MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 71
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ أَوْحَيْتُ إِلَى الْحَوَارِيِّينَ أَنْ آمِنُوا بِي وَبِرَسُولِي قَالُوا آمَنَّا وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ (111) إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ أَنْ يُنَزِّلَ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ قَالَ اتَّقُوا اللَّهَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (112) قَالُوا نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا وَنَعْلَمَ أَنْ قَدْ صَدَقْتَنَا وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ (113)
وَإِذْ أَوْحَيْتُ
(Va EiÜ EVXaYTu)
“Ve vahyettiğimde”
Âhirette Allah resulleri topladığında onlara “Ne cevap aldınız?” diye soracak, onlar “Biz bilmiyoruz” diyecekler. Bu toplanma Hazreti İsa’yı şahit olarak dinlediği zaman olmuş olacaktır. Allah âhirette Hazreti İsa’nın kendi hayatını hatırlatacak, böyle böyle oldu diyecek, asıl soruyu sonra soracaktır. Bu hayatını hatırlatma iki safhada olacaktır. Birincisinde kendisi ve annesinin peygamberliği hatırlatılacak, gösterdiği mucizeleri izah edecektir. Bunlara inanmayanlara karşı gösterdiği kanıtlardır, yani hasma karşı ikame edilen delilleri ortaya koymuştur.
Biz de insanlığı “Adil Düzen”e çağırırken Hazreti İsa’nın gösterdiği mucizelere benzer Kur’an’ın mucizesini göstermeliyiz.
İşsizliğe ve teröre çare bulmak demek ölüleri diriltmek demektir.
Hazreti İsa’nın hayatını anlatırken seni ruhu’l-kudüsle teyit ettik denmektedir.
Şimdi de havarilere vahyettik diyor.
Hıristiyanlık Hazreti Zekeriya peygamberin Hazreti Meryem’i eğitmeye başlamasıyla başlar. Manastırda yetişen Meryem sonra vahiy almış ve Hazreti İsa’yı büyütmüştü. Hazreti İsa daha çocukken vahiy almaya başlamıştı. Hazreti İsa’nın risaleti tamamlanmıştı. Allah ona 12 havari vermişti. Kur’an’da sayıları yoktur ancak cemi müzekker salim çoğulu 10 civarında çoğulu yani aşireti ifade eder. Biz onu aşiret olarak kabul edeceğiz.
Maide Sûresi bucağı anlatmıştır. Şimdi de Hazreti İsa’nın aşiretini anlatmaktadır. Bunlar nesep itibariyle akraba değildirler. Biz de on civarında kişiden oluşan bir aile olacak ve aşiretimizi oluşturacağız. İşimiz derslere devam olacaktır. Kur’an’da; yakın aşiretini inzar et denmektedir. “El-Ekrabîn” takyit değil tavsiftir. Yani aşiret en yakın olan en küçük topluluktur. Ondan başka da bir aşiret yoktur, yani uzak aşiret yoktur. Demek ki buradaki “İz” “İz Eyyedtüke”deki “İz”e atfedilmektedir.
Vahiy vardır. İlham vardır. Her ikisi de insana dışarıdan gelmeyen, içte doğan bilgidir yani ruhani bir bilgidir. Bedenimiz vardır. Çevrenin bir parçasıdır. Onlardan etkiler almaktadır. Ruhumuz bedenimizin şoförü mahiyetindedir. Nasıl şoförün muavini ve yolcuları varsa yani arabada şoförden başka kişiler varsa, bizim beynimizde de bizden başka ruhlar vardır. Onlar da bize bilgi vermektedirler.
Vahiy Allah’tan doğrudan veya melek vasıtası ile gelen bilgidir. Yalnız iyilikle ilgili bilgiler getirilir, hata olma ihtimali yoktur. İlhamda ise iyi ve kötü bilgiler de gelir, hata etme ihtimali vardır.
Peygamberlere vahiy olmaktadır. Bize de vahiy olmaktadır. Bir problemi çözdüğümüzde çevremiz onu tasdik ediyorsa o bize vahyedilmiştir demektir. Başka bir ifade ile icma olan yerde vahiy vardır. Çünkü Allah dalalet üzerinde aklı birleştirmez.
Havarilere ayrı ayrı vahyetmemektedir, onların içine birlikte muhalefetsiz tasdik kanaatlerini getirmektedir yani onlarda icma oluşmaktadır. İcma Ehli Sünnetin ve Şiilerin kabul ettiği kesin delillerdendir. Ne var ki onlar tüm İslâm âlimlerinin ittifakını icma kabul etmektedirler. İmamı Malik Medine icmalarını icma kabul etmiştir. Şiiler de Ehli Beytin icmasını icma kabul ederler. Bütün mezhepler örfü delil kabul ederler.
Biz bunlara dayanarak aşiretin kendisinin icmasının olacağını, kabilelerin kendilerinin icmasının olacağını, şa’bın kendileri için icma olacağını ve ülkelerin de kendileri için icmalarının olacağı hususunu “Adil Düzen Anayasamızda” kabul etmiş bulunuyoruz.
İşte burada da Havarilere vahyettik demekle onlara icmaları ile vahyettiğini bildirmektedir. Yukarda “seni teyit etmiştim” demişti, burada da “Havarilere vahyettim” demektedir. Aynı kalıbı kullanarak atfın oraya ait olduğunu belirtmektedir.
إِلَى الْحَوَارِيِّينَ
(ELay eLXaVARiyYIyNa)
“Havarilere”
“Hac” kelimesi gidip gelen demektir. “Devr” kelimesi ise dönen anlamındadır. “Havr” ise iç içe olan, dönen ve gidip gelen anlamındadır. İnsanların birbirlerine konuşmasına “muhavere” denir. “Hür” kelimesi de bağlı olmayan, serbest dolaşan, topluluk içinde olan demektir. O havr olunmayacağını zannetti, oysa rabbi ona basirdir âyetinde içine alma açıkça görülmektedir. Türkçede “eksen” karşılığı “mihver” kullanılmaktadır. Kur’an’da bu manâda kullanılmamaktadır.
