler arş sahibi Allah’ın huzurunda, O’nun karargâhında, O’nun bürosunda bu işi yaptılar demektir. Allah, Kur’an’ın Allah kelamından Arapçaya meleklerin kelamına çevrilmesi görevini veren melekleri kendi özel denetimi içine almıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın lafzı da Allah’tandır.
Mahluk olması başka, Allah’ın sözleri olmaması başkadır. Evet, tercüme Cebrail’e aittir ama Allah da o tercümeyi onaylamıştır.
“Mekîn” kelimesi Kur’an’ın sıfatı ise o zaman “Kâne” kökünden gelir. Sağlam bir şekilde oluşmuştur anlamındadır. Arşının yanında oluşmuştur anlamına gelmiş olur.
İşte Kur’an’ın ifadelerinde böyle iki, üç veya daha fazla anlamlar bir ifadede birleşir ve hepsi doğru olur.
مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ (MuOAGın ÇamMa EMIyNın)
“Orada emin olarak itaat edilenin kavlidir.”
“Muta’” kendisine itaat edilen anlamındadır. Kur’an’ı tercüme ederken birçok yardımcı melekler de ona itaat etmekte idi. Birlikte çalışıyorlardı. Kur’an Allah’ın kelamından Arapça diline tercüme edilirken birçok melek yardımcı olarak çalışıyordu.
Bu bize çalışma usûlünü öğretiyor. Biz de Kur’an tefsiri ve Kur’an üzerinde çalışırken grup hâlinde çalışmalıyız. İşbölümü yapmalı ve herkes bir şey çözmelidir. Âyetleri bölüşebiliriz. Cümleleri bölüşebiliriz. Herkes bir kelime alıp inceleyebilir, bir izafeti alıp inceleyebilir. Arapçanın iskeleti öğrenildikten sonra herkes Kur’an’dan bir şey alıp ömrünün sonuna kadar onu incelemelidir.
Mesela, reyhan diye bir çiçek vardır. Kur’an’da bu kelime geçmektedir. O bitki hakkında bilgi toplayıp özellikleri ortaya konmalıdır. Bununla ilgili deneyler, saksıda veya serada yetiştirme onun için olmalıdır.
Burada meleklerin başka çalışma şeklini de öğreniyoruz. Bugün biliyoruz ki, her bitki veya hayvan DNA’ların çiftlerinden oluşmaktadır. Bunların diziliş sırası canlıyı oluşturmaktadır. Bu yazılacak programla ilgilidir. Nitekim bugün insan DNA’lar zinciri kâğıtta çözülmüştür. Bunu yazan melekler grubu var, onlar yazmışlardır. Diğer hayvanların DNA programlarından yararlanmışlardır. Sonunda model çalışmaları ile insanı oluşturmuşlardır. Allah’ın meleklere sorması onun üzerinde çalışmalarını istemesi sebebiyledir. Şeytan da bozmaya çalışmıştır. Bitkiler de böyle oluşmuştur.
Şimdi bazıları melek var mıdır, hayaldir diyorlar. Yeraltı kazıları yaptığımızda, orada bir düzgün duvar gördüğümüzde, bunu insanlar yaptı diyoruz. Çin Seddi’nin kendiliğinden oluştuğunu her halde kimse söylemez. Oysa Çin Seddi’nde kullanılan taş sayısı, bir DNA’da kullanılan molekül sayısından çok azdır. Kaldı ki bunların dizilişi ise Çin Seddi’ne asla benzemez. Çok çok daha fazla özellikleri haizdir. Peki, bunları kim dizdi? İşte onları dizene bizi melek diyoruz. Allah ise o melekleri var eden ve onlara o bilgiyi öğreten kimsedir. Melekler de bizler gibi çalışan ve emir komuta içinde iş yapan kimselerdir. Onların bizde olduğu gibi tembellik ve üşenme yoktur.
“Semme” veya “Sümme” okunmaktadır. Sonra güvenlik altında tebliğ etmiştir anlamında olur. Yahut sonra güvenlik anlamındadır. Buradaki “emin” ise; ne tercümesinde, ne naklinde, ne de yorumlanmasında bir hata yoktur demektir. Yani tercümeyi melekler yaptılar ama yaptıkları Allah tarafından denetlenmiştir. Kur’an’ı fukaha yorumlamaktadır ama Allah tarafından denetlenmektedir. Bize kadar gelen şekliyle güvence içindedir.
Uygarlıklar yaşlandıkça Kur’an’dan uzaklaşıp uydurma hadislerin ve şeyhlerin ilhamlarının peşinde koşacaklar ama Kur’an’ı manâsıyla olsa da tahrif edemeyeceklerdir.
وَمَا صَاحِبُكُمْ بِمَجْنُونٍ (Va MAv ÖAXıBuKuM Bi MaCNUNın)
“Sahibiniz mecnun değildir.”
Kur’an’ın melekler tarafından hazırlanıp Hazreti Muhammed’e intikalinden sonra, bu sefer aracı olan resulden söz etmektedir.
