MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 73
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ مِنْ دُونِ اللَّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلَا أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (116)
وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ
(Va EiÜ QAvLa elLAHu YaGiSa eBNa MaRYaMA)
“Hani Allah Ey Meryemoğlu İsa demişti.”
İnsan yeryüzünün halifesi olarak yaratılmıştır. Diğer canlılardan farkı vardır. Önce yeryüzünde yayılmış tek bir ümmettir, tek bir canlıdır. İnsandan başka böylesine yayılmış büyük bir canlı yoktur. Yeryüzündeki tüm canlılar da bir hücreden çoğalmışlardır ve tüm canlılar yeryüzünün tek canlı birliğini oluştururlar. İnsanlardan daha uzun ömürlü, daha büyük gövdeli canlılar mevcuttur. Doğmuştur, yaşamaktadır, yaşlanmaktadır ve ölüme gitmektedir.
İnsanlar aynı kromozomu taşıyan canlı türüdür. Aynı türde olanlar topluluklar oluştururlar. Bunlar arasında dayanışma ve yardımlaşma vardır, birbirlerini yeme yoktur. Diğer canlılar da bir yuvada bir başkan altında birleşirler. İnsan farklıdır. İnsanlar hem bir yuvada birlik oluştururlar hem de iç içe topluluklar oluşturur ve tüm insanlık tek varlık olur. İnsanların aralarında “barış düzeni” vardır.
İnsanlık bundan 60 bin sene önce ortaya çıkmış bir türdür. Bir anne babadan çoğalarak bugün yedi milyardan fazla sayıya ulaşmışlardır. İnsanoğlunun geliştirdiği teknik sayesinde de tüm yeryüzü bir yuva hâline gelmiştir. Bundan sonra da böyle devam edecektir.
Allah insanları yaratmış, diğer hayvanlardan farklı olarak onlara kalıcı hafıza vermiş, ortak diller oluşmuş, hafıza bu sayede nesilden nesle intikal etmektedir. Yazının bulunması ile topluluğun hafızası doğmuş, bugün bilgisayar ve internet sayesinde ortak hafızaya kavuşulmuştur.
İşte bu tek canlı belli evrimler geçirerek bugünkü hâle gelmiştir.
Ateistler dahi insanlıktaki evrimin dine dayalı olarak oluştuğunda ittifak hâlindedirler. Dine dayalı olmasını ilkel kabul ediyor, dinsizleşmeyi ilerilik olarak görüyorlar ama geçmişin dine dayandığını inkâr edemiyorlar. Denemişler, insanlığın dinsiz dönemler geçirdiğini, dinin sonradan icat edildiğini ileri sürmüşlerse de, buna dair en küçük bir delil bulamamışlardır. İlk insandan itibaren mezarlar var, ibadet vardır. Bugün de tanrısız herhangi bir ilkel kabile bulunamamaktadır.
Uygarlaşma kıyamete kadar devam edecektir. Bu uygarlık hareketi Doğu ve Batı uygarlıkları olarak devam edecektir. Hazreti İbrahim peygamberin Katura adlı hanımından doğan dört oğlu doğuya gitmiş ve orada İbrahimî din olarak Brahmanizm’i tesis etmişlerdir. Sonra onların içinden Buda çıkmış ve Budistler Brahmanizm’i beşerileştirmişlerdir. Brahmanlar dinlerinde değişiklik yapmış ve Hindu dinine çevirmişlerdir. Bugün milyara varan müntesibi bulunan Budist ve Hindular vardır. Bunlar da varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceklerdir. Ne var ki bu dinler dünya düzeninden çok kişisel ahlâkla ve riyazetle meşgul olacaklardır, düzenlerini laiklik ilkesi içinde bulunduracaklardır.
Batıda iki büyük din vardır. Bunlar Hıristiyanlık ve Müslümanlıktır. Bunlar kişi ahlâkı ve eğitimden çok düzen üzerinde gelişeceklerdir. Yeryüzünde düzendeki gelişmeler bunlar tarafından sağlanacaktır.
Kur’an uygarlığı hukuk ve yönetim üzerinde, İncil uygarlığı ise sanayi ve ekonomi üzerinde varlık gösterecektir.
İşte Maide Sûresi bu uygarlığın nasıl olacağını anlattıktan sonra sonunda bu uygarlıkta yer alacak olan Hıristiyanlığın tarihî macerasını özetleyerek son bulmaktadır.
Soruşturma ile ilgili hükümleri ortaya koyduktan sonra Allah’ın âhirette Hıristiyanlar hakkında nasıl soruşturma yapacağı örneği ile sûre son bulmaktadır.
Burada iki şey öğretilmektedir. Biri uygarlıkları Müslüman ve Hıristiyanların oluşturacağı, sofra ile yani ekonomi ile ilgili kısımların daha çok Hıristiyanlar tarafından geliştirileceğine işaret etmektedir. Diğer taraftan da soruşturmanın nasıl yapılacağını anlatmaktadır. Önce âhirette bütün peygamberleri toplayıp onlardan raporlar alınacağı bildirilmiş, örnek olarak da Hazreti İsa’nın âhiretteki ifadesi verilmiştir.
Meryemoğlu İsa’nın soruşturulması iki bölümde yapılmaktadır. Önce bilinenler ona tekrar edilmekte ve anlatılmaktadır. Bunlar belli deniyor ve sonra da soru soruluyor. Bu senin ümmetin sana ve annene tapmaya başladılar, bunu sen mi onlara söyledin deyip ikinci bölüme geçilmektedir. Birinci bölümün başında hani Allah Meryemoğlu İsa’ya demişti diye başlamış, Hazreti İsa’nın hayatı hikâye edilmişti. İkinci bölümde “ve” harfi ile atfederek hani ey Meryemoğlu İsa diyerek soruşturmanın ikinci safhasına geçilmiştir.
Kur’an konuları böyle tasnif eder. Bir konudan diğer konuya geçtiği zaman “ve” harfi ile aynı kelime veya kelimeleri kullanarak oraya atıf yaptığını anlatır. Arada geçen uzun başka sözler içinde kolayca nereye atıf yapıldığı anlatılmış olur.
أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ
(Ea EaNTa QuLTa LinNAvSı)
“Nâsa sen mi kavl ettin?”
