ADİL DÜZEN 460
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” S. KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 24 Mayıs 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 460. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00–21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI; BUGÜN ALLAH İÇİN YANİ ADİL DÜZEN İÇİN NE YAPTIN? BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*ÜMRANİYE İŞLETME SEMİNERLERİ; 14. SEMİNER
ADİL DÜZEN İŞLETMESİ
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ / YORUMLARI;
KOBİ’ler NASIL DESTEKLENMELİ?
1 Mayıs 2008 DEĞERLENDİRMESİ
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَانِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ(17) أَوَمَنْ يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ(18) وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَانِ إِنَاثًا أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ(19) وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَانُ مَا عَبَدْنَاهُمْ مَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ(20) أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِنْ قَبْلِهِ فَهُمْ بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ(21) بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ(22)
(وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ) (Va EiÜAv BuşŞıRa EaXaDuHuM)
“Onların birine tebşir edildiğinde.”
Burada “İn” değil de “İzâ” gelmiş, yani böyle bir tebşir her zaman olacaktır demektir. Yani onun kız çocuğu olacak ve kendisine “kızın oldu” denecektir. “Ehzduhum” gelmiş, “Min Ehaduhum” gelmemiştir. Yani onlardan herhangi birine değil de, malum olan birine böyle bir haber verildiğinde, “ahad” nekre olursa tamimi ifade eder, marife olunca tamimi ifade etmez. Bu ifade ile onların hepsi böyle düşünür böyle olur denmiyor, belli biridir.
Kur’an bize şimdi nâzil olduğuna göre bizim topluluğumuz için de öyle biri vardır, bizden olmayan biri vardır ki ona “kız çocuğun oldu” diye müjdelenecek ve onun yüzü simsiyah olacaktır. Kimdir o acaba? O öyle bir kimsedir ki, kadın haklarını savunmaktadır, kadın hakkı olarak zinanın meşruiyetini iddia etmektedir. Oysa o kimse kendisinin kızı değil de oğlu olmasını istemektedir.
بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَانِ مَثَلًا (Bi MAv WaRaBa Lı elRaXMAvNı MaÇaLan)
“Rahman için mesel darbettiği kimse ona tebşir edilince.”
“Rahman” karşılıksız iyilik eden kimse demektir. “Rahim” kelimesinden gelmektedir. Bir anne çocuğuna nasıl ondan karşılık beklemeden iyilik etmekteyse, Allah da rahman sıfatıyla karşılıksız olmak üzere âleme rahmet etmektedir. Karşılık rahmete de “rahim” denmektedir.
Tarihte yazı icat edilmeden önce Tanrı velud bir ana gibi tasvir edilmiş, kadın resmi Allah kelimesinin yazısı olmuştur. Heykeli de O’nu tasvir etmekte idi. Bizim camilerimizde asılan ‘Allah’ kelimesi neyse, onlar için de ‘kibela’nın heykeli o idi. ‘Rahman’ ve ‘rahim’ kelimeleri de oradan gelmektedir. ‘Rauf’ ise babanın oğluna duyduğu hislerdir. Allah raufun rahimdir. Allah insanlara hiçbir yönüyle benzememektedir.
Sadece O’nun yaptıklarını açıklamak için teşbih yapılmıştır. Misali onlar için darbetmek, onlara meseli anlatmak demektir. Kadın haklarını savunan bu insanların bizzat kendileri kadın haklarına riayet etmezler.
ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا (JalLa VaCHUvHu MuSVadDan) “Yüzü müsvedde olur.”
Kadın haklarına saygı duyan bu insanlar, kadın haklarına kendileri riayet etmezler. Bilhassa evlilik dışı ilişkiler kurmaktadırlar. Kadın çocuk doğurduğu zaman yüzleri simsiyah olur. Cinsi ilişki kuracaklar, zevk alacaklar ama doğan çocukları olmayacaktır. Hele kız çocukları olursa daha çok üzülürler, çünkü kız çocuklarının hayatta korunması daha zordur. Ayrıca kız da olsa kendi çocuklarıdır, sevgileri olacaktır ama topluluk içinde onu kendilerinin çocuğu olarak gösteremeyeceklerdir.
Allah bunların rahatça kendi çocukları olarak tanınması için çok evliliği meşru hâle getirmiştir. İslâmiyet çok evliliği erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak tanımış, kocasız kadın bırakmamak için teşri etmiştir.
Onlar kadın haklarını savunurlar ama kadına İslâmiyet’te tanınan haklardan hiç bahsetmezler.
a) İslâmiyet kadını askerlik yapmakla, yani savunma ve güvenlik nöbetleri tutmakla mükellef kılmamıştır.
b) İslâmiyet evli kadının nafakasını kocasına tahmil etmiş ve onu çalışmak zorunda bırakmamıştır. İsterse çalışır ve kazancından -kocası muhtaç olsa da- aile masraflarına katkıda bulunmaz, ihtiyaç varsa kocanın vârisleri katkıda bulunurlar.
c) İslâmiyet’te kadın boşanma tazminatını baştan almakta, erkeğin ise böyle bir hakkı bulunmamaktadır.
d) İslâm düzeninde, uygunsuz davranışları olması hâlinde erkek bucaktan sürülmekte, buna karşılık kadın ev hapsine alınmaktadır.
Pozitif ayrımcılık işte bunlardır. Diğer sahalarda ise kadın ile erkek eşit hâle getirilmektedir. Sadece evlenemeyen kadınlara koca bulmak için erkeklere çok eşlilik tanınmaktadır. Bu sayede toplulukta evlenemeyen erkekler bulunmakta, oysa evlenemeyen kadın kalmamaktadır. Burada kadına değil erkeğe haksızlık yapılmaktadır. Çünkü kadın eğer tek eşli koca bulabiliyorsa mihrini de alarak kocasından boşanmaktadır. Bu durum da pozitif bir ayrımcılıktır.
وَهُوَ كَظِيمٌ (VaHuVa KaJIYMun) “O kazim olarak.”
“Kazim” “ketim” kelimesine, o da “ketif” yani avuç kelimesine akrabadır. Avuca bir şeyi alıp kapatmak saklamaktır, gizlemektir, göstermemektir. Yüzü simsiyah olduğu halde sanki üzülmemiştir, sanki erkek çocuğu da kız çocuğu gibi görmektedir. İçinde saklamak demektir. Zahiren göstermemektir. Bilhassa evlilik dışı doğan çocuklarda bu durum çok açık görülmekte, hatta çoğu zaman cinayetler işlenmektedir.
Kocasız çocuk doğuran anne sadece toplulukta dışlanmış olmanın sıkıntısını çekmez, aynı zamanda onu büyütmenin sıkıntısını da çeker. Bunun için kreşler icat edilmiştir. Çocuk anasız büyümekte, sonra toplulukta kötülüklerin aracı olmaktadır. Kadın da annelik hayatı yaşayamamaktadır. Aile müessesesini yıkmak isteyen sömürü sermayesi zinayı sadece meşrulaştırmakla kalmamakta, adeta kutsallaştırmakta, diğer taraftan boşanmaları zorlaştırmaktadır ki evlilikler olmasın. Tam zulüm içinde bu yürümektedir.
Âyetin başında zikredilen bu “ahaduhum” yani “onlardan biri” kimdir?
Bilinen kimsedir. Kadın düşmanı olan kimsedir. Yani bir taraftan zahiren kadın hakları diye zinayı serbest yapan, diğer taraftan kadına tanınan bütün pozitif ayrımcılığı kökünden yok eden bu insan, sermayeyi yöneten ve bu planları yapan kimsedir. Demek ki işte onun kızı olursa yüzü simsiyah olmaktadır.
Bu âyet daha önceki derste yorumlanmıştı, şimdi tekrar edildi; çünkü bundan sonraki âyet bu âyetin yorumu ile daha iyi anlaşılacaktır.
أَوَمَنْ يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ (Ea Va MaN YuNaşŞaEu FIy eLXıLYaTi)
“Hılye içinde inşa edilen de mi?”