“Mecnun” cinlenmiş yani delilenmiş anlamına gelir. İnsana vesvese veren cinlerden olan şeytandır. Melekler vahiy yaparken onlar da vesvese vermektedirler. Kur’an onların vesvesesi olmadığını ifade etmektedir. Onlara mecnun demek gizlenmiş demektir. Cebrail bize görünmediği halde, Hazreti Muhammed görünmüştür, aranızdadır. Bizim gibi bir beşerdir. Ama bizim söyleyemediğimizi söylemiştir.
“Sahib” arkadaş demektir. “Sahife” ile akrabadır. Katladığımız kâğıdın iki yanı sahifedir. İki kişi böyle birbirine yakınsa ona “sahabe” denmektedir. Sahabelerde eşitlik vardır. Kur’an’ı bize öğretenler de bizim sahabelerimizdir. Peygamberin arkadaşlarına “ashab” denmektedir. Müçtehitlere de “ashab” denmektedir.
Bu âyet o ifadenin meşruluğunu göstermektedir. Demek ki Kur’an dediğimiz zaman onu değişik aşamalarda anlamamız gerekmektedir.
a) Allah’ın sıfatı olarak O’nun kelamıdır. Mahluk değildir. Arapça da değildir.
b) Melekler Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı tercüme etmişler, Arapça Kur’an olmuştur. Lafzı mahluktur ama manâsı mahluk değildir. Mahluk olmakla beraber canlıların mucize olması gibi o da mucizedir.
c) Kur’an, aramızda bizim gibi yaşamış bir insan tarafından hiçbir değişikliğe uğratmadan Cebrail’den aldığı gibi bize intikal ettirilmiştir.
d) Arkadaşları ve ondan sonra gelenler onu kitap hâlinde toplamışlardır. Beyan ilimleri de onu beyan etmektedir. Biz de şimdi o beyanı yapmaktayız. Bizim yaptığımız açıklamalarımızda hata vardır. O bizim kusurumuzdur. Doğrular vardır, o da Allah’ın biz insanlara bildirdiği doğrulardır. Kesin doğrular icma ile sabit olur. İçtihatlar zanni doğrulardır. İlmî bir değeri yoktur. Ama amel olarak onu içtihat edeni ve o müçtehide uyanı bağlar. Onunla amel etmekle yükümlüdür. Hatadan sorumlu değildir, amel etmemekten sorumludur. Bu hususta fukaha arasında icma vardır.
وَلَقَدْ رَآهُ (VaLaQaD RaEAyHUv) “Onu re’yetmiştir.”
Arkadaşınız yani Muhammed onu yani kerim olan resulü/ Cebrail’i görmüştür. Yani bu iş sadece ilhamla gerçekleşmemiştir. Kur’an Arapça kitap hâline gelince ve zamanı da gelince artık insanlığa ulaştırılması emri gelmiştir. Cebrail helikopterle yeryüzüne gelmiş ve kabinden inerek onunla sohbet etmiştir. Hazreti Muhammed de onu açıkça görmüştür. İşte şimdi sizin elinizde bulunan bu kitap böyle okunmuştur.
Bu söylenenlere inanmak zordur. İnsana masal gibi gelmektedir. Ne var ki elde mahsul var, kitap var; 1400 senedir söylediklerini denetlediğimiz bir kitap var; bizim benzerini meydana getiremeyeceğimiz bir kitap var. O halde Hazreti Muhammed aleyhisselâm bunu nasıl öğrendi? Başka cevabı olmayınca bu sözü doğru kabul etmek zorundayız.
1400 yıldır mü’minler bu sözlere tereddüt etmeden inanmaktadırlar. Eğer bahçemizdeki çiçekler ve bitkiler olmasaydı, karıncalar yuvalarına ot parçaları taşımasaydı, meleklerin varlığından şüphe edebilirdik. Ama ne yapalım ki her adım bizi onlara inandırmaktadır.
O, onu gözleri ile görmüştür.
بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ (Bi eLEuFuQı eLMubIyNı) “Mübin ufukta onu görmüştür.”
“Mübîn” beyan eden, aralayan demektir.
Kısmen aydınlanan ufukta görmüştür.
Karanlık bir gece ve sisli bir hava düşünün. Eğer uzaktan bir uçak veya helikopter geliyorsa, önce onun ışığını ufukta görürsünüz. Ufuk aydınlanır ve aydınlatır. Sonra kendisi ortaya çıkar. İşte, Hazreti Muhammed aleyhisselâm ufku seyrederken ufukta bir aydınlık belirmiş, sonra bir araç ortaya çıkmıştır. Bunu gözleri ile görmüştür. “Bi” harfi ile söylemesi, ufkun belli yerinde görülmeye başlamıştır demektir.
Burada ufkun mübîn yani aydınlatıcı olduğu belirtiliyor.
Sabahleyin ufuk ağarır. Bize gelen ışık güneşin ışığıdır ama güneş ışığından farklıdır. Güneşin ışığını alır, siyah cisim gibi onu emer. Sonra onu kullanarak kendisi ışık üretir. Bize gelen ufkun ürettiği ışıktır, güneşin ışığı değildir. Onun için mübîn aydınlatıcı ufukta göründü diyor.
وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ (Va MAv HuVa GaLaY eLĞaYBi Bi WaNIyNın)
“O gayb üzerinde danîn değildir.”
Buradaki zamir re’yeden, gören kimseye yani Hazreti Muhammed aleyhisselâma gitmektedir. Orada onu gözleri ile görmüştür. Görmeden tahminlerde bulunmamıştır.
“WNN” (DaNaNe) kökü “JNN” (ZaNaNe) kökünden gelir. Çok az suyu olan kuyu demektir. Su var mı yok mu, tahmin edilemez durumda, yahut ne kadar su var, bilinmez demektir. “Zanîn” şeklinde de kıraat vardır. “WNN” kökü zannetme, tahmin etme manâsında kullanıldığı gibi; cimri olmak, suyu az olmak manâsında da kullanılır.
İnsanlar yağmurun yağacağını tahmin ederler. Doğru da çıkabilir, yanlış da. Dolayısıyla tahminde gaipten haber vermek olduğu için kesin bilgi değildir. Halbuki gaybî değil de şuhudî olanlar kesin görünenlerdir.
Şimdi burada “danîn” demek tahmini demektir. Öyle olması gerekir gibi değildir, bir görünüp kaybolan değildir. Ufoyu gören gibi değildir. “Hüve” zamiri görünene de gidebilir. O zaman o ufo değildir anlamı çıkar.
“Gayb” şuhudun karşılığıdır. “Garb” kelimesi ile yakınlığı vardır. Görünmeyen demektir. Bazı şeyleri göremezsiniz, geçmişte olmuştur veya gelecekte olacaktır. Yahut görmeye gücünüz yetmez, uzaktadır veya küçüktür. Fakat onlar hakkında bilgi edinirsiniz. Onların hepsi zannidir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı perde arkasından duymadı; gözle gördü ve kulakla işitti.
Burada birçok tartışmalı sorunlar vardır. Yazılı mektup gayb mıdır? Bilgisayara yüklenmiş bir manzara gayb mıdır, yoksa şuhud mudur? Hakimlerin mektupla hüküm vermeleri yeterli midir? Şahitlerin yazılı olarak şehadet etmeleri yeterli midir?
Birçok fıkhi meseleler ortaya çıkar. Amelde caiz olsa da ilimde caiz değildir. Kabul ediyoruz. Kitapta yazılanlar tahkik edilmedikçe kıymeti yoktur. Ama tahkik edenler kavilleri ile ikrar ederlerse o bizim için de tahkiktir. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te bir karar yazıldığında değil, yazılanın ilgili tarafından okunması hâlinde hüküm ifade eder. Cuma günü imamın hutbede okumasından itibaren kanun geçerli olmuş olur. Canlı yayın da yeterli değildir. Ancak eğer canlı yayının yanında diğerleri de varsa, o zaman herkes için hüküm ifade eder.
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجِيمٍ (VaMAv HuVa BıQaVLı ŞaYOANın elRaCIyMın)
“O recim şeytanın kavli de değildir.”
Yukarıdaki “Mâ Huve”deki “Huve” zamirinin “Sahibiniz resule gönderdiğimizde” onun zanni olmadığını ifade etmiş oluyoruz. Ama buradaki “Mâ Huve” zamiri kerim resulün kavline gittiğinde sarahat vardır. O halde yukarıdaki zamiri de kavle gönderebiliriz. Danin olmayan Kur’an olur. Yani Kur’an böyle görenlerin tahminlerinden ibaret değil, açık bir şekilde görünen ifadelerdir. Yani Kur’an’da bir tereddüt ve yanlışlık sözkonusu değildir. Her görünen doğru görülmüş olmayabilir. Kur’an’ı biz de doğru anlamamış olabiliriz ama o anlaşılmayacak bir durumda değildir.
“Şeytan” iki kuyruklu yılan demektir. Sinsidir. Düşmanını ağzı ile oyalar, kuyruğu ile sokar. Şeytan da önce karşına çıkar ve seninle tartışmaya başlar. Sonra sen farkında olmadan seni başka bir yerinden zehirler. Bazen dost olarak görünür. Sana daha iyisini göstererek iyisini bıraktırır, bazen saldırır ama seni oraya çekmek için saldırır, boşalttığın cepheyi vurur ve seni zehirler. Kur’an önce ne senin dostun ne de hasmın olur. Gerçekleri sana söyler. Kabul etmezsen kendisi saldırmaz. Kuyruğu ile zehirlemez. Sen onun söylediklerinden yararlanmadığın için kendin düşersin.
Biz AK Parti’yi Kur’an’la uyardık. Bu anayasa ile devam edemezsiniz; gelin anayasayı değiştirelim dedik. Dinlemediler. Ama AK Parti’ye Kur’an ehli hiçbir zarar vermedi. Başkaları onları soktu. Şimdi de tedbir aldırmıyor. Onu gaflette iken kapatacaktır. AK Parti göründüğü kadarıyla dörde bölünmüştür. Savunmada bile anlaşamıyorlar.