Soruşturmada önce olayları anlatırsın, sonra soruşturduğun kimseye asıl soracağını sorarsın. Burada Hazreti İsa’ya bir tanık olarak mı sormakta, sanık olarak mı ifadesi alınmaktadır? Bu açık değildir. Seni ve anneni ilâh ittihaz ettiler, buna sen mi sebep oldun, bu durum nedir diye soruyorsa sanık olarak ifadesini alıyor. Eğer öyle değil de bu suçu işleyenlerin bu suçu işlediklerinde bir mazeretleri var mıdır, sen böyle bir şey söyledin mi? Bu takdirde şahit olarak dinlenmiş olacaktır. Seni bunlara şahit kıldık demesinden bunu anlarken burada şahit olarak ifade almaktadır.
Bu örneğin verilmesinden anlıyoruz ki soruşturma esnasında kimse ne sanık ne de tanıktır. Soruşturmacı sanık olarak veya tanık olarak ifade almaz. Bilgisine müracaat edilecektir. Toplanan bilgilerin sonunda kimin suçlu olduğu ortaya çıkacaktır. Baştan kimse suçla itham edilemez, kimse de ibra edilemez. Bu hükmün böyle olmasının hikmeti, kişiyi baştan sanıklıkla itham etmek de suçtur.
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde savcı lâiklikten benden ifade almıştı. Baştan bana önce senden “tanık” olarak ifade alacağım, gerekli görürsem “sanık” olarak da ifade alabilirim dedi. Sonra sanık olarak ifademi almadı. İşte bunu söylemek gerekmez, kimseden sanık olarak ifade alınmaz ama sanık olduğuna sonunda karar verilir.
Buradaki soru hemzesi tevbih için kabul edilirse neden söyledin anlamı çıkmış olur ki o zaman sanık olarak sorulmuş olur. Bundan anlıyoruz ki başkanlar da soruşturmaya alınır ve soruşturma sonucu suçlanabilir. Yine buradan şunu öğreniyoruz ki başkanlar halkını gözetmektedir, yanlış yola sapmışlarsa onları uyaracaktır. Başkan aynı zamanda halkı toptan yanlış istikamete gitmesin diye önlem alacaktır.
Açık istihbarat örgütü kurulmaktadır. Her vatandaş yanlış gördüğünü bu istihbarat örgütüne bildirecektir. İtham edilenin ve itham edenin dosyasına bu itham konur. İtham edenin adı bildirilmemiş olabilir. İtham edilen cevap yazarsa bu cevap da her ikisinin dosyasına konur. Soruşturma yapacaklar da sorularını yazılı olarak sorarlar. Soruşturma yapılanın verdiği cevaplar hem kendilerinin dosyasına hem soruşturma yapanın dosyasına konur.
Başkan bu yolla elde ettiği bilgileri değerlendirerek sokaktaki söylentilere son vermek için uyarı yapar. İşte bunu yapan başkan artık sorumluluktan kurtulur. Başkanın görevi doğru bilgiyi halkına ulaştırmaktır. Halkın görevi de başkanın söylediğini tasdik etmektir. Başkanları yanlış söyleyebilir ama kendisi de yanlış bilebilir. Başkanın istihbaratı var, oysa kendisinin yok. O halde ona inanmak zorundadır. Başkanı yalan söylüyorsa onun bucağını terk etmek farzdır. Başkanın söylediklerini tekzip etmek caiz değildir, sadece kendisine bildirebilir.
Yine bu âyetten anlıyoruz ki başkanlarının söylediklerine inanmakla yükümlü olunca yanlış hareketleri mazur olacaktır.
Hazreti İsa’ya o kadar mucizeler verildikten sonra eğer o ben ve annem ilâhız demişse, halk da bunu kabul etmişse, o zaman halkın bunu benimsemesi doğrudur ve mazurdur.
Yine burada nâsa sen mi söyledin dendiğine göre tüm nâsa nebidir. Hâlbuki başka yerde İsrail oğullarına resul denmektedir. Hazreti Muhammed de öyledir, Araplara resuldür, kâffeye irsal edilen nebidir. Kur’an başka yerde kendi kavminden başkasına uyarıcı yapmadık demektedir. O halde Hazreti Muhammed ve Hazreti İsa kendi kavimlerine hem nebi hem resul, tüm insanlığa her ikisi nebidir. Buda’nın tebliğlerinin de öyle olduğu görüşündeyim.
اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ
(İtTaOiÜUvNIy Va EumMiYa EiLAvHaYNı)
“Beni ve ümmimi iki ilâh ittihaz edin.”
Sen mi nâsa “beni ve annemi iki ilâh ittihaz edin” dedin. Tesliste baba, oğul ve ruhü’l-kudüs vardır. Yani üç ilâhtan biri Hazreti Meryem değildir, Hazreti Meryem’e gelen ruhtur. Hazreti Meryem artık bir kadın değildir. Hıristiyan teologları bu hususta tam açık değildir. Üçüncü tanrı Meryem’dir veya değildir demiyorlar. Orasını müphem geçmekle beraber üçüncü ilâh Meryem olarak ele alınmaktadır.
Hıristiyanlar kendilerini çok tanrılı bir din olarak kabul etmiyorlar, Tevrat’ın ve İncil’in bildirdikleri bu hususta çok kesin olduğu için üç tanrılı din olarak ortaya çıkmıyorlar.
Hazreti İsa Allah’ın yeryüzündeki tezahürüdür. Onun iki kişiliği vardır. Bedenî kişiliği imparatorluktur. Ruhi varlık ise papalıktır. Bunlar Hazreti İsa’nın dünyadaki halefleridir.
Burada işaret edilen teslis akidesinden çok tanrı yapıp onlara ibadet etmektir. Hıristiyanlar Tevrat’la da amel etmekle mükelleftirler. Ne var ki bu emirlere uyamayınca insanlar Hıristiyanlıktan vazgeçer duruma geliyorlar.