Bir toplulukta karşılıklı ilişkiler kurulunca, herkes diğeri ile bağ tesis edince o “hâir” olur. Aşiret içinde kişiler birbirleri ile ikili ilişki kurarlar. Bu sürekli ilişkidir. Amca her zaman amcadır. Oysa kabile içinde ilişkiler geçicidir.
“Havari” demek artık birbirine çok yakın olmuş, ikili ilişkiler kurmuş kimseler anlamındadır. Kurallı erkek çoğul ile bunların bir topluluk olduğu ifade edilmektedir.
Topluluğa vahiy nasıl olur?
Eğer herkes kendiliğinden bir şeyi benimser hiç muhalifi çıkmazsa buna “icma” denir. İcma ile sabit olan şeyler vahiy kabul edilmektedir. Yani Kur’an’dan sonra kişilere vahiy sona ermiştir ama topluluklara vahiy sona ermemiştir. İcma müessesesi ile vahiy kıyamete kadar devam edecektir. Bu benim görüşüm değildir. Bu görüş Ehli Sünnetin görüşüdür. Şiiler de buna katılıyorlar. Sadece Ehli Beytin icmasını yeterli görüyorlar. Ehli Sünnet olarak onların iştiraklerini şart koşuyoruz ama yeterli görmüyoruz. Bizim reyimiz ise onlar için Ehli Beytin icması delildir, bizim için delil değildir. Çünkü biz mahalli icmaları kabul ediyoruz. Mahalli icmanın açık delili bu âyet olmaktadır.
Hazreti İsa ölmeden önce onlara, siz İsrail oğullarına değil dünyaya dağılın ve tüm insanlığı hakka davet edin diye talimat verdi. Böylece Tevrat ve İncil beşeri kitap oldu. Nâs için hidayet oldu. Hazreti Musa ve Hazreti İsa İsrail oğullarına resul idi. Havariler ise tüm insanlığa resuller oldular. Onları nebi olmayan resuller olarak da görebiliriz. Yani mucizeleri yoktu. Sadece İncil’i öğretiyorlardı.
Bizim bugünkü mucizemiz icmamızdır. Yani bize vahiy gelmiyor ama icma yapıyoruz. Havarilerin içtihat yetkileri de yoktu. Çünkü henüz Kur’an gelmemiş, içtihat müessesesi oluşmamıştı ama icma o zaman da vardı.
أَنْ آمِنُوا بِي وَبِرَسُولِي
(EaN EAvMiNUv BIy Va BiRaSUvLİv)
“Benimle ve resulüm ile emniyete alın diye”
Buradaki “En” mastar “En”idir. Türkçede de “Ahmet yarın geleceğini yazdı” dediğimiz cümleyi söyledi fiiline mef’ul yapar, “eğim” yerine “ğini” getiririz. Arapçada bu “En” harfi ile yapılır. “Ketebe Ahmedu En Eciu Gaden” deriz.
Allah Havarilere vahyediyor, onların kalbine düşürüyor; kendimizi ve topluluğumuzu Allah ile ve resulü ile güvene kavuşturmamız gerekir diye düşünmeye başlıyorlar.
İşte, sizin kalbinize de ben görevliyim, bunu yapmalıyım diye bir şey doğarsa, o Allah tarafından sana vahyedilmiştir.
“Adil Düzen”i oluşturma vahyini Allah Akevler’e vermiştir.
“Adil Düzen”i dünyaya yayma vahyini Allah Millî Görüşçülere vermiştir.
Şimdi de İstanbul’da bu seminerleri yapma görevini sizlere vermiştir ki buradasınız.
Evet, bir işi yapmam lazımdır diyor ve ona göre hareket ediyorsanız, bilin ki Allah size onu vahyetmektedir. Siz onun vahiy mi ilham mı olduğunu bilemediğiniz için ‘bana vahyolundu’ diyemezsiniz, ‘ben böyle içtihat ediyorum’ dersiniz. İsabetli içtihatları da O yaptırmaktadır. Eğer kimse muhalefet etmiyorsa o takriren teyit edilmiştir.
Kur’an nâzil olurken melek geliyor ve ‘yanlış anladın’ diyordu.
Şimdi melek gelmiyor, Allah birisine ilham ediyor, o geliyor ve muhalefet ediyor.
Muhalif çıkmazsa icma olmuştur, o kesindir demektir.
İcma ve içtihadı kabul etmemek demek, Allah’ı 1400 sene evvel yeryüzünden göndermek demek olur.
İçtihat ve icmayı kabul etmeyenler Allah’ı da kabul etmiyorlar demektir.
Burada “Bi” harfi tekrar edilmiştir. Zamire atfedilince harfin tekrarı gramer kaidesidir. Bana ve resule tek imanla iman ediniz demektir. Resule ayrı Allah’a ayrı iman ederim diye bir şey olmaz. Bu sebepledir ki başkanına itaat etmeyen, git dediği zaman gitmeyen kişi topluluğa da itaat etmiş olmaz. Çünkü başkan topluluğun görüntüsüdür. Bu sebepledir ki itaat edeceğim başkan bucak başkanıdır, bin ailenin başkanıdır. Onu kolayca terk edebilmeliyiz. O da bizi kolayca gönderebilmelidir.
قَالُوا آمَنَّا
(QAvLUv EaManNAv)
“İman ettik dediler.”
Kişi ben başkan olacağım demez.
Havariler bir araya gelir, seni başkan yapacağız der, o da başkan olur.
Necmettin Erbakan Konya milletvekili olunca Hasan Aksay, Süleyman Arif Emre, Fehmi Cumalıoğlu, Mehmet Satoğlu parti kurma çalışmalarını yapıyorlar, başkan arıyorlardı. Erbakan o zaman aralarında yoktur. Başkanlığı ona teklif ediyorlar, böylece parti kuruluyor. Tevfik Paksu da kurucular arasındadır.
Demek ki Allah kuruculara vahyediyor, kurucular da birisinde ittifak ediyorlar.
İşte bu “Kâlû”dur yani dille ifade etmişlerdir, ittifak etmişlerdir.
