ADİL DÜNYA DÜZENİ482
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 25 Ekim 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 482. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00–21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 30. SEMİNER
İSTANBUL İMAR SENEDİ
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ / YORUMLARI;
AKEVLER VE
SAADET PARTİSİ
Prof. Dr. OSMAN ALTUĞ VE
EKONOMİ; HAVUZ SİSTEMİ!
AKTÜTÜN KARAKOLU BASKINI
HATALAR PKK SORUNUNU SÜRDÜRÜR
***
A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 3
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى(1)
الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى(2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى(3) وَالَّذِي أَخْرَجَ الْمَرْعَى(4) فَجَعَلَهُ غُثَاءً أَحْوَى(5)
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6)
إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7)
وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8)
فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتْ الذِّكْرَى(9) سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشَى(10) وَيَتَجَنَّبُهَا الْأَشْقَى(11) الَّذِي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرَى(12) ثُمَّ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13) قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى(14) وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى(15) بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا(16) وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى(17) إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى(18) صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى(19)
6- Sana okuyacağız ve unutmayacaksın. 7- Allah’ın dilediğini unutabilirsin. O açığı ve gizleneni bilmektedir. 8- Sana kolayı kolaylaştıracağız.
6- Sana kıraat edeceğiz ve sen nesy etmeyeceksin. 7- Allah’ın meşiet ettiğini unutabilirsin. O cehri de hafi olanı da ilmetmektedir.7 Sana yüsrü müyesser kılacağız.
سنا قرائت ادجغز و اونتمايجقسن 6
ربنن مشيئت اتدغنى اونوتابلرسن او جهري ده خفي ادنى ده علم اتمقده در 7
بز سنا يسرى ميسسر ادجغز 8
6- Sa NuQRiEuKa Fa LAv TaNSAv
7- EilLAv MAv ŞAvEa elLAHu EinNaHUv YaGLAMu eLCaHRa Va MA YaPFAy
8- Va NUYasSiRuKa LiLYuSRAy
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6)
إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7)
وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8)
سَنُقْرِئُكَ “Sana kıraat edeceğiz.”
“Tesbih et” emrinden sonra arada harfi atıf getirmeden “sana kıraat ettireceğiz” deniyor. Yani tesbih kıraat içindir. Tesbihin manâsı namaz kıl olmaktadır. Namaz kılacaksın. O namaz bir eğitim müessesesidir, öğretim yeridir. O halde tesbih et deyince namazını kıl anlamındadır ve orada öğrenim yapılmaktadır.
Şimdi namazı tekrar hatırlayalım. Sekiz yüzlüyü bir daha gözünüzün önüne getirin.
a) Vakit gelmeden önce cemaat mescide gelmeye başlar. Vakit gelince içlerinden biri ezan okur. Temiz elbiseleriyle mescide gelirler. Eğer kırda iseler, biri uygun yerde ezan okur, çevredekiler oraya gelirler.
b) Kıble belirlenir. Herkes saf olur. İmam seçilir veya bellidir. Kamet getirilir. Niyet edilir.
c) Tekbirden önce okunacak Kur’an âyetlerinin manâsı etrafında görüşme yapılır. Kur’an’ın manâsı o günkü sorunlara göre yorumlanır. Namaza girilir. Kur’an kıraat olunur. Cemaat dinler. Tahiyyatta dua yapılır.
d) Ayakta durulur, rüku edilir, secde edilir, oturulur ve selam verilir.
e) Bu arada hamd ile tesbih edilir. İstiğfar edilir. Tekbirler alınır.
Böylece namaz hem fikrî, hem hissî, hem de amelî bir egzersiz olmaktadır. Ama namazda gerçekleştirilmek istenen iki amaç vardır. Biri Kur’an merkezli eğitim yapmadır. Diğeri ise bu eğitim ile yaşamayı öğrenmedir.
Tekrar tesbihlerin manâsını hatırlayalım.
Sübhanellah, Allah’ın eksikliklerden uzak olduğunu, her şeyi eksiksiz yaptığını ifade etmedir. Ben iki namaz arasında verilen görevlerimi yaptım, Sen sübhansın, o görevi bana yaptırdın, onunla beni muvaffak kılacaksın demektir.
Hamd etmek de, ben bunu Senin verdiğin güçle yaptım. Sen bana nimetler verdin. Bununla ben bu görevi ifa ettim. Onun için hamd Senindir. Ben görevi yapıp Seni tesbih ettim, yani eksik olan işleri tamamladım. Ama bunu ben değil Sen yaptırdın, Sana hamd olsun.
İstiğfarda ise verilen görevlerin eksik yapılmasından dolayı istiğfar ediyorsun.
Allahu ekberde her şeyin üstünde Allah’ın olduğunu belirtiyorsun.
Bunun fıkıhtaki manâsı, ben bir topluluğun ferdi olarak bana ne görev düşüyorsa onları yerine getirdim demektir. Yani herkes faaliyet raporunu sunmaktadır. Kendisine verilmiş olan görevleri yerine getirmek için neler harcadığını da anlatarak hamdını ifade etmektedir. Yapamadıkları için de özür dilemektedir.
Şimdi bir soru çıkıyor: Biz bir araya geliyoruz. Kim kime neyi anlatacak? Başkana mı anlatacak? Hayır. Başkan da bizim gibi kıbleye yönelmiştir ve o da hesap vermektedir.
İşte burada yine tesbihin manâsı ortaya çıkıyor. Herkes iki namaz müddeti arasında yaptığı işleri bir kâğıda yazarak muhasibine verecektir. Aldıklarını ve verdiklerini yazacaktır. Aldıklarını hamden yazacak, verdiklerini de tesbihen yazacaktır. Muhasip bunu alacak ve bilgisayara geçirecektir. Bilgisayar ise herkese açıktır, yani girip görebilir. İşte böylece tesbih edilmiş olunur. Eksik kalan kısımlar da muhasebeye girecektir. Böylece Allah’ı tesbih etmek demek, günlük aldıklarının ve verdiklerinin muhasebeye girilmesini sağlamak demektir. Namaza durduğumuzda “sübhanellah ve leke’l-hamd” dendiği zaman, ben aldıklarımı ve verdiklerimi muhasibe verdim demektir. Bunu demiş olursun.
Kur’an’da “tesbih et” dendiği zaman da “sen yaz ver” denmiş olur.
İstiğfarı ayrı yapıyoruz. Bunun anlamı da, eksik olan şeylerin tamamlanması için gerekli önerileri ihtiva eder. Bunun anlamı, kesinleşmiş hesaplar ayrı yevmiyede tutulacaktır. Kesinleşmemiş hesaplarda gerekli değişiklikleri yapmak mümkündür.
Bunu bir örnekle anlatalım.
Bir kimse bir şeyi satmak istiyorsa fiyatını koyar ve bilgisayara girer. Bekler, o fiyatla alan yoksa fiyatı düşürür. Biraz daha bekler. Fiyatı biraz daha düşürür. Biri ‘ben aldım’ dediği anda, son fiyatla almış olur. Artık o fiyat üzerine satıcı müdahale edemez, sözleşmesinden dönemez. İşte bu kesinleşmiş hesaptır. Oysa teklif zamanında kesinleşmiş değildir. Onun için onlar ayrı yevmiyede tutulmalıdır veya ayrı muamele görmelidir.
Demek ki namaz bir hesap verme yeridir. İnsan dinler, anlar, yapar ve dönüşünde de yaptıklarının hesabını verir. İlk bakışta sıkıcı bir iş gibi görünüyor. Beş vakit namaz onun için zor geliyor. Ancak beş vakit namaza bir defa alıştınız mı son derece huzurlu hayata ulaşırsınız.
Kıraat etmek sözleri aynen tekrar etmedir. İkra etmek başkasının okumasını sağlamak demektir. Tilavet ise başkasına okumak, ona aktarmak demektir.
Kıraat beyinde yerleşen sözlerin tekrarıdır. “Biz sana okutacağız” demek, biz sana okuyacağız demek değildir, biz sana ezberleteceğiz demektir. Kur’an’ın okunmasını öğrenmek demek, kıraatini öğrenmek demektir. Dolayısıyla beynimizdeki ezberlenmiş sûreleri unutsak bile, artık mushaflardakini okuduğumuzda onu okumuş oluruz. İnsan kendi kendine okumak için mushaftan da okusa o kıraattir.
Buradaki “Ke” sensin, okuyucusun. Ama ilk “Ke” doğrudan Hazreti Muhammed’e hitap etmiştir. Onun işi bizimkinden çok zordu, çünkü ona Cebrail okuturdu. Parça parça okuyor, sırası bile belli olmuyordu. Hazreti Muhammed onu dinliyordu. Okuma yazması yoktu. Dolayısıyla yazı ile takip etmiyordu, sadece hafızasında kalıyordu. Bir taraftan da dışarıda kâtipler yazıyordu. Yani eğer değiştirse hemen farkına varılacaktı. Bu bir günlük iş değildir. Günler, haftalar, aylar, yıllar geçiyor. Yirmi sene önce okuduğunu bugün de okuyacak ve hata olmayacak, sırasını şaşırmayacak. İşte bu en büyük mucize olmaktadır.