İşte onların aradıkları çözümler şeytanın sözleridir. Her biri bir taraftan oyalıyor, beklemediği yerden vurulacaklardır. Nitekim vuruldular da.
“Racîm” kovulmuş demektir. Racîm, dışlanmış demektir. Mel’un da dışlanmış demektir. Racimde dışarıya atma vardır. La’nde sosyal ilişkilerde dışlanmışlık vardır. Bir kız çocuğu çöle atmak recm olarak ifade edilir. Şeytan da mü’minler tarafından dışlanmıştır. Artık onun mü’minler içinde hiçbir yeri yoktur. Kur’an terk edilmeyecek, kıyamete kadar insanların dinî ve ilmî kitapları olmaya devam edecektir. Oysa tarihteki bütün şirk kitapları terk edilmiştir. Onların müntesipleri hiçbir zaman olmamıştır.
فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ (Fa EaYNa TaÜHaBUvNa) “Nereye zihab ediyorsunuz?”
“Fa” harfini getirerek ‘öyleyse nereye gidiyorsunuz’ diye soruyor; nereye, nereye, kime, kime gidiyorsunuz? Kâinatı Allah yarattı, onun doğal ve sosyal kanunlarını O koydu. Onu anlayıp uygulamanız için size öğretici ve açıklayıcı Kur’an’ı gönderdi. Bu Muhammedilerin kitabı değildir, bu bir kişinin uydurması değildir. Bu görevli meleklerce Allah’ın kelamının tercümesidir. Siz nereye kaçıyorsunuz? Lâikliği niçin tahrif ediyorsunuz? Batıda lâiklik çıkarken şunlar için çıkmıştır.
a) Din rahiplerin elinde idi. İncil’i yorumlamak onlara ait imtiyazdı. Onlar da İncil’i sömürülmüş halk için değil, sömüren derebeyleri ile papazların lehine yorumluyorlardı. İşte lâiklik dinin serbest olduğu resmi yorumun yerine, herkesin kendi yorumu ile dindar olması gerektiğini ileri sürdü.
b) Din adamları İslâmiyet’ten geldi diye müsbet ilme karşı çıkmışlar ve bâtıl inançları dinileştirmişlerdi. Lâiklik, diğer ilim, ekonomi ve siyasetin hurafelerden ayıklanması hareketidir. Oysa Kur’an’ın kendisi de hurafelere karşı savaş açan bir kitaptır.
c) Kilise dinî mahkemeler kurmuş ve dinî cezalar veriyor, insanları öldürüyordu. Oysa Kur’an ‘dinde zorlama yoktur’ diyor, yani sizin lâiklik dediğiniz şeyi Kur’an kendisi bir numaralı ilke yapmıştır.
d) Lâiklik, insanlar arasında hukukta ve kamuda fark tanınmamasıdır. Kur’an da bunu söylüyor.
O halde işte size lâik bir kitap, lâik bir düzen bulunmuş oluyor.
Nereye gidiyorsunuz? Nereye kaçıyorsunuz?
İşte sizin aradığınız ve arzuladığınız bunlar değil midir? Şimdi ne oluyor da yüzlerinizi çevirip gidiyor ve Kur’an’a saldırıyorsunuz?
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ (EiN HUVa EilLAv ÜiKRun LieLGAvLaMIyNa)
“O sadece âlemler için zikirdir.”
Kur’an bir zümrenin, bir sınıfın, bir kavmin, bir dinin değil, tüm insanlığın zikridir. Herkes ondan yararlanacaktır. Kur’an’ın resmi yorumcusu yoktur, resmi müellifi de yoktur. Telif eden Allah, tercüme eden de Cebrail’dir. Örnek uygulamasını Hazreti Muhammed yapmış, onun anlaşılmasını da ilim adamları yapmışlardır. Onlar da Allah rızası için yapmışlar, kimseden maaş almamışlardır. O halde neden yararlanmıyorsunuz? Neden üzerinde düşünmüyorsunuz? Neden onunla sorunlarınızı çözmüyorsunuz?
Buradaki “âlemler” bütün topluluklar demektir. Kurallı erkek çoğulu olduğu için toplulukları ifade eder. Harfi tarif de onun bütün toplulukları içerdiğini ifade eder. Yani Kur’an bütün devletlere ve milletlere hatırlatmadan ibarettir. Lâik anlayışı içindedir. Hiçbir topluluğa zor kullanmamaktadır. Onun orduları, bankaları, topları, silahları yoktur. Size sadece hatırlatma yapmaktadır. Yani bildiğiniz şeyleri söylemektedir; sizin anlayamadığınız, bilemediğiniz şeyleri söylemektedir. Neden yararlanmıyor da kaçıyorsunuz? Size zor kullanan mı var? Hayır! Sadece bir elçi olarak bu kitabı sizlere tanıtıyoruz.
لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ أَنْ يَسْتَقِيمَ (LiMan ŞAvEa MiNKuM EaN YaSTaQIyMa)
“Sizden istikamet almak isteyenlere zikirdir.”