Biz Adil Düzen Çalışanları çalışmaya devam edeceğiz. Bir gün biri çıkacak, belli hareketler yapacak, biz de onu siyasi başkan yapacağız. Ama bu bizim “Adil Düzen”i öğrenmemize bağlıdır. En az on aile bir yerde toplanacak. Arapça ve muhasebeyi öğrenecek. Bunlar olmaksızın içtihat yapılamaz. Kooperatifin sözleşmesini hazırlayacaklar. Biri bunların ne yaptıklarını anlayacak, harekete geçecek ve önce ekonomik uygulamalar yapacak. Kooperatifleri ülke içinde teşkilatlandıracak. Sonra belki başkası çıkacak ve ahlâkî kuruluşlar kuracak. Sonra başkası çıkacak ve siyasi kuruluşu kuracaktır.
Adil Düzen Çalışanlarının görevi ilim yapmak yani icma ve içtihatlarla meşgul olmaktır. Ekonomik uygulamaları da yapacağız ama bunlar deneme uygulamaları olacaktır. Ondan sonra Allah başka havariler ortaya çıkaracaktır.
Havari olmanın manâsı şudur. Kişiler bir araya geliyorlar, ailece günde en az bir namazı beraber kılıyorlar. İç içe birbirlerine yakın oluyorlar. Bir aşiret oluşturuyorlar.
Biz bu havariler aşiretini şimdiye kadar oluşturamadık ama hep çalıştık. O çalışmamızın da bereketini Allah bol bol verdi. Bir gün gelir Allah vahyeder. Bu aşiret oluşur. Kendilerine bir resul seçer, ona ve topluluğa inanırlar. İşte o zaman “Adil Düzen” gelir.
وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ (111)
(Va EŞHaD BiEanNaNAv MuSLiMUvNa)
“Ve Müslüman olduğumuza şehadet et.”
Havariler bir araya geliyorlar, Hazreti İsa’nın resullüğünü tasdik ediyorlar, kabul ediyorlar. Onlar kendi aralarında ittifakla iman ediyorlar ve Hazreti İsa’ya biz müslimiz diye şehadet ediyorlar. Burada şahit ol biz Müslümanız diyorlar. Allah’a iman ettik ve şahit ol biz Müslümanız demektedirler. Şahit ol biz mü’min olduk demektedirler.
İman kalbîdir, Allah ona şahit olabilir ama İslâm fiilîdir. Resul ise imana değil İslâm’a şahit olabilir. Bu sebeple “şahit ol biz müslimiz” diyorlar.
Havariler cihat yapan mü’minlerden değildir, müslim olan mü’minlerdendir. Gittikleri yerlerde ordular kurmuş ve savaşmış değildirler. Sadece tebliğ yapmışlardır.
Allah’ın ilhamı ile insanlar Hıristiyan olmuş, onların cemaatleri oluşmuş, kiliseler oluşmuş, gizli de olsa ibadetlere başlamışlardır.
Bir düzenin oluşturulması vardır bir de onun dünyaya anlatılması vardır. Aynı dili konuşan halk aralarında bir düzen oluşturabilir ama dilleri ayrı olan halk ise düzen oluşturamaz. Onlara tebliğ ulaşır, onlar kendi düzenlerini kendileri kurarlar. Bu sebepledir ki Hazreti İsa’nın ve Buda’nın şeriat kitapları yoktur. Şeriat halka bırakılmıştır. Yani insanlar iyi insan yapılmış ve kendi düzenlerini kendilerinin kurmalarına yönlendirilmişlerdir. Gerek Çin’de gerek Roma’da dindar olanların şeriatları lâiktir. Kendileri düzen oluşturmuşlardır. Böylece yeryüzü İslâm düzenine gelmiştir. İşte Çin’deki Sam Adian’ın savunduğu budur. Hıristiyanlık ve Budizm, peygamberler ve ilâhi kitaplar, insanları iyi insan yapar ve iyi insanların akılları vardır. Kendileri iyi düzen kurarlar. İçtihat ve icmalara gerek yoktur.
İşte burada Havariler biz müslimiz demekle mü’min değiliz demek istemektedirler. Yani bizim görevimiz sadece tebliğdir, biz düzenle ilgilenmiyoruz, o mesele kralların görevidir diyorlar.
Pavlus da buna dayanarak Hazreti İsa’ya iki kişilik vermiştir; biri ruhani kişiliğidir, biri de krallık kişiliğidir. Ruhani kişiliğini papa temsil eder, krallık kişiliğini de imparator temsil eder. Pavlus’a isnat edilen birçok iddialar gerçekten onun mudur, bilemeyiz. Bu sebepledir ki biz Kur’an’da adı geçmeyen kimselerin iyi veya kötü olduğunu söyleme imkânına sahip değiliz. Bizim reddettiğimiz Pavlus değildir. Bizim reddettiğimiz sadece teslistir.
Kur’an da başka bir şey yapmamakta, mü’minler için şeriat düzeni koymaktadır. Onlar kendi düzenlerini kuracak ve kendi cemaatlerini onunla yöneteceklerdir. Ama müslimler serbest olacak, kendi bucaklarını kuracaklar ve akılları ile istediklerini kendi düzenlerinde yapacaklardır.
O halde tartışma zahiridir. Pratikte bizimle Sam Adian’ın iddiaları arasında fark yoktur. Sam Adian Havariler gibi düzene karışmamaktadır. Dolayısıyla ‘düzen bizi ilgilendirmez’ diyor. Biz ise kendi düzenimizi kendimiz kuracağız, fetret devri doldu artık Kur’an devri başladı diyoruz.
Sam Adian’ın haklı olduğu taraf bizim başka bucakların yönetimlerine karışmamamız hususudur. Halkı Kur’an’a çağırmalıyız. Sam Adian’ın hata ettiği husus içtihat ve icmalarla Kuran’dan düzen kurulmasına karşı çıkmasıdır. Evet biz kendi düzenimizi başkalarına dayatmamalıyız ama kendimiz için elbette Kur’an’a göre içtihat ve icmalara dayalı düzen kurmalıyız.