Bu mucize Hazreti Muhammed aleyhisselâma verilen mucize idi. Arapların Kur’an’ı kabul etmeleri ve resulü tasdik etmeleri bu tür mucizelerle olmuştur. Hazreti Muhammed’in mucizeleri yoktur ama kendisi mucizedir. Dünyadaki yüz etkin adamı yazan yazar Hazreti Muhammed’i birinci sıraya koyarken ona bu önceliği Kur’an’ın yazarıdır diye veriyor. Yani Kur’an’ı getirendir diye başta yer alıyor. Tabii ki yazarı değildir, ama onun resulüdür.
Bizim için bu unutmama olayı basitleşmiş bulunuyor. Yazılıdır ve unutulmuyor. Ama bu da Kur’an’ın büyük mucizesidir. Çünkü Kur’an gibi aslı değişmeden muhafaza edilen başka kitap yoktur. Yalnız sözleri değil dili de değişmemiştir.
Arapların Kur’an’a inanması onun gösterdiği mucizelerden biri idi. Onlar inandılar da bize intikal etti. Tarih boyunca Kur’an’ı nesilden nesile aktardılar ve bize kadar değişmeden geldi. Bizim Cebrail’imiz atalarımız olmuştur. Kur’an’ın lafzı onların öğretisiyle geldi, dili onların öğretisi ile geldi, anlama usulü onların aracılığı ile geldi. Onlara düşman olan Cebrail’e düşman olur. Cebrail’e düşman olan Allah’a düşman olmuş olur.
Şimdi Kur’an’ı biz anlayıp uygulayacağız. Her nesil kendisi anladı ve uyguladı. Kur’an delildir. Hükümleri içermez. Hükümleri biz Kur’an’daki emirlerden istihraç ederiz. Bu sebepledir ki âyet ve sünnetle içtihat yapmadan amel edilmez. İçtihat beyandır. Allah beyanı Kur’an’dan ayrı olarak öğretmiştir.
فَلاَ تَنسَى (Fa Lav TaNSAy) “Unutmayacaksın”
Dilin özelliği vardır. Bir dili öğrendikten sonra onu kolay kolay unutmuyorsun. Bir yazıyı okumayı öğrendikten sonra onu sonra kolay kolay unutmuyorsun. Kur’an’ın okunmasını Arap olmayanlar da öğrenmelidirler. Beynimiz bilgisayardır. Bilgisayarlarda virüsler olur. O virüsleri temizleyen programlar vardır. İnsan beyninde de böyle virüsler oluşur. Bu virüsler beynin işlemesini bozarlar.
Bu virüsler nasıl temizlenecektir?
Beynimizin bilgisayarının virüslerini temizleyen programlar nelerdir?
İşte beynimizin fiziki virüslerini temizleyen programın başında Kur’an gelir.
a) Kur’an’dan sûreler ezberlenirse beyin virüsleri temizlenir. Ezberlenen Kur’an ezbere okunursa o virüsler temizlenir. Kur’an’dan herhangi iki ayn arasını alınız, yahut küçük sûreleri alınız. Bunu ezberlemeye başlayınız, manâsını da öğrenerek ezberlemeye başlayınız. Ezberleme nasıl olacaktır? Önce bir cümle ezberlersiniz. Ezbere söylersiniz. Bu cümle iki üç kelimelik olur. Sonra diğer cümleyi ezberlersiniz. Baştan ezbere okursunuz. Bakmadan okuduğunuzun da sonrasına geçersiniz. Bölümün sonuna vardığınızda baştan sonuna kadar bakmadan ezbere okumanız gerekir. Daha işiniz bitmemiştir. Şimdi sondan başlayarak aynı şekilde gerisin geriye gideceksiniz. Böylece Kur’an’ın o bölümünü eşit şartlarla okumuş ve ezberlemiş olursunuz. Bu sizin beyninizin virüslerini temizler. Kur’an okumak size büyük zevk vermeye başlar. Bu esnada manâsını da derinlemesine anlama imkanını bulursunuz. Bunu genç yaşta ya da çocuklukta yaparsanız sonra unutmazsınız. Demek ki Kur’an’dan bir parça ezberlemek beynin virüslerden temizlenmesine sebep olur.
b) Ezberlenmiş sûreleri veya bölümleri ezbere, ezberlenmemişleri de mushaftan okuma sizin beyninizdeki virüsleri temizler. Ancak bu kıraati tecvit ile yapacaksınız. Cümleler arasında dura dura okuyacaksınız. Okurken arada namaz kılacaksınız. Rüku ve secdeye vararak beyniniz kanla sulanmalıdır.
c) Beyninizin temizlenmesine en önemli araç namazdır. Çünkü bir taraftan kıraat ve tesbihlerle vücudunuz rezonans hâle gelir ve kan damarlarının uçları açılır, diğer taraftan secde ve rükuda bu açılan damarlardan kanın geçmesi sağlanır. Beyinde oluşan virüsler böylece temizlenmiş olur.
d) Beyindeki virüslerin temizlenmesinde başka bir araç da bir araya gelmedir, diğer insanlarla beraber olmadır. Beyinden çıkan elektromanyetik dalgalar karşılıklı etkileşim yaparak insanın beynindeki virüsleri giderir. Beraber zikir, beraber davranış, beraber oruç, beraber hac yani seyahat ve toplanma insan beynini virüslerden temizler.
“Biz sana okutacağız ve sen unutmayacaksın.” âyetinin manâsı budur.
Acaba insan beynini kirleten ve virüsleştiren şeyler nelerdir?
a) İçki, sigara, uyuşturucu gibi maddeleri kullanmak insan beyninde virüslerin oluşmasına sebep olur.
b) Evlilik dışı ilişkiler de insan beynini kirletir ve virüslü hâle getirir.
c) Sabah olurken güneş doğarken uykuda olmak insan beynini kirletir. Bütün canlılar geceleri uyurlar ve seher vakti uyanırlar. Bizim de seher vakti kalkmamız gerekmektedir. Ancak bugünkü çarpık mesai saatleri bizim seher vakti kalkmamızı zorlaştırmaktadır. Çünkü erken kalkıyorsunuz. Namaz kılıyorsunuz. Yatsanız uykunuzu alamıyorsunuz. Alsanız bile yine kötü saatlerde uyuyorsunuz. Yatmasanız gündüzün uykunuzu alamıyorsunuz. Bu sebepledir ki çarpık dünyada biz de çarpık yaşamak zorunda kalıyoruz. Bunun için yapılacak iş nedir? Önce yerinden yönetim getirilmelidir. Her belde kendi mesai saatlerini kendisi tanzim etmelidir. Merkezi dayatma kalkmalıdır. İsteyen beldeler mesai saatlerini sağlığa uygun ve beyni kirletmeyecek şekilde düzenleyebilmelidir.
d) İnsan beynini kirleten başka bir şey de gıybet, kin, haset, gizli dinleme gibi kötü alışkanlıklardır. Bunlar da insan beynini kirletir.
Demek ki her türlü haramlar beyni kirletir, ibadetler de beyni temizler.
إِلاَّ “Sadece Allah isterse”
“İllâ” istisna edatıdır. Sana okuyacak, sen de unutmayacaksın. Allah’ın dilediği dışında olanı unutmayacaksın. Allah dilemezse unutmayacaksın.
Buradaki istisna aksinin olacağını ifade etmez. Hanefilere göre mefhumu muhalefetle istidlâl olmadığı için burada Allah dileyecek ve bir kısmını unutacaksın anlamı çıkar. “Sen unutmayacaksın” derken, hiçbir şeyi unutmayacaksın anlamına gelmez, sadece Kur’an’ı unutmayacaksın anlamı çıkar. İstisna da böyledir.
مَا شَاءَ اللَّهُ “Allah’ın dilediklerini unutursun.”
İnsan beyni bilgisayar gibi çalışır. Önce hafızaya gönderirsin. Yeni şeyler düşünmeye başladın mı eskisi hafızaya gider. Yeni bilgiler çoğaldığında eskisi silinir. Bilgisayarda da bunu silmek için komut vardır. Burada insanın hafızası anlatılmakta, hafızada da silinmektedir. Özel hatırlatıcı gelmedikçe hatırlayamamaktasın. Yazı böyle bir hatırlatıcıdır. Yahut ruhiyatçılar (hipnozcular) özel seanslarla hafızayı açabildiklerini söylemektedirler. Unutabiliriz, sonra yeniden hatırlatma yapılmaktadır.
Hazreti Muhammed acaba unutmuş mudur? Beşeri beyine sahip olduğu için unutmuş olabilir. Ama Allah eğer bir şeyi unutturmamak istiyorsa onu hatırlatır. Bizim unutmamız kolay iştir. Mushafı açar hatırlarız. Yazıyı da unutmak hemen hemen mümkün değildir. Dili eğer konuşuyorsanız unutmazsınız. Yazıyı da öğrendikten sonra kolay kolay unutmazsınız. Ancak resul için bu o kadar kolay değildi. Kendisi okuma yazma bilmemektedir. Cebrail geliyor ve okuyor, o da söylüyordu. Çevredekiler yazıyor ve ezberliyorlardı. Bu durum günlerce, aylarca ve yıllarca devam ediyordu. Yirmi sene önce irad ettiği bir sözü yirmi sene sonra aynen irad ediyordu. Çevresindekiler onun hata ettiğini ve şaşırdığını görmediler. Hazreti Peygamberin bazı sözleri unuttuğu rivayet edilmişse de, bunlar âyetlerden sözler değil de diğer sözlerdi. Yazılı bir metni unutup da ‘okuyun bakalım, bu nasıldı’ asla dememiştir. Rivayet edilen bir iki hadis vardır. Kütübi Sitte’de âyet olarak recm âyetinden bahsedilmektedir.