“Başsavcı Tayyip Erdoğan’ı, Bülent Arınç’ı ve Abdullah Gül’ü Anayasa Mahkemesi’ne vermiş, siyasi haklarından mahrumiyetlerini istiyor” diye söylenen kimse, “Gül de mi?!” diye cevap verse; onun manâsı da, “Gül’ü de mi mahkemeye vermiş? Nasıl olur, o sorumsuzdur.” anlamı çıkar.
Burada da kadınları erkeklere eşit kılan, onları erkeklerin sahip olduğu yetkilerle ve görevlerle techiz eden anlayışı anlattıktan sonra, Allah mu’teriz cümle ile “Hılye içinde inşa edilen kimse de mi?” diyerek onların bu anlayışlarını reddetmektedir.
Bir kıssa anlatılırken anlatan kimse kıssayı keser, kendi görüşünü açıklar. Buna “mu’teriz açıklama” denir. Türkçede iki virgül arasında yazılmaktadır.
Bundan önce kâfirlerin kadınlar hakkında ve kadınların topluluk içindeki yerleri hakkında görüşlerine ait bilgi verilirken, bundan sonra da bu konu üzerinde açıklamalara devam ederken, arada kadınların durumu ara cümle ile açıklanmakta ve soru sorarak bırakmakta. Ancak bu sorunun cevabı inkar hemzesi ile verilmekte, öyle değil denmekte, soru da tamamlanmaktadır. Allah, bunları ittihaz edip kamu görevini onlara mı verdi, topluluğun savunması işini onlara mı bıraktı denmektedir.
“Hılye” takı demektir. Takı kollara, boyuna, hattâ ayaklara takılmaktadır. Kadınların takı takmaları tarihin her devrinde olmuştur. Kur’an da bunu normal kabul etmektedir.
Kız çocuklarına tarla ve işyeri gibi üretim araçları yerine altın, gümüş veya yakut, zümrüt gibi mücevherat verilmekte, kadınlar onları üzerlerinde taşıyarak korumaktadırlar. Bunlar kadınların bir tür sigortaları ve güvenceleridir. Evliliklerde takılar kadınlara takılmakta, hiçbir zaman erkeklere takılmamaktadır. Bu her toplulukta böyledir. Kadınlar daima korunmaktadırlar. Erkekler onların kavvamıdırlar. Onlara verilen görev ana olmaktır, çocuk yetiştirmektir. Savaşmak veya ülkeyi imar etmek görevi onlara verilmemiştir. Onlar üretmekle değil, tüketmekle ve onunla çocuk üretmekle görevlidirler. Erkekler çalışır ve üretirler, kadınlar bu ürünleri tüketerek çocukları yetiştirirler.
Jeneratör vardır, motor vardır. Jeneratör üretir, motor tüketir ve iş yapar. Erkekler jeneratördür, kadınlar motordur, çocuk üretirler.
Kur’an daima misallerle anlatıyor. Hılyeyi yani takıyı kullanarak diğer kadınların nafaka haklarını da ifade etmiş olmaktadır. Evlenmemiş kızlara bakma mükellefiyeti fıkıhta anne babaya verilmemiş olmakla beraber, teamüle göre evlenmemiş kızlar babanın evinde kalırlar. Bu husus emeklilikte de görülmektedir. 18 yaşını dolduran kız babasının emekli maaşını almaya devam ettiği halde, evlenmemiş erkek 18 yaşına geldiğinde artık babasının emekli maaşını almamaktadır.
Bize göre de evlenmemiş kadınlar babalarının veya kardeşlerinin yanında kalırlar ve yakınlık payını alırlar. Topluluk kadına koca bulmak zorundadır.
وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ (Va HUVa FIy eLPıÖAvMı ĞaYRu MuBIyNIn)
“O hısamda mübinsizdir.”
Yukarıda “Tuneşşeu” demiyor, “Yüneşşeu” diyor; burada da “Hiye” değil “Hüve” diyor. Kuralı genel koyuyor. Toplulukta iki çeşit insan vardır. Biri nafaka kazanmakla ve güvenliği sağlamak için savaşmakla yükümlüdür. Savaşa katılmasa bile cizye vermektedir. Bunlara “rical” denmektedir. Diğeri ise savaşmayan, cizye vermeyen ve geçimi için de çalışmak zorunda kalmayan kimselerdir. Bunar kimlerdir?
a) Bütün kadınlar istisnasız savaşmaz ve çalışmak zorunda değildir.
b) Çocuklar; bunlar da nisadandır, savaşmak ve çalışmak zorunda değildir.
c) Yaşlılar; belli yaşa geldikten sonra çalışmak ve savaşmak zorunda değildir. Bu yaşı kendileri belirlerler. Bu yaştan sonra kredi almaz ve emekli olurlar.
d) Hastalar ve sakatlar da savaşmak ve nafaka temin etmek zorunda değildirler. Bu sebepledir ki erkek sigasını getirmiştir.
وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَانِ إِنَاثًا (Va CaGaLUv eLMaLAEıKaTa elLaÜIyNa HuM GıBaDu elRaXMANı EıNAvÇAn) “Rahmanın ibadı olan melekleri inas ca’lettiler.”
“Rahmanın ibadını O’na cüz ca’lettier” âyetine atfedilmektedir. Kamu görevlilerini kamunun parçası yaptılar, onlara imtiyaz verdiler. Kamu görevlilerine ayrıcalık tanıdılar. Onlara dokunmazlıklar izafe ettiler. Onların sözlerini ispatsız doğru saydılar, vatandaşın sözlerini ispat etmedikçe yanlış saydılar. Kamu görevlilerini kamu olarak gördüler, kişileri kamu olarak kabul ettiler. Oysa kişiler -devlet başkanı dahil- görevlidir. Herkes kanunlara uymak zorundadır. Yargı önünde eşittirler.
Bugün maliye size vergi tahakkuk ettiriyor. Siz onu ödemek zorundasınız. Haksız olduğunu siz ispat etmekle yükümlüsünüz. Oysa iddia eden ispatlar. İddia eden kamu görevlisidir, o ispat etmelidir.
Yargıtay Başkanı Öktem, tanrısız Öktem, “Tanrı’yı insanlar yarattı” diyen Öktem içtihat yapmıştır. Kamu mallarında ispat külfeti vatandaşa aittir. Ona göre her şey kamunundur. Devlet memuru da kamunun tam temsilcisidir. Dolayısıyla onun dediğinde ispata gerek yoktur. Bu hukukta en büyük zulümdür, cinayettir.
Kur’an işte buna işaret ederek “Rahmanın ibadını O’na cüz yaptılar” demektedir. Burada da melekleri yani görevlileri inas yaptılar. Yani, nasıl kadınlar çalışmak zorunda değil, savaşmak zorunda değilseler; kamu görevlilerini de böyle korunmuş imtiyazlı yaptılar. Ama kendileri ise onları mutlak surette ezme yetkisine sahiptirler. Devlet memurlarına çalışmayı yasaklamışlardır, çünkü memurlar fazla kazanırlarsa onlara itaat etmezler. Oysa İslâmiyet’te üste itaat yoktur. Herkes yargıya karşı, kendi seçtiği hakemlere karşı sorumludur. Devletten de böyle sabit maaş almamaktadır. Gördüğü kamu görevine karşı ona pay verilmektedir. Bütçedeki gelirler paylaşılmaktadır. Ne gelirse o dağıtılmaktadır.
Burada işaret edilen bürokrasidir, bürokrasinin statüsüdür.
İslâmiyet’te bürokrat yoktur, sadece mükellef vardır. Kişi görevlerini eşitlik içinde yapar, yargıya karşı eşitlik içinde sorumludur. Mahkemede savcı hakimin yanında oturamaz. Devleti bürokratlar değil, tüm halk temsil eder. Gerçek demokrasi işte budur. Ekseriyetin atadıkları değil, temsilcilerin görevlendirdikleri kimseler kamu işlerini yaparlar.
أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ (Ea ŞaHIDUv PaLQaHuM) “Onların hılkatine şahit mi oldular?”
Yani kamuyu temsil eden kimselerin imtiyazlı olduklarına şahid mi oldular? Bunu bir yerde mi buldular? Bunlara dair bir dayanakları ve kaynakları var mıdır? Böyle mi iddia ediyorlar? Bu suretle mi şehadette bulunuyorlar? Kararları buna göre mi alıyorlar?