Biz III. bin yıl uygarlığını Hıristiyanlarla kuracağız. Papalık Hıristiyan devletlerin yönetimlerine karışmayacak, Hıristiyanların nasıl olması gerektiği hususunda önderlik yapacak, Hıristiyan halkını eğitecektir. Halk kendi düzenlerini kendileri kuracaktır. Biz mü’minlerin yapacağı iş ise kendi bucaklarımızda Kur’an düzenini kurmak ve tüm dünya devletlerini de İslâm düzenine yani barış düzenine çağırmaktır. Barış düzeni demek hakemliği kabul eden düzen demektir. Kim hakemlik sistemini kabul eder ve kendilerinin seçtiği hakemlerin kararlarına uyarsa o müslimdir.
Biz Hıristiyan ve Müslümanlar olarak bu hususta anlaşmış olacağız.
***
إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ
(EiÜ QAvLa eLXaVAvRiyYUvNa)
“Hani Havariler demişti.”
Yukarıda yorumlarken, “Va EŞHaD BiEanNaNAv MuSLiMUvNa / Ve Müslüman olduğumuza şehadet et” derken muhatap Hazreti İsa’dır, demiştim. Hatalı düşündüğüm burada ortaya çıkmıştır. Eğer öyle olsaydı burada “Havariler” demez, “onlar dedi” denirdi.
Burada neden “Havariler” kelimesini izhar etti?
Çünkü ilk konuşmaları kendi kendine ve Allah’la idi, şimdi ise Hazreti İsa ile konuşmaktadırlar. Kendi kendine Allah’ın huzurunda iken konuşan Havariler ile şimdi Hazreti İsa ile konuşan Havariler farklı olduğu ve kimlikleri farklı olduğu için “Havariler” kelimesi izhar edilmiştir. “Ve Kâlû” denseydi Hazreti İsa ile konuşmasını da Allah’la konuşması kabul eder, aynı mecliste ortak muhatap kabul ederdik.
Evet, Havariler Allah’a ve resule iman edip Müslüman olmaya karar verdiler. Ancak Hazreti İsa gerçekten resul müdür, onu imtihan etmek gerekir. Onun için Hazreti İsa’ya gidiyorlar ve tamam, biz müslimiz ama senin peygamber olduğun hususunda da delil istiyoruz diyorlar. Görülüyor ki Havariler hemen teslim olmamışlar, Hazreti İsa’dan mucize göstermesini istemişlerdir.
Biz de insanları “Adil Düzen”e çağırırken insanlar bizden mucize isteyecekler, gökten sofra indirmemizi isteyecekler yani işsizliğe ve aşsızlığa çare bulmamızı isteyecekler. Biz onlara izah etmekle yetinmeyeceğiz, işsizliği ve aşsızlığı çözeceğiz. İşte Kur’an’ın indirdiği sofra diyeceğiz. Bu sebepledir ki teorik anlatmaların yanında pratik denemelerle onlara bunu göstermeliyiz. Bizi destekleyen Adil Düzen havarileri vardır, bizden bunu istiyorlar.
يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ
(YAv GIySay iBNiMaRYaMa)
“Ey Meryem oğlu İsa!”
Hazreti Mesih’e Meryem oğlu İsa diye hitap etmektedirler. Çünkü Tevrat’ta ve diğer İbrani kitaplarında Hazreti İsa’nın geleceği müjdelenmiş, onun adı İsa olmuştur. Asıl adı Mesih’tir. Meshedilmiş yani genlerinde düzeltilme yapılmış anlamındadır. Ayrıca eski İbrani kitaplarında bir kız oğlan doğuracaktır diye yazılıdır. Bu sebeple “Meryem oğlu” diyorlar.
Evet, biz seni gelecek müjdecisi olarak kabul ediyoruz ama sen de mucizeni göster ve bunu kanıtla diyorlar. Onun için “Meryem oğlu İsa” diyorlar.
Müslimiz ama mü’min değiliz diyorlar, daha kalbimiz tatmin olmamıştır diyorlar.
هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ
(HaL YaSTaOIyGu RabBuKa)
“Rabbin istitaa edebilir mi?”
“Senin rabbin bunu yapabilir mi?” diyorlar.
Başta “Hel Yestetiu” kelimesi getirilmiştir. Yapabilir anlamındadır. Soru şeklinde soruyorlar. Amir olmamak için “gel” demezsin de “gelir misiniz” dersiniz. Havariler Yahudi ve dindar kimselerdir. “Rabbin bize sofra indirsin” demiyorlar da, “Bizim kalbimize imanın girebilmesi için böyle bir şeyin olması etkin olabilir, bu husustaki duamızı kabul edebilir mi?” diyorlar. Türkçedeki -ebilirim yardımcı fiil ile yapılan çekimler Arapçada istitaa ile yapılır.
“Tav’” koparılacak hâle gelmiş meyve demektir. Elinizle tuttuğunuz zaman direnmeden gelir uyar anlamındadır.
“Rabbuke” kelimesini kullanıyorlar, bunu bir mucize olarak talep ettiklerini ifade etmek için söylediklerini anlatmak için. Yani biz rabbimizden bizim karnımızı doyurmak için bunu istemiyoruz. Seni bize resul olarak gönderdiğini kanıtlamak için sana bu sofrayı göndersin, biz de yiyerek tatmin olalım diyorlar.
أَنْ يُنَزِّلَ عَلَيْنَا
(EaN YUNazZaLa GaLaYNAn)
“Bize tenzîl etmeye”
Bunu yapsın da iman kalbimize girsin diyorlar. Kimse kimsenin dediğini doğru kabul etme durumunda değildir. Yalnız zihnî ispat da yeterli değildir, fiilî ispat gerekmektedir.
“Nezele” konmak demektir. Türkçedeki inmek yukarıdan aşağıya düşmek anlamındadır. Yani gaye hedefe varma değil hedeften ayrılmadır. Oysa Arapçada “Nezele” hedefe varmak, ulaşmak anlamındadır. İki konak arasına “menzil” denmektedir. “Yünzile” denmeyip “Yünezzile” denmiş olması, sürekli yemek talep etmektedirler demektir.
Yani sadece mucize değil. Hazreti İsa’ya iman edince işleri bozulmakta, aç kalmaktadırlar. Biz size katılacağız ama işlerimiz bozulacak, aç kalacağız; o zaman rabbin bize yiyecek verecek midir?