Bakara Sûresi’nin başında “hüden lilmüttekîn/ muttakilere hidayettir” demişti. Burada “istikamet almak isteyenlere zikirdir” diyor. Yani eğer yeryüzünde demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni tesis etmek istiyorlarsa, onlara hatırlatmalar yapmaktadır.
Demek siz kaçıyorsunuz, dinlemek istemiyorsunuz. Çünkü gayeniz kötülük yapmak. Başkalarına zarar vermek için kaçıyorsunuz. Onun için kulak vermiyorsunuz. Bu yaptığınız başka bir şeyle izah edilemez.
Burada şaşılacak şey, istikamet almak isteyen Müslim cemaatleri de, Hıristiyan ve Yahudi âlimleri de kaçıyor. Adil Düzen Çalışanları olarak birkaç kişiden ibaret kaldık. Biz kaçmıyoruz. Kur’an, bir evden fazla hicret eden bulamadık diyor. Demek ki biz de birkaç evden ibaretiz. Demek ki endişe edeceğimiz bir şey yoktur.
Kur’an olanları olduğu gibi anlatmaktadır.
وَمَا تَشَاءُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ(29)
(Va MA TaŞAEuNa EilLAv Ein YaŞAe elLAHu RabBU eLGAvLAMIyNa)
“Âlemlerin Rabbi meşiet etmedikçe siz meşiet edemezsiniz.”
Bir proje yaparsınız, orada her şeyi ölçümlendirirsiniz. İnşaatçı alır, onu uygular ve bir yapı veya makine ortaya çıkar. Burada uygulayıcıya bir seçenek bırakılmamıştır. Başka bir usulde ise yine proje yaparsınız ve bir kısmını kesin olarak ölçümlendirirsiniz, kalanını inşaatçıya bırakırsınız. O orada istediği gibi çizer. Mesela arsada inşaatın oturacağı kısmı tesbit edersiniz ve toplam imar yüksekliğini verirsiniz. İçteki bölmeleri ve kat yüksekliklerini mimara bırakırsınız. Demek ki burada imarcı ile inşaatçı arasında ortaklaşa yetki vardır. Kimini imarcı, kimini de inşaatçı belirlemektedir. Bir üçüncü çözüm ise seçenekli çözümdür. Kat yüksekliği 2.70’ten az olmaz. Odanın bir kenarı iki metreden az olmaz. Merdiven basamakları arası şunlar arasında olmalıdır dersiniz.
Hâsılı, imarcı her şeyi düşünmüş ve yerleştirmiştir ama inşaatçıya seçenekler tanımıştır. İşte bu tür projelere seçenekli proje diyoruz.
Tek tip proje, ortaklaşa proje ve seçenekli proje.
Tarihte hep şu sorulmuştur: Allah ile insan arasında ne tür ilişki vardır?
Tek tür İlâhi proje var, insanın iradesi yok diyenler vardır. Bunlara “cebriyeciler” denir. İnsan da Allah’la beraber bazı sahalarda kendisi proje yapabilir, karar alabilir diyenler vardır. Bunlara “iştirakçiler” denir. Üçüncü bir mezhep vardır ki ehli sünnetin mezhebidir. İnsan kader içinde muhayyerdir; yani planlamanın, projenin içinde insana tanınan cüz’i irade kadar muhayyerdir. Onunla sorumludur. Bunlara da “kaderciler” denmektedir.
Bu âyet bize kadercilerin haklılığını ifade etmektedir. Allah dilemedikçe, aynı kaderde, aynı planlamada olmadıkça siz dileyemezsiniz, yani bir şey yapamazsınız demektir.
Burada bu âyetin getirilmesi ile makroda kader çizilmiştir. Oraya varılacaktır. Dolayısıyla Allah nurunu tamamlayacak, emin bir şekilde Kur’an’ın sözleri tahakkuk edecektir. Ama burada belli olmayan mikrodaki detaylardır. Önce bunlar hangi sıra ile ve ne zaman gerçekleşecektir? Bu bilinmemektedir. Bunları kimler yapacaktır? Bu da bilinmemektedir. Bunlara kimler mâni olacaktır? Bunlar bilinmemektedir.
İşte burada da insanların yetkisine girmekte, insanlar kendi görevlerini seçmektedirler. Kur’an’ı kabul edip onun dediklerinin hakim olması için çalışanlar, yani demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeninin gelmesini isteyenlerle, buna karşı olanlar arasında oluşan iki hizipten kimin nereye katılacağı kaderde yoktur. Kişi kendi kaderini kendisi çizer. İstediği cephede yer alır.
Bir de bunlar arasında müzebzibinler vardır; ne onlardan ne de bunlardandırlar. Bunlar için Allah’ın takdir ettiği ceza; bu dünyada rezil olmak, âhirette de en şedit azaba uğramaktır.
İşte bu şekilde, Kur’an’a karşı çıkıp uzaklaşanlar ile Kur’an’a sahip olup “Adil Düzen”i getirenler arasında kıyamete kadar sürecek cidal olacaktır. İnsanlar da bu iki cepheden birine katılmak zorunda kalacaklardır. Kur’an tarafı olanlar cennete, Kur’an tarafı olmayanlar cehenneme gideceklerdir. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni için çalışanlar cennete; aksine totaliter, fanatik, tekelci ve sömürücü bir baskılı düzen kuranlar ise cehenneme gideceklerdir.
Bu vesileyle bir kere daha hatırlatalım ki, demokratik düzen demek şeriat düzenidir; lâik düzen demek İslâm düzenidir; liberal düzen demek adil düzendir; sosyal düzen demek hak düzenidir; hukuk düzeni demek ahkâm düzeni yani kurallar düzenidir demektir.
İnsanlığın bugün düştüğü karmaşa ve savaş cehaletten gelmektedir.
Kur’an’ı veya diğer mukaddes kitapları kabul edenler, kitaplarını okumuyor ve ilmî şekilde yorumlamıyorlar. Hurafeleri din olarak takdim ediyorlar. Bu durumda Kur’an’a ve diğer İlâhi kitaplara karşı olanlar da bunları okumuyor, o cahil veya istismarcıların yanlış tanıtımı ile İslâmiyet’i anlıyor, sonra kısmen de haklı olarak saldırıyorlar.
Oysa yapılacak iş bellidir; Kur’an’ı ve diğer mukaddes kitapları okuyup doğru ve ilmî yorumları ile halka arz etmek gerekmektedir. Belki yine kabul etmeyecekler, belki yine çatışma ve savaş olacaktır. Büyük ihtimal bu kitapların yanında olanlar galip geleceklerdir. Ama onlar bu kitapları okumadıkları ve yorumlamadıkları için serap peşinde koşmuş olacaklardır. İktidarda olacaklar ama hiçbir şey yapamayacaklardır…
İşte bundan dolayı Adil Düzen Çalışanları başka her şeyi bırakıp sadece “Adil Düzen” üzerinde çalışmalıdırlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-457 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-287 İstanbul, 03 Mayıs 2008
SÖMÜRÜYÜ YENMEK; AMA NASIL?
“TAKSİ ŞOFÖRLERİ KOOPERATİFİ”
Şunu baştan belirtmemiz gerekir ki, biz ne Yahudiliğe ne de Hıristiyanlığa, hattâ ne de doğunun furkan dinlerine karşıyız. Onların peygamberleri bizim de peygamberlerimizdir ve biz peygamberler arasında fark gözetmeyiz. Biz İsrail oğullarına da karşı değiliz. İsrail oğulları seçilmiş kavimdir; Mezopotamya’daki Nuh kavmini ve ondan sonra gelen kavimlerin ardından dünyayı aydınlatan kavimdir. Bugünkü uygarlığa ulaşmamızda onların payları çok büyüktür. Biz bugünkü sermayeye karşı değiliz. Uygarlık, sermaye birikimine dayanılarak bugünkü hâle gelmiştir. Nitekim bugün benim bilgisayardaki yazmam da o sermaye birikimi sayesinde olmuştur. Bu uygarlığın oluşmasında uygarlığı başlatan Müslümanlar, batıya nakleden Yahudiler, çalışarak bugünkü hâle getiren de Avrupalı Hıristiyanlar olmuştur. Bunların hepsi Allah’ın insanlığa lütfüdür; O’na hamd etmeliyiz. Âhiretteki mükâfat ise kişilerin kendi amellerine bağlıdır. Onun hesabını yalnız Allah’a verirler.
Bizim karşı olduğumuz fitnedir; yani insanlar arasına fitne düşürerek çatıştırma ve bundan yararlanarak siyasi çıkarlar sağlamadır. İşte biz buna karşıyız. Irak’la İran yıllarca savaştırıldı. Dindarlarla dinsizler asırlardır savaştırılıyor. Bugün de Türkiye ile İran’ın birbirini vurması için oyunlar oynanıyor. AK Parti’yi kapatma davası budur. Bülent Arınç ikinci sırada yer almışsa tezkeredeki rolünden dolayıdır.
Bizim karşı olduğumuz sermaye değil, sermayenin sömürmesidir, tekelleşmesidir. İlmi, dini ve siyaseti hakimiyetine alıp insanlığı laiklikten uzaklaştırmasıdır. Dinlerin ve mezheplerin arasına fitne sokup onları boğuşturmasıdır.
*
İşte “Adil Düzen”in “halk ekonomisi sitemi” tekeli önleyen, büyük sermayenin yanında küçük ve orta ölçekli sermayeye de yaşama hakkı tanıyan bir sistemdir. “Adil Düzen” bunu sadece temenniler ve sloganlar olarak ortaya koymaz, bunun mekanizmalarını kurar.
Bir örnek verelim.
Bugün İstanbul’da onbinlere varan taksiler çalışmaktadır. Bunların şoförleri günde on-onbeş saat çalışmaktadırlar. Ama evlerine gittiğiniz zaman evleri kiradır. Akşam evin ihtiyacı olan nevaleyi zor alıp getirebilmektedir. Çünkü çalıştığının çoğunu patronuna vermektedir. Karın tokluğuna ve bazen can tehlikesi pahasına on beş saat çalışmaktadır.