Hakimler; bu kamu görevlisidir, onun dediği doğrudur, devleti korumam lazım anlayışındadır. Yöneticiler; bunlar benim memurlarımdır zihniyetindedirler.
Burada bu vesileyle sizlere tarihi bir olayı nakletmekle bu zihniyeti anlatmağa çalışacağım. 1973’e kadar İzmir’de birlikte siyaset yaptığımız Hasan Afacan diye esnaf bir arkadaşımız vardı. Bize gelen iki genç vardı, onlara bizden gizli maaş veriyor, onları Millî Selâmet Partisi’nde çalıştırıyor. O zaman iplik kota ile getiriliyordu. Hasan Afacan müracaat ediyor ve dokuma tezgahına 12 numaralı iplik istiyor ama 14 numaralı iplik veriyorlar. Dışarıya kârlı olarak satabilirdi. Ama haramdır diye satmıyor, iade ediyor ve karaborsadan aldığı iplikle dokumasını yapıyor. Sonra bir makine ithal ediyor. Sen aldığın tahsisatları iade ediyorsun diye girişine izin verilmiyor ve gümrüklerde bekliyor. Başvurular yapıyor, Sümerbank’a soruyorlar. Sümerbank da; evet, istediği iplik 12 numara idi, biz ise 14 verdik, aide etti diyor. Bakanlıktaki görevli yine vermiyor. Bu esnada Fehim Adak Ticaret Bakanı oluyor; kendisi üniversiteden sınıf arkadaşımdır. Bakanlığa gidiyor ve konuyu anlatıyoruz. Memuru çağırıyor, memur da bütün olanları aynen tasdik ediyor ama diyor ki; “ben bir daha soracağım”; yani Sümerbank’a bir daha soracakmış. Fehim Adak ne dedi bilir misiniz: “Ben memurumu dinlerim!” İşte, çağın bu çarpık zihniyeti en iyi insanların beyinlerine bile böylesine yerleşmiş bulunmaktadır; memurunu dinlemek! Sömürü düzeninin sömürüsü işte böyle işlemektedir.
“Adil Düzen” bu çarpık zihniyeti ortadan kaldıracak, hükmedenler akraba da olsalar birbirlerini kayırmayacak ve adaletle hükmedeceklerdir.
سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ (Sa TuKTaBu ŞaHADaTuHuM)
“Şehadetlerini yakında ketbedeceğiz.”
“Se” ile geldiğinde dünyada yazacağız demektir. Onların bu ayrıcalıklı davranışları sona erdirilecektir. Böyle yapanlara hesap sorulacaktır. Adil Düzen mahkemelerinde bu türlü davrananlar sorumlu tutulacaklardır.
Devlet ile kişilerin kişilikleri eşittir. Herkes yargı nezdinde ve yöneticilerin yanında eşittir. Kamunun mallarını çarpmak ve yolsuzluk yapmak ne kadar suçsa, bir kamu görevlisinin kişiye ait malları gasp edip devlet mallarına katmak da o kadar suçtur. Onun da kolu kesilir. Bu yalnız Adil Düzen mahkemelerinde sorulmayacak, doğacak fitnenin sonucu anarşi ve terör olur, böylece sorulur. Devlet adaleti korumak için vardır. Devletin kendisi zulme başlarsa kanser oluşmuş demektir. Tedavisi çok zordur. Yaşaması da zordur. Sovyet halkları devlet zulmüne yetmiş sene dayanabildiler ve sonunda rejim yıkılıp gitti.
وَيُسْأَلُونَ (Va YuSEaLUvNa) “Ve soruluyorlar.”
Bir kamu görevini yapmak farzı kifayedir. Yüklenmedikçe farz değildir. Ama yüklendikten sonra görevi geciktirilmeden yerine getireceksiniz. Görevli görevi yapmak zorundadır ve geciktiremez. Beyanda doğruluk asıldır.
Vatandaş, yukarıda verdiğim örnekte ‘iplik 14 numara idi onun için almadım’ dediği zaman, bu beyanı doğru kabul edersin. Makinanın girmesine izin verirsin. Şüpheleniyorsan, Sümerbank’a ondan sonra sorarsın. Bakan Fehim Adak memura; ‘sen ne niye sordun, evvela verecektin, sonra soracaktın’ diyeceği yerde; ‘ben memurumu dinlerim’ diyor! Vatandaştan alınan cevaba razı olmuyor. Bir daha soracakmış! Eğer aksi cevap gelirse zaten onun şehadeti kabul edilmez. Baştaki beyanlar da boştur. Eğer kamu görevlileri yaptıkları işlerden sorumlu olmazlarsa, o zaman o devlet olmaz, eşkıya teşkilatı olur. İspat külfetini vatandaşa yüklemek demek, onu sorumlu yapmamak demektir.
Kur’an’ın hükümleri yeryüzüne er veya geç hükümran olacak, insanlık bu zulüm ve işkenceden kurtulacaktır.
وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَانُ مَا عَبَدْنَاهُمْ
(Va QAvLUv LaV ŞAvEa elRaXMAvNu MAv GaBaDNAvHuM)
“Allah’ın meşieti olmasaydı biz onlara ibadet etmezdik dediler.”
Burada diyenler kimlerdir. Meleklerin inas/dişi olduğunu söyleyenlerdir. Meleklerin dişi olduklarını söylüyorlar. “Melaike” kelimesi dişidir. Ama onlar zamiri “hum” olarak gönderiyorlar. Yani onların da dişilikten kasıtları erkek olmadıklarını ifade etmek değildir. Onların dişi statüsünde olduklarını ifade etmektedirler. Sonra onlara ibadet ettiklerini söylüyorlar. Yani onların dediklerini yapıyorlar.
‘Demokrasi’ diyorlar, halk seçiyor ve iktidar ediyor; ondan sonra da ülkeyi bürokratlar idare ediyor, o birilerinin dediklerini yapıyorlar! Bunu da ‘Millet böyle istediği için yapıyoruz’ diyorlar; ‘millet madem ki bize oy verdi, demek ki bizim yaptıklarımızı tasvip etti’ diyorlar, ‘milletimiz istemeseydi biz bunları yapmazdık’ diyorlar!..
Bu durumda Ak Parti için ne neler söyleyebiliriz?
a) Ekonomide IMF’den bıkan millet, onlardan ayrılacak diye oy verdi; onlar ise IMF’ye başkalarından daha güçlü olarak sarıldılar!
b) Batının sömürüsü son bulsun diye millet onlara oy verdi; onlar ise Avrupa Birliği’ni ilk hedef diye aldılar ve hâlâ o hedef peşinde koşuyorlar!
c) Millet onlara faiz sömürüsü son bulsun, faizsiz sistem gelebilsin diye oy verdi; onlar ise bırakınız başka şeyleri, KİT’leri bile ‘özelleştirme’ adı altında onlara devrettiler!
d) Millet onlara aile düşmanlığı son bulsun, milletin iffeti korunsun diye oy verdi; onlar ise zinayı kutsallaştırdılar!
Bütün bunlara rağmen halk da ne yaptı; yine onlara oy verdi!
‘Halk istemeseydi bize oy vermezdi’ diyorlar. AK Partililere ‘bunları yapmayın’ dediğimizde; ‘biz hep başarıyoruz, halk hâlâ bizimle beraberdir, biz doğru işler yapıyoruz’ diyorlar! Madem ki Allah oyları bize verdirdi, o halde yaptıklarımız doğrudur.
Oysa Allah insanlara güç verir; iyi mi yapacaklar, kötü mü yapacaklar diye imtihan etmek için güç verir. Yoksa eğer Allah kötülük yapmaya imkan vermeseydi o zaman herkes mü’min olur, cihada gerek kalmazdı, cehennem de olmazdı.
Burada şunu belirtmeliyiz ki, olanların hepsi Allah’ın iradesiyle olmaktadır. O istemedikçe asla bir şey olamaz. İnsanlar yaptıklarından sorulmayacaklardır, niyetlerinden sorulacaklardır, çünkü ameller niyetlere göredir. İnsanlar içtihatlarındaki hatalarından sorulmayacaklardır.
Biz bu tenkitleri yaparken onlara karşı olduğumuz için değil, onların yanında olduğumuz için yapıyoruz. Onları sevdiğimiz ve düzelmelerini istediğimiz için yapıyoruz.