Bugün de insanları “Adil Düzen”e davet ettiğimiz zaman aynı bahaneyi ileri sürerler.
Biz 1960’larda bağımsız adaylığımızı koyduğumuz zaman İzmir’deki Müslümanlar yanımıza gelip bizi desteklemeye başladılar. Ben kendilerine; “ben aday olursam masrafları karşılamak size ait olsun, ben aday olmazsam o zaman masrafları ben karşılayacağım, ben kaynağını bulacağım” dedim. Sonradan Millî Görüş sayesinde çok zengin olanlar bana söz verdiler, biz masrafları karşılayacağız dediler. 1200 lira para orada toplandı. 5000 liraya kadar taahhüt edildi. Ben de gittim ve Aydın’da 800 TL’ye bir aylığına bir oteli kapattım. O sırada Diyanet İşleri Başkanlığı yapan biri geliyor ve onlara diyor ki; siz ne yapıyorsunuz, maliyeden bir adam gönderirler ve sizi mahvederler. Ben gelip 800 TL’yi talep ettiğimde biz vermeyeceğiz dediler. Toplanan parayı veriniz dedim. Başka yerde kullandık dediler. Ben borç aldım ve seçim çalışmalarını devam ettirdim. Bugünkü AK Parti iktidarı işte böyle borç paralarla ve ihanetlerle mücadele ederek buraya geldi.
Şimdi bizim “Adil Düzen” savaşına girerken bize katılanların rablerinden maide indirilip indirilmeyeceğini sormaları normaldir. Bizim onlara çözümleri göstermemiz gerekir.
2000 sene sonra 2 milyar insan ona inanıyorsa gelişigüzel inanmamıştır.
İşte böyle gökten sofra talebi gibi çeşitli imtihanlardan geçerek o 12 Havariye inandırmıştır. Onlar da insanlığı inandırdılar. Hazreti İsa’yı asmadılar ama astıklarına inandılar. Demek ki o kadar zulüm yaptılar.
مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ
(MAvEiDaTan MiNa elSaMAEi)
“Semadan bir maide.”
“Sema” burada marife gelmiştir. Cins içindir. “Semadan” demiş olmaları, doğrudan semadan gelmesinden ziyade, o dönemde yeryüzünde Romalılar hâkimdir. Biz senin yanında yer alınca aç kalırız. Yeryüzünde kazanacağımız bir yer yok. O zaman Allah gökten bize maide indirmelidir anlamındadır. Bu mecaziye gitme gökten maidenin inmeyeceğini kabul ettiğimiz zaman böyledir.
Peki, Allah gökten maideyi nasıl indirecektir?
Allah elbette sünnetullahı değiştirir ve her zaman yoktan var eder, öylece sofrayı indirebilir. Allah’ın buna gücü yetmez diye bir şey söylenemez. Ama Allah ben sünnetimi değiştirmem diyor yahut değiştiğini görmezsin diyor. O halde bunu sünnetullah içinde açıklamamız gerekir. Yani eğer gökten sofra indirmek hakiki ise bunu sünnetullah içinde açıklamamız gerekir.
Başka yıldızlarda mevcut gezegenlerde hazırlanan sofra ışınlama suretiyle buraya gelebilir. İkincisi, cinler güneşte pişirdikleri yemeği atom yapısından molekül yapısına çevirip yeryüzüne indirebilirler. Yahut melekler bâtın âlemde hazırladıkları yemeği zâhir âleme getirebilirler. Üç boyutun dışında hazırlanmış yemek bizim boyutumuza girebilir. Bunların hiçbirisi sünnetullahın değişmesi değildir. Bugünkü müsbet ilim bu söylediklerimin mümkün olabileceğini söylemektedir.
Bunların nasıl olabileceği hususuna tam kanaatimizin gelmesi için yüksek matematik bilgisine sahip olmamız ve dört ile beş boyutlu uzayları, zaman ve mekânın izafiliğini, ışıktan daha hızlı dalgaları öğrenmemiz gerekir. Melek ve cinlerin yapısını ancak bu şekilde kavrama imkânına sahip olabilirsiniz.
Mecazi manâda anladığımızda o zaman maide mecaz olmaz da sema mecaz olur.
“Sema” yüksek demektir. Yüksek dağlara sema denir. Hayvanın sırtına sema denir. Kentte yiyecek bulamayız ama köylerde, dağlarda sürüleri otlatan çobanlar bize yiyecek getirebilir mi anlamındadır.
Bugün de bize diyecekler ki; siz, bu para faiz parasıdır, faizle iş yapmayın, bu parayı kullanmayın diyorsunuz. Biz aç mı kalacağız? Köyden bu parayı kullanmadan nasıl yiyecek temin edeceğiz? Senin rabbin, senin düzenin yani “Adil Düzen” Artvin’in köyünde üretilen bir besini bize gönderebilir mi? Yani biz faiz parasını kullanmadan yaşayabilir miyiz?
“Sema” burada taşra anlamına gelir.
Görülüyor ki Kur’an’da bir yanlış bulamazsın. Aklına uygun ne ise Kur’an sana öyle hitap eder, öyle anlatır. Bu âyete manâ verirken isteyen semadan maide inemeyeceğine inansın veya inanmasın, herkes kendine göre manâ verir. Her iki manâ da doğrudur.
Tarihte aş sorunu olmuştur ama aynı zamanda üretim sorunu vardır. Topraklar yetmiyordu. İş sorunu hiç olmamıştı. Bugün ise iş sorunu vardır. Kimse ürettiğini tüketmiyor, ürettiğini satıyor, sonra başkalarının ürettiğini alarak yaşıyor. Bazen üretecek mal bulamıyor, aç kalıyor; bazen tüketecek mal bulamıyor, aç kalıyor.
İşte, bugünkü havariler biz Adil Düzen Çalışanlarına veya “Adil Düzen”e sahip çıkan siyasilere soracaklar, ‘Bana iş garantisini, aş garantisini veriyor musun?’ diyecekler.