İşte, kilise Hıristiyanları Hıristiyanlıkta tutmak için kolaylık getirmiştir. Hazreti İsa’yı ve annesini sevmek, takdis etmek cennete gitmek için yeterlidir. O asılmakla Hıristiyanların bütün günahlarını yüklenmiştir. Ne günah yaparsan yap Hazreti İsa ile Hazreti Meryem’e haç çıkarınca sorun bitecektir. Haç çıkarırken önce çenenin altına getirirler, bu baba tanrıyı temsil eder. Sonra sağa doğru Hazreti İsa’yı işaretlerler, sonra da sola getirerek Hazreti Meryem’i işaretlerler. Bunlara sevgi ve saygıyı bildirirler. Böylece onun şefaatine ulaşırlar. Böylece onlara göre bütün günahları affedilmiş ve silinmiş olur.
Hıristiyan teologlar tek olan tanrının üç hâline getirilmesini de insan birdir ama sağı var solu var şeklinde açıklamaktadır. Burada üçlüğü baş ve sağ sol olarak düşündüğümüz zaman insanın tek olması, onun organlarının olması anlamına gelmez. Tanrı birdir ama yeryüzünde iki görüntüsü vardır, papalık ve krallık.
O halde onlara göre Hazreti İsa’nın bedeni tanrının oğlu değildir, Hazreti İsa’nın ruhu tanrıdır. Yeryüzünde oğlu olarak görülmüştür. Hint felsefesinde de buna göre tanrı her şeydir.
Başka ifade ile her şey tanrıdır ama biz onu öyle görmemişizdir. Biz tanrıyı öyle gördükçe yeryüzünde dönüp dururuz. Görüntülerden kurtulup tanrıyı benim benliğimde gördüğüm zaman gerçek tanrıyı görmüş olurum ve o zaman bu dünyadan kurtulur onun cennetine giderim.
Benzer olay Müslümanlıkta olmuştur. İslâmiyet Mekke kentinde doğdu. Medine kentinde ilk uygulaması yapıldı. Sonra da o dönemin en ileri uygarlık merkezi olan Irak’ta olgunlaştı. Şeriat yerleşik halka göre oluştu. Türklerin bir kısmı Semerkant gibi kentlerde oturuyorlardı ama çoğu göçebe idi. Yerleşik düzene göre oluşmuş şeriatın köylerde uygulama imkânı yoktu. İşte Türk âlimleri buna bir çözüm buldular. Esas olan imandır, amel geçicidir. İmansız gidenler hep cehennemde kalacak, iman edenler cehenneme gitseler bile cezalarını çekip kurtulacaklardır. Böylece göçebe halkını İslâmiyet’te tuttular.
İşte bu göçebe halkın değişik ekolleri oluştu, bunlar tarikat idi. Sonra Türkler İslâm düzenine hâkim olunca medreselerin yanında tarikatlar gelişti. İslâmiyet’in başlangıcında tarikat yoktu. Araplar böyle bilmiyorlardı. Kur’an’da tarikatın tamamı vardı. Türklerin tarikat hakkında fazlaca bilgileri olduğu için Kur’an’ın tarikat kısmını kolay anladılar. Bugün hâlâ onlar hâkimdirler. Kur’an Hıristiyanlıkta bu bâtıl anlayışı düzeltmek için bize burada bunları anlatmaktadır.
Tarikat da şeriat kadar önemlidir. Kur’an şir’aten ve minhac demektedir. Şir’at şeriattır. Minhac tarikattır. Ahbar şarilerdir. Ruhban rahiplerdir. İhtida şeriattır. İttika tarikattır. Savamı’ şeriat yeridir. Salâvat tarikat yerleridir, tekkelerdir.
Hâsılı, Kur’an için tarikatla şeriat aynı seviyede önemlidir. Kur’an’ın önce şeriat olarak uygulanması, sonra tarikat olarak uygulanması gerekmektedir. Mü’minlerin görevi şeriattır. Tarikat ise kurallar içinde değil ilham içinde gelişmektedir.
Bizi tarikata karşı görenler vardır. Biz tarikat ile şeriat arasını ayırmıyoruz. Bir müslim veya mü’min olarak şeriatla mükellef olduğumuz gibi tarikatla da mükellefiz. Sigara içen şeriata uyarak onu bırakır, canı yine sigara içmek ister ama sigaranın kötülüklerini öğrenir ve onun yerine kendisini iyi şeylere alıştırırsa sonra sigaradan nefret etmeye başlar. İşte insanlar şeriatla mükelleftir ama sigaradan nefret edecek tedbirleri de almaya çalışmalıdırlar.
Ne var ki tarikat ve şeriat önderleri farklıdır. Şeriat önderleri Hazreti Musa’nın yolundan, tarikat önderleri Hazreti İsa’nın yolundan giderler. Usulleri ve metotları farklıdır. Birbirlerini anlayamaz ve kavrayamazlar. Birbirlerinin işlerine karışmamalıdırlar. Tarikatçılar ahlâklı insan yetiştirirler, şeriatçılar da bu ahlâklı kişileri ekonomide ve siyasette değerlendirirler. Biri malzeme imalatçısıdır, diğeri ise inşaatçıdır.
Tarikatçılar şeriatçıların işine karışır, şuna bu görevi ver buna bu görevi ver derlerse, bu hatalıdır. Şeriatçılar da sen böyle dersler ver derlerse, böyle demeleri hatalıdır.
Biz tarikata karşı değiliz, tarikatın şeriatçıların işlerine karışmasına karşıyız. Biz tarikatçılara sahip çıkmalıyız, onların özgürlüklerini sağlamalıyız. Ahlâklı yetişen kimselere imkân sağlamalıyız. Onlar da bizi desteklemelidirler. Ama tam tersi olmuştur. Biz hep onları destekledik ama bazı tarikat şeyhleri bize alenen cephe almışlardır.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
(MiN DuvNı elLAHı)
“Allah’ın dunundan.”
“Dun” kelimesi yakını anlamındadır. İki zıt manâsı vardır. Ona yakın anlamındadır. Onun dışında olan anlamındadır. Gayr dediğiniz zaman onun dışında olan her şey veya ondan ayrı kopuk bir şey demektir. “Dun” dediğiniz zaman hem onun dışındadır hem de aynı zamanda ona yakındır. Burada “Min Gayrillah” denmemiş de “Min Dunillah” denmiştir. Çünkü Hıristiyanlar Allah’tan başkasını ilâh ittihaz etmiyorlar, O’nun dışında ilâh ittihaz etmiyorlar. O’nunla beraber O’nun yanında ilâh ittihaz ediyorlar. Bundan dolayı “gayr” değil de “dun” kelimesi kullanılmıştır.
Şeriatla tarikat arasındaki başka en büyük fark, tarikatta farklı hükümler vardır yani herkes için ayrı olan hüküm vardır. Düzen böyle oluşur. Eğer biz kişilere göre farklı hükümler koyacak olsak o zaman nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Dolayısıyla kural hepsi için aynı olacaktır. Ne var ki her yerde ortak kurallar geçerli olmaz. Çocuklara elbise alırken herkese aynı elbise alamazsınız, büyüğe büyük, küçüğe küçük elbise alacaksınız. Terziye dikiş makinesi, makineciye torna, mobilyacıya kalınlık makinesi gerekmektedir.
Şeriatçılar herkese uygulanacak kurallarla ilgilenirler, tarikatçılar ise her insanı ayrı ele alıp onun ihtiyaçlarına ve kabiliyetine göre muamele yaparlar. Kişilere ibadete geçildiği zaman o şeriattan çıkar. Kişilere, hele ölmüş kişilere yapacağınız ibadet sadece onu sevmek olur. İslâmiyet’i bir düzen kabul etmeyenler “Kur’an haftası” değil de “kutlu doğum haftası” icat etmişlerdir.
“Bugün size dininizi/düzeninizi ikmal ettim” âyeti nâzil olduğu zaman Yahudiler şaşırdılar. “Böyle bir âyet bizde olsaydı” dediler. Bir Yahudi gelip bunu bir Müslüman’a söylemiş, bize gelseydi biz onu bayram yapardık demiştir. Sahabe de biz zaten bayram yapıyoruz, bu âyet Kurban Bayramı günü gelmiştir, ayrıca Ramazan Bayramımız da Kur’an’ın nâzil olmaya başladığı zamandır demiştir.
İslâmiyet’te mukaddes olan Hazreti Muhammed değil Kur’an’dır. Onların Kur’an’ları yoktur, onların nüzul ve ikmal tarihleri yoktur. Dolayısıyla Hazreti İsa’nın doğumunu bayram yapabilirler. Hazreti İsa’nın doğumu da gerçekten mucizedir. Hazreti Muhammed’in ise doğumu değil, peygamber olması mucizedir. Mevlitlerin İslâmiyet ile hiçbir ilgisi yoktur, bidat-ı seyyiedir.
İşte Allah’ın dununda yani yakınında ama ondan olmayan ibadetler bunlardır. Tanrı edinmeler bunlardır. Biz bunları söylüyoruz diye rahatsız olanlar vardır. Biz bunları kendi kendimize söylemiyoruz, tarihî ve Kur’anî gerçekler olarak söylüyoruz. Aksini ispat edecek deliliniz varsa, getirin Kur’an’dan, bize de okuyun, biz de inanalım.
قَالَ سُبْحَانَكَ
(QAvLa SuBXAvNaKa)
“Sen sübhansın diye kavl etti.”
Hazreti İsa bu soruya cevap verirken “Sen sübhansın” demektedir.
“Sübhan” kelimesi bir deyimdir, Arapların ve Kur’an’ın kullandığı bir deyimdir. “Sebh etmek” yüzmek ve uçmaktır. “Tesbih etmek” yüzdürmek ve uçurmak anlamındadır. Zamanla hakiki manâsını kaybetmiş, mecazi manâsı gerçek manâsı olmuştur.
“Sübhan” demek eksikliklerden arınmış olmak, her şeyi mükemmel yapmak demektir. “Sen sübhansın” denmektedir. Fiil olarak tesbih getirilmektedir.
“Sebeha” yüzdü demektir. “Sebbehe” yüzdürdü demek olur. Batmaktan kurtardı demektir.
Biz tesbihe şöyle manâ veriyoruz. Kâinatın düzenini kurup yaşatmak, düzen içinde bulundurmak Allah’ın işidir. Allah bunu kendisi yapmıyor, kullarına ve eşyaya havale ediyor. Onlar Allah adına o işleri yapmış oluyorlar. Bunlar dolayısıyla Allah’ı eksiklik ve noksanlıktan tenzih ediyorlar, yükseltiyorlar, çıkarıyorlar.
Şöyle diyelim. Yetiştirmekte olduğunuz bir delikanlı var. Sizin borcunuz var. Çalışıyor, kazanıyor, günü gelince sizin borcunuzu ödüyor ve sizi borçtan kurtarıyor. Böylece sizin borcunuzu zamanında ödediği, sizi borç ödemekten kurtardığı için sizi tesbih etmiş oluyor. Bunun gibi Allah da kendisinin yapması gereken işleri kendisi yapmıyor da kullarını eğitmek yetiştirmek için görevleri onlara havale ediyor. Dağlara, denizlere, aya, güneşe havale ediyor. Onlar görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlar. Siz oğlunuza borç ödemeyi havale edersiniz ama arkadan takip edersiniz ve eğer o bu görevi yerine getirmezse siz kendiniz ödersiniz. Allah da böyle yapıyor. İşleri kendisi yapmayıp eşyaya ve insana, meleklere havale ediyor ama yakından takip ediyor, eğer onlar yapmazsa kendisi tamamlıyor yani borçlu kalmıyor.
İşte, “sübhaneke”nin manâsı budur. Evet, biz görevimizi yapmaya çalıştık ama yapamamışsak sen zaten eksik bırakmazsın. Sen daima eksiklikten uzaksın.
Bu manâ için sübhanellahi kullanılır ve bu yalnız Allah için söylenir. Sübhan olan Allah’tır. Sübhan olan başka varlık yoktur.
Arapçada mevcut bazı kelimeler vardır ki onlar yalnız Allah için söylenebilir. “Tanrı” nev’ ismi olduğu halde “Allah” özel isimdir. Başka hiçbir varlık için söylenmez. Çoğulu, tasgiri veya tenisi yoktur. “Ehad” kelimesi de böyledir. Sayı olarak ehad yalnız Allah için söylenebilir. Racülün ehadün söylenemez. “Es-Samed” kelimesi de yalnız Allah için sıfat olabilir. Varlığını bir şey almadan ve vermeden sürdüren, başka hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Oysa enerjinin atomlara, atomların da mekâna ihtiyacı vardır.
İşte, “sübhane” kelimesi de böyledir. Hiç eksiği olmayan, noksan bir iş bırakmayan yalnız Allah’tır. Mensubdur. Yahut fethaya mebnidir. Kelime sülasidir. Arapçada isim fiil manâsına kullanılmağa başlanınca üstünlü olur. “Nime hellümme” böyledir.
Hazreti İsa burada “Sen Sübhansın” derken şunu söylemektedir. Sen izin vermeseydin, sen istemeseydin onlar böyle bir şey yapamazdı. Benim seni sübhan kılmam mümkün değildir. Benim böyle bir gücüm yoktur. Ben onu söylesem de söylemesem de bu kadar büyük işleri yapamazdım. Senin büyük iraden bu işleri böyle yaptı. Ben basit bir kulum. Böylece Hıristiyanların yaptıklarına sahip çıkmamaktadır.
مَا يَكُونُ لِي
(MAy YaKUvNu Lİy)
“Benim için olamaz.”
“Mâ Kâne” geçmişte olmadı demek olur. “Lâ Yekûnü” gelecekte olamayacak anlamındadır. “Mâ” geçmişi “Yekûnu” ise geniş zamanı ifade eder. Dolayısıyla manâsı hâl veya geniş zamanı ifade eder. Benim için geniş zamanda olmaz, geçmişte olmaz, gelecekte de olmaz. Bu ne demektir? Yani benim gücüm söylemeye yetmez. Ben senin elçinim, senin istemediğini ben söylesem bile O bana izin vermez derim. Çünkü sen sübhansın. Bu görevi bana verdin ama sonra sen beni takip ettin. Eğer bir yanlışlık yapsaydım elbette düzeltirdin.
Peygamberlerin masumiyeti buradan gelmektedir. Allah peygamberi göndermiş, ona mucize vermiş ve insanlara Allah’ın elçisi olduğunu kanıtlamıştır.
İnsanlar ne yapacaklar?
Buna inanacaklar. Eğer yanlış yaptığı halde Allah düzeltmezse o zaman Allah insanları dalalete sürüklemiş olur. Hâlbuki Allah bundan sübhandır. Bir resul O’nun dediğinden başkasını yapamaz. Yani orada ona irade-i cüz’iye verilmemiştir. Senin şah damarını koparırız âyeti bunu ifade etmektedir.(69/46)
İkinci manâ da; benim buna gücüm yetse bile benim bunu yapmam uygun değil, ben bunu yapmam, itaat ederim demiş olmaktadır. Bu ikinci manâ ilk bakışta daha uygun gibi görünse de “sübahaneke”den sonra gelmesi birinci manâyı teyit eder. Bu kuraldan dolayıdır ki bizim peygamberlerin sünnetine uymamız gerekmektedir.
أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ
(EaN EaQUvLa MAv LaYSa Lİy BiXaqQın)
“Bana hak olmayanı söylemem”
Benim bana hak olmayanı söylemem olamaz denmektedir. “En Ekûle” söylemem olamaz, buna gücüm yetmez. Sen sübhansın, böyle bir şey söylememe imkân vermezsin.
“Mâ” herhangi bir sözü söylemem mümkün olmaz. “Liye” benim için denmektedir. Buradaki “Lam” benin yetkim kudretinde değildir demektir. “Liye” hak demek, lehine olan hak demektir. “Ellezî aleyhi’l-hakku” denmemektedir, “Ellezi liy bi hakkin” denmektedir. Oysa burada “Bi Hakkin” denmektedir, benim içinde hiçbir hakkım olmayan bir şeyi söyleyemezdim. Burada resuller ve nebilerin hataları ve yetkileri içinde içtihatlarında eksiklik olabilir. Ama icma ile sabit olan, mütevatiren bize ulaşacak bir hatayı resuller yapmazlar. Yapsalar bile o düzeltilmiştir. “Bi” harfi talil için kullanılır. “Min Hakkin” getirirseniz teb’iz için gelir. Nev’de teb’iz için gelir, talil için gelmez. “Bi” ise teb’iz için gelir. Yani küll içinde küçük parça anlamındadır. Türde değil hak olanda küçük bir parça yani öyle bir konu ki orası hata kabul etmez.
Kelamcıların kuralı vardır. Amelle ilgili hükümler zannî olur ve herkes içtihadına göre amel eder ama iman için icma gerekir. İcma ile sabit olan bir gerçeği müdafa ederken öldüğünde şehit olursun ama içtihatla sabit olan bir şey için cihat yapmak haramdır. Sadece senin ona göre amel etmen caizdir. Başkasının içtihadı ile mukallit değilsen amel bile edemezsin. İşte buradaki “Bi” harfi kelamcıların bu anlayışını teyit etmektedir.
O halde III. bin yıl uygarlığına giren insanlık bildiklerini yenilemiştir. Mekke’de bin âlimden oluşmuş bir üniversite kurmamız gerekir. Buraya dört büyük dine mensup olanlar sayıları nisbetinde âlimlerini göndereceklerdir. Bu ilim adamları iki kere ikiden başlayıp bütün bildiklerini ittifakla kitaplara geçirecek ve bunu dünyaya ilan edecekler. Dünya üniversite âlimlerinin bu icmalarla hakemlere gitme hakları olacaktır. Delillere dayalı olarak itiraz edilirse hakemler bunu icmadan çıkarabilirler.
İşte, büyük dinler icma ile sabit olanlar üzerinde birleşmelidirler. Bunları savunmamız, bunlar için cihat yapmamız caizdir. Yoksa kendi kendine bu kesindir deyip kimse cihada hak kazanmaz. Bu sebeple icma ile sabit olana “maruf” denmektedir. Münker de; o hususta bilgimiz olmadığına yani o cümlenin yanlış olduğunda icma olursa o münkerdir. Marufu emreder, münkeri nehy ederiz.
إِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ
(EiN KüNTu QuLTuHu)
“Bunu söylemişsem.”
“İn” şart harfidir. Maziye de gelse geleceği ifade eder denmektedir. Oysa burada maziden bahsetmektedir. O halde “İn”den sonra hele “Kâne” fiili gelirse geçmişi ifade eder demektir. Buradaki zamir cümleye gitmektedir. Demek ki “Kâle”den sonra gelmiş olan cümlenin başında “En” vardır, mahzuftur. Zamir “En” ile yapılan masdara gitmektedir.
Şimdi Allah’a “Sen mi dedin?” sorusuna cevap verirken burada kendisini savunmaktadır. O halde ifade verirken, soruya cevap verirken herkes kendisini savunacak ve cümleleri de söyleyecektir. Bir şeyin bilinmesi başkadır, söylenmesi başkadır. Cümlelerin çok önemi vardır. “Ben filanla evlenmeye karar verdim” diyor, o da “Ben de onunla evlenmek istiyorum, razıyım” derseler, iki taraf da evlenme hususunda iradeleri olduğunu beyan etmişlerdir. Ama bu nikâh olmaz. “Ben seninle nikâhlanmaya talibim” dese, o da “Ben de senin talebini kabul ettim” dese, işte o zaman nikâh akdedilmiş olur.
Bir kimsenin Müslüman olması için kalben kabul etmesi yeterli değildir, ağzı ile söylemesi gerekmektedir. Kur’an’da “Kûlû Âmennâ” denmektedir.
Hazreti İsa’nın öyle bir şey söylemediğini Allah bilmektedir. Hazreti İsa da bilmektedir. Buna rağmen yine Allah sormaktadır. Hazreti İsa da hayır, böyle bir şey söylemedim demektedir. Böylece burada bize soruşturmanın nasıl yapılacağını öğretmektedir.
Hazreti İsa’nın bu sözünden sonra Hıristiyanlar sorumlu tutulacaklardır.
Bilinmesi yeterli değildir, söylenmesi gerekmektedir.
فَقَدْ عَلِمْتَهُ
(FaQaD GaLİmTaHuv)
“Sen onu bilmektesin.”
Burada “Kad” kelimesi gelmiştir. “İn”den sonra gelen fiili mazinin başına “Kad” gelirse o maziyi ifade eder.
Örnek olarak “İn raeytu fülane fe alimtuhu” dersem, eğer ben onu görürsem ben onu görmeden önce bilmiş olacağım demektir. Ama “İn raeytuhu fekad alimtuhu” dersem, ben eğer geçmişte görmüşsem o zaman ben onu bilmekteyim demiş olurum.
Hazreti İsa burada ben öyle bir şey söylemişsem sen onu bilmektesin demiş olmaktadır.
Buradaki “Hu” zamiri ise “Kultu”daki masdara gitmektedir. Demek ki bir fiilden sonra o fiilin masdarına masdar zikredilmese de zamire raci olur. Çünkü her fiilde mefulü mutlak olarak masdar mukadderdir. Çünkü söyleseniz cümle belagatini kaybetmez.
Arapça grameri tesbit edilirken Kur’an’da böyle kullanılan örnekler bulunur, ihtilaf edilemeyen örnekler bulunur ve bu sayede gramer kuralları oluşur.
Herkes Kur’an üzerinde baştan başlayıp “Ruhu’l-Kur’an” çalışmamızda kelimelerin vezinlerini ve cümlenin irabını, zamirlerin nereye raci olduğunu, harfi atıfların neye atfettiği hususunu bir defa hatmederek okumalı, ondan sonra kuralları öğrenmelidir.
Hazreti İsa’nın burada “Sen bilmektesin” demesi, muhasebe ile sabit olan bilgidir. Topluluğun olaylardaki bilgisi muhasebedir. İnsanlar sözlerini de muhasebeye geçirmelidirler. Yani eğer bir sözün bizi bağlamasını istiyorsak o sözü muhasebeye geçirmiş olmamız gerekir. Sözü söyleyen alacaklı, muhatap ise borçlu olur. Sözün borçlusu olur. Söze zamir gittiğine göre demek ki söz borç olabilmektedir, varlıktır.
İnsanlar konuşurken akıllarına geleni söyleyeceklerdir. Bu sözler onları bağlamayacaktır. Mesela R. Tayyip Erdoğan “dini bir” dedi, suç sayıldı. Sonra “dilim sürçtü” dedi. Bu söz artık suç sayılmaz ama bunu yazılı bir belgeyi okuyarak söylemişse veya bu konuşması muhasebeye verilmişse, “ben bu sözün arkasındayım” demişse, o zaman bu söz onu bağlar ve suç olur. Benzer hükmü zina iftirasında da koyabiliriz. Kendisine sorulduğunda ısrar ederse o zaman iftira etmiş olur ama ima yoluyla bir şey söylediği zaman müfteri olmaz.
Soruşturmada önce şifahi olarak soruşturulur ve bilgi edinilir. Sonra yazılı olarak kendisine tevcih edilir. Yazılı olarak verdiği ifade ise artık kesinlik kazanır ve sözlerden dolayı söyleyen sorumludur. Bildiği halde şehadetini gizleyen de gizlediği için sorumlu olur. Ne var ki bu gizlemeyi tevcih edilen soruya verdiği cevapta yazılı olarak verdiği cevapta aramalıdır. İşte duruşmalı soruşturma bunun için vardır. Herkesin bildiğinin tevsik edilmesi gerekir. Suale cevap vermeyen kimsenin hapis baskısına alınması meşru kılınabilir.
تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي
(TaGLaMu MAv FIy NaFSIy)
“Nefsimde olanı sen ilmedersin.”
“Nefs” kelimesi soluk alma anlamında “nefes”ten gelir. Kişi anne karnında iken solumamakta, annesinin ciğerleri ile yaşamaktadır. Doğar doğmaz kişi hava almakta ve ciğerler şişmektedir. İnsanın sağ doğup doğmadığı bu sebeple çok kolay anlaşılmaktadır. Ölen insanın da nefesi durmaktadır. İnsanın hayatı alınan nefesle tesbit edildiği için yaşayan insana “nefs” denmektedir. İnsan öldüğü zaman da ruhu devam etmekte, nefsi ise sona ermektedir. İnsanı tarif ederken maddeciler insanı yalnız bedenden ibaret görmekte, ruhçular da yalnız ruh olarak görmektedirler. Kur’an’a göre insan ruh ve bedenin birlikteliğidir. Ruh bedenden ayrıldığında insanın kişiliği olmaz.