Kulak vermiyorlar, bizimle görüşmüyorlar. Bizim adeta çöl şartlarında dikip sulayarak oluşturduğumuz ağacın meyvelerini devşiriyorlar ama o ağaç şimdi zehirli meyveler vermeye başladı. Çünkü o ağacın dallarına zehirli kalemler aşılandı. Biz diyoruz ki; gelin şu dalları keselim, ağaç biraz küçülsün ama o zehirli dallar gitsin, o zaman dallar daha gür ve daha iyi biter. Yoksa bu ağacı kökten kesmek zorunluluğu doğar.
مَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ (MAv LaHUM BiÜAvLıKa MiN GıLMın)
“Bunda onların bir ilmi yok.”
İnsanlar söylentilere ve modalara değil, ilme uymalıdırlar. Biz Akevler çalışmalarımızda daima ilmi esas aldık. İlmin kaynağı da ikidir; biri akıl, diğeri nakildir.
Ebu Hanife’nin bir metodu vardır. Önce içtihadını dört delile dayanarak yapar, illetleri ile hükmü ortaya çıkarır. Sonra müsbet ilimle ve hikmetle onu kontrol eder. Eğer aralarında bir çelişki yoksa, ona göre içtihat eder, hükmeder veya amel ederdi.
Akevler ekolünün temel düsturu budur. Kur’an’ın verileri ile müsbet ilmin verileri birbirine uymalıdır. Uymuyorsa, ya müsbet ilmi bilemiyoruz, ya da Kur’an’ı anlayamıyoruz.
İnsanları sınıflara ayırdığınız ve birilerini diğerlerinin emrine verdiğiniz zaman, artık o sorumluluktan kurtulur. Memur suçlu olmaz. Oysa Allah bütün insanları dünyada imtihan olmaları için göndermiştir, kendileri sorumlu olacaklardır. Kadın erkek birbirlerinden ayrı olarak herkes kendi başına olmak üzere sorumludurlar. Koca karısının yaptığından, karısı da kocasının yaptığından sorumlu değildir. Öyleyse kadının yetkileri de erkekler kadardır. Bunun gibi halkın yaptığından memurlar, memurların yaptığından halk sorumlu değildir. O halde herkes kendi işini kendi içtihadı ile yapacaktır.
AK Parti kendi içtihadı ile hareket edecektir. Biz de içtihadımızla hareket edeceğiz. Biz onları uyarırız, onlar da bizi uyarırlar. Söylediklerimizi cevaplandırırlar. Böylece biz de yanlışlarımızı öğrenir, bunları söylememiş oluruz. Biz zaten onlar duysunlar diye söylemiyoruz; onlar nasılsa parmaklarını kulaklarına koymuş, işitmiyorlar. Bizim söylediklerimiz gelecekte “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman onların benzer hataları yapmamaları içindir. Yani bürokrasiyi halkın üstünde tutmaktan vazgeçmeleridir. Bunu anlatmak için bunları anlatıyoruz. Yoksa ne AK Parti’ye bir garazımız var, ne de onlar bu cümleleri duyacak durumdadırlar. Onların kulak verdikleri profesörleri, liberalleri, solcuları v.s. vardır. Halkımız da bugün bizi duyacak durumda değildir ama yakında bizim sözlerimizi duyacak ve tartışacaklardır; sabah yakındır.
إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (EiN HuM ElLAv YaPRuSUvNa)
“Onlar hırs etmektedirler.”
“Hars” ekin demektir. “Ha” “Hı”ya, “Se” de “Sa”ya dönüşmüş, çiğnenmiş ekin demektir. Buğdayı ektiğiniz zaman çimlenir. Eğer üstünden geçerseniz o ekin artık büyüyemez. Dökülmüş taze betona ayak basmak gibidir.
“HaReSa” sağına soluna bakmadan çiğneyip geçti demektir. Türkçede “hırs” kelimesi vardır. Hedefine ulaşmak için yakıp yıkmayı, kırıp dökmeyi de göze alan kimse demektir. Hırslıyı öfkeli anlamında kullanırız. Bilgiye dayanmadan, düşünüp taşınmadan bir iş yapmaya kalkışmak için kullanılan bir kelimedir.
Bir konuda karar vermeden önce yapılacak iş önce o husustaki görüşleri almak, proje hazırlamak, ne yapacağını bilmektir.
Örtünme hukukunu ortaya koyarsınız: “Kıyafet, insanların kendilerini tanıtma aracıdır. İnsanın istediği kıyafeti giymesi temel hak ve hürriyetlerdendir. Her topluluğun kendine özgü kıyafeti vardır. Başkaları o kıyafeti giyemez. Cinsi tahrik, tanınamama, başkalarının kıyafeti olma, belli görevleri ifa etme nedenleri ile kıyafet sınırlaması getirilebilir. Bu hususta sınırlar koyma yerel yönetimlere ve toplantıları yönetenlere ait yetkidir. Bir kıyafet sınırlaması getirilecekse, katılanların inançlarına aykırı kıyafet sınırlaması yapılamaz. Yapılması sözkonusu ise tercih ekseriyetin oyuna bakar.”
İşte bu bilgidir. Varmak istediğimiz hedef budur. Önce bu tesbit edilir. Sonra buraya ulaşmak için ilk yapılacak iş ise kıyafetin yerel yönetimlerce tesbit edilmesidir. Belediyeler, il özel idareleri, okullar, kurumların yerel yöneticileri bunu sağlarlar. Kanunla yasak getirilmez, yerel yönetimlerin neyi yasaklayamayacaklarını kanun tesbit eder. İşte böyle yapmayıp başörtüsü yasağını dayatmak veya başörtüyü serbest bırakma dayatması yanlıştır. Halk kendisi nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşayabilmelidir.
İşte, hedefe varacağım diye kanun ve şeriat dinlemezlik hırs etmedir, haris olmadır.
İnsanlar hür olmak isterler, istediklerini yapmak isterler. Ne var ki şartlar onların yapma gücünü kısıtlamaktadır. İşte insanların özgürlükleri ile şartlar arasında uyum sağlamak düzendir, şeriattır. Kurallar bunun için vardır, yetkiler de bunun için vardır.
Şartlar iki bakımdan kısıtlanmaktadır.
Biri, doğanın imkanları sebebiyle kısıtlanmaktadır. Ben aya gitmek isterim ama bunu başarma imkanına sahip değilim. İşte bu doğa kısıtlamalarına karşı insanlar birleşmekte ve birlikte bu zorlukları yenmektedirler. Böylece bugün aya gidemiyoruz ama Amerika’da olanlarla konuşuyoruz, istediğimiz zaman bedelini ödeyerek kendimiz de gidebiliyoruz. Demek ki birlikte olmamız sayesinde doğanın sınırlamasını büyük ölçüde yenmiş bulunuyoruz. Zaten uygarlık da budur. İnsanın iradesini çevreye hakim kılmak uygarlıktır.
Hürriyetin ikinci sınırlaması, birlikte yaşadığımız insanların haklarına saygı göstermemizden ileri gelmektedir. Bir evde yaşıyorsak, o evde yaşayan diğer insanları da kendimiz gibi düşünmek zorundayız. Birlikte iş yapıyorsak, kendi kazancımız gibi başkalarının kazançlarını da düşünmek zorundayız. Yoksa birlikte yaşama imkanı olmaz. Doğal hakları kullanmak için sosyal hukuku daha da genişletmek ve kesinleştirmek gerekmektedir. İşte bu sebepledir ki topluluklar hukuk üzerinde oluşurlar, yani kurallar üzerinde oluşurlar.
Bu hususta şu sonuçlara varırız.
İnsanlık birlikte hareket ederek bize doğal engelleri ortadan kaldırır ama bize en az müdahale eder, yani insanlık en az kurallar koyar. Sosyal sınırlamalar en azdır. Devlet, il, bucak ve ocağa doğru geldikçe sosyal sınırlamalar o nisbette artar, doğaya karşı hürriyet genişlemesi o nisbette daralır.