Patronu da büyük zengin değildir. Taksileri alıp taksit ödeyebilmekte, hatları almakta, taksilerin bakımını yapmakta, ayrıca yüzde ellilere varan vergisini ödemektedir. O da eğer tekel oluşturmamışsa borçludur. Elinde büyük para dönmekte ama basit bir krizde borçlarını ve faizlerini ödeyemediği için iflas etmektedir.
Basit bir şekilde ifade edecek olursak, hangi meslek veya sektöre bakarsak bakalım, her adım attığımızda sömürü sermayesinin hizmetindeyiz. Bu sorunu devletler veya hükümetler çözemez, çünkü taksiye bindiğim zaman devlet veya hükümet benim yanımda değildir. Ama böyle sorun/lar vardır ve bunlar çözülmelidir.
O halde bu sorunu nasıl çözeceğiz?
1- Oto hat ortaklığı/kooperatifi kurulmalıdır. Hatları olanlar hatları ile kooperatife dahil olmalıdırlar. Tüm taksilerdeki ücretlerden hat payı almalı ve hat sahiplerine kira vermeliyiz. Kooperatif her hat için bir bedel belirleyecek. Hattını satmak isteyenin hattını alacak, hat almak isteyene de hattı satacaktır. Hattı almak isteyenler çoğalırsa hat bedeli yükseltilecek, hat satmak istiyorlarsa hat bedelleri düşürülecektir. Öyle ki, bir iki hat daima boş kalsın veya mutlaka o hatta bir iki hat çalışsın.
2- Oto taksi ortaklığı kurulmalıdır. Hatlarda arabasını çalıştırmak isteyenler kooperatife bu arabaları ortak olarak koymalıdırlar. Arabaları kooperatif takdir edip alacaktır. Bakım kooperatife ait olacak, yakıt kooperatife ait olacak. Taksi kirası oto sahibine pay olarak verilecek. Kendi taksisi kilometre yapmasa da gelen oto ücret paylarından ücret verilecektir.
3- Taksi şoförleri ortaklığı/kooperatifi kurulmalıdır. Kooperatifin taksi durak yerleri olacak, taksi şoförünün durduğu yerde geçirdiği zamandan dolayı da payı olacak, müşterilerden gelen paradan ayrıca payını alacaktır. Telefon açıp bulunduğu yeri bildiren müşteriyi en yakın yerden taksiye bilgisayar bildirecektir; ayrıca gideceği adresin en kısa yolunu da bilgisayar bildirecektir.
4 - Taksi bakım ve yakıt ortaklığı/kooperatifi kurulacak, taksilerin ikmalini o ortaklık ödeyecek, bakımını da o ortaklık yapacaktır.
Bu ortaklıkta/kooperatifte en önemli sorun paylaşma ve yüzdelerin tesbitidir.
1- Şoförün ücret payı ile taksinin kira payları arasındaki oran nasıl tesbit edilecektir? Elimizde daha çok taksi var, şoför azsa, çalışmayan taksilere de kira payı verilecek. Ücret artırılacak, kira payı azaltılacaktır.
2- Hat sayısı taksiye veya şoföre göre çoksa hat payı düşürülecek, azsa yükseltilecektir.
3- Hat bekleme yerine gelen birinci taksi bir bekleme payı alırsa, ikinci gelen yarım, üçüncü gelen üçte bir bekleme payı alacaktır. Müşteri bir numaralı taksiye biner. Sıra yükselir. Böylece hat bekleme yerlerinde daima en az taksi bulunacak bir düzen oluşur.
4- Hat fiyatı ise sıraya göre tesbit edilir. Her satandan satın alınır. Almak isteyene de verilir. Ama artık hatlar değil, taksi durma yerleri satılmış olur.
İşte bu sistemde parası olanlar sermayelerini koyabilirler. Kooperatif bunları işletir. Çalışmak isteyenler de her zaman şoförlük yapabilirler.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-457 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-287 İstanbul, 03 Mayıs 2008
ÖMER NE ZAMAN ORTAYA ÇIKACAK?
Dünyada savaş vardır. Bu savaş bundan 500 yıl önce başlamıştır. Avrupa tarım döneminde kentleşme öncesi hayat yaşarken, Haçlı Seferleri sırasında İslâm âlemi ile ticari ilişkilere girmiş ve tarım derebeyleri yanında kentlerde esnaf beyleri doğmaya başlamıştır. Hor görülen ve dışlanan Yahudiler ticareti iyi bildikleri için kentlerdeki esnaf beyliklerini kurmaya başlamışlardır. O zamandan beri Avrupa’da derebeyleri ile esnaf beyleri arasında savaş vardır ve bu mücadele hâlen devam etmektedir.
Derebeyleri halkın desteklediği beyler idi. Kilise onlarla işbirliği hâlinde idi. Esnaf beylerinin toprak beylerini yenebilmesi için kilisenin gücünü yok etmek gerekmekteydi. Çünkü derebeyleri arasında birliği onlar sağlıyordu. Eğer kilise yok edilirse derebeyleri de kendiliğinden yok olacaktı.