İnsan yok mu olmaktadır?
Hayır, insan yok olmamaktadır. Ancak bizim mekânımızdan ve zamanımızdan ayrılmakta, sıfır zamanı yaşamaktadır. Dolayısıyla ölen artık bizim kâinatımızda yoktur.
“Nefsimi bilirsin” denmiyor da, “Nefsimde olanı bilirsin” deniyor, yani benim kişiliğimde olanı bilirsin denmektedir.
Kişiliği kavrayabilmemiz için bir senaryoyu resimleyen filmi ele alalım. Filim binlerce şeffaf resimden oluşmaktadır. Arkasından ışığı düşürdüğünüz zaman perdede o resim gölgesi düşer. Her resim bir andır ama resimlerin toplamı bir filmdir.
Bunun gibi insan doğumundan ölünceye kadar yaşar, dört boyutlu uzayda kendi heykellerini bırakıp gider. Sonunda bir film gibi birçok heykellerden oluşmuş yapısı ortaya çıkar. Bu zaman içindeki oluş insanın nefsini oluşturur. Yani anlık varlığımız değildir. Geçmişten başlayıp geleceğe uzanan bir heykel filmin kendisidir.
“Benim nefsimde olanı sen bilirsin” diyor.
Yani ben neler yaptıysam hepsini bilirsin demektir.
Burada eksik bıraktığım bir şey vardır. Yukarıda anlattığım heykeller dizisi insanın bedenini anlatır, onun hayatını anlatır. İşte bedenin bu akışına ruh da refakat etmiştir ve o bedeni yaşamıştır. İşte o bedeni yaşayan varlık nefistir. Bedenin özelliği hayattır. Ruhun özelliği ise nefistir.
Nefsi şöyle tarif edebiliriz. İnsan ruh ve bedenin birleşmesinden oluşan varlıktır. Bedende ruhla irtibat kurabilecek özellik vardır. Bu da hayattır. Ruhta da bedenle irtibat kuracak özellik vardır, bu da nefistir. Hayat ve nefis ayrı varlıklar değildirler. Bunlar beden ve ruhun özellikleridir. Ruhla beden doğrudan irtibat kuramamaktadır. Bedendeki hayat ile ruhtaki nefis aracılığı ile irtibat kurabilmektedir.
Nefiste birlik vardır. Şöyle ki, ben çocukluğumdan bugüne kadar değişik hallere girdim ama ben değişmedim. Şu tarihte doğdum, şurada okulu bitirdim, şu işi yaptım diyorum. Ben yani nefsim onların hepsinin birlikteliğidir.
Bedende erkeklik ve dişilik var olduğu halde ruhta erkek ve dişilik yoktur. Ruhta erkeklik ve dişilik olmadığı, nefis de ruhun özelliği olduğu için onda da erkeklik ve dişilik yoktur. Kadın ve erkek arsındaki fark ruhi değil bedenidir. Kişi olarak da ikisi aynı kişiliğe sahiptir. Bundan dolayıdır ki hukukta kadın ve erkek arasında kişilik bakımından bir fark yoktur.
“Nefsimde olanı bilirsin” demek, geçmişimi ve geleceğimi bilirsin demektir. Yani Allah insanı bütünü ile bilmektedir. İnsan da kendisini hafızası ile bilmektedir, başkaları ise bilmez. Filmini çeksek bile insanın o hareketi yaparken ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilemeyiz. Melekler bile bilmez. Ancak beyin bilgisayarında kaydedilenleri okuyabilirler ama Allah hepsini bilir.
Burada bir şeye işaret etmemiz gerekmektedir.
Acaba hayvanlarda da ruh var mıdır, nefis var mıdır?
Hayvanların ruhu olsa bile nefisleri yoktur. Onların ruhları sadece mevcut olan programları uygular. Bunun bilincinde olabilirler, acı duyabilirler ama karar verme yetkileri yoktur yani projede değişiklik yapamazlar. Oysa insan karar verme özelliğine sahiptir. İşte böylece hak ve görev sahibi olmuştur.
Kişilik kazanma demek adeta tanrılaşmadır. Tanrı’nın insanlar üzerinde hak ve görevleri vardır. İnsanın Tanrı’ya karşı hak ve görevleri vardır. Allah onu kendisiyle hesaplaşacak bir varlık kılmıştır. Halife olmanın manâsı budur.
وَلَا أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ
(VaLAv EaGLaMu MAv FIy NaFsiKa)
“Ve ben senin nefsinde olanı bilmem.”
Kur’an Allah’ın da nefsi olduğunu ifade etmektedir. Yani insan kendisine ruh üflenmekle Tanrı’ya doğru yaklaştırılmaktadır, Tanrı’nın halifeleri oluşturulmaktadır.
Nasıl bir vilayette vali, hattâ bir köyde köy muhtarı devleti temsil ediyorsa, insanın bedeninde de ruh Tanrı’yı temsil ediyor. Tanrı değildir ama Tanrı’nın temsilcisidir, vekilidir. Bu sefer zamandan ve mekândan münezzeh ve erişilemez bilinemez. Tanrı da gayb âleminden şuhud âlemine inerek O da kişilik kazanmaktadır. Kâinatı yaratmadan önce O’nun kişiliği yani ruhların ruhu vardır ama kişiliği yoktur çünkü kendisinden başka kimse yoktur. Başka bir ifade ile nasıl ruh bedenle ilişki kurmadan kişiliği yoksa Allah’ın da hâlık olmadan kişiliği yoktur.
İslâm devletinde kişilerin devlet karşısında eşit kişiliği vardır. Yani kişinin devlete karşı hukuku vardır, devletin de kişiye karşı hukuku vardır. Bunlar eşit haklara sahiptir. Yani devlet olduğu için herhangi bir imtiyazı yoktur. Bu sebepledir ki İslamiyet’te savcı ile avukat aynı yerde oturmalıdırlar. Bugün ise savcı hâkimin yanında oturmaktadır. Allah da artık kişi olmuştur ve kâinat içinde eşit hukuka sahiptir, nefsi olmalıdır.