İnsan böylece gerek sosyal gerekse doğal kurallar içinde hareket etmek zorundadır. Bu da ancak ilimle yapılabilir, plan ve proje ile yapılabilir. El yordamı ile hareket etmek daima başarısızlığın kaynağı olur. Uygarlaşma demek, planlı projeli, hesaplı kitaplı iş yapma demektir, ilimle iş yapma demektir. İlim edinmenin yolu da her söze kulak vermedir. Ben bilirim, istediğimi yaparım, ekini çiğnerim geçerim ve hedefime varırım deseniz, sonra ekin sahipleri hesaplarını isterler.
أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِنْ قَبْلِهِ (EaM EaTaYNAvHuM KıTABan MıN QaBLıHIy)
“Min kabl onlara bir kitab mı ita ettik?”
İnsanlar şeriat içinde yani kurallar içinde yaşarlar.
Hayvanların da kuralları vardır. Onlar da o kurallar içinde yaşarlar. Hayvanların tabi oldukları kurallar değişmez. Bir karınca yuvasında nasıl yaşıyorsa, diğer bütün karıncalar da yuvalarında aynı şekilde yaşıyorlar. Bugün arılar nasıl bal yapıyorsalar, bundan milyon yıl önce de aynı şekilde bal yapıyorlardı. Kurallar türden türe değişir ama aynı türde değişmez.
Hazreti Adem’den önce gelen insana yakın maymunlar vardı. Bunlar da taşı ve sopayı alet olarak kullanıyorlardı, bunlar da kaba taştan alet yapıyorlardı; hattâ bunlar ateş yakmayı bile biliyorlardı. Ama bunlar da tıpkı diğer hayvanlarda olduğu gibi hep benzer araçlar kullanıyor, on binlerce sene içinde bir ilerleme ve değişme kaydedemiyorlardı. Kimi bilginler bunları da insan sayarak insan ömrünü yüz binlere, beşyüz binlere çıkarmaktadırlar. Oysa bunların diğer maymunlardan farkları yoktu. Hazreti Adem’den sonra insanlarda hem araçlar çeşitlenmeye başlamış, değişik topluluklar değişik araçlar kullanmaya başlamış, hattâ aileler arasında bile farklar görülmeye başlamış, hem de zaman geçince araçlarda evrim olmuştur.
İşte insanın diğer canlılardan farkı budur.
İnsan genetiğinde evrim olmamaktadır. Hazreti Adem’in genleri ile bizim genlerimiz arasında fark bulunmamakta ama insanların beyni devamlı olarak evrimleşmektedir. Bilgisayar modeli değişmiyor ama bilgisayar programı her gün evrimleşiyor.
İnsanlar kendi şeriatlarını yani düzenlerini kendileri yapmakta ve bunlar da dört temele dayanmaktadır; içtihatlar, sözleşmeler, ortak vekilin istişarî kararları ve hakemlerden oluşan mahkemelerin yargı kararları. Böylece her topluluğun farklı şeraitleri oluşmaktadır.
İnsan sosyal evrime tabi olduğu için her gün yeni kuralların ortaya gelmesi ve evrimleşmesi gerekmektedir. Eskiden bu evrimi yapmak için yeni peygamberler gelir, yeni kitaplar getirir, o sayede insanlık evrim yapardı. Her topluluğa ayrı peygamber gelirdi. Oysa Kur’an ile bu sona erdi. Artık yeni peygamber gelmeyecek, yeni kitap getirmeyecektir. Kitap olarak Kur’an yetmektedir. Diğer kitaplar ile müsbet ilmin verilerinden yararlanılacaktır. Peygamberlerin yerini de alimler almıştır. Bunu ben söylemiyorum. Bu hususlar kitap ve sünnete dayanılarak icma ile sabit olan hükümlerdir.
Şimdi sömürücü sözcüleri çıkıyor, yeni bir şey söylediğiniz zaman, yeni ihtiyaçların yeni hükümlerini önerdiğiniz zaman ayağa kalkıp ‘Bu Atatürk ilkelerine aykırıdır, bu değişmez maddelerdendir’ diyor; ‘Bunlar anayasa mahkemesi kararlarıdır’ diyor. Oysa işlerine geldiği zaman Atatürk falan yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti için değişmez ilkeler, olması gereken maddeler payimal edilmektedir. Mustafa Kemal’in hakimiyeti milliye, kuvvayı milliye, vahdeti kuvva ve müsbet ilim ilkeleri payimal edilmiş, ona bir şey dedikleri yok, 1937’de anayasaya idhal edilen zurnanın son deliği bir ilke put haline getiriliyor. Her şeye dokunuluyor ama ona dokunulamıyor. Mustafa Kemal’e bir kitap mı nazil oldu, Allah’tan ona vahiy mi geldi? O, o zamanın gereği olarak bir karar aldı. Bu karar o zaman için doğru olabilir, bugün için doğru olmaz; şartlar değişmiştir, aldığı karar da değişmiştir. Sonra Mustafa Kemal yanlış karar alamaz mı, o hata yapamaz mı? Onun hatasız masum bir kimse olduğunu nerden biliyorsunuz. Siz zaten onun devletçilik ilkesini yok etmediniz mi? Tek partili sistemi siz kaldırmadınız mı? O caiz de çok mezhepli din neden caiz olmasın? Devletçilik terk ediliyor da laiklik neden terk edilmesin. Anayasa Mahkemesi kararları varmış. Aynı şeyler onlar için söylenemez mi? Onlar hata etmez mi? Onların kararları değişmez mi? Nitekim içtihadı değiştirdik demiyorlar mı? Daha önce Mustafa Kemal karar alırken, Anayasa Mahkemesi karar verirken kendilerine Tanrı’dan vahiy geldi de öyle mi karar verdiler? Mustafa Kemal nesli veya askeri darbeler nesli nasıl daha önceki kararları değiştirdilerse, yeni kuralları kafadan attılarsa, biz de şimdi onların kararlarını değiştirirken kafadan atarız. Sizin mantığınıza göre değiştirmek için ille de askeri güce gerek vardır, askeri zorlama olmadan kanun değiştirilemez. Bir gün sizin bu ilkenizi size hatırlatacağız. Siz bu kafa ile gider direnirseniz, gerçekleri fitne yoluyla saklarsanız, yine bir asker gelir ve “Adil Düzen”i o getirir. Onu mu istiyor ve bekliyorsunuz? Sizin bu aklınızla o da olacaktır.
Askerler değişmez maddeler koydular. Sivil anayasa mı istiyorsunuz? Tüm değişmez maddeleri önce silelim. Yeniden biz kendimiz bizim çağımızın maddelerini getirelim. Kaldı ki bize göre değişmez maddelerdeki müphemiyet kalksın yeter. Biz değiştirmek istemiyoruz. Çünkü onların değişmesi gerekmiyor.
Bir örnek verelim: “Atatürk milliyetçiliği” diyorlar ama onun ne olduğunu söylemiyorlar. Kendilerinin milliyet anlayışını ona yükleyip bize dayatıyorlar.
Ben sizlere tanımlayayım, tarihin verileri içinde tanımlayayım: Mustafa Kemal’e göre millet olmanın özellikleri nelerdir? Birincisi; Türk vatandaşı olacaktır. Türk vatandaşı olmayan Türk değildir. İkincisi; Türkçe konuşacaktır. Türkçe bilmeyen Türk olamaz. Üçüncüsü; “ben Türküm” diyecek. “Ben Türk değilim” diyen Türk olamaz. Başka dil bilmek Türk olmaya mani olmadığı gibi Kürt olan Kürdüm derse de Türk olmak için mani sebep teşkil etmez. Mustafa Kemal’in dördüncü ilkesi vardır, Lozan anlaşması bunun üzerinde oturmuştur, Türkiye Cumhuriyeti de bunun üzerinde gelmiştir; o da Müslüman olmaktır. Türkiye’deki halkların Müslüman olanları ayırım yapılmadan Türk sayılmış, Müslüman olmayanlar da azınlık kabul edilmiştir. Ülkeye gelen sığınmacılara ırkı değil dini sorulmuş ve kabul edilmiştir. Alevilik bile ayrımcılık sayılmamış, onlar asimile edilmek istenmiştir.