İşte, bizim 100 dairelik apartmana gel ve gör de bak bakalım nasıl herkesin işi var ve herkesin aşı var. Semadan maide inmiş. Köyde bulunan bir yüz dairelik apartman kentte bulunan bir yüz dairelik apartmana kardeş olmuş ve birbirlerine takas yapmak suretiyle yaşıyorlar. Semadan inen maide işte bu maide demektir.
Bunu nerden biliyoruz?
Fiilin tef’il bâbından olması ve maidenin nekre olmasından biliyoruz. Herhangi bir sofra talep etmiyorlar. Sofralardan bir tür talep ediyorlar. Sürekli olmasını istiyorlar.
“Maide” “meydan” kelimesi ile aynı köktendir. “Med” kelimesi ile de akrabadır. “Med” uzatılmış demek, “Meyd” ise yayılmış demektir. Sofra bezi meyddir, yere veya masaya serilir. “Maide” isim olarak sofra yani yiyecek demektir. Arapçada dişilik alameti olan “T” harfi çeşitli anlamların verilmesi için kullanılır. Dişi anlamını verdiği gibi çoğul anlamını da verir. Cins isimlerde tekil anlamını verir. Bir de müştak kelimeleri isme dönüştürür. “Maid” yayılmış demektir. “Maide” ise sofra yani içindeki yiyeceklerdir. Buradaki “T” bunu sağlamaktadır.
“Sofra” kelimesini yiyecek anlamında kullandığımızda cüz ifade edip kül kastetmek veya fert ifade edip cem kastetmek olur. Yani sofra kelimesine mutlaka kurulmuş sofra anlamı yerine yiyecek anlamı da verilebilir.
قَالَ اتَّقُوا اللَّهَ
(QAVLa itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika edin diye kavl etti.”
Peygamberlere mucize verilir. Allah bunu göster der. Onlar mucize isteyemezler. Allah’a sen böyle yap şöyle yap diyemezler. Eğer böyle her isteyen istediği mucizesini yapacak olursa sünnetullahı bozmuş olur. Dedelerimizi dirilt derler. Bunu da yapamayınca peygamberliğini ispat edememiş olur. Bu sebepledir ki Hazreti İsa onlara ittika edin diyor. Siz Tanrı’yı kendi emrinize mi almak istiyorsunuz? Ben işte size mucizeler gösterdim. Yaptıklarımı söyledim. Sizin şimdi iman etmeniz gerekir. Benden olmaz şeyleri istiyorsunuz.
R. Tayyip Erdoğan bir ilim heyeti oluşturuyor, onlara “Adil Düzen” üzerinde çalışma yapın ve bana bilgi verin diyor. Onlar da “Adil Düzen”i reddediyorlar! Onun yanlışlarını gösterelim diyorlar! R. T. Erdoğan diyor ki; Hoca bunu hemen atar, doğrusunu getirin diyor. Onlar da diyorlar ki; biz prensipleri koyarız, çözüm siyasiler tarafından üretilmelidir. Ama “Adil Düzen” bırakılmalıdır. Oysa “Adil Düzen”i siyasiler üretmemişti.
Hazreti İsa da sofrayı getiremeyeceği için “ittika edin” diyor.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (112)
(EiN KuNTuM MüEMiNIyNa)
“Mü’min iseniz”
Eğer siz iman ediyorsanız ittika edip Allah’a böyle olur olmaz emirleri buyurmayacaksınız diyor. Hazreti İsa önce bunu söylüyor. Allah maideyi inzâl etmese de Hazreti İsa davasından vazgeçmeyecektir. O inanmaktadır. Mucize olmasına gerek yoktur.
Kur’an’a inananlar şunu bilirler ki Kur’an’da mutlaka çözüm vardır, aşsızlığın ve işsizliğin çözümü vardır. Biz şimdi bilmeyebiliriz ama mutlaka vardır.
Kur’an’a değil Mehdilere inananlar çözümü Kur’an’da değil de Mehdide ararlar. O ölünce Tanrı’yı da öldürürler ve artık çözüm yoktur deyip kıyameti beklerler, tufanı beklerler. Oysa tufan çözümsüzlük olduğu zaman değil çözüm olduğu halde çözümü kabul etmezlerse olur. Kişiler çözüm değildir, şeriatlar çözümdür. Hele Kur’an’dan sonra kişilerin önderliği bile son bulmuştur.
Demek ki iman edenler Allah’a şartlar koşmazlar. Niye falan kimse yapmadan öldü diyemezler. O ne yapacağını en iyi bilir. Biz Kur’an’a inanacağız ve sorunlarla karşılaştığımız zaman ona başvurmamız gerekir.
Onlar iman ettik demişler, şimdi maide istiyorlar. Havariler iman ettik dediler. Resule uyulması gerektiğine, Allah’ın yeni düzen getireceğine inandık demektedirler. Yoksa daha Hazreti İsa’ya inanmış değildirler. Bugün olduğu gibi o zaman da Roma çok güçlü bir imparatorluktu. Dünyada zulüm vardı ama anarşi yoktu. Bugün anarşi de var.
Düzenin değişmesi gerektiğini AK Partililer bile hâlâ kabul etmiyor.
İşte, Havariler düzenin değişmesi gerektiğine inandılar ama düzeni kim değiştirecek, nasıl değiştirecek, henüz bu hususta bilgileri yoktur. İleride Hıristiyanlığın çözmesi gereken bir sorun olduğu için Havariler de onun çözülmesini talep ettiler. Allah onlara onu talep etmelerini vahyetti.
Şunu kabul etmek lazımdır ki bugünkü uygarlık faizli para ve bankaya dayanmaktadır. Banka kalptir, para kandır. Faiz dışı para ortaya çıkmadan bu düzen değişmez.
Havariler ve Hıristiyanlar bize diyorlar ki; faizsiz bir para çıkarabilir miyiz, o zaman biz faizli düzeni desteklemekten vazgeçelim. Ama şimdi yapacağımız bir şey yok.
Demek ki Havariler haklı oldukları gibi bugünkü dünya da Adil Düzen Çalışanlarına sormakta haklıdır. Parasız iş yapmak mümkün müdür?
Bunu göstermek zorundayız, Allah’tan isteyeceğiz, Allah da onlara gösterecektir.
***
قَالُوا نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا
(QAvLUv NuRIyDu EaN NaEKuLa MiNHAv)
“Ondan ekletmeyi murat ediyoruz dediler.”
Talep ettikleri yiyecektir. Her şey hayal olabilir. Filmi seyredersiniz, televizyonu seyredersiniz. Sesiyle, görüntüsüyle, tadıyla, kokusuyla, dokunmakla varlıkları duyarsınız. Bunların hepsi rüya olabilir ama bir şey rüya olmaz. İnsan rüyada doyamaz. Doyduğunu zannetse bile uyandığı zaman yine açtır. Her mucize tevil edilebilir ama ekmek tevil edilemez.
Benim yalan söylemeyeceğine kesin inandığım bir arkadaşım bir arabada böyle sıcak ekmek geldiğini söylemiştir. Yine Bediüzzaman ormanda böyle sıcak ekmek bulduklarını yazmaktadır. Bu tür rivayetlere ben ne inanırım ne de inkâr ederim. Ama Allah’ın böyle bir şeyi yapmaya muktedir olduğunu kesin olarak bilirim. Yapıp yapmadığı hususunda Havariler gibi ben de görmek isterim. Ama artık bugün o tür mucizeler yoktur. Kur’an’la onlar kapanmıştır. Bugünkü mucize müsbet ilimdir. Kur’an eğer sorunlarımızı çözüyorsa o zaman Kur’an’ı biz doğru anladık demektir, çözmüyorsa biz anlamadık demektir. Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu yirmibeş mucizesi ile gösterdik, kitap olarak yazılıdır. Ben onlara dayanarak Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kesin olarak biliyorum. Hiçbir bilgi o kadar açık değildir.
Ondan ekletmeyi murat ettik demektedirler. Nekule minha demektedirler. “Ekl” yiyecek dışındakiler için de söylenir. “Taam” ise yalnız yiyecekler için söylenir. Buradan anlıyoruz ki onların sorunları sadece karın doyurmak değildir. Roma’nın zulmüne karşı nasıl dayanabileceklerini ifade etmektedirler. Yine burada “onu yiyelim” demiyorlar, “ondan yiyelim” diyorlar. Bu da bir sofra değildir. Sofradan maksat yaşamak için gerekli olan tüm ihtiyaçlardır. Yoksa “Tenzil” değil “İnzal” derdi, “Minha” yerine sadece “Ha” derdi.
Bir âyete manâ verirken peşin fikirli olmamalıyız. Gramer kurallarına göre her türlü manâları ortaya koymalıyız. O kurallar yanlışları ayıklar ve sizi doğru manâya götürür.
Buradaki ifade açıkça gösteriyor ki bir defalık bir sofradan bahsetmiyorlar, devamlı yiyecekten bahsediyorlar. Semadan maksat bizim üretmediğimiz bir şey demektir. Allah rızası için çalışıp fakir olanlara Allah zekâttan pay ayırmaktadır. Hattâ bütün zekâtı onlara ayırmaktadır. Cihat edenlerin ikmalini yapmak Müslimlere de farzdır.
وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا
(Va TaOMaEinNa QuLUvBuNAv)
“Ve kalplerimiz tatmin olsun.”
“Tameen” durulma demektir. Bulanık suyu bardak içine bıraktığınız zaman durulur.
Kalbimizdeki kuşkular gitsin. Allah’ın varlığından kalbimiz mutmaindir. Âhiret hususunda da kalbimiz mutmaindir.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunda kalbimiz mutmaindir. Cehennem hususunda benim kalbim tam mutmain değildir. Allah miskale zerre kadar zulmetmez deniyor. Ondan sonra terazisi hafif gelen cehenneme gider ve ebediyen kalır deniyor. Bu husustaki bilgimiz tatmin olmuş değildir. Kur’an’a inandığımıza göre orada söylenenler gerçektir, inanıyoruz. Ama kalbimiz tatmin olmuş değildir. Tatmin değil de teslim vardır.
Geçici olarak içtihat ederseniz ona göre amel edersiniz. İçtihada devam edersiniz. Kalbiniz tatmin olunca artık içtihadı bırakırsınız. Kalbin tatmin olmasını hepimiz yaşarız. Aklımız erer ama kalbimiz bir türlü sindiremez.
İslâm için içtihat yeterlidir. Ona göre amel edersiniz. İman için kalbin tatmini gerekir.
Biz III. bin yıl uygarlığını kurmak için çalışıyoruz. Daha kalbimiz tatmin edilmiş değildir. Sorunları çözemedik, kendi içimizde çözemedik. Bizimle beraber bu işe başlayanlar bir makam yahut bir servet gördüler mi bizi bırakıp gittiler. Bazıları başarılı oldular, bazıları başarılı olamadılar. Bunun sebebini kendimde aramalıyım. Henüz bunun çaresini keşfetmiş değilim. Zannediyorum ki bilgilerimdeki eksiklik buna sebep olmaktadır. Yeni şeyler söylüyorum. Eksiktir. Zamanla bunlar durulacak, biz tatmin olacağız. O zaman da bu yolun salikleri çoğalacaktır. Eğer biz tatmin olmamışsak başkalarını da tatmin edemeyiz. Tatmin olmak için gayret göstermeliyiz.
Burada Havariler kendi ihtiyaçlarını ortaya koyuyorlar; maddi ihtiyaçları var, ruhi ihtiyaçları var.
“Adil Düzen” insanların maddi imkânlarını karşılayacaktır. Bugün başka sistemler de maddi ihtiyaçlarını karşılıyor. İkinci ihtiyaçları kalplerinin tatmin olmasıdır. İlim okumakla elde edilir ama tatmin amelle elde edilir. Bilhassa bir araya gelip Allah’a giden yolda birleşmede elde edilir. Bu konuyu mü’minler henüz kavramış değildirler.
Bediüzzaman’ın şakirtleri önce risaleler okurlardı. Risaleler kalpleri tatmin etmişti ama maideleri yoktu. Süleyman Tunahan’ın şakirtleri de öyledir. Şimdi maide geldi, karınları doydu ama onların bir kısmı Risale-i Nurları okumayı bıraktı, Kur’anî ilimleri bıraktı. İtminanları azalmaktadır. Humeyni’yi ziyaret etmiştik. Talebelerine hâlâ nasara yensuruyu okutuyordu. Her halükarda bir araya gelip en az bir iki saat Kur’an’ı ve Arapçayı mütalaa etmeyi bıraktığınız takdirde itminanız gider.
وَنَعْلَمَ أَنْ قَدْ صَدَقْتَنَا
(Va NaGLaMa EaN QaD ÖaDAQTaNAv)
“Ve bize sadık olduğunu ilm etmemiz için”
Ekletmek, mutmain olmak başkadır. İlmetmek daha başkadır.
Ekletmek maddi ihtiyaçlarımızı giderir. Bulunduğunuz durumdan da ruhen huzurlu olursunuz. Durulmuş ve orada olmaktan memnun olabilirsiniz ama maddi delillerle ispat etmiş olmazsınız.
Birincisi ekonomik durumu, ikincisi imanı ve ahlâkî durumu, şimdi de ilmî durumu açıklamaktadır. İnsanın irade, his, fikir ve ünsiyet melekeleri olduğunu varsayım olarak kabul etmiş, tüm fıkhımızı ve anayasamızı ona göre oluşturmuş bulunuyoruz. İşte bu âyette de dört melekeden değişik şekilde bahsetmektedir.
“İlim” doğru ve yanlışları birbirinden ayırır. İlmin kaynağı denemedir. Biz şimdi bir teori ortaya koyuyoruz. On aşiretin birleşip oluşturduğu semt topluluğun hücresidir. Hücrenin genetik yapısı ne ise ondan sonraki topluluklar da ona göre oluşurlar.
Bunu ilmen ne zaman ispat etmiş oluruz?
Yüz dairelik apartman yapar ve içinde yaşamaya başlarsak o zaman bunu ilmen ispat etmiş oluruz.
Gelenler mi çok olacak gidenler mi?
Bu geliş-gidişi deneyebilmemiz için geliş-gidiş kolay olmalıdır. Bu sebepledir ki oradaki evler oturanlara ait değildir. Oradakiler işyerinin lojmanlarında oturmaktadırlar. Kolayca bırakıp gidebilecek durumları vardır.
Bugün ne yapıyorlar?
Kıdem tazminatı koyuyorlar, işçi kıdem tazminatımı alayım diye senelerce oradan ayrılamıyor. Esir edilmiş. İşveren de kıdem tazminatı ödemeyeyim diye çıkarmamıştır.
Bizde kıdem tazminatı ödeyecekse devlet ödeyecektir. Nerde çalışırsa çalışsın değişmez. İşte böyle serbestlik sağladığınız halde eğer apartmanı idare edebiliyorsanız, o zaman ilmen “Adil Düzen”de sadık oldunuz demektir.
“Sadaktenâ” diyerek sen bize doğru söylüyorsun demektedirler. Hazreti İsa aleyhisselam ile ikili görüşmeler yapıyorlar. Hazreti İsa resul olduğunu söylüyor. O kadar mucizeler görmüş olmalarına rağmen maide istiyor yani geçimin nasıl olacağını söylüyorlar. İmparator madem mabut değil onu bırakacağız ama biz nasıl geçineceğiz, bunu öğrenelim diyorlar.
O günkü şartlar içinde Hazreti İsa onlara “Adil Düzen” getiremezdi ama “Adil Düzen”in 2000 sene sonra da olsa gelebilmesi için o gün Hazreti İsa’ya ve Havarilere gerek vardı. Hazreti İsa ve Havariler sayesindedir ki Roma Hıristiyanlığı kabul etmiş ve insanlık o sayede aydınlanmıştır. İslâmiyet’ten sonra da İslâmiyet’in tesiri ile batı değişmiş ve bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Bütün bunlar zincirin birer halkalarıdır. Halkalardan birisi kopuk olsa uygarlık devam etmez.
وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ (113)
(Va NaKUvNa ALeyHAv Mina elŞAvHiDIyNa)
“Ve biz onun üzerine şahitlerden olalım.”
Havariler öyle bir sofra istiyorlar ki onunla karınları doyacaktır, ahlâkları düzelecektir, ilim sahibi olacaklar, ondan sonra siyasi güçlerini kullanacaklar ve insanlara rahat rahat anlatacaklardır.
İşte, birinci Akevler denemesinde karşılaştığımız sıkıntılar bunlar olmuştur. Havarilerin yaptıklarını yapmadılar, bizden maide istemediler. Söylediklerimizi makul görünce bizi anlamadan desteklediler. İşte bu destek biraz sonra onları sıkıntıya soktu. Kendilerinde de tereddütler hâsıl oldu. Yoksa yanlış mı yaptık dediler. Kimi bırakmak kimi gevşemek durumunda kaldı.
Oysa Havariler böyle yapmadılar, semadan maide indirilmesini istediler.
Bugün biz “Adil Düzen” sahiplerinden semadan maide istemeliyiz. Rabbimiz bize “Adil Düzen” uygulamasını nasip etsin ve biz tatmin olalım.
Allah bize semadan maideyi nasıl indirecektir?
Bize imkânlar verecektir. Deneyin görün ki yüz dairelik uygulamada ne netice alacaksınız. İşte, eğer biz Havariler gibi gerçekten inanmış kimselersek, müslim olmuşsak bu ilâhi sofradan yemek durumunda olacağız. O zaman da “Adil Düzen” dünyaya yayılmış olacaktır. “Adil Düzen” Kur’an düzenidir, bugünkü küresel tekel sermayenin sömürüsüne son verecek bir düzendir.
Bugün yeryüzünde mevcut olan her hareket faiz parası ile olmaktadır. Faizin sömürü aracı olan karşılıksız parası yeryüzünün tanrısı olmuş, insanlar ona tapmaktadırlar. Biz ise semtimizi kurup o paradan kurtulmayı öneriyoruz. Nuh’un gemisi yüz dairelik apartmandır. Herkes gülecek, bir apartman mı bizi kurtaracak diyecektir. Evet, Hazreti Nuh’un bir gemisi nasıl insanlığı kurtarmışsa, yüz dairelik bir apartman da insanlığı kurtaracaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92