Aradaki fark bilgi bakımından vardır. O her şeyi bilmektedir, oysa kişi devleti bilmemektedir. Yani devlet kişiyi bilecektir ama kişi devletin sırlarını bilmeyecektir. Kişi kendi dosyasını her zaman görebilir ama başkasının dosyasını bilemez, göremez. Ancak kişi izin verdiği takdirde gizli dosyası görülebilir.
Devletin başı da dâhil eğer başkasının dosyasını göremezse devlet nasıl görmüş olacaktır? Herkes kendi haklarını ispat etmek için dosyasını belge olarak sunabilir. Lehine delil kullanabilir ama başkası onun dosyasını dosya sahibi aleyhine delil olarak kullanamaz. “Sen benim nefsimde olanı bilirsin ama ben senin nefsinde olanı bilemem”in manâsı budur.
Soruşturmacılar dosyalarını saklar ve dosyalarına göre şehadet edebilirler. Sonra kendilerini savunurken de o dosyalarını kanıt olarak gösterebilirler ama soruşturmacıların kendi dosyaları kendi aleyhlerine delil olamaz.
Allah kâinat içinde bir varlık, bir kişi, bir nefis olarak görülmektedir. Artık diğer kişilerden farklı değildir. Şeytanı O yaratmıştır. Görevi O vermiştir. Kendi takımına karşı bir takım oluşturmuştur. Artık Allah kendi takımı ile şeytanın takımının karşısındadır. Şeytan gibi o da nefis olmuştur. Tanrılık hüviyeti ile aramızda bulunmamaktadır, bizim gibi görevli bir kişi olarak bulunmaktadır.
“Şeytan Allah’ın aduvvudur” derken şeytanın hizbi Allah’ın hizbine karşıdır. Karşı takımda o oynamaktadır. Allah âhirette de bu sünnetinde değişiklik yapmayacaktır. Bu sebepledir ki Hazreti İsa ile bir kişi gibi konuşmakta, bilmiyormuş gibi sorular sormaktadır.
Evet, biz mahlûkuz, O’nun karşısında hiçiz. Kâinatın büyüklüğü içindeki yerimizi, kâinatın yaşı içindeki yerimizi düşündüğümüz zaman bunu hemen anlarız.
Üniversitede iken bir arkadaşımız şöyle demişti: Benim en çok canımı sıkan güneş sistemini düşünürken yerin çapını sıfır kabul ediyoruz. Galaksimizi düşünürken de güneş sistemini sıfır büyüklükte kabul ediyoruz. Kâinatımızı düşünürken de galaksimizin büyüklüğünü sıfır kabul ediyoruz. Bu durumda bizim durumumuz ne olacak diyordu.
Dahası vardır. Dört boyutlu uzay içinde kâinatımızın büyüklüğü sıfırdır. Beş boyutlu uzayda da dört boyutlu uzay sıfırdır. O halde bizim Tanrı’nın yanında herhangi bir varlığımız söz konusu olamaz ama Allah bize kişilik vermiştir, bizi muhatap almaktadır ve O’na karşı davalı ve davacı olabilmekteyiz.
إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (116)
(EinNaKa EaNTa GalLAvMu elQuLUBı)
“Yalnız sen gayblerin allamısın.”
“Gayb” iki şekilde olmaktadır, ya mekânda uzakta olur, oradan bize haber gelmez ya da zamanda uzak olur, geçmişin karanlıklarında veya geleceğin bilinmezlikleri içinde bulunur.
Allah insanları beden içine koymuş, bedendeki organlarla onu çevreye âlim yapmıştır. Kendisi de zuhur ederek varlıkları ve çevreyi var etmiştir. Allah kâinatı terk etmemiş, bunlardan ilgisini kesmemiş, bir kişi olarak aralarında çokluk içinde devam etmektedir.
Çokluk içinde ne demektir?
Allah nefisle ve her yerle ayrı ayrı kişi olarak varlığını sürdürmektedir. O yerde başka ilahtır, O gökte başka ilahtır. O benimle beraber iken başka bir ilah olarak seninle de beraberdir. Kendisi tektir ama kâinattaki görüntüsü ve buluşması çoktur. Allah her şeye muktedir iken sünnetini değiştirmemekte, kâinatta kurallar içinde görünmektedir. Bunun sebebi; insanlar, melekler, cinler ve bütün canlılar ne olacağını bilsinler ve yapacaklarına karar versinler diye böyle yapmaktadır.
Eğer sünnetullah olmasaydı biz varlığımızı sürdüremezdik. Bu bakımdan biz ile Allah eşit hâle gelmişizdir. Su yüz derecede kaynar, bizim için de kaynar Allah için de kaynar. Biz bu sünneti değiştiremeyiz, O ise değiştirmez. Fiil olarak aynı kanunlara tabiyiz ama ilimde böyle değildir. Bizim bilgimiz cüzidir, O’nunki küllidir. Bizim bilgimiz zannîdır, O’nun bilgisi katidir. Bizim bilgimiz ihtimalidir, O’nun bilgisi hisabidir. Bizim bilgimiz izafidir, O’nun bilgisi mutlaktır. Biz cisimlerden gelen dalgalarla bize göründüğü kadarı ile biliriz, O varlıkların zatlarını ışıksız ve sessiz bilir. Yani Allah ilim bakımından mahlûku ile bir görünmüyor.
Burada kastedilen “Ke” kâinatın var edicisi Allah’tır. Harfi tarifle gelmiştir. O’ndan başka kimse allâmu’l-guyub” değildir. Peygamberler de değildir.
İşte, Hazreti İsa sorulara tanık ve sanık sıfatıyla cevap vermektedir.
Allah Hıristiyanlardan yalnız bir şey istemektedir. Tanrı’nın kulu olmak.
Hazreti İsa nedir? Resuldür, yeryüzünde O’nun görevlisidir. O sadece O’nun emirlerini insanlığa ulaştırmıştır. Öldükten sonra da ne olduğunu bilmemektedir. Çünkü onlar gayb ilimlerindendir. Hıristiyanlık bu sorunu çözmek zorundadır.
Müslümanların da buna benzer takıntıları vardır. Bin sene önce oluşmuş mezheplere göre çözülmüş problemlerle ve o zamana göre oluşmuş fıkıhla günümüzün sorunları çözülemez. Onların usulüyle bizim günlük problemlerimizi çözmemiz gerekir. Müslümanlar da bu tutuculuktan vazgeçmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92