Bakınız, şimdi siz Türk milletinin tanımında dini çıkarıp atıyorsunuz. O halde sizin milliyet tanımınız Mustafa Kemal’in milliyet tanımına uymuyor. Çünkü şartlar değişmiştir. Biz de Türk vatandaşı olma şartını getiriyoruz. Türkçe bilmesini şart koşuyoruz, “Türküm” demesi de bizim için şarttır. Din olarak da İslâm olmasını şart koşuyoruz. Biz nasıl İncil’i ve Tevrat’ı Allah’ın sözü olarak kabul ediyorsak, onların da Kur’an’ı Allah’ın sözü olarak kabul etmelerini istiyoruz. İbadetlerini ise kendi kitapları ile yapsınlar. Ama hiçbir dini kabul etmeyen ve dinlere karşı çıkan dinsizleri de cemaat olarak Türk kabul etmemiz gerekir. Bunlar da Türk vatandaşı olmalı ve medeni haklardan eşit şekilde yararlanmalıdırlar.
فَهُمْ بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ (FaHuM BiHYy MuSTaMSıKUvNa)
“Onlar ona mı istimsak ediyorlar?”
“Misk” zamkın adıdır. Güzel kokulu yapışana da misk denir. Tutmak, bırakmamak demektir. “İstimsak emek” yapışıp bırakmamak, ona tutunmak anlamındadır. Tutunmak demektir. Onlara da Allah’tan bir kitap geldi de ona tutunuyor, onu bırakmıyorlar.
Şimdi tekrar başa dönelim.
Bizim tabi olacağımız kurallar nelerdir?
Önce doğa kanunlarıdır. Ateş eli yakar. İstersen elini ateşe sok ve dene. Bunlar Allah’ın kitabıdır. Doğa kanunlarının ifadesi Allah’ın kitaplarıdır, âyetleridir. Onlara istimsak etmeliyiz. Bize getireceğiniz delil doğa kanunları olmalıdır. Astronomi, coğrafya, biyoloji, kanunları doğa kanunlarıdır. Biz de canlı olduğumuz için onlara tabiyiz.
İkincisi ise sosyal kanunlar vardır. Bunlar psikolojik ve sosyolojik kanunlardır. İçtihat yapmak, sözleşme yapmak, başkasını tevkil etmek, hakemlerin kararlarına tabi olmak sosyal ve psikal kanunlardır. İnsanlar böyle yaratılmıştır. İnsanlarda akrabalık, insanlarda mülkiyet, insanlarda inanma, insanlarda dayanışma vardır. Bunlara dayanmayan sosyal yapı olmaz. Ondan sonra herkes kendi yaşayış kurallarını kendisi koyacak ama değiştirebilecek, ancak kural yürürlükte iken kurala uyacak. Çünkü başkaları onunla o kurallar içinde ilişki kuracaklardır. Onunla ilişki kurarken ne ile karşılaşacaklarını bilmeleri gerekir. Sonra sözleşmeleri yapma ve sona erdirme yetkisine sahip olacaklar ama sözleşmeye uyacaklar; taraflar uyacaklar. Sonra topluluk içinde yaşıyorlarsa kendilerine bir başkan seçeceklerdir. Bu onların ortak vekilidir. Ya onun kararlarına uyacaklar veya o topluluğu terk edecekler. Nihayet hakem kararlarına kesin olarak teslim olacaklardır. İnsanların bunlar dışında tutunacakları bir şey yoktur.
Biz Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyoruz ama kimseyi buna inanmaya çağırmıyoruz. Biz herkesi yukarıdaki ilke içinde birlikte yaşamaya davet ediyoruz. Biz Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna inandığımız halde sizleri zorlamıyoruz da, siz hangi hakla Mustafa Kemal’in söylediklerini bize dayatıyorsunuz? Hangi hakla Anayasa Mahkemesi kararlarını bize dayatıyorsunuz? Yanlış anlaşılmasın; biz bu kararlara uymayacağız demiyoruz. Biz bu kararlara yürürlükte oldukları müddetçe uyacağız. Buna bir itirazımız yoktur. Ama bunları değiştirme hakkımız vardır. Sizlerle uzlaşarak değiştirmek istiyoruz. Uzlaşmada kriterimiz anlaşmadır. Anlaşamazsak hakemlere gidebiliriz. Ortak hakem seçebiliriz. Ama; ‘Sizin bunları değiştirme hakkınız yoktur, biz değiştirebiliriz, hem de biz bir delile dayanmadan değiştirebiliriz. Ama siz delillerle de değiştiremezsiniz!’ diyorsanız; o zaman siz sizin yolunuza, biz de bizim yolumuza ve bekleyelim bakalım, sonunda kimin dediği olacak, kim galip gelecektir? Biz sabrederiz. Ama sonunda galip geliriz.
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ
(BaL QAvLUv EinNA VaCaDBNAv EAvBAEaNa GaLAy EumMaTin)
“Evet onlar abaımızı bir ümmet üzerinde bulduk diye kavlettiler.”
Bir şey söylediğiniz zaman size hemen ‘başka bir yerde uygulandı mı’ derler.
İlk insanlar çardaklar içinde yapraklarla örtünerek yaşıyorlardı. Topladıkları meyveleri çardaklarına götürmek için yapraklı dalları kırıyor, meyveleri onların üzerinde sürüklüyorlardı. Bugün nereye gelmişiz. Uzaya gidiyoruz. Amerika ile telefonla konuşuyoruz. Yiyeceklerimizi buzdolaplarında saklıyoruz. Eğer bize ‘başka bir yerde var mı’ sorusunu atalarımız sorsaydı, şimdi burada olur mu idik? Allah bize akıl verdi. Evrim kanunu koydu. Atalarımız bizi buraya kadar getirdiler. Biz de daha ileri götüreceğiz.
Yaptıkları başka bir şey de, iddia ettikleri zaman hemen başka ülkelerde, Avrupa ülkelerinde benzerinin yapıldığını iddia edip ‘bak onlar öyle yaptı’ diyorlar. Yani onlar insan da biz hayvan mıyız? Ne olur biz de bir şey yapsak da sonra Avrupalılar deseler ki; Türkler de böyle yapıyor. Bir şey söylediğinizde; ‘geçmişte böyle yapıldı, Atatürk böyle yaptı, Anayasa Mahkemesi böyle karar aldı’ diyorlar. Onlar insan da biz aklı olmayan süs müyüz?
İşte Kur’an’ın en çok karşı çıktığı budur.
Biz geçmişte yapılanları öğreneceğiz, biz dünyanın neresinde ne yapılırsa onu öğreneceğiz ama sonuçları ile öğreneceğiz. Filanlar böyle yaptı ve başarıya ulaştı diyeceğiz. Filanlar böyle yaptı ve başarıya ulaşamadı diyeceğiz.
Mesela, Mustafa Kemal tevhidi tedrisatı getirdi. Ne oldu? Türkiye’nin ilmi seviyesi yükseldi mi? Dünyanın 500 üniversitesinin içine bile giremedik, bir üniversitemiz bile giremedi. Oysa dünyada 1000 kadar üniversite vardır. Bizde de etkin 10 tane üniversite vardır; en az 5 tanesinin bu üniversiteler içinde yer alması gerekirdi. O halde tevhidi tedrisat başarılı olamamış, Türk ilmini ileri götürememiştir. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilim olamamıştır. Hâlâ YÖK’te direnmek ilkelliktir. Yanlışlığı seksen yıldır denenmiş bir şeyi hâlâ yaşatmak hangi akıl kârıdır. İlim demek sonuçlardan yararlanmak demektir. Bir plan yaparsın, uygularsın, hedef gösterirsin, hedefe ulaşırsan demek ki plan doğrudur, devam edersin. Mesela, ‘ben Ankara’ya beş saatte gideceğim’ dersin, araba alırsın, eğer vardınsa yaptığın doğrudur. Varamazsan oturup düşünürsün. Engeli bulur ve çözmeye çalışırsın. Tevhidi tedrisat sonuç vermemiştir. Ülkemizde ne demokrasinin gelmesine ne de ekonominin gelişmesine katkıda bulunmuş; kendisi de çökmüştür. Oturup düşünmeliyiz.
وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ(22) (Va EinNAv GaLAy EaÇARıHıM MuHTaDUvNa)
“Biz onların asarı üzerinde muhtediyiz.”
Biz onların izlerini takip ediyoruz.