Sermaye (sömürü sermayesi) bunu çok ustalıkla başardı. İslâmiyet’in getirdiği müsbet ilmin sanayiye uygulanması ile batıdaki savaşı kazanıp Hıristiyanlığı kiliseye hapsetti. Yaşlanmış İslâm âlemini de batının sanayisi ile yenerek zaferini ilan etti. 20. yüzyılın sonunda artık dine inanan kimse kalmayacaktı, sosyalizm ve kapitalizm bu işin sonunu getirecekti.
Beklenmedik olaylar cereyan etti ve 20. yüzyılın sonunda dinler zafer kazanmaya başladı. Yalnız dinler servetle veya silahla zafer kazanmıyor, insanların gönlünü fethede ede zafere doğru gidiyor. Ne var ki, para ve silah gücünü elinde tutan din düşmanı sömürü sermayesi teslim olmuyor, çıkmamış candan ümit kesilmez diye çırpınmaya devam ediyor.
Yüzde elliden fazla oy aldığı ülkede yüzde yetmişin desteklediği başörtüsü konusunda partiyi kapatama girişimi, gerçekten takdir edilecek cesarettir. Bu çılgın saldırılardan anlıyoruz, din düşmanlarının gerçekten sonu geliyor. Çağımızdaki Ömer’in Müslüman olması yakındır. Güçlü biri, herkesin kendisinden korkulan biri bu gidişata dur diyecek; “Adil Düzen”i benimseyecek, “Adil Düzen” hazırlığı başlayacak, “Adil Düzen”in önce öğrenilmesi sonra uygulanması moda olacak...
İyi bilinsin ki burada çatışan savcı veya Erdoğan değildir. Asıl çarpışan taraflar din/düzen düşmanları ile düzende lâikliğe inanmış ama kişisel olarak dindar olan insanlardır. Kur’an, Allah’ın düzeni bütün düzenlerin üstüne çıkacaktır diyor. Bakalım Kur’an mı yalan söylüyor, yoksa Allah’ın düzenini yok etmeyi iddia edenler mi? Yakında görülecektir.
Lâiklikten o kadar korkuyorlar ki; onun tarifini yapın diyorsunuz, bunu suç sayıyorlar! Bunlar deve misali lâikliği tarif etmekle lâiklik yok olacak sanıyorlar.
Lâikliğin pek çok tarifi var.
- Lâiklik barıştır, yani İslâm’dır.
- Lâiklik dinde zorlamanın olmamasıdır.
- Lâiklik, senin düzenin senin, benim düzenim benim olsun diyebilmedir.
- Ülkesiyle ve ulusuyla bir bütün olarak farklılıklarımız içinde birlikte yaşayacağız ama birbirimizin aynı olacağız. Barış içinde farklılığımız olacaktır. Din hürriyeti yani lâiklik bizim birlikte yaşama azmimizin ifadesidir.
Sömürü sermayesinin taktiği vardır. Her yeni konu gelince işine geldiği kuralları icat eder, ispat eder ve sonunda herkes o kurallara inanır ve uyar. Sonra onun tam aksini yapar; ‘Hafızayı beşer nisyan ile maluldür’ kuralından yararlanır. Ama bu çırpınışlar işe yaramaz, tüm hileleri ve tuzakları kendilerini yer ve yok eder.
Başsavcının bugünkü bu davranışları tamamen AK Parti’nin kendi cezasıdır. Bülent Arınç’ı etkisiz hâle getirmek için cumhurbaşkanlığına meclis başkanını vekalet ettirmediler. Oysa eskiden hep vekalet ediyordu ama Bülent Arınç’a gelince kural değişti! İşte onun yerinde kalan cumhurbaşkanının atadığı hakimler AK Parti’yi mahkum edecek. Bunun kahramanı kimdir? Dengir Mehmet Fırat değil midir? Bülent Arınç’ı uzaklaştırma teorisini o ortaya koymuştu. Amerika’nın kini vardı, çünkü 1 Mart teskeresini geçirmemişti. Ayrıca Tayyib’i yalnız bırakmak gerekiyordu. Şimdi belki de mahkeme sonunda bu kişiler aklanacaklar. Top Erdoğan ve eski Millî Görüşçülerin başında patlayacak.
Ama bütün bunları biz uzaktan seyrediyoruz. Allah’ın “Adil Düzen”i nasıl getireceğinin merakı içindeyiz. Korkumuz; bizi hazır değiliz. Korkumuz, hazırlıksızlık sebebiyle başka bir batağa batmamızdır.
Ne var ki karşı taraf hiç hazır değil. Yeni başbakan kim olacak? Ömer ne zaman ortaya çıkacak? Biz Kur’an’a inanıyoruz; galip geleceğimizden kuşkumuz ve şüphemiz yoktur. Bugünkü bu aklıyla hareket etmeye devam ederse, AK Parti’nin gideceğinden kuşkumuz yoktur. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz. “Adil Düzen”i öğrenmekten ve uygulamaktan başka bizim yapacağımız hiçbir şey yok; bize düşen tebliğden başka bir şey değildir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92