Recm âyeti okunmamaktadır. Bu Kur’an’da yer almamıştır. Çünkü mütevatir olmayanlar Kur’an’da olmaz. O halde eğer bir kıraat veya söz bize mütevatir olarak gelmemişse o Kur’an’dan değildir. Kur’an’a girmiş ve icma ile Kur’an olarak kabul edilmişse o da Kur’an’dandır. Bugün müsbet ilmî araştırmalarla bir âyet bulunsa ve ilmen onun Hazreti Muhammed tarafından Kur’an olarak yazdırılmış olduğu tesbit edilse bile, o artık Kur’an olmaz. Kur’an olması için Hazreti Osman’ın mushafına girmiş olması ve kıraatin bize mütevatiren gelmesi gerekmektedir.
Hazreti Osman’ın mushafları dışında olanlar artık Kur’an değildir. Çünkü Allah öbürlerini unutturmuştur. Bunda sahabelerin icmaı vardır. Sahabelerin icmaı âyet gibidir.
Kıraate gelinirse, yedi kıraat vardır ve bunların mütevatir olduğunda icma vardır. Hiçbir kurra ben bunu bilmiyorum demiyor. Kurraların icmaı ile sabit olan kıraatlerdir. Bu kıraatlerden birini inkâr etmek Kur’an’ı inkârdır ve küfre götürür.
Üç kıraat daha vardır. Bu kıraatler üzerinde icma hâsıl olmamış, ancak reddeden de olmamıştır. Dolayısıyla bunlarda sükuti icma vardır. Sükuti icmalarla amel caizdir ama iman şart değildir. Dolayısıyla bu kıraatleri Kur’an’dan sayanlar küfretmiş olmaz, saymayanlar da küfretmiş olmaz. Bunlarla amel caizdir ama vacip değildir. Bu on kıraatin dışında okunacak her kıraat Kur’an’a ilavedir. Dışarıdan ithaldir. Dolayısıyla Kur’an’ı inkârdır.
Burada “Se” harfi gelmiştir, yakında kıraat edeceğiz deniyor. Oysa kıraate başlanmış ve devam ediyor. Kıraat etmek demek bütününü bitirmek demektir. Tümünü ezberleyen kurra olur. Yahut Kur’an’ın tamamını okuyan kıraat etmiş olur. Dolayısıyla vahiy bitmeden kıraat tamamlanmamış olduğu gibi, Kur’an’ı okuyanlar da baştan sonuna kadar okumalıdırlar. Umumiyetle kıraate küçük sûrelerden başlanır ve gerisin geriye gidilir.
Biz İzmir’deki Kur’an meali çalışmalarımıza böyle başladık, gerisin geriye giderek Kur’an’ı Osmanlı Türkçesine ve bugünkü Türkçeye tercüme ettik. Şimdi baştan başlayıp sona doğru gitmek gerekmektedir. Demek ki sûreleri küçükten başlayıp gerisin geriye gitme de caizdir. Çünkü son sûrelerde sana okuyacağız denmektedir.
Toplulukta kıraat nasıl olacaktır? Yazılacak ve unutulmayacaktır.
إِنَّهُ “Kesinlikle O”
“Ma şi’na” demiyor da “Mâ Şâellahu” diyor. Çünkü kıraat vasıtasıyla olmaktadır. Bu kıraatte melekler istihdam edilmektedir. Bize gelirken de hocalarımız istihdam edilmektedir. Dolayısıyla Allah’ın dilediği denmektedir, bizim dilediğimiz denmemektedir. Demek ki unutmada melekleri istihdam etmemektedir. Buradaki zamir de O’na gitmekte, zatına gitmektedir. Burada Allah izhar edilmemiş izmar edilmiştir. Çünkü bu tamamen Allah’ın meşietine bağlı bir açıklamadır. “O cehri de hafi olanı da bilir” denmektedir.
يَعْلَمُ “Bilir.”
Burada fiili muzari getirilmiştir. Oysa Allah âlimdir, her zaman bilir. Geçmişte bildi denmesi gerekirken, Allah bilir deniyor. Geniş zaman yapıyor.
Şöyle düşünelim. Bir tren istasyondan kalktı ve on saat sonra Ankara’ya varacağını bilmekteyiz. Vardığı zaman vardı diyebiliriz. Birini İstanbul’da olacak diyebiliriz, diğerini ise geçmişteki olay olarak biliriz. Allah bizim ne yaptığımızı da ne yapacağımızı da bilir. Allah için zaman ve mekân sözkonusu olmadığı için ikisi de birdir. Ama bizim için farklıdır. Allah’ın bilmesi de bizim anlayabildiğimiz şekliyle açıklanmıştır. Onun için muzari sigası getirilmiştir. Yani cehren okusak da hafiyyen yapsak da bilmektedir. Bu bilgi sadece kâinatı var eden Allah’ın bilmesi anlamında değildir. O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlar da, topluluk da bilecektir.
Bunun anlamı nedir? Topluluk nasıl bilecektir?
Eğer bir şey muhasebeye geçmişse, bilgisayara girmişse, onu isteyenler görebiliyorsa, o halde topluluk onu bilmiş olacaktır. Gerektiği zaman ona ulaşılabiliyorsa topluluk onu biliyor demektir, Allah biliyor demektir.
Bu nasıl sağlanacaktır, bu emir nasıl yerine gelecektir?
a) Herkes yaptığını bir kâğıda, bir deftere kaydedecektir. Beş vakit namaza gelirken onu muhasibine verecektir yahut muhasibine vermek üzere imama verecektir.
b) Muhasip onu bilgisayara geçirecektir. İlgililerin muhasipleri de oradan çekip borçlulara ulaştıracaklardır. Böylece üç yere yazılmış olacaktır. İstendiği zaman da okunacaktır. İşte böylece Allah’ın bilgisinde olacaktır.
c) Muhatap kabul etmezse reddedecektir. İsteyen hakemlere gider.
d) İleride bir niza çıktığı zaman şahitler bu kayıtlara göre şehadet edeceklerdir.
Böylece topluluğun da bilmesi hâline gelmiş olur. Fiili muzari kullanması da bu sebepledir.
الْجَهْرَ “Cehri bilmeyledir.”
Kur’an’da zahir ve batın, gayb ve şehadet, sır ve aleniyet vardır, bir de cehr ve hafi vardır. Zahir ve batın, görünen ve görünmeyen demektir; uzayda sanal âlemi, imajiner âlemi belirtir. Gayb ve şehadet ise uzakta ve yakında olanı belirtir. Geçmiş ve gelecek de gaybdır. Sözlerin manâsı gayb, lafzı ise meşhud kabul edilir. Sır ve aleniyet ise fiillerle ilgilidir. Gizli yapılan işlerle açıkta yapılan işlerdir. Cehr ve hafi seslerle ilgilidir.
Burada “tesbih et” sözünden sonra “sana kıraat edeceğiz ve sen unutmayacaksın” demiş. Allah’ın cehri de hafi olanı bildiğini ifade etmektedir.
Buradaki cehr ve hafi ne anlamlara gelir?
Kur’an’ı cehr etseniz de hafiyen okusanız da Allah onu işitir denmiş olur. Ama bilir sözü ile muradın bu olmadığı anlaşılmaktadır. İki türlü vahiy vardır. Biri, Cebrail vasıtası ile gelen vahiydir. Cehri vahiydir. Bize atalarımızdan gelmiştir. Bir de, biz onu okurken bize ilham olunan manâdır. Hafi vahiydir. Allah böylece hem lafzını bize bildirmekte, Kur’an’ın dilini ve usulünü atalarımızdan naklen bize öğretmekte, hem de bize ilham ederek içtihadımızı sağlamaktadır. Bu da hafi olanıdır.
Bizim için deliller cehrdir. İçtihadımız ise hafidir.
Topluluk için de şunu söyleyebiliriz. Genel Hizmette dört çeşit kayıt vardır; evrak kaydı, zimmet kaydı, envanter kaydı ve demirbaşların kaydı. Bunlar toplulukta kaydedilecektir. Bir kimseye ait bütün bu kayıtlar bugün bir CD’ye sığacaktır. Birkaç liradan ibaret olan bu kayıt ölü ile mezara gömülebilir. Binlerce sene sonra bunları okuyanlar bu sayede bugünkü hayatı çok iyi bilebilir, bu kayıtlar sayesinde insanlar atalarının yaptıklarını bilebilir. Herkes atasının tarihini bilirse, topluluk tarihini bilmiş olur. Tarih bilinçtir.
İşte bu kayıtlar iki çeşittir. Bazıları açıktır. Bilgisayara girdiğinizde her zaman öğrenebilirsiniz. Bu cehrdir. Bir kısmı ise kişinin kendisine aittir. O istediğine gösterir. Ama bilgisayarda kayıtlıdır. Şifresini o bilir, o girer. İşte bu da hafi olandır. Topluluğun kamu bilgisayarına bu girdiğine göre onu topluluk bilmiş olur.
“Cehr” burada marife gelmiştir. İstiğrak içindir. Yani ne kadar cehr varsa onu bilir demektir. Geçmişten bana neler ulaşmışsa onu bilmektedir.
Fakihler bunları dört delil olarak tesbit etmişlerdir.
a) Bunlardan biri kitaptır, Kur’an’dır. Eski kitaplar da Kur’an içinde mevcuttur. Brahmanlar, Budistler, Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi tahrif edilmiş kitaplarını müsbet ilim ve Kur’an’la karşılaştırarak düzeltebilirler. Kitaplar da bizim Kur’an’ı kolay anlamamıza yardımcı olur. İnsan aklınca müsbet ilim yoluyla tesbit edilip her zaman deneyle ispat edilen şeyler de Kur’an’dandır. Mesalih, sedd-i zerai, hikmet bunlardandır. İlmen kesin olarak sabit olmuşsa nass buna göre tevil olunur.
b) Diğer delil sünnettir. Bundan önce I. Kur’an uygarlığındaki uygulamasıdır. Kur’an ancak sünnet ile anlaşılır. Arap dili de bunun içindedir. Tevrat uygulaması, İncil uygulaması da Kur’an uygulamasıdır. Bizim için sünnettir. Şafiiler buna istishab demektedirler. Biz namazımızı bizden önce kılanlar gibi kılıyoruz, ancak bunlara Kur’an’da delil buluyoruz. Başka bir ifade ile biz bizden öncekilerin yaptıklarına bakarak Kur’an’ı anlıyoruz. Hayrettin Karaman; Karagülle, sanki eskiler yokmuş gibi İslâmiyet’i anlamaktadır diyor. Bu hususu burada açıklığa kavuşturmak isterim. Ben şunları yapıyorum: Önce geçmişi kaynaklarından öğreniyorum. Arapçayı öğreniyorum. Bunun içinde Fıkıh Usulü de dâhildir. Sünneti öğreniyorum. Tevrat’ı ve İncil’i öğreniyorum. Hazreti Peygamber’in yaptıklarını öğreniyorum. Bunlar benim için kaynaktır, yani delildir. Ondan sonra içtihatlarımı ben yapıyorum, yeniden yapıyorum. Bin sene önce yapılan içtihatları bugün uygulamıyorum.
c) Üçüncüsü ise icmadır. İcma demek, yaşayan fakihlerin ve âlimlerin bir konu üzerinde ittifak etmeleri demektir. Mesela, ayda hayat olmadığı kesin olarak sabittir. Astronomlar ittifak hâlindedir. Buna icma diyoruz. Kur’an’daki zekât verin emrinde, sermayeden kırkta bir verileceğinde icma vardır. Yahut Kur’an’da “ibil”in deve olduğunda icma vardır. İcma kesin delil demektir. İcmaı esas almadığımız zaman hiçbir şeyi kesin bilemeyiz. Çünkü kişiler hata eder, ama tüm insanlık hata etmez. Bu kural tamamen Kur’an ehlinin kuralıdır. Buna inanmayanlar, Kur’an’a inanmamışlar demektir. Çünkü Kur’an bize onların icmaı ile gelmiştir. Geçmiş asırlarda icma olduğuna göre bugün de icma olması gerekir. Buna Malikilerin örfü de dâhildir. Örf mahalli icmalardandır. Yani biz bir konuda ittifakla karar alırsak, onu ittifakla değiştiririz. Muhalefet eden o topluluktan ayrılmış olur.
d) Dördüncü delil ise kıyastır. Kur’an’da her hüküm için bir örnek verilmiştir. Onu biz kıyas yoluyla milyonlarca benzerine uygularız. Sünnet ilk uygulamadır. Tevrat ise ön uygulamadır. Kıyasa Hanefilerin istihsanı da dâhildir. Kıyas, hükmü bulunan asl’a illet bulmaktır. İstihsan ise illeti bilinen hükme asl bulmaktır.
İşte bu dört asıl ve dört tali delillerin tümü zahirdir.
وَمَا يَخْفَى “Hafi olanı da bilir.”
Cehri harfi tarifle getirdi. Oysa hafi olanı sıla cümlesiyle getirdi. “El” yani harfi tarif umumidir, “Mâ” yani ismi mevsul da umumidir. Dolayısıyla istiğrak bakımından bir fark yoktur. Sadece “Mâ” ile gelende nekrelik vardır. “Ellezî” gelirse fiil ve fail veya mef’ul marifedir. “Mâ” veya “Men”de fail veya mef’ul nekre, fiil ise marifedir. Gizli olma marifedir. Ama gizlenen nekredir. Çuvalın içinde bir şey olduğunu bilirsin ama ne olduğunu bilmezsen ona kapalı denir. Ama çuvalın ne olduğunu bilmezsen, ona gizli denir ki o sırdır.
Burada “hafi olanı da Allah bilir” denmektedir. Yani varlığı bilinen ama ne olduğu bilinmeyenleri de bilir. Diğer taraftan içtihatlar nekredir. Herkesin içtihadı farklıdır, ama içtihat yolları yani usul marifedir. Bu sebepledir ki “Mâ” ile getirilmiştir. Harfi tarifli ismi fail veya mef’ulde fail veya mef’ul marife fiil nekredir. Harfi tarifsiz fail veya mef’ulde ise hem fail veya mef’ul hem de fiil nekredir.
“Hafyetmek” demek, gizlenmek ve saklanmak demektir. Kendileri gizli olmuş olur. Burada gizlenme işi kendisine izafe edilmiştir. Unutulana işaret etmektedir. Zamanla hafızada mevcut olan veya topluluğun bildiği veya yazılanlar kaybolur. İnsan bilerek unutmaz. Bu sebeple fiil cümlesini getirmiş. Unutmayacaksın. Unutma varsa onu Allah bilmektedir. Gerekli görürse hatırlatır.
Burada fıkıhçıları meşgul eden önemli bir olaya da açıklık gelmektedir. İçtihatta birbirinden farklı görüşler vardır. Bunlardan ikisi de içtihat yapana göre doğru mudur, yoksa müçtehit hata etmekte midir? Kimi diyor ki, müçtehit hata etmektedir, ama Allah sormamaktadır, affetmektedir. Sevabın yarısını alır. Kimilerine göre ise onun için o doğrudur, diğeri için diğeri doğrudur. Örnek olarak, birisi Türkiye’dedir, birisi Fransa’dadır. Türkiye’de olan güneye dönüp namaz kılacaktır, Fransa’da olan doğuya dönüp namaz kılacaktır. Demek ki kıble bulunulan yere göre farklıdır.
“Allah hafi olanı da bilir” demek, içtihatları bilir, dolayısıyla hatalı olanları da bilir. Düzeltmediğine göre onun öyle bilmesini istemiştir. Bize o hatalı emri vermiştir demektir. Diyelim ki, kişi Kâbe doğudadır zannedip namaz kılsa ama kıble güneyde olsa, hatalı yapmamış mıdır? Yapmamıştır diyebiliriz. Çünkü Allah ona o esnada güneye doğru kılmasını emretmiştir. Dolayısıyla bize göre sevabı da tam olarak alır.
Topluluk içinde ise bu hata kabul olunmamaktadır. Birinin malını hataen benimdir diye alsan ve kullansan, tazmin etsen, hata yapmamış mı olursun? Evet, hata yapmamış olursun. Tazmin etmen hata yaptığından değil, başkasının malını aldığın için tazmin edersin. İzinle de alsaydın tazmin etmeyecek miydin?
Demek ki her müçtehit eğer içtihadında samimiyse, çıkarı için veya inadı için veya hatır için veya korktuğu için o şekilde içtihat yapmıyorsa o isabet etmiştir. Çünkü ona onu yapmak farz kılınmıştır. Yaptığı fiilden dolayı bir zarar meydana gelmişse zarar tazmin olunur. Hata ettiğinden dolayı değil, zarar verdiğinden tazmin olunur.
Delilleri cehr kabul ettik. Çünkü deliller ancak sözlere dönüştüğü zaman delil olur. Peygamber bir fiil yapmıştır. Onu bize birisi yaptı diyecek ki delil olsun. İcma olduğunu birisi söyleyecek. Kıyasta da bu vasıf asılda ve fer’de bulunduğu dille ifade edilmiş olması gerekir. Bundan sonra içtihat yapmak demek bu deliller üzerinde düşünerek sonuçlar çıkarmaktır. Düşünmenin bu yolları usulü fıkıh ilminde tesbit edilmiştir. Siz o usule göre sonuçlar elde edersiniz. 5 kilo patates 10 liradan alınmıştır. Bunlar delildir. 5 ile 10’u çarpma içtihattır. 50 lira vermem gerek ise hükümdür. Mü’min demek, her adımı içtihatla atması demektir. Yani kişinin kitap ve ilme, sünnet ve istishaba, icma ve örfe, kıyas ve istihsana dayanarak içtihat yapması demektir. Kendisi bunlardan içtihat yapamıyorsa, içtihat yapanı içtihatla seçmesi demektir. Onun fetvası ile amel eder.
Diğer taraftan her şey kayıtlara geçecektir. Dolayısıyla toplulukta bilinecektir. Bunlardan bir kısmı ise kapalı kalacak, ilgili ancak görecek ve gösterecektir.
وَنُيَسِّرُكَ “Ve sana müyesser edeceğiz.”
“Yüsr” sol el demektir. Sol elle yapacağın işlere de yüsr denmektedir. Bir şeyi zorlanmadan yapabiliyorsak o kolay yapılacak şeyler demektir. Kıraat olunacak ve kolaylaşacaktır. Sana kıraat edeceğiz, sen unutmayacaksın. Ve sana işleri kolaylaştıracaktır.
Baştan tesbih etmenin namaz kılma olduğunu ve namaz kılmanın öğrenme olduğunu, öğrenmenin merkezinde Kur’an’ın olduğunu söylemiştik. İnsanlar spor seyrediyorlar. Bu sayede gruplar oluşuyor. Bunun için kavgalar bile yapıyorlar. Bunları birleştiren nedir? Ortak dildir. Türkçe bilenler ortak dile sahip olmazlar. Ortak dile sahip olmak için bir işi birlikte yapmak gerekir. Bir şey yaparsak o bizi birleştirir. Mesela ortak dergi çıkardığımızı farz ediniz. Dergi hiç satılmasa da biz onunla birlikte çalıştığımız için ortak dil doğar, ortak dil de bizi birbirimizle anlaştırır. Topluluğumuzu oluşturur. Tarikatlar bu sebeple bir cemaat oluşturmaktadırlar. Partiler de böyledir. Ortak meşgale topluluğu oluşturur.
İşte Kur’an da böyledir. Biz Kur’an üzerinde beraber çalışmaya başladığımızda ortak dil oluşur, Kur’an’ı anlama dili oluşur. Sonunda topluluk meydana gelir. Bediüzzaman Risaleleri okutmaya başlamış, Risaleler sayesinde bugün güçlü cemaat olmuşlar.
Kur’an’ı birlikte okuyan insanlar ortak dil, ortak anlayış ve ortak inançlara sahip olurlar. Aralarında sevgi ve saygı doğmaya başlar. Bu sayede işler kolaylaşır.
Tarihte medreseler ve tekkeler sayesinde Türkler güçlü devlet kurmuş, doğu uygarlığını batıya aktarmışlardır. Bu Kur’an sayesinde olmuştur.
Osmanlılar içtihat kapılarını kapatıp Kur’an’dan istidlali unuttuklarında imparatorluk ortadan kalkmıştır.
Cumhuriyeti lâik temeller üzerinde kurmuş, Kur’an’dan uzak kalmak istemişler.
Sonuç ne olmuş?
Önce topluluk ekonomik varlık gösterememiş, Batı’ya teslim olmuştur.
Türk halkı işin doğru gitmediğini görmüş ve 1950’den sonra yeniden Kur’an’a sarılma ihtiyacını hissetmiştir. 1950’de basılmış Kur’an tercümesi iki veya üç kadar iken, bugün birkaç yüzü aşmıştır. O gün satılan mealli Kur’an belki bin civarında iken, bugün milyonları çoktan aşmıştır. Türkler yeniden Kur’an’a dönmüşlerdir. Henüz Kur’an’ı uygulamaya başlamadılar ama Kur’an’ı öğreniyorlar.
Bugün resmi İslâmî okullar vardır. Bunların sağladığı en büyük yarar, insanlara Arapça okuma yazmayı ve Kur’an okumayı öğretiyorlar. Türkiye’de artık İslâmî kültür vardır. Ne var ki bu okullarda okuyanlar mezun olup para kazanmak için okuduklarından henüz İslâm’ın verdiği heyecanı hissetmiyor ve İslâm’ı yaşama arzusu doğmuyor.
Bunun yanında oluşmuş Nur şakirtleri ve tarikatlar vardır. Bunların yurtları ve okulları vardır. Yalnız Kur’an öğretmiyor, aynı zamanda Kur’an’a inanmanın zevkini de veriyorlar. Çünkü burada okuyanlar Allah rızası için okuyorlar. Hedefleri sadece maaş almak değildir. Diyanette çalışanların çoğu bu tarikatlara katılmışlardır. Dini heyecanı oradan almaktadırlar.
Ne var ki, ister Diyanet mensubu veya okul mensubu olsun, ister cemaatlerden olsun, bunlar henüz lâiklikten kurtulamamışlardır. Yani dünya işlerini Kur’an’a göre değil, Batı’nın koyduğu kurallarla yapmaktadırlar. Henüz Kur’an’dan yapacakları istidlallerle hayatlarını tanzim etmiyorlar. Ama Kur’an bu âyetle bize büyük müjdeyi vermektedir. Mademki artık Kur’an okumaya başladılar, mealleri çıkarıyor ve tedris ediyorlar, artık onların işleri kolaylaşacaktır; yani yakında Kur’an’dan istidlâl yaparak amel etmeye başlayacaklardır. Şimdilik Mekke hayatını yaşıyorlar. Medineye hicret devri yaklaşmıştır.
“Sana kolaylığı müyesser kılacağız” deniyor. Bu âyet bilhassa Kur’an okuyup toplulukta uygulamak isteyen Adil Düzen Çalışanlarına hitap etmektedir.
Allah işlerimizi kolaylaştıracağı müjdesini vermektedir. Çalışmalarımızı artırmak ve Allah’a bu müjdesinden dolayı hamd etmemiz gerekir. 1950’leri göz önüne getirirseniz işlerimizin ne kadar kolaylaştığını görürüz.
Ama henüz zalim düzenden kurtulmuş değiliz. Adil Düzene ulaşamamışız.
Hâlâ rüşvet, hâlâ yolsuzluk, hâlâ işkence, hâlâ terör kol gezmektedir.
Hâlâ dışa bağımlı tekel basının yalan haberleri içinde şaşkına dönüyoruz.
Hâlâ yıllarca süren bağımsızlaşmamış mahkemelerimiz devam ediyor.
İşsizlik ve dış borçlar hâlâ her gün kapımızda.
Ama bir gün bu zorluklar aşılacaktır.
Kolaylık gelecek, Adil Düzen gelecektir.
لِلْيُسْرَى(8) “Yüsraya müyesser kılacağız.”
“Sana kolaylığı kolaylaştıracağız.”
İnsanlar bugün zor işeri kolay kabul ediyorlar.
Akevler’de olduğu gibi ortaklıklarla iş yapacaklarına, bankalardan faizle para çekerek iş yapmayı tercih etmektedirler. Biz İzmir’de Akevler’i kurduk. Dar gelirlileri ortaklık sayesinde ev sahibi yaptık. Turgut Özal ve diğerleri, onu taklit edenler faizli toplu konutu getirdiler. Onlar da iş yaptılar. Ama bu huzur getirmedi, krizleri durduramadı. Allah bize müjde veriyor; yakında insanlar zor olanı, kötü olanı bırakacak, iyi olana geleceklerdir.
Bu âyet Mekke’de nâzil olmuştu.
O zaman herkes bu müjdeyi kavramış değildi.
Medine’ye hicret edilecek, orada Medine devleti kurulacak, on sene içinde tüm Arabistan fethedilecek... Bir asır geçmeden imparatorluk oluşacak... İslâm uygarlığı doğacak... Zamanla Avrupa’ya etki edecek ve bugünkü Batı uygarlığı doğacak...
Kimse bunları tasavvur edebilir miydi?
İşte Kur’an şimdi ikinci defa tekrar kolaylığın geleceği ve II. Kur’an uygarlığının dünyayı aydınlatacağı müjdesini vermektedir. Bu yeni uygarlığın birlikte Kur’an okuyarak içtihatlar yapmak suretiyle olacağını bize bildirmektedir.
Şimdi kolaylıklar nelerdir, kısaca hatırlatalım.
a) Kolaylık demokrasidir, yani şeriattır. Halkın kendi kendilerini yönetmesidir. Halkın içtihatları ile amel etmesidir. Herkesin kendi şir’alarını kendilerinin koymasıdır. Sözleşmelerle hukuklarını oluşturmalarıdır. Yerinden yönetimdir. Ortak vekillerin karar almasıdır. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğüdür.
b) Kolaylık lâikliktir, yani İslâmiyet’tir. Dinde zorlamanın olmamasıdır. Herkesin kendi inançlarına göre yaşamasıdır. Çıkan nizaların hakemler yoluyla barış içinde çözülmesidir. Ekseriyetin dayatması değil, herkesin başkasına zarar vermediği işlerde tamamen hür ve serbest olmasıdır. Zarar verdiğini de kendi seçtiği hakemler vasıtasıyla tesbittir. Yani hukuk düzenidir.
c) Kolaylık liberalliktir, yani adil ekonomik düzendir. Herkes kendi emeğini istediği gibi kullanacaktır. Kredi faizsiz olacak ve bir hak olacaktır. Her türlü ekonomik faaliyet arz ve talep kanunlarına göre düzenlenecektir. Herkese yaptığı işin karşılığı verilecektir. Sömürü olmayacaktır.
d) Kolaylık sosyalliktir, yani hakça düzendir. Çalışmayanların ve çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Üretimden pay alacaklardır. Herkesin yaşama hakkı güvenceye alınmaktadır.
e) Bürokrasi kalkacak, yerine serbest meslek erbabının hizmeti gelecektir. İşletmelerden vergi alınacak, halka bedava hizmet verilecektir.
f) Faiz tamamen kalkacak, kredi vergi karşılığı verilecektir. Faizin yerini kredileşme alacaktır. Cebri icra olmayacak, yerine borçlanma ehliyeti kaldırılacaktır.
g) Gümrükler ve vizeler kalkacak; emek, sermaye, mal ve bilgi tamamen serbestçe dolaşacaktır. Kamu kuruluşları güvenlik hizmetlerini vereceklerdir. İdare ekonomiye, ilme ve dine karışmayacak, tam tersine bunlara hizmet verecektir.
h) Zina yasaklanacaktır. Çok evlilik getirilerek kocasız kadın kalmayacaktır. Genel evlerin yerini muta nikâhları alacaktır.
i) Eğitim tamamen serbest olacak, isteyen istediğini öğrenecek ve öğretecektir. Kamu ise imtihanları yapacak ve teminatlı ehliyet verecektir. Teminatlı ehliyete sahip olanlar bir zarar verirlerse dayanışma ortaklıkları ödeyecektir.
j) Kimse askere zorla götürülmeyecek, gönüllü olanlar gidecektir. Ancak askere gitmeyip bedel verenler siyasi seçme ve seçilme hakkına sahip olamayacaklar. Bu hakları elde etmek isteyenler askerlik yapacaktır. Devlete siyasiler değil, seçilmiş ilim adamlarından oluşmuş meclisler hâkim olacaklardır. Hükümetler sadece uygulayacaklar, mevzuatın tedvininde veya yargı işlerinde etkili olmayacaklar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-482/ADİL DÜZEN DERSLERİ-312 İstanbul, 25 Ekim 2008
Prof. Dr. OSMAN ALTUĞ VE EKONOMİ
Sayın Prof. Dr. Osman Altuğ’un Millî Gazete’de yayınlanan röportajını okudum. Tesbitlerin hemen hemen tümüne katılıyorum. Ancak tesbitlerin sebepleri izah edilip teşhisler konmuyor. En önemlisi tedaviden hiç söz edilmiyor…
Beni asıl ilgilendiren şu ifadedir: “1997 yılında hâlâ efsane olarak anlatılan Refah-Yol döneminde kullanılan sistemin projesi ve uygulaması bana aitti.”
Bunu da Millî Gazete’nin yayınlamış olmasına üzüldüm. Bizim 1969’dan beri oluşturduğumuz Millî Görüş çabalarına bir profesör çıkıyor ve ‘bu bana aittir’ diyor. Sayın Erbakan ile yıllarca beraber çalıştık. Ben Refah-Yol Hükümeti’nin başarısının Adil Düzen ve Millî Görüş’ten geldiğini sanıyordum. Meğer Refah-Yol’un başarısı Altuğ’a ait imiş! Ben Erbakan’ı üzmemek için Refah-Yol’un hatalarını anlatmamaya çalışıyordum. Ama şimdi madem ki sahibi başkası imiş; o zaman sayın Altuğ ile tartışmak isterim. Benin www.akevler.org dışında bir yerim yoktur. Siz her yerde yere sahipsiniz. Sizinle Refah-Yol Hükümeti’nin yanlış uygulamalarını tartışmaya hazırım.
İşe havuzdan başlayalım.
Batı ekonomisi faizli ekonomi sistemidir. Besleme ekonomisidir. Bir ülkede çok ağır vergiler, imkansız krediler, kötü denetim, kayıtsız ekonomi çarkı varken, bu çarkın içinde bir firmanın kâr etmesi sözkonusu değildir. Sistem öyle kurulmuştur ki işletmeler mutlaka zarar eder. Türkiye’de kârlı işetmeyi kurmak mümkün değildir. Zaten kâr etseniz bile bürokrasi üstünüze çullanır ve sizi yok eder.
Peki, bu durumda bugün Türkiye’de işletmeler nasıl çalışıyor?
Devlet istediği kimseleri sübvanse ediyor, yani kredilerle besliyor. Onlar faiz ödüyor. O sayede o firmalar yaşıyor. Yani zarar ettiren devlet. Sonra da istediklerini sübvanse eden yine devlet. Bilinen malum “faizli sistem” işte budur.
Bunun giderilmesi için ne yapmamız gerekir?
Önce bu faizli sistemin yerine Adil Düzenin sistemi, Adil Ekonomik Düzenin sistemi yani faizsiz sistemi getirmek gerekir.
İşletmeleri çökerten sebepler neydi?
Ağır vergi sistemi kaldırılacak. Enflasyona son verilecek. Ekonomi bürokratik tıkanıklıktan kurtarılacak. Faizsiz kredi ortaya konacak. Gerekli tedbirler alındıktan sonra havuz sistemine son verirsiniz. Yoksa tedbirler almadan havuz sistemine son verirseniz, inek eti üretmeden domuz etini yasaklamaya benzer. Sonuç çöküş olur. Ülkenin çökmemesi için 28 Şubat zorunlu olmuştur.
AK Parti ne yapıyor? Faize teslim olmuş, kurbanlık koyun gibi ülkeyi ölüme götürüyor. Peki, suçlu olan kimdir? Erbakan mı, Erdoğan mı? Evet, bunlar suçludurlar. Çünkü bizimle çalışarak iktidar oldular, ondan sonra da sizleri veya sizin gibileri danışman yaptılar. Her ikisini iktidara götüren Akevler’in çalışmalarıdır. Ama sonra Akevleri bırakıp sizlerle çalıştılar. Biri on bir ay dayandı. Diğeri ise ha gidiyor, ha gidecek... Ama asıl suçlu olan sizsiniz, Sayın Profesör. Sizin ekonominiz iki asırdır dünyanın çeşitli yerlerinde uygulanmaktadır. Gördüğünüz gibi sonuç alınamıyor. İlim adamları olarak bu gerçeği görmeliydiniz, çare ve çözümleri aramalıydınız. Bize gelecek ve bizde çözümü bulacaktınız. Sonuç ne oldu? Adil Düzen liderlerini de iğfal ettiniz. Aslında siz AK Parti’yi eleştirmiyorsunuz, siz kendinizi eleştiriyorsunuz...
Biz tenkitlerle vakit kaybedecek değiliz. Çözümü tekrar ediyoruz.
Sayın Profesör Altuğ, sen bu çözümümüzü eleştir, bizimle tartış.
Türkiye ekonomi bakımından iki sorunu çözmelidir. Bunlardan birincisi dış borç, diğeri işsizliktir. Çözüm reçetemiz basittir, kolay anlaşılır. Olmaz diyenler varsa, buyursunlar tartışalım. Olmaz, çünkü İMF müsaade etmez diyebilirler. Ama merak etmesinler, biz onun da formülünü veririz.
a) İşsizliğin önlenmesi için yapılacak işler faizsiz olarak çalışanlara kredi vermektir. İşveren borçlanacak ve işçi parasını alacak. İşverene yine faizsiz ham madde kredisi verilecek. Mamul satılınca borcunu ödeyecek. Üretilen mal satılmadan itfası istenmeyecek. Bu kadar basittir. Bu enflasyon yapmaz, çünkü çıkan para karşılığı satılık mal vardır. Buna itiraz eden biri varsa, buyursun tartışalım. Tartışamazsınız, çünkü bu o kadar açıktır ki ağzınızı bile açamazsınız.
b) Dış borcun tasfiyesi için alınacak tedbirler de açıktır.
1- Döviz borcu YTL borcuna çevrilecek.
2- Para borcu mal borcuna çevrilecek. (selem)
3- Borç iştirake çevrilecek.
4- Faiz tekaruza çevrilecek.
Sayın Altuğ, hep birinci olduğunuzu beyan ediyorsunuz. Gelin “Adil Düzen”de de birinci olun. Sizlerle tartışmak istemiyorum, fikirlerinizi tartışmak istiyorum. Size inandırmak için değil, bende eksiklik varsa onu gidermek için. Bizim kim olduğumuzu öğrenmek istiyorsanız, Hayrettin Karaman’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabına baş vurabilirsiniz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-482/ADİL DÜZEN DERSLERİ-312 İstanbul, 25 Ekim 2008
AKEVLER VE SAADET PARTİSİ
Akevler, 1967’de İzmir’de kurulan bir kooperatiftir. Hem kanunlara, hem de İslâm şeriatına uyarlanabilecek bir model geliştirmeyi denemiştir. İslâmiyet’e karşı olmayan bütün kuruluşlarla diyalog kurmuştur. Ortakları alırken onların sadece sözleşmeye sadakatini istemiştir. Millî Görüşçüler ve Nur şakirtleri ile yakın ilişkilerde olmuştur.
Akevler Millî Görüşe her zaman sadık kalmıştır. AK Parti’ye de asla cephe almamış, eleştirilerini sadece hak bildiği yönde yapmış, asla onların makamlarına göz dikmemiştir.
Akevler ilmî çalışmalarına devam etmektedir. Halka hizmet eden her türlü kuruluşları da desteklemektedir.
Akevler’in yakından ilgilendiği bir ilçe vardır: Kemalpaşa. Buranın belediye başkanı Akevler’de yetişen Adil Düzenci bir AK Partilidir. Belediye Meclisi’nde yalnız iki partinin üyeleri vardır; AK Parti ve Saadet Partisi. Türkiye’de başka bir yerde böyle bir ilçe yoktur.
Akevler; Saadet Partisi’nden önce, Akyazılı Vakfı’ndan (F. Gülen cemaatinin İzmir’de kurdukları ilk vakıf) önce kurulmuş bir kuruluştur. Hedefi, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı içinde legal çalışmaları ile Türkiye’de gerçek lâik düzeni getirmektir. Yani Müslümanların kendi istekleri ile Müslümanlığı doya doya yaşamasıdır.
Bu yolda başlatılan çalışmalar sayesinde son yıllarda Anayasa ekseriyeti ile -bir zamanlar bu görüşü benimseyen arkadaşlarla- iktidar olunmuştur. Ne var ki gömlek çıkartıldığı zaman hiçbir şeyin yapılamayacağı açıktır. İktidar sahiplerinin iyi niyetli olduklarında şüphe yoktur; ne var ki beceriksiz oldukları da kesindir.
Tarih kendi akışı içinde akar. 1997’de Türkiye ve dünya Millî Görüş iktidarını hazmedecek durumda değildi. Milli Görüşün kenara çekilerek beklemesi gerekirdi. Millî Görüş hareketi, Muhterem Recai Kutan başkanlığında bu işi başarı ile tamamladı. Saadet Partisi’nin bu sabırlı beklemesi meyvelerini vermiştir. Yurt dışında önemli olaylar olmuştur. Avrupa Birliği İslâm düşmanlığından vazgeçmiştir. Jean Paul II; bunlar İbrahimî dindendir, AB’ye alalım diye fetva vermiş, Avrupa Parlamentosu üçte iki ekseriyetle Türkiye’nin alınması doğrultusunda karar almıştır. Yeni Papa Benedict ise İstanbul ziyaretinde Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiştir.
ABD’de büyük değişiklikler olmuş, hâlen de olmaya devam etmektedir. Zenci bir Müslüman çocuğu başkan seçilmek üzeredir. Seçilmese bile, oraya kadar çıkması büyük olaydır. Son krizler göstermiştir ki faizli sistem bir yere varmayacaktır; artık faizsiz sistemin zamanıdır, tarih ve dünya oraya doğru akmaktadır.
Yurt içinde de büyük gelişmeler olmuştur. Asker artık parlamentoya ve hükümete itaat etmekte, onları korumaktadır. Üniversitelerdeki çatlak sesler yavaş yavaş azalmaktadır. Millî Görüş kaçkınlarından başka iktidara namzet bir parti ortada görülmemektedir. Artık şartlar “Adil Düzen”in iktidar olmasına gelmiştir.
Millî Görüş Hareketi’nin temsilcisi Saadet Partisi’nde beklenmedik olaylar olmuştur.
İkinci Büyük Kongre’de çatışma benzeri faaliyetler varken, beklenmedik şekilde anlaşma olmuş, üç rakip aday kongre tarafından yazdırılıp sıralanmış, Recai Kutan birinci, Numan Kurtulmuş ikinci, Mete Gündoğan üçüncü olmuştur.
Üçüncü kongrede ise daha büyük olay cereyan etmiştir. Recai Kutan görevi bırakma kararı vermiştir. Çünkü onun görevi tamamlanmıştır. Artık “bekleme” değil “hamle/atılım” ve “açılım” zamanıdır. Yeni başkan gelmelidir. Recai kutan’ın bizzat kendisi bunu takdir ederek ayrılmak istemiş, Sayın Erbakan da buna rıza göstermiştir. Yüksek İstişare Kurulu da onun yerine Numan Kurtulmuş’u getirmiştir. Tek aday olarak çıkma kararını vermiş, diğerleri de buna rıza göstermiştir.
Bu seçim Hazreti Ebu Bekir’in Hazreti Ömer’i seçtirmesi gibidir. Numan Kurtulmuş’un Hazreti Ömer gibi hizmet edeceğine alâmettir. Millî Görüş çizgisinin devam edeceğini ifade etmektedir.
Sayın Kurtulmuş’u bekleyen sorunlar vardır. Akevler’in Numan Kurtulmuş’tan beklediği hususları onları temsilen ben açıklamış olayım:
a) Numan Kurtulmuş’un ilk görevi Muhterem Erbakan’ın çizgisinden ayrılmamaktır. Erbakan ailesine ve çalışma arkadaşlarına olan saygısını sürdürmeli, onlarla diyalog içinde olmalıdır.
b) Numan Kurtulmuş partinin tüm kadrosunu değiştirmelidir. Ancak bu değiştirme dışarıdan yenileri almaktan çok, şimdi kenarda duran kadro yeniden iş başına gelmelidir. Mevcut kadro da faal halde partide kalmalıdır. Bunun sadece nöbet değişikliği olduğu bilinmelidir. Yeniden iş başına gelenler eskilerine saygılı olmalıdır.
c) Numan Kurtulmuş, aynen Erbakan gibi Akevler Adil Düzen Çalışanlarının çalışmalarından yararlanmalı, Adil Düzen tekrar ana hedef olmalıdır. Artık Millî Görüş sloganı ile değil, Adil Düzen sloganı ile dünyaya hitap edilmelidir. Millî Görüş, her milletin kendi sorunlarını kendisinin çözmesi görüşüdür. Adil Düzen ise tüm insanlığın ortak çözümleridir.
d) Numan Kurtulmuş’un en zor ama çok önemli dördüncü görevi vardır, o da diğer partilerle diyalog kurmadır. Kur’an diyor ki; “Birr (iyilik) ve takvada yardımlaşın, ism (kötülük) ve udvanda (düşmanlıkta) yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2) İktidar muhalefet ayırmaksızın birr ve takvada her parti ile beraber olunacaktır, ism ve udvanda her partiden uzak olunacaktır. Adil Düzende ekseriyet sistemi yoktur. Tüm partilere teklifler gitmelidir. Uzlaşma içinde nisbi sistemde bütün partiler birlik yapmalıdırlar. Partimiz ne iktidar ne de muhalefet yanlısı olmalıdır, partimiz hak ve adalet yanlısı olmalıdır.
Saadet Partisi’ne yeni yolda, hak yolunda Cenabı Allah’tan başarılar dilerim.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-482/ADİL DÜZEN DERSLERİ-312 İstanbul, 25 Ekim 2008
AKTÜTÜN KARAKOLU BASKINI
Doğudaki terör facialar yeni değildir, çeyrek asırdır sürüp gitmektedir. Bunu tekel sermaye istemektedir. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyle bölme ve çatışma vardır. Tekel sermaye dünya devletini kurmak için bunun gibi pek çok oyunlar oynanmaktadır. Demek oluyor ki çeyrek yüzyıldır bu sorunu çözemediniz. O halde mutlaka yeni yöntemler ve çareler aranmalıdır. Her söze kulak verilmeli ve en iyisine uyulmalıdır. Orada çarpışan ve başarısızlığa uğrayan Türk ordusudur. Bundan dolayı çareyi de Türk kurmayları aramalıdır. Sivillerden çözüm beklenemez, çünkü siviller bugün var yarın yok. Asker ise her zaman vardır. Binlerce seneden beri Türk ordusu hep var olmuştur. Türklerin devletlerini orduları kurarlar. Bu yazım Türk ordusuna hitabemdir.
1- Sorun ülke dışında çözülmez, sorun ülke içinde çözülür. Kuzey Irak’a girseniz güney Irak var, oraya girseniz Arabistan var. Oraya girseniz Afrika var, oraya girseniz Asya var, oraya girseniz Amerika var. Siz dünyanın fatihi olamazsınız. O halde her devlet kendi güvenliğini kedi ülkesinde sağlayacaktır. Ülke dışında iç işlerine müdahale etmeyecektir. Türkiye’nin dış siyaseti Irak’ın bağımsızlığı olmalıdır. ABD oradan gitmelidir. Irak kendi iç sorununu kendisi çözmelidir. Çözemiyorsa, komşu ülkeler girip aralarında paylaşmalıdır. Irak kendi iç sorununu çözüyordu. ABD orasını bu hâle getirdi. Savaş tazminatını alsın ve gitsin.
2- Türkiye’de PKK sorununu çözebilmemiz için ülke içinde adil bir yönetimi getirmemiz gerekir. Bu yönetim nasıl gelecektir? Önce ülke askeri örgütlenme gibi örgütlenmeli, onlu sisteme göre örgütlenmeli; ocak, bucak, il ve ülke olarak örgütlenmelidir. Ocak ailelerden oluşmalı, en az üç en çok on kişi bir aile oluşturmalı ve kuruluşlar bunların katları olmalıdır. Bucak semtlere, iller ilçelere, ülke bölgelere ayrılmalıdır.
3- Yerinden yönetim ilkesi getirilmeli, merkez taşraya karışmamalıdır. Yani ülke/merkez yüz kadar olan ilin iç işlerine karışmamalı, il yüz kadar olan bucakların iç işlerine karışmamalı, bucak da yüz kadar olan ocakların iç işlerine karışmamalıdır. Çevreler ise sıkı merkezi yönetimle yönetilmelidir. Yani bölgeler ülke tarafından, ilçeler il tarafından, semtler bucaklar tarafından sıkı denetimle tamamen merkezi yönetime tâbi olmalı ve devletin üniter yapısı bozulmamalıdır. Türkiye ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü korumalıdır. Yüz kadar ilin ise ülkeyi bölme tehlikesi yoktur. Gücü yetmez. Ocaklar ortak yaşama yerleri, bucaklar ortak çalışma yerleri, iller iç güvenliği sağlama kuruluşları, devlet ise dış savunmayı sağlayan kuruluş olmalıdır. Ordu ancak cephe savaşı verir, vatandaşlarla ayrı ayrı uğraşamaz. Bunun için ayrı statüsü olan jandarma görevlidir. Her il kendi jandarmasını kendi halkından oluşturmalı ve iç güvenliği onlar sağlamalıdır. Başaramazsa her il kendi sıkıyönetimini kendisi kararlaştırmalı, ordudan yardım isteyebilmelidir. Ama ilin izni olmadan ordu ancak bölge merkez illerinde kalmalıdır.
4- İç güvenliğin sağlanması için kuvvetler ayrılığına riayet edilmelidir. Siyasi güç sadece siyasetle yani güvenlikle meşgul olmalıdır. Ekonomi meslekî kuruluşlara, ilim ilmî kuruluşlara, din ise dinî kuruluşlara bırakılmalıdır. Bunlar seçimle gelmelidirler. İlim yasama, ekonomi yürütme, siyaset yönetme ve din de denetleme görevini yüklenmelidir. Devlet başkanı kurumların başında olmalıdır. Hakemlerden oluşacak yargı hepsinin üstünde olmalıdır. Hakemleri taraflar seçmeli, baş hakemi hakemler seçmelidir. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı ancak hakemlerden oluşabilir. Bu yargı devlet başkanının ve parlamentonun da üstünde olur; hattâ yargının da üstünde olur. Onlar aleyhine de her zaman hakemlere gidilebilir. Bu arada herkes Türkçe bilmek zorunda olacaktır. Ama iller liselerini kendi mahalli dilleri ile okuyacaklar, ilde resmi dil mahalli dil olacaktır. Kendi dilleri ile mahalli yayın yapabilecekler, kitaplar basabileceklerdir.
Bunun yanında Türkiye’nin ana sorunları olan dört sorun çözülmelidir. İşsizlik ortadan kalkmalıdır. Dış borçlar tasfiye edilmelidir. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı mutlaka tesis edilmelidir. Millî basın oluşturulmalıdır. Bu da ancak yeni anayasa ile sağlanır. Ordu bu husustaki yayınlarımızı öğrenmeli ve Millî Güvenlikte öneride bulunmalıdır.
HATALAR PKK SORUNUNU SÜRDÜRÜR
Nasıl doğa kanunları var, onları değiştirmemiz mümkün değilse; aynen onun gibi sosyal kanunlar vardır, onları değiştirmemiz mümkün değildir. Sosyal kanunları bilmek zor olduğu için Allah Kur’an’ı indirmiş, diğer kitapları indirmiş, orada ne yapacağımızı öğretmiştir. Gelişmeler olmuş, yeni bir dünya oluşmuştur. Artık karakol sistemi ile savunma mümkün değildir. Gelişen dünyanın imkanları içinde yeni savunma teknolojisini geliştirmemiz gerekir.
PKK sorununu çözmemiz gerekir.
Önce PKK sorunu nedir?
Dünyayı tek devlet hâline getirmeyi beş yüz senedir planlayan Amerika’daki 200 ailelik sömürü sermayesi, bu bölgede PKK’yı teşkilatlandırmış, böylece Türkiye’yi bölmeyi hedeflemiştir. Sebebi açıktır. İsrail devletinin İsrail imparatorluğu hâline gelmesi için Ortadoğu devletleri parçalanmalı, onar milyonluk devletçik hâline gelmeli, silahsızlandırılmalı ve İsrail’in atom silahları altında onun emrine girmelidir.
Siyonist sömürü sermayesi bu hedefe ulaşmak için değişik yollar bulmaktadır. CİA ile MİT’i anlaştırmış ve PKK ikisi tarafından kurulmuştur. Irak, İran ve Suriye’de de bu amaçla hareket edilmiştir. MİT istihbarat amacıyla ajanlar koymakta, onlar sonra provokatör olup o kuruluşları yaşatmaktadırlar. Başlangıçta millî olan ajanlar zamanla karşı ajanlarla tanışmakta ve ortak çıkarlarına göre her iki devleti de atlatmaktadırlar. Dolayısıyla ihanetlerle karşı karşıya gelinmektedir.
Bu gerçekleri görmeden yapılan her hareket aleyhimize olmaktadır. Irak’a saldırmakla Irak’ı düşman hâle getiriyoruz. Tampon bölge oluşturulmakta, Irak’la Türkiye’nin arası açılıp ekonomik ve kültürel ilişkiler kesilmektedir. Zaten tekel sermayenin istediği de budur.
Demek ki cari sistemlerle güvenliği sağlamaya çalışmak yarayı kaşımaktan başka bir şey değildir. Orada güvenliği tesis eden orgeneralimiz öldürülmüş ve biz hâlâ olanın uçak kazası olduğuna inanıyoruz!
Yapılan hatalar bu durumu sürdürecek, PKK’yı devam ettirecektir.
1- Kuzey Irak’ta Kürt devletinin kurulmasını önlemeye çalışmak büyük siyasi hatadır. Kurulacaksa kurulsun. Bizim için çok daha iyidir. Kürt devletini isteyenler oraya göç ederler. Biz içimizdeki mikropları devre dışı etmiş oluruz. Komşu devlet ne kadar küçük olursa bize saldırma cesaretini bulamaz, emniyette oluruz. Irak’ın bütünlüğü isteyebiliriz, ama Irak’ın bütünlüğünü korumak bize düşmez. Yabancı devletin koruduğu bir bütünlük o ülkenin bağımsızlaşmaması demektir. Bütünlüğü Iraklılar kendileri korumalıdırlar. Onlara aklı siyasiler değil ilim adamları vermelidir.
2- Yaptığımız ikinci hata ise; biz iç güvenliğimizi sağlayacağımıza dışarıdan iç güvenliği sağlamaya çalışıyoruz. Kendi topraklarında güvenliği sağlayamayan dışarıda asla sağlayamaz. Diyelim ki Kuzey Irak’ı bastırdık ve susturduk. Sonra Irak’ı da susturmamız gerekecektir. Çünkü PKK oraya taşınacaktır. Orasını da alsak, bu sefer Afganistan’ı da almamız gerekecek. Tüm dünyayı almadan bu sorunu çözemeyiz. Dolayısıyla yurt dışındaki güçlere saldırma çözüm değildir. Kıbrıs gibi işgal edebilirsen olur. Ama onu da yapmıyoruz. Kıbrıs’ı hâlâ Türkiye’ye katamadık. Yapılacak iş, Türkiye içine girdiği andan itibaren o gücü yok etme, o insanı yok etmedir.
3- Yaptığımız üçüncü hata; hattı müdafa ile meşgulüz, oysa sathı müdafa etmek gerekir. Yetmez, hacmi müdafa etmek gerekir. Bu nasıl olacak? Huduttan girmesini önlemek değil, girmesini istememiz gerekir. Girdiği andan itibaren nerede ortaya çıkarsa orada imha etmeliyiz. Girmemeli değil, girmeli ama çıkamamalıdır. Bugün bir apartmanın da korunması böyle yapılmalıdır. Bir olay olduğu zaman giriş kapısı kapanıp kimsenin dışarı çıkmaması sağlanmalıdır. Bunun için Tük halkı silahlandırılmalı, kendilerine savunma imkanı verilmelidir. Giriş alanlarında kameralar konur. Yabancı biri girdi mi takip edilir ve ilgililere haber verilir.
4- Bütün bunların olması için yerinden yönetim sisteminin gelmesi gerekir. Her bucak güçlü koruma nöbetleri tutmalıdır. İllerde güvenlik nöbetleri tutulmalıdır. Ordu cephe savaşı yapabilir, ama ordu kendi halkı ile savaşamaz, kişilerle uğraşamaz. Bir müfreze girip içeriye doğru yürüdüğü zaman halkla karşı karşıya gelmeli, halk kendisini savunmalı, içeriye çekilip imha edilmelidir. Karşı devletten tazminat istenmelidir. Yoksa savaşıp toprakları işgal edilmeli, teröristler bertaraf edilmeli, sonra da orası tahliye edilmemelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92