Türkiye’de bütün görüşler bu çıkmazın içindedirler.
a) Osmanlılardan gelen bir gelenek vardır, devleti yaşatmak. Devletin dışında hiçbir değer kabul etmek zordur. CHP’nin temsil ettiği bu görüş sonuç vermiyor. Devletimizi yaşatacak durumda değildir. Türkiye’nin % 50’si işsizdir, çalışmıyor. Türkiye’de borç gırtlağa dayandı. Bu gelenek imparatorluğu yıktığı gibi cumhuriyet de yıkılmak üzeredir. Türkiye’de yargı çalışmıyor. Yıllar süren davalar bir sonuca vardırmıyor. Türkiye’de milli medya oluşmamıştır, hâlâ körler gibi başkasının medyası ile dolaşıyoruz. O halde hâlâ oturup cumhuriyeti kuranlar ne yaptıysa onu yapalım, din düşmanlığına devam edelimin manâsı anlaşılır bir şey değildir. Ama öyle yapıyorlar.
b) Türkiye’de milliyetçiler vardır. Türklerin tarihte asker millet olduğunu savunarak hâlâ bozkırın göçebe devlet anlayışı içinde Türkiye’yi askeri disiplin içinde yaşatmak istiyorlar. Oysa bugün dünya değişti Bugün artık silahla devlet kurulmuyor. Devlet ilimle kuruluyor. Silah kurulan devleti koruyor. Silah devleti kurmuyor, koruyor; yaşatmıyor ve uygarlaştırmıyor, koruyor.
c) Türkiye’de batıcılar vardır. Avrupa’da ne oluyorsa alalım ve getirelim diyorlar. Türkiye 200 yıldır Batı’yı getiriyor; getirmesine getiriyor ama bu getirmeler Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtaramadı. Bu arada Avrupa kendisi yıkıldı. Şimdi yeniden birleşerek düzene girme peşindedir. Avrupa’nın kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı başkalarına himmet ede.
d) Türkiye’deki gelenekçi Müslümanlar vardır. Bunlar da bundan 1000 sene evvelki içtihatlarla İslâmiyet’i ve Türkiye’yi yaşatmak istiyorlar. Onlar o zaman çözümdü. Şimdi yeni çözümlere, yeni içtihat ve icmalara gerek vardır. Bugün İslâm âlemi onun için geridir.
Görülüyor ki Türkiye’de Osmanlılardan gelme dört ana grubun hiç biri bir şey yapamıyor. Başkalarını ve geçmişi taklit ederek onların izlerinden gidiyor, onların izlerinde hidayet arıyor, kurtuluş arıyor.
Adil Düzen işte bu gidişe dur deyip yeni çözümler üretmeye başlamıştır.
a) Evet, devlet yaşatılacak ama devlet yeni devlet olacak ve yeni imkanlarla yaşayacaktır. Geçmişte yapılanlar değerlendirilecek, sonuçlar iyiyse devam edilip geliştirilecektir. İyi değilse değiştirilecektir.
b) Biz Türk milletiyiz. Ancak millî varlığımızı siyasi güce değil, uygarlığa dayandırmalıyız. Hedefimiz dünyaya barışı getirmek olmalı, yani bizim ideolojimiz İslâm olmalıdır. Tüm insanlığın Hazreti Adem’den beri gelen barış hedefi bizim de hedefimiz olmalıdır. Bizim kültürümüz olacak; dilimiz, sanatımız, tekniğimiz ve örfümüz olacak ama bunlar insanlığın barışı için olacaktır.
c) Biz Batılı olmayacağız; biz Batı’nın uygarlığını alıp İslâm uygarlığı ile sentez ederek III. bin yıl uygarlığının gelmesi için çalışacağız.
d) Biz bin yıl önceki içtihatlarla değil, onların bize öğrettiği usulle dört delile dayanarak III. bin yıl uygarlığını kuracağız; kitap, sünnet, icma ve kıyasa dayanarak kuracağız. Bu dört delili fıkıhçılardan öğrendik ama biz onları kullanacak ve günümüzün ihtiyaçlarına cevap veren, müsbet ilme dayanan, tüm insanlıkla uzlaşmış bir yeni düzenin gelmesi için çalışmalıyız.
Bütün bunları bize Kur’an öğretmekte ve yapmamızı Kur’an emretmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-460 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-290 İstanbul, 24 Mayıs 2008
KOBİ’ler NASIL DESTEKLENMELİ?
Sömürü sermayesi, bundan önce aracı sermaye ile yani mason sermayesi ile dünyayı sömürüyordu. Yirminci asrın ikinci yarısında bu yolla sömürme zorlaştı. Bunun iki sebebi vardır. Birinci sebebi gelişen dünyaydı. Masonlar gelişen dünyada ülkeleri sömüremez oldular. Halk işlemeleri de ortaya çıktı. Dolayısıyla görevlerini yerine getiremedikleri için sömürü sermayesi Masonları gözden çıkardı. İkinci sebebi de; Masonlar da güçlendikleri, kendileri kendi başlarına iş yapar hâle geldikleri için sömürü sermayesini dinlemez oldular. Bundan dolayı da sermaye masonları dışladı. Bunu iki yolla yaptı. Birincisi; Masonların altında Lions kulüpleri gibi kulüpler kurarak doğrudan halkla ilişki kurma girişiminde bulundu. İkincisi; Masonların üstünde Bilderberg gibi kuruluşları geliştirerek Masonların etkisini kırdı.
Ekonomi bakımından da büyük sermaye KOBİ’leri denemektedir. Ara sermayeyi devreden çıkararak acaba KOBİ’ler yoluyla sömürü düzenimi daha kolay sürdürebilir miyim demekte ve denemesini bu yönde yapmaktadır.
Önce şunu belirtmek isteriz ki, biz sermayeye, Yahudi sermayesine karşı değiliz. Sermayeye ihtiyaç vardır. Yahudiler de bu hususta diğer kavimlerden daha tecrübelidirler. Biz sermayenin sadece tekelleşip sömürmesine karşıyız. Amerikan sermayesi sömürüden vazgeçer ve serbest rekabet içinde insanlığa hizmet etmek isterse, onları en çok destekleyecek olan yine biziz. KOBİ’lerin özel olarak desteklemelerini tasvip ediyoruz.
Ancak KOBİ’ler nasıl desteklenecektir? Sömürü sermayesinin sömürme aracı olarak mı desteklenecektir; yoksa serbest piyasa oluşup sömürülmeden bir ekonomi düzeni içinde mi desteklenecektir? Biz bu yazımızda liberal bir ekonominin, adil bir ekonominin kurulabilmesi için KOBİ’lerin nasıl desteklenmesi gerektiğine dair birkaç kriteri koymağa çalışmalıyız.
KOBİ’ler büyük sermaye veya diğer kuruluşlar aleyhine desteklenmelidir; büyük sermayeden alınan ağır vergilerle desteklenmelidir; kamu bütçesine yük olmamalıdırlar. KOBİ’lerin kendilerine kazandırmalıyız. Bunu nasıl sağlarız?
a) Boş kamu arazilerini ihya karşılığı KOBİ’lere temlik ederiz. Millî servet büyük bir şekilde değerlenir ve artar. Çünkü bir araya gelip değerlendirmiş olmak sayesinde kıymeti onlarca kat artar. Bu artış onlara bölüşülür. Ülke hiçbir şey kaybetmez. Âtıl araziler mamur hâle gelir.
b) Emek gücümüzün boş zamanlarını değerlendirerek, tam verimli istihdamı sağlayarak, boşa harcanan emekler millî ekonomiye girdi olarak girer. Bu girdinin gelirinden KOBİ’ler de paylarını alırlar. Bütçeye yük olmak şöyle dursun, bütçeye katkıda bulunurlar.
c) Kaliteli mal üretmek için eğitim ve kontrol mekanizması kamuca sağlanır. Bu sayede üretimde hem ürün artar, hem de verimli ürün elde edilir. Aynı girdilerle daha fazla değer ortaya çıkar. Bu sayede devlet hem eğitim vermiş, hem de onların payları yükseltilmiş olur.
d) Dayanışmalı sigorta sistemi geliştirilerek, firmaların iflasları veya acziyetleri hâlinde devreye girilir ve üretimdeki akış aksamadan sağlanarak, iflasların ve acziyetlerin sebep olduğu zararlar bertaraf edilir. Bundan KOBİ’ler de yararlanmış olur.
KOBİ’ler bunun için neler yapmalıdırlar?
1) En az yüz esnaf bir araya gelerek bir genel hizmet kooperatifi kurmalıdırlar. Bu kooperatif; a) Kayıt ve muhasebe işlerini, b) Dayanışmalı ve güvenceli ehliyet işlerini, c) Ortak depolama hizmetlerini, d) Taşıma ve haberleşme işlerini, e) Planlama ve bakım işlerini, f) Hakemlik ve yargılama işlerini yapacaktır. Kamu bunlar aracılığı ile esnafa kredi verecektir.
2) Taşınmazlar kamuya ait olacak, kamu cirodan kira alacak; sabit kira almayacaktır. Taşınmazların hisse senetlerini çıkararak onlara gelen kiradan pay verecektir. Yani kamu faizsiz kredi dışında bir katkıda bulunmayacaktır. İnşaat yapacak, hisse senetleri satıp verdiğini geri alacaktır.
3) Ürün karşılığı kredi verecektir. Faizsiz olan bu kredi stokların maliyetini artırmayacaktır. Mallar satılınca kredisini tahsil edecektir. Bu uygulama enflasyona sebep olmaz. Çünkü piyasadaki para kadar ambarlarda mal stoklanmış olacaktır.
4) Cirodan pay ile sigorta yapacak, sabit aidat istemeyecek, ürün üzerinden yükleyecektir.
Bunları yalnız KOBİ’ler için yapmayacak, büyük sermaye için de yapacaktır. Büyük sermayenin küçük sermayeyi yutmasını önleyecek ama büyük sermaye de varlığını koruyacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-460 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-290 İstanbul, 24 Mayıs 2008
1 Mayıs 2008 DEĞERLENDİRMESİ
CIA bir operasyon yapmadan önce denemeler yapar; nitekim AK Parti iktidar olduğundan beri de bu denemeleri yapmıştır. İlk olarak meclis resepsiyonunda denedi. Başörtülüler var diye kimileri gitmedi, siyasiler ikiye ayrıldı, kimin hangi cephede yer aldığı belli oldu. CHP ve ordu karşı tarafta yer almış, Meclis karşıda yer almıştı.
1 Mayıs’ta da yeni bir deneme yaptı. Askeri darbelerle iktidarı değiştirmek işine gelmemektedir. Çünkü gelen askerler bazı şeyleri daha iyi idare ediyor ve amaca ulaşılamıyor. Bunun yerine iki metot geliştiriyor. Biri; doğrudan Amerikan askerleri ile işgal. Afganistan ve Irak’ta bunu denemiş ama tatmin edici başarı elde edememiştir. İkincisi ise; halk hareketi ile meclisi işgal edip kukla yönetimi başa getirmektir. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da denemiştir. Başarı elde edip etmediği henüz belli değildir.
İşte, Türkiye’de de bunu denemektedir. Danıştay saldırısını ve başka vesilelerle halk hareketlerini desteklemektedir. Bir gün Ankara’da halk meclise girecek meclis dağılacak. Sonra hileli seçim yapıldı yaygarası ile seçim yenilenecek, istedikleri kimseleri meclise dolduracaklardır. Bunu yapmak için her şeyden önce ordunun siyasete karışmaması gerekir; ordu seyirci kalacak. Böylece ileride de yönetimde söz sahibi olamayacak. Şimdi sömürü sermayesi böyle bir yönetimi denemektedir. Türkiye’de Kemal Derviş’i göndermiş, değişik denemeler yapmış ama başarılı olamamıştır.
1 Mayıs 2008 işte bunun bir provası idi. Vali, ‘Taksim meydanında kutlanmayacak’ diyor. Sendikalar, ‘hayır kutlanacak’ diyor. Beyanatlar ve karşılıklı ithamlar! Sonunda 1 Mayıs provası İstanbul’da yapılıyor; 1960’ların benzeri bir prova yapılıyor. O zaman örfi idare ilan edilmiş, asker ve polis güvenliğin sağlanması için görevlendirilmiş. Ne var ki bizzat askerler halkı kışkırtmakta, saldırın biz size bir şey yapmayacağız demekte idiler. Kaleler fethediliyor, heyecan doruğa çıkıyordu. Şimdi de polisin AK Parti iktidarına sadık olup olmadığını, ordunun onun yanında yer alıp almadığını test etmek için 1 Mayıs fırsat olmuştur.
İşçi temsilcileri zorlayacak, asker ve polis gevşek davranacak ve sonunda Taksim fethedilecek, böylece AK Parti’nin hesabı görülecekti. Bununla kalınmayacak, askerden ve polisten yüz bulan kışkırtıcalar Ankara’da yürüyüş yapacak ve meclisi işgal edeceklerdi. Bu oradaki harekatın bir provası idi.
Ne var ki 1960 tekrar edilmedi. Ankara hükümete sadık kaldı. Ordu da kışkırtıcalar arka çıkmadı. İstanbul çok büyük bir başarı ile korundu. Böylece Türk Milleti büyük bir sınavdan başarı ile çıktı.
a) Türk polisi ve ordusu çok güçlüdür. Her zaman güvenliği sağlayabilir.
b) Türk polisi ve ordusu iktidar safındadır. Devletlerini korumakta kararlıdırlar.
c) Türk halkı heyecana kapılıp kışkırtmaların peşinde sürüklenmemektedir. Dolayısıyla Ukraynavari hareket yapmak mümkün değildir.
d) Eskiden olduğu gibi sendikalar, odalar, medya ittifak edip ülkeyi parçalamaya gitmemekte, Türk ordusunu müdahale etme zorunda bırakmamaktadır.
Bunun sonucu nedir?
a) Anaysa Mahkemesi AK Parti’yi kapatmayabilir. Çünkü elde edilecek bir şey yoktur. AK Parti’den 30 kişi uzaklaştırılsa bile, mecliste ekseriyet yine AK Parti’nin olacaktır. Hükümeti yine onlar kurup onlar güvenoyu verecektir. Tayyip Erdoğan olsun olmasın, ne fark eder.
b) CIA da artık Türkiye’de halk harekatı ile meclisi dağıtma gibi bir deneye girmez. Çünkü halk böyle harekatı yapmaz. Polis ve ordu savunmasını yapar. Sendikalar da birlikte onun yanında yer almazlar. Artık başka şeyleri destekleyecektir.
c) Biz Türk halkı olarak huzurumuza kavuştuk. Artık sokak harekatı olmayacaktır. Türk ordusu buna izin vermeyecektir. Ordunun müdahalesi olsa bile bu Türk ulusuna ve demokrasiye karşı değil, onun yanında ve onu korumak için yapılacaktır.
d) Umarız ki AK Parti bu zaferinin manâsını anlar ve artık gerekli operasyonları yaparak AK Parti iktidarını yerinde oturtur.
1- Önce anayasayı uzlaşı içinde değiştirmelidir. Türkiye sözde değil, gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine kavuşmalıdır. Yargı hakemlerden oluşmalı; tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın hâle getirilmelidir.
2- AK Parti haysiyetsiz Avrupa Birliği müzakerelerini haysiyetli hâle getirmelidir. IMF derhal terk edilip bağımsız ekonomi politikası izlenmeli, özelleştirmelerden vazgeçilmelidir.
3- AK Parti bugün yolsuzlukları önleyemez. Onu ancak yeni anayasa ve yeni düzen kendi mekanizmaları içinde önleyebilir. Ancak AK Partililer yolsuzluğun merkezi olmamalı, başbakan ve bakanlar istismar edilerek vurgunlar vurulmamalıdır. Bu önlenmelidir. Bunu önlemek için bunlara âlet olan çevreyi arındırmalıdır. AK Parti karargahı rüşvetçilerin ve yolsuzluk yapanların bulundukları yer olmamalıdır.
4- AK Parti kendi başına devlet kurumlarını ele geçirerek hakimiyet kurmaya çalışmamalı; aksine tüm siyasi partilere aldıkları oy nisbetinde yönetime katılma imkanı sağlamalı, bu alanda adil düzeni getirmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL