MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 69
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَوْمَ يَجْمَعُ اللَّهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَا أُجِبْتُمْ قَالُوا لَا عِلْمَ لَنَا إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (109)
يَوْمَ
(YaVMa)
“O gün”
Sûre sözleşmelere riayetle başlamış ve ortak üretim şekli olan avcılık üzerinde durmuş, bir bucağın oluşması hükümleri ile devam etmiş, sonunda soruşturma müessesesini beyan etmiştir.
Çağımızın iki sorunu vardır; işsizlik ve terör. Bu iki olayın çözümünün de bucak sistemi ve soruşturma sistemi olduğunu baştan beri savunmaktayız. Bu sûreye bir ortağımızın önerisi üzerine başlamıştık. Sûre üzerinde durdukça ne derece isabetli olduğunu gördük.
Burada bir hususu hatırlatmak isterim. Kur’an’dan sonra melek gelip size böyle yap şöyle yap demez. Allah ya size ilham eder, aklınıza gelir ve onu yaparsınız, ya da bir başkasına ilham eder, size o gelir ve söyler. Bu sebepledir ki karşılaştığınız her söze kulak verip değerlendireceksiniz. Bizim ilmî makalelerdeki tartışmalar kendiliğinden yönlenmiştir. Çok önemli ilâhî hatırlatmalardır. Bize çok aykırı gelen fikirler de olsa onların üzerinde durmamız gerekecektir.
Bu sûre üzerinde dururken bizde büyük gelişmeler olmuştur. Yüz daire üzerinde daha çok yoğunlaştık. Bir bucağı nasıl kuracağımız hususu netleşmeye başlamıştır. Bir taraftan 100 dairelik proje Medhal’de hazırlanmakta, diğer taraftan Akevler Yenibosna’da muhasebe hazırlanmaktadır. Şimdi aşmamız gereken en büyük sırt 100 dairelik projenin insanlığı nasıl kurtaracağını çevreye anlatmaktır. Bunun için bir kitap hazırlamamız gerekmektedir.
Sûrenin sonlarına gelindiği zaman âhiret hayatı anlatılmaktadır. Buradaki “Yevme” o “yevme”dir, o gündür. Daha çok Hıristiyanların durumunu ele almaktadır. “Adil Düzen” çalışmalarına katılacak olan ve ilk uygulamaları birlikte yapacağımız kimseler Hıristiyanlardır. Allah bugünkü Hıristiyanlardan resmen Tanrı’nın Allah’ın oğlu olduğu iddiasından vazgeçmelerini istemektedir. İncil’deki ve Tevrat’taki “baba” kelimesini “rab” olarak “oğullarını” da “salih kullar” olarak anlamaları hâlinde sorun tamamen çözülmüş olacaktır. Gelecek Hazreti İsa da Hazreti Muhammed de gelmiştir. Yahudilerin Mesih’i ise Hazreti İsa idi ve o da gelmiştir.
Bu sorun büyük sorundur ama bu sorun aşılacaktır. Aşılacak olmasaydı Kur’an teslis üzerinde bu kadar fazla durmazdı. Kur’an bir taraftan Hıristiyanları son derece yüceltmekte, mü’minlere en yakın olanlar onlardır demekte, diğer taraftan teslisi kâinatı yıkacak bir kötülük olarak arz etmektedir.
Kur’an’da bu şekilde beyanlar olmasaydı, olsun teslisi de uzlaşma aracı kabul edelim derdim. Aklım öyle kabul ederdi. Ne var ki Kur’an buna asla müsaade etmemektedir. Demek ki bu sorunun çözümü Hıristiyanlık için büyük inkılâp olacaktır. Ehli kitaptan bir şey istenmekte, o da bir olan kelimede birleşelim denmektedir. Bu hususta Papa John Paul ve Papa 16. Benedictus büyük adımlar attılar, Müslümanları İbrahimî din içinde gördüler. Böyle olunca ikinci adım atmaları da elbette kolaylaşacaktır. Kendileri de çok iyi biliyorlar ki Hazreti İsa’nın tanrılaştırılması sonradan Pavlus tarafından icat edilmiştir.
Tarihte hiçbir peygamber önce kötü yolda olup sonra ihtida etmiş değildir. Hepsinin mazileri temizdir. Oysa Pavlus şiddetli Hıristiyan aleyhtarı bir Yahudi iken birden aşırı Hıristiyan olmuştur. Hıristiyanlığı samimi olabilir. Mizacı itibarı ile de aşırı olabilir. Aziz olabilir. Ama peygamber değildir yani hata etmez değildir. Öyleyse Pavlus’u terk etmeden teslisi Hıristiyanlar çok kolay bırakabilirler.
Bucak sistemini teşri ettikten sonra Hıristiyanlık üzerinde beyanlarda bulunması bize bu işi Hıristiyanlarla beraber yapabileceğimize işarettir. Tarihî gelişme de böyledir.
Bugünkü uygarlığı Yahudi sermayesi oluşturmuş, tarih boyunca Avrupa’ya kan ağlatmıştır. Avrupa’nın huzurlu ortaçağ dönemini sona erdirmiş, ateist kanlı devir yaşatmıştır. Ortaçağın huzurlu hayatına da karanlıklar dünyası demiştir. Oysa ortaçağ Roma ve Bizans çağıdır, Papalık çağıdır. İnsanlık en büyük hamleyi ortaçağda yapmıştır. Yeni ve yakınçağ dedikleri çağlar hep o huzurlu çağların mahsulüdür. Hıristiyanlar resmen ateist olmuş ve laiklik adı altında tanrı düşmanlığı yapmaya başlamıştır. Buna ancak XX. asrın son çeyreğinde son vermeye başlamışlardır. Hıristiyanlar henüz sermayenin ateist baskısından ve sömürüsünden kurtulamamışlardır. Sermaye Avrupa’yı ateist yapmakla kalmamış, aralarında ika ettiği savaşlarla da beş yüz senedir ülkelerini kan gölüne çevirmiştir. Son asır içinde İslâmiyet’i hepten yok etmeyi planlamıştır.
O halde III. bin yıl uygarlığını kurarken Hıristiyanlarla kader birliğimiz vardır. Birleşmek zorundayız ama teslis konusunda taviz vermeyeceğiz ve onlara Allah’ın dinine, kendi dinlerine, Hıristiyanlığa gelmelerinde yardımcı olacağız.
“El-Yevm” dediğinizde bugünü, yaşadığınız günü kastetmiş olursunuz. “Yevmen” dediğinizde herhangi bir günü kastetmiş olursunuz.
“Yevme” dediğinizde ise bugünün dışında marife bir günden bahsetmiş olursunuz. Burada bildiğimiz ve öldükten sonra toplandığımız gün kastedilmektedir.
İnsanlar öldüğü zaman ruhları ışık hızıyla uzaklaşır ve onlar için zaman durur. Bize yaklaşan ışığın hızı ile bizden uzaklaşanın ışık hızı aynıdır. Hâlbuki ışığın hızı c ise ve bizim hızımız da v ise yaklaşan yıldıza ait ışığın hızı c+v ve uzaklaşan ışığın hızı c-v olmalıdır. Alınan yollar aynı olduğuna göre (c-v)*zaman ile (c+v)*zaman c*c zamanına eşit olmalıdır.
Ölen veya uyuyan ruhun Zamanı =[(1-(v/c)2)1/2 * yaşayanların zamanı] olur.
v=c olunca çarpan sıfır olur. Dolayısıyla ölenin ruhu için zaman durur.
Yaşadığımız kâinatın entropisi yani bozulması büyümektedir. Bir gün gelecek bu kâinatın sonu gelecektir. Bu hususta ihtilaf yoktur. Bu sonun nasıl olacağında ihtilaf vardır. İşte Kur’an o kâinatın sonuna saat demektedir. Bu yıldızların patır patır kara deliğe döküldüğü ve ay ile güneşin birleştiği gün olarak anlatılmaktadır.
Bugünkü ilme göre bundan sonra ne olacaktır?
İlim bu hususta bir öneride bulunmamaktadır.
Kur’an’a göre ise bundan sonra ilk patladığı güne benzer olarak ikinci patlama olacak ve insanlar yeniden hep birlikte bir araya gelecektir. Ruhlarda zaman sıfırlandığı için ölümle dirilme arasında bir yarım gün kadar mesafe geçmiş olacaktır. Kur’an böyle bildirmektedir. Dünyaya geç veya erken gelmiş olanlar için bir şey değişmeyecektir.
İşte bu kıyam gününe Kur’an “yevme’l-kıyamet” demektedir. Marife olarak bu yevm kastedilirken de “yevme” kelimesi ile beyan etmektedir. O gün muhasebe günüdür. Herkesin dünyada yanında dolaşan üç meleği vardır. Bunlar insanın bütün hareketlerini yazıyorlar. Hareketlere puan veriyorlar; sevap puanı, günah puanı. Meleklerden biri kişinin sevaplarını yazmakta, diğeri fazla yazmasın diye kontrol etmektedir. Diğeri günahlarını yazmakta, diğeri de fazla yazmasın diye kontrol etmektedir. Kur’an bunlardan açıkça bahsetmektedir. Bir de üçüncü melek vardır, iki melek arasındaki ihtilaflarda hakemlik yapmaktadır. Biz hakemleri ve bilirkişileri oluştururken buna kıyas ederek oluşturuyoruz.
İşte bu kıyam günü herkesin defterinde ne yazılmışsa o sorulacaktır. O büyük karşılaşma bu âyette bir cihetiyle anlatılmaktadır.
يَجْمَعُ اللَّهُ
(YaCMaGu elLAHu)
“Allah cem eder.”
“Allah” kelimesi Kur’an’da 2698 defa geçmektedir, kâinatı var eden Allah’ın özel ismidir. Kâinat var edilmeden önceki ismi “Hu”dur yani O’dur. Yalnız “O” olduğu için başka isme gerek olmayacaktır. Allah başlangıçta maddeyi ve enerjiyi yarattı, “LeHu” oldu, her şey O’nun anlamındadır. Sonra zamanı ve mekânı yarattı. Dolayısıyla sebep sonuç ilişkisi ortaya çıktı, “Billah” oldu yani her şeyin sebebi O’dur. Her şey O’nundur ve her şey O’ndandır. Bu vahdet-i vücudu ifade eder. Çünkü kendisinden başka şuurlu bir varlık yoktur. Yani kâinat bomboştu. Bundan “Bi” harfi ayrıldı yani ikilik oldu; Halik ve mahlûk, Allah ve kâinat. “Bi” harfinin ayrılması ile ifade edilen varlığın adı “Allah” oldu.

“Allah” kelimesi ile “Hu” kelimesi arasındaki fark; “Hu” kendisinden başka hiçbir şeyin olmadığı vahdet-i vücudu gösterir. “Hu”da mahlûk da dâhildir. O’nun dışında hiçbir şey yoktur. “Allah”ta ise mahlûk dâhil değildir. Sebep sonuçları ifade eden “B” harfi ondan ayrılmıştır. “B”nin yerine vasıl hemzesi gelmiştir. Hemze elif olarak yazılmaktadır. Birliği ifade eder. “Bi” ise ikiliği ifade eder. Ebced hesabında 2’dir.
“Allah” kelimesi Kur’an’da iki manâ ifade eder. Biri kâinatı var eden “Billâh”daki “B”siz kalan harflerin ifade ettiği manâdır. Bu kadiri mutlak tanrıdır. O yaratıcının özel ismidir. Diğer manâsı ise O’nun halifesi olan şuurlu varlıklardır. “Bi” harfi ile ifade edilen zaman ve mekân ile madde ve enerji Allah’tan adeta kopmuş ve ayrı varlık olmuş, Allah’ta bir değişiklik ve eksiklik yapmamıştır. Bu bakımdan kopmuş demiyoruz ama O’ndan gelmiştir. Onun sonucudur. Dolayısıyla mahlûk diyoruz. Ayrılmasına da hilkat diyoruz.
“Billâh” kelimesinin delalet ettiği manâdan “Bi” harfi ayrılınca, kâinat yaratıcısından ayrılınca boş abes bir şey oldu. İşte Allah tekrar o sebep sonuç ilişkisi olan “Bi” alemine ruh ilka etti. “B” harfi de “M” olup sona alındı, el-rahm oldu yani bir taraftan “B”siz “Allah”, bir taraftan “H”siz er-ruh yani Allah’ın halifesi olan ruh. Allah kâinatı kendisinden ayırdı. Sonra da kendi ruhundan o kâinata yeniden hayat verdi.
Böylece “Allah” dendiği zaman o ruhlar âleminin birleşmesinden oluşan varlık anlaşılır. Bu Allah’ın halifesi olan varlıktır. “Allah” kelimesi bu ortak ruhu ifade eder. Bu ortak ruh topluluğu oluşturur. Yeryüzünün halifesi insanlıktır. Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelip geçecek insanlar ortak ruh oluştururlar. Ben atalarıma mensubum. Çocuklarıma da bir şey bırakmaya çalışıyorum. İşte bu insanlıktır.
İnsanlık kavimlere, kavimler şa’blara, şa’blar kabilelere, kabileler aşiretlere ayrılır. Bunların hepsi Allah’ın halifesidir. Bizzat insanın kendisi Allah’ın halifesidir, Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar, sonra kul olur, Allah’ın içtihatla ona bildirdiği işleri yapar. Sonra kullar aşiret içinde birleşirler, birlikte kulluk yaparlar, ibadet ederler. Aşiretler birleşir kabile içinde ibadet yapılır. Şa’blar da birleşir ve şa’b içinde ibadet yapılır. Şa’blar birleşir ve kavim olur. Nihayet insanlık olur. İnsanlık da onları var eden Allah’ın emrinde O’na kulluğunu tamamlamaya çalışır.
Demek ki “Allah” kelimesi kademe kademe Allah’ın kulu halife özelliğini ifade eder. Kişiye inince kulluk ağır basar, insanlığa çıkınca da halife kısmı ağır basar.
İnsanı böylece bu dünyada anlattıktan sonra şimdi âhirete geçelim. O gün yani insanlar yeniden dirildikleri zaman ne olacaktır? İnsan oraya yalnız kul olarak mı gelecek, yoksa orada da Allah’ın halifesi mi olacak? Başka bir ifade ile orada da Allah işlerini içtihatları ile hareket eden kullarına mı yaptıracak yoksa doğrudan kendisi mi yapacaktır?
İşte bu âyet ve başka âyetlerden anlaşılıyor ki; insan âhirette de bu dünyada olduğu gibi O’nun halifesi olarak içtihat edecek ve kulu olarak Allah’ın istediği işleri yapacaktır. Âhirette de hilafet ve şehadet vardır. Cennettekilere mükâfat var, azap yok. Cehennemdekilere azap var, mükâfat ihtilaflı. Yani ikili sistem vardır.
Mükelleflere görev verirsin, görevlerini yaparlarsa sorun yok, görevlerini yapmazlarsa ceza verirsin. Bu yerin adı cehennemdir. İkinci gruba da görevlerini yaparlarsa mükâfatlarını verirsin. Görevlerini yapmazlarsa sorun yok, ceza vermezsin. Orası da cennettir.
Dünyada ve A’raf’ta ise karma düzen vardır.
“Allah cem edecektir” denmektedir.
Buradaki “Allah” kelimesi “Hüve”deki Allah mıdır, yoksa “El-ilah”daki Allah mıdır? “El-ilah”daki Allah ise kendisi midir, yoksa ruhların birleşmesinden oluşan halife midir?
Evet, “cem edecektir” dendiğinde orada da ruhların birleşmesinden oluşan bir halife Allah olacaktır. Cem olmak demek bedenlerin bir araya gelmesi değil, ruhların bir araya gelmesidir. Ancak cem eden kadiri mutlak Allah olacaktır. Nasıl bu dünyada peygamberler gönderdi, onlarla insanlığı nurlandırdıysa; orada da o peygamberleri toplayacak, kulları o peygamberler aracılığı ile muhakeme olunacaktır.
Demek ki resullerin işleri bu dünyada bitmemiştir. Âhirete geldikleri zaman onlar da muhakeme edilecektir. Verilen emirleri yerine getirdiniz mi diye onların defterlerine bakılacaktır. Burada şu anlaşılmaktadır ki âhirete vardığımızda bu dünyadaki topluluklar olarak varacağız. Birlikte hesap vereceğiz. Hepimizin borç ve alacakları ayrı ayrıdır. Ancak bu borç ve alacaklar topluluğa karşı olduğu için bir araya gelecek ve hesap vereceğiz.
الرُّسُلَ
(elRuSuLa)
“Resulleri”
Allah o gün resulleri cem edecektir.
Allah kelimesinin iki manâsı olduğunu, biri kâinatı var eden âlemlerin rabbi Allah, biri de onun halifesi olan yeryüzündeki topluluk olduğunu belirtmiştik.
Bunun gibi resulün de iki manası vardır.
Birinciler Kur’an nazil olmadan onlara kitapları vahy etmek üzere seçtiği ve inkılâpları yapan resullerdir. Bu resuller uygarlıkları değiştirmişlerdir. Bunlar örnek bucaklar, merkezi bucaklar kurmuşlardır. Bunlar kurucu bucak başkanlarıdır. Bunların kurduğu bucak merkezi bucaktır. Çevrede de iki türlü bucak vardır. Bağımlı ve bağımsız merkez bucakları ve taşra bucaklarıdır.
Resullerden ikinciler ise bütün bucakların başkanlarıdır. Bucak yöneticileri resullerdir.
“Resul” burada marife gelmiştir. Mahut resullerdir. Bu resuller Hazreti Âdem’den başlayıp Hazreti Muhammed’de son bulan nebi resullerdir.
İnsanlık bir canlı gibidir. Anne rahminde bir tek hücre olarak var edilen hücre ikiye ayrılır, hareketli ve hareketsiz hücrelerin anasını oluşturur, onlar da ikiye ayrılır. Biri dış biri iç organları oluşturur. Dış organları oluşturan hücreler de ikiye ayrılır, deri ve sinir hücrelerini oluştururlar. İşte insanlık da böyle ilk olarak insan olmayan annenin karnında var edilmiş bir hücre olarak ikiye ayrılmış ve ikiye bölünerek biri erkeği diğeri dişiyi oluşturmuştur. Onlar sonra büyümüşler, evlenmişler ve insanlığın anne babası olmuşlardır. Bunlar bölünmüş, çoğalmış ve bugünkü insanlığı oluşturmuştur.
İnsanın diğer canlılardan farkı vardır. Diğer canlılar da topluluk oluştururlar. Ne var ki onlar ancak bir yuvada yaşayan topluluk oluştururlar. Yuva dışındaki hemcinsleri ile hiçbir ilgileri yoktur. Arı kovanının kapısında nöbetçiler beklerler. Her kovanın arıları farklı koku taşırlar. Yabancı kokulu arı geldi mi onu orada yok ederler.
Oysa insanlar özellik olarak iç içe topluluk oluştururlar. On aileden oluşan ocak bir topluluk olduğu gibi, bin aileden oluşan kabile de topluluktur. Yüz bin aileden oluşan topluluk da bir topluluktur. On milyon aile bir kavmi oluşturur. İnsanlıkta bir milyar aile vardır. İnsanlık böylece diğer canlıların yanında devasa bir topluluktur.
İnsan yalnız hâlihazırda yaşayan topluluk değildir. Hazreti Âdem’den başlayan, varlığını sürdüren ve kıyamete kadar da varlığını sürdürecek olan çok uzun ömürlü bir topluluktur. İşte azimet sahibi resuller bu büyük canlının oluşmasında görev almış ilk ana hücreler misali kimselerdir.
Bugün yeryüzünde 10 milyon civarında İsrail oğulları vardır. Onların peygamberi Hazreti Musa’dır. Onun dışında iki milyardan fazla Hıristiyan, bir buçuk milyardan fazla Müslüman vardır. Birer milyardan fazla Budist ve Hindu vardır. İşte bu büyük dinleri oluşturan resuller gelmiştir. Hazreti Nuh ilk gelen birleştirici resuldür. İkinci olarak Hazreti İbrahim gelmiş, insanlığın dinde atası olmuştur. Son peygamber Hazreti Muhammed’dir.
Bunların görevi insanlıkta birliği sağlamak ve lâik aklî düzeni oluşturmak olmuştur. Yirminci yüzyılda yapılan keşiflerle bu hedefe maddeten ulaşılmıştır. Artık bir günde istediğimiz yere gidebiliyoruz. Cep telefonları ile istediğimiz kimse ile konuşabiliyoruz. Gecemiz gündüz olmuştur. Bilgisayar sayesinde çok büyük sayılar problem olmaktan çıkmıştır.
“Adil Düzen” manevi birliği de sağlayacaktır. Böylece burada geçen resullerin aldıkları görev tamamlanmış olacaktır. Bu sebepledir ki Kur’an’dan sonra bu tür görevli bir resul gelmeyecektir. Onun yerine insanlığın birlikte oluşturacağı ilim adamları nebiler ve onların oluşturacakları yeni düzenlerini uygulayıcı siyasiler gelecektir. Birinciler nebilerin, ikinciler resullerin yerinde olacaklardır.
Aslında resullerin görevi dinde (düzende) ve ahlâkta olmuştur.
Hazreti İsa ahlâkta tüm insanlığa gönderilmiş ahlâkı düzenleyen son nebi resuldür.
Hazreti Muhammed de tüm insanlığa gönderilen ve insanlığa düzenleri öğreten son resuldür.
İşte, Allah âhirette bu resulleri toplayacak ve onlara nasıl bir dünya bıraktıklarını soracaktır. Burada işaret edilen başlıca husus bu resullerin ayrı ayrı zamanlarda ayrı ayrı yerlerde gelmiş olmalarına rağmen beraber hepsi işbölümü içinde bir işi yapmışlardır. İnsanlığı aklî düzene, lâik düzene ulaştırmak başlıca görevleri olmuştur.
Hazreti Nuh ilk kavmî uygarlığı kurdu. Kişi yönetiminden kural yönetimine yani şeriat yönetimine geçirdi.
Onun memleketinde ve onun torunlarından Hazreti İbrahim geldi. Tüm insanlığı ilmî bakımdan birleştirdi. İlimde laikliği getirdi. İlimde rasyonalizmi getirdi.
Sonra da Hazreti Musa geldi, yönetimde laikliği getirdi. Yöneticilerin kural koymasını kaldırdı. Şeriat düzenini kurdu.
Sonra Hazreti Davut peygamber geldi. Ekonomide halkın yapamayacakları işleri kamuya yaptırdı. Böylece insanlık ekonomi bakımından tek pazar hâline gelmeye başladı. Fenike ve Yunan siteleri böyle doğdu. İskender ve Roma imparatorluklarını böyle oluşturdu.
Hazreti İsa geldi, yönetim ile ahlâkı ayırdı, toplulukları kendi ahlâkları içinde özgür kıldı.
Ondan sonra Hazreti Muhammed geldi, bütün bunları birleştirdi ve ortak olarak her tarafı ile mükemmel laik ve aklî düzeni tesis etti.
Batıda bunlar olurken doğuya gidildiği zaman Hazreti İbrahim’in çocukları Brahmanizmi kurdular. Bunlar İbranilerin yaptığını yaptılar. Sonra onlardan çıkan Buda doğuda Hazreti İsa’nın yaptığını yaptı. Şimdi bu dinler ve düzenler bir araya gelmekte “Adil Düzen” altında nebi resullerin görevleri tamamlanmış olmaktadır.
İşte, Allah insanlığı bu seviyeye ulaştırmak üzere görevlendirdiği resulleri bir araya toplayacak ve onlara ne yaptınız, durum nedir, rapor verin diyecektir.
Buradaki marife olan resulleri bucak başkanları olarak anlarsak, bir ilin bucak başkanları ortak sorumluluk taşırlar. Bir ülkenin il başkanları ortak sorumluluk taşıyor, tüm insanlığın devlet başkanları da ortak sorumluluk taşıyor demektir. Yıl içinde bunlar merkezlerde toplanarak birbirleri ile tanışacaklar demektir. Topluluk başkanlarının da bir araya geleceğine işaret olarak yorumlayabiliriz.
Diğer taraftan bir de 10’a yakın ilçe merkezi vardır. Bir ülkede 10’a yakın bölge merkezi vardır. İnsanlıkta 10’a yakın kıta merkezi vardır. Buralarda halkın seçtiği resuller bulunmaz, resullerin resulleri bulunur. Bunların da başkan başkanlığında ara ara toplanmaları gerektiği burada ifade edilmiştir.
Burada uyguladığımız kural şudur. Kâinatı var eden Allah ilâhi kudretini nasıl gösteriyorsa, O’nun halifesi olan topluluğun da buna benzer davranışlar yapması gerekiyor. Madem ki Allah âhirette resulleri toplayacaktır, dünyada da bizim resulleri toplamamız uygundur, burada kıyas yapmak caizdir veya vaciptir. Temessül gerekir.
فَيَقُولُ
(Fa YaQUvLu)
“Diyecek”
Burada kimlere deneceğinden bahsetmemiştir. “Feyekulu Lehum” demektir. “Lehum” kelimesi hazf olmuştur. “Cem edecektir”den sonra “Fa” geldiğine göre niçin geldiğini açıklamaktadır. Dolayısıyla onlara demek olan “Lehum”un hazfi daha beliğdir. Şimdi topladık, insanları bir araya getirdik, onlara diyeceğiz.
Bir araya getirmemize gerek yok, onlara ayrı ayrı diyebilirdik. Oraya getirdiğimizde, onları topladığımızda birlikte sual tevcih ediyoruz. Onlar da birlikte cevap veriyorlar.
Bunun anlamı nedir?
İnsanlar konuşurken ve yazarken ses veya hatlarla konuşurlar. Oysa bir araya geldikleri zaman onlar arasında gözler ile bir iletişim olur. Beyinde elektronik ağlar vardır. Bu devreler çalışırken çevreye etki etmektedir. Uçağa bindiğiniz zaman size cep telefonunuzu kapatın derler. Çünkü sizin telefonunuzun algıladığı veya yayınladığı dalgalar uçak devrelerine etki eder. İşte insanlar bir araya geldikleri zaman onlar arasında elektronik bağlantılar oluşur, birlikte duyarlar, birlikte düşünürler. Bu sebepledir ki sadece internette görüşmemiz yeterli değildir. Ne kadar az görüşme yapmışsak o kadar ihtilafımız olmaktadır. Birlik oluşturmamız için günde beş defa bir araya gelmemiz gerekir. Bugün camilerde toplantı yapılmamaktadır. Aslında hiçbir şey konuşulmamaktadır. Namaz kılınıp dağılmaktadır. Hutbeyi de kimse dinlememektedir. Buna rağmen namaz kılan bu insanlarda bir beraberlik doğmaktadır. Aynı yere gelmenin feyzidir bu. Kahveler, kulüpler, stadyumlar bu işi görür.
Haftada bir defa kılınan cuma namazları bu birliği sağlar. Yılda birer defa kılınan bayram namazları bu elektronik devreleri faaliyete geçirir. Yılda bir defa dünyadan tüm insanlar Mescid-i Haram’a gelirler. Oradan ortak devrelerle ülkelerine dönerler, o devreler de oradaki halkı etkiler, böylece tüm insanlık aynı dili konuşmaya ve insanlık da bu sayede birleşmeye başlar.
İşte bu varsayımdır. Biz böyle olacağını sanıyoruz.
Şimdi ilim adamları bunun üzerinde deneme yapmalıdırlar. Elektronik dalgaları ölçen aletler vardır. Beyin hasarlarını bununla teşhis ederler. Uyku ve rüya halleri okunmaktadır. Kişilerin ayrı ayrı konularda ölçümleri yapılmaktadır. Sonra topluluk hâlinde iken ölçmeler yapılabilir, farklar nedir görülebilir. Yahut bir dersi anlatırsınız. Başka bir gruba da ayrı ayrı odalarda okuyunuz dersiniz, başka bir guruba da aynı odada okuyunuz dersiniz. Sonra imtihan edersiniz. Başarı notları arasında fark olup olmadığını tesbit edersiniz.
Söylediklerimizde doğruluk payı olup olmadığını görebiliriz.
مَاذَا أُجِبْتُمْ
(MAv ÜAv EuCıBTuM)
“Ne cevaplandırıldınız?”
“Mâ” soru edatıdır, ne anlamındadır. “Zâ” ise sorulan şeye işaret etmektedir, mübtedadır. “Ücibtüm” ise onun haberidir.
“Ücibtüm” meçhul fiildir. “Siz” zamiri naibi faildir. Sadece “Mâ Ücibtüm” desek ne cevap aldınız denmiş olur. O zaman fiili sorulmuş olur.
Burada fiil değil sonuç sorulmaktadır.
Cevap iki şekilde olur. “Buraya gel” dediğiniz zaman karşı taraf kalkıp gelirse size fiilen cevap vermiş olur. Bir şey sorsanız, o da söyleyerek cevap verse, o da sözle cevap vermiş olur. Bu şekilde sorulmasından anlıyoruz ki ne söylediler değil de ne yaptılar, sizin tebliğinizi nasıl karşıladılar denmiş olmaktadır.
Hazreti Nuh gelmiş, tebliğ etmiş, dinlememişlerdir; tufan olmuş...
Hazreti İbrahim gelmiş, onu ateşe atmışlar...
Hazreti Musa’nın maceraları Kur’an’da uzun uzun anlatılmaktadır…
Hazreti İsa’yı asmaya kalkışmışlar, 12 havariden fazlası onu dinlememiş...
Hazreti Muhammed hicret etmiş, savaşlar yapmış, devlet kurmuş…
Sonra neler olmuş?
Hazreti İsa’dan sonra Pavlus gelmiş, dini hemen değiştirmiş, başka bir Hıristiyanlığı getirmiştir. Hazreti Muhammed sonrasında dört halife devri geçtikten sonra Emeviler ve Abbasiler, Memlükler, Osmanlılar hilafeti saltanata çevirmişlerdir.
İşte, Allah onlara bunu sormaktadır.
Biz de şimdi merkez bucak başkanlarını veya taşra bucak başkanlarını toplayacağız ve soracağız.
Kim soracak?
Allah soracaktır yani topluluk soracaktır.
Merkez başkanı soracaktır denmiyor, topluluk soracaktır.
Bugün yıllık kongreler yapılmaktadır. Orada başkan dâhil bütün yönetim kurulları hesap vermektedirler. Demek ki bu sünnetullaha uygundur. Merkez başkanı dâhil bütün bucak başkanları hesap vereceklerdir. Onlara sorulacak, onlar da anlatacaklardır.
Şimdi kim soracak sorusuna cevap aramamız gerekir.
Başkandan başka toplantıda soru soracak kimler olacaktır?
Kur’an Enfal Sûresi’nde enfali bölüştürürken Allah’a ayrı resule ayrı pay ayırmaktadır. Buradaki Allah meclistir, resul ise hükümettir. Demek ki meclisin ayrı kişiliği vardır, ayrı örgütü vardır, kamu gelirlerinden payı vardır. İşte biz mecliste şuralar oluşturuyoruz. Bunlar dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Bunlar ilmî, ahlâkî, siyasî ve meslekî dayanışma ortaklıkları başkanlarıdır. Her mecliste şuralar oluşur. Bu kongrelerde sual soracak kimseler işte bu dayanışma sorumluları başkanlardır. Allah’ı bunlar temsil ederler.
Bugün bu husus şöyle sağlanmaktadır. Başkan da soru sorulacak kimse olduğuna göre meclisi kim yönetecektir? Kongrede divan başkanı seçilmektedir. Meclislerin ise ayrı başkanları vardır. Şimdi şu sorulur: Resul kimdir? Meclis başkanı mı daha ilerdedir yoksa devlet başkanı mı? Talut’u nebi atıyor. O halde eğer Talut’u resul kabul edersek, meclis başkanı hükümetin üzerindedir demektir. İki başbakan atanıyor. Biri komutan diğeri ise sivil başbakandır. Bunlar meclise gelip hesap veriyorlar. Musa’dan sonra dendiği zaman ise onlar nebi resulden sonra denmiş olur.
Kurucu başkanların özelliği vardır. Kurucu başkanlar hem meclis başkanı hem hükümet başkanlarıdır. Bucak, il veya ülke kurulduktan sonra meclis başkanı artık yönetici olmaktan çekilir demektir. İki başbakan atar, onlarla ülke idare edilir yahut her iki şekilde de geçerli olur. Burada sorulacak hususlar vardır. Meclis yasalar çıkarır, bütçeler hazırlar. Bütçeleri hükümet uygular. Sonunda hükümet yaptıklarının hesabını verir. Bugün divani muhasebet (Sayıştay) tarafından yapılmaktadır.
Bakanlara veya başbakanlara tevcih edilen bu sorulara kim cevap verecektir?
Bu ayet bunun hükmünü getirmektedir.
Âhirette de dayanışma ortakları mı olacaktır ki resullere bu soruları sorsun yoksa Allah doğrudan kendisi resullerle konuşacak mıdır?
Bu dünyada nasıl melekler gönderdi ve öyle konuştuysa, âhirette de melekler vasıtasıyla sormuş olabilir yahut âhirette Allah insanlarla doğrudan konuşacaktır.
Bu dünyada neden konuşmuyor sorusu ortaya çıkar. Bunun cevabı açıktır. Bu dünya imtihan dünyasıdır. Birlik sağlanmalıdır. İnsanlar kendi içtihatları ile sevap veya günah işlemelidirler. Eğer doğrudan konuşsa o zaman her konuda O’na soracaklar ve insanların kendi iradeleri ile iş yapma imkânı kalmayacaktır. Nitekim melekler böyledir.
قَالُوا
(QAvLUv)
“Kavl ettiler.”
Resuller kavl ediyorlar. Resuller ayrı ayrı zamanlarda yaşamışlar, bir başkanları yoktur, birden nasıl olup da cevap verecekler? Ama Allah âhirette soracak, onlar da hep birden cevap vermiş olacaklardır. Kur’an’da resulleri birbirlerine tafdil ettik denmektedir. O halde bir sıralama usulü vardır. Allah’ın indinde sorumluluklarına göre bir sıra olacaktır.
Bu durum bütün topluluklarda böyledir. Üç kişi, beş kişi bir araya geldikleri zaman namaz kılacaklarında hemen sıralama yapılmalıdır. Birinci, ikinci, üçüncü… onuncu… Yirmiden fazla oldukları zaman artık temsilciler oluşturulmalıdır.
Sıralama sistemi için geliştirdiğimiz usul şudur. Herkes kendisine göre başkalarını sıralar. Her birinin aldığı sıraların tersleri alınıp toplanır. Bu onun derecesini gösterir. Derecelere göre aşiretteki sıra teşkil edilir. Ayrıca resuller gruplanabilir. Sonunda bir sıra oluşur.
Konuşma sırası birinci sırada olandan başlar, o topluluk adına o cevap verir. Diğerleri sıra ile söylerler. Eğer kendilerinden önce sırası gelene uyuyorsa o söylemez, atlar. Eğer biri söylemiş diğerleri susmuşsa demek ki onun söylediklerini tasvip etmişlerdir. Hepsi söylemiştir.
Bu âyet bize topluluğun nasıl söyleyebileceği hususu ve topluluğun nasıl cevap vereceği hususu hakkında bilgi vermektedir. Şöyle ki topluluk sorabilecektir. Topluluk cevap verecektir. Âyet buna delalet eder ama âyette nasıl sorulacaktır, nasıl cevap verilecektir hususu belirtilmemektedir. İşte burada içtihat devreye girer. Başka âyetlerden deliller aranır. Delil bulunursa sorun nassla çözülmüş olur. Topluluğun nasıl soracağı ve nasıl cevap vereceği hususunda bir âyet bulamazsak, o zaman Kur’an’da örnek ararız, ona kıyas yaparız. Onu da bulamazsak istihsana gideriz. Hazreti Peygamber’in kıyasa dayanmayan sünnetinden yararlanırız. Ama Kur’an’da bir âyetin yorumlanmasında veya kıyas edilmesinde sünnet varsa o bizi kitap seviyesinde bağlar. Sadece hadisin hadis olduğundan şüphe edebiliriz ama Hazreti Peygamber Kur’an’ı yanlış anlamıştır diyemeyiz. Çünkü o vahiy almakta idi. Yanlış anlasaydı Allah o yanlışı düzeltirdi.
Böylece bir araya gelerek birlikte sorulması ve birlikte cevap alınmasının yararı nedir?
Baştan anlattığımız gibi, beyinler arası ilişki kurulur ve etkileşme meydana gelir. Böylece birlik sağlanır, ifadelerle de bu birlik pekiştirilir.
Nasıl mahkemelerde söylenen ifadeler söyleyenleri bağlar ama dışarıda söylenenler ‘yanlış söylemişim’ diyerek vazgeçilebilirse; aynen onun gibi toplantıda söylenen sözler de meclis tarafından ifade edilmiştir. Söyleyen bir kişi ise de dinleyen meclistir. Karşı sözler de söylenmiştir. Dolayısıyla bir araya gelip orada beyanda bulunma topluluğun beyanı olmaktadır.
Bugün de mecliste kürsüde söylenenler zapta geçmekte, tarihî belge olarak kalmaktadır. Eskiden bu külfetli idi. Oysa şimdi elektronik kayıtlar vardır. Ses aynen kaydedilmektedir. Bugün bilgisayar yazıya da çevirmektedir. Dolayısıyla her bucak seviyesinde kayıtlar tutulacaktır.
Bir bucak kurulacak ve bilgisayar kayıtlarında kuruluşundan sonuna kadar kayıtlar bulunacaktır. O kayıtlar bucağın hafızası olacak, bucak böylece geçmişi ile kişilik kazanacaktır. Bucak sakinleri kendi atalarının hafızasını yaşayabileceklerdir.
لَا عِلْمَ لَنَا
(LAv GiLMa LaNa)
“Bize ait hiçbir ilim yoktur.”
Resullere düşen sadece tebliğdir ve kendisine tâbi olanlara imamlık yapmaktır. Onların ne yaptıklarını, yapıp yapmadıklarını takip etmezler, ondan sorumlu değildirler. Tebliğ edip etmediklerinden sorumludurlar. Sadece yanında olanlara emreder, onlar da itaat ederler. Uzakta olanlar ile ilerde olacaklar onları ilgilendirmez.
Burada çok önemli bir husus açıkça ifade edilmiştir. Resullerin kendilerinden sonra olacaklardan haberleri yoktur. Kendilerinden uzak veya kendilerinden sonra olmuş olaylardan tamamen habersizdirler.
Gayb haberleri Kur’an’daki âyetin yorumu değilse hiçbir anlam taşımaz.
Burada dikkat edilecek husus “Lâ ilmün lena” denmemiş de “Lâ ilme lena” denmiştir. Yani bizim asla hiçbir suretle haberimiz yoktur denmektedir.
Buradaki “Lâ” nefyi cins için gelmiştir.
Resuller hayatta iken gelecekte olacakları veya uzak yerlerde olacakları bilmedikleri gibi öldükten sonra da dünyada neler olduğundan haberleri yoktur. Dolayısıyla ölüler öldükten sonra bu dünyadan hiçbir ses alamazlar. Kur’an’da bu husus ‘kabirde olanlara sen duyuramazsın’ denerek ifade edilmiştir.
Kur’an’da “Muhammed’e salât getirin” demiyor, “nebiye” diyor. Topluluğun imamı oranın nebisidir, ona salât edeceksin, onu destekleyeceksin. Bu sebepledir ki tahiyyatta “selâm sana nebi” denmektedir, namaz kıldırana hitaben söylenmektedir. Kur’an’ın bu açık delâleti karşısında hâlâ gayb hadislere itibar etmek, hâlâ mezarlıklardan medet ummak Kur’an’ı hafife almak değil midir?
İnsanlar Allah’a inanmayınca, akılları ile de Allah’ı inkâr edemeyince böyle aracılar icat ederler, onlara tapmaya başlarlar. Anıt kabri ziyaret ile Medine’de Hazreti Muhammed’in mezarını ziyaret etme arasında hiçbir fark yoktur. Firavun’a tapmakla Hazreti İsa’ya tapmak arasında da fark yoktur. Adil Düzen Çalışanları bunları söyledikleri zaman sevimsiz olacaklardır ama insanlığı bu sevimsizlik kurtaracaktır.
Bu ifadenin ortaya koyduğu başka bir genel kural vardır. O da hukuk düzeninde herkes kendi içtihadı ile kendi görevini yapar. Kimse başkasının içtihadı ile amel etmez. Görevli sonunda yaptıklarının hesabını görev verene vermez, topluluğa verir. Yani görev verenin görevi o görevi birisine vermektir. Görevlinin görevine müdahale etme ise ne görevidir ne de yetkisidir. Hattâ görevini yapıp yapmadığını da denetlemez. Yani cumhurbaşkanlığı müfettişi yoktur. Meclisin de teftiş etme yetkisi yoktur.
Görevi yapan kimse görevini yapmazsa veya görevden mutazarrır olursa mutazarrır olan kimse resule gitmez, ona şikâyet etmez. Hakemlere gider ve hakemler muhakeme eder, gerekli hükmü onlar verirler.
İşte resullerin “bizim hiçbir bilgimiz yoktur” demeleri buradan gelmektedir.
Başkan rai değil nazırdır. Akış bozulmuşsa, görev yerine gelmiyorsa, işlerin yürümesi için müdahale eder. Yeni görevli atar. Eski görevlinin görevine son verebilir. Gelecek için karar alır. Geçmişte yapılanları sorgulayamaz. Onu sorgulama yetkisi hakemlere aittir.
Allah bunları toplayıp onlara neden sormaktadır? Önce kendisi bilmektedir. Sonra artık onların görevleri bitmedi mi, yeni bir şey mi yapacaklar? Sormasının sebebi nedir?
Bazı bilgiler vardır. Biz onları bilsek de onun tescil edilmesi gerekir, insanlığın onu bilmesi gerekir. Cennette kalanlar, cehenneme giden insanlar kimlerdir? Âhirette insanlar insanlık tarihini tam olarak öğreneceklerdir. Hazreti Âdem’den kıyamete kadar insanlık nasıl oluşmuş ve biz fert olarak insanlığın neresinde yer almış olduğumuzu bileceğiz.
Bu dünyada yalnız fertler eğitilmiş ve imtihan kazanmış olmayacaklardır. Asıl insanlık imtihan edilmiş, sosyal olarak evrimleşmiş ve artık olgun varlık olarak oluşturulmuştur. Âhirette insanlık ikiye ayrılacak. Bu yeryüzü çalışmalarında kişilerin elde ettikleri sonuçlara göre ayrılma olacaktır. İyiler bir tarafta toplanacak, kötüler bir tarafta toplanacaktır.
Bizim bu dünyada kabul ettiğimiz hicret demokrasisi budur. Bu sebepledir ki başkanlara sürme yetkisini vermekteyiz. Allah’ın âhirette başkanları toplayıp sorması onların bu hususta yetkili ve sorumlu olduklarına işarettir. Başkanlığın önemini göstermektedir. Başkanlar nerede olduklarını bilmeli ve ona göre adil davranmalıdırlar. Bizim görevimiz de başkanları kendi makamlarında oturtmaktır.
إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
(EinNaKa EaNTa GalLAvMu elĞuYuVBi)
“Sen gaybların allamısın, sensin.”
Burada gaybın yalnız Allah tarafından bilineceği tekiden beyan edilmiştir.
1) İsim cümlesi yapılmıştır. 2) Başına “İnne” getirilmiştir. 3) “Ente” ile tekit edilmiştir. Haber marife getirilmiştir. 4) “Allâm” mübalağa ile getirilmiştir.
Gayb nedir?
Gözümüzün önünde olmayan şeyler gaybdır. Uzaktakiler bizim için gaybdır. Gelecek ve geçmiş de bizim için gaybdır. Delillere ulaşanlara artık gayb olmaz. Mesela yarın saat sekizde güneş batacaktır; bu gayb değildir, bu hesabidir. Yahut öleceğim gayb değildir. Yani ilmen ispatlanmış şeyler gayb değildir. İstanbul’u Sultan Mehmet fethetti; bu gayb değildir.
Olaylar da iki çeşittir. Biri sebep-sonuç ilişkileri ile Allah ve insanın müdahale etmediği olaylardır. Bunlar hesabi olaylardır. Bunları bilmesek de öğrenebiliriz ama ihtimali olaylar vardır. Parayı attığınız zaman yazı veya tura gelir. Ne geleceğini bilmeniz mümkün değildir. Çünkü bu ihtimalidir. Bunun dışında bir de iradi olay vardır. Bu Allah’ın ve yeryüzünde insanların elindedir. Diğer olaylar ya ihtimalidir ya hesabidir. Oysa insanın yaptıkları ne ihtimalidir ne de hesabidir, iradidir.
İradi olayları da bizim bilmemiz mümkün değildir. Hattâ kendisinin irade-i cüziye verdiği hususlarda insanın ne yapacağını yapmadan önce bilmesi de kesin olarak söylenemez. Biliyorsa o zaman ona onu yapıp yapmama iradesini vermemiştir demektir. Aynı şey Allah için de söylenebilir. Henüz yapmadığı ve ne yapacağına karar vermediği şeyi nasıl bilecektir? Eğer hepsine baştan karar vermişse o zaman Allah’ın iradesi yoktur demektir. O halde Allah’ın mürid ve âlim olması çelişkidir. Bizim kâinatımızda bu gerçekleşemez.
Işık hızına çıkan varlıklar zaman dışında değildirler, zaman içindedirler ancak zamanın akışı sıfırdır. Oysa Allah zaman dışındadır. Dolayısıyla insanlar zaman ve mekân dışı beş boyut dışına çıkamaz. Belki mekânları küçülür sıfır, zamanları küçülür sıfır olur ama Allah ise mekân ve zaman dışındadır. Çünkü onları O var etti.
Bizim söylediğimiz “bilmez veya bilir” bizim mekânımız içinde düşündüğümüz zaman doğrudur. Mekân ve zaman dışında zaten doğru ve yanlış yoktur. Gaybları yalnız Allah bilmektedir. Bu dünyada da topluluğun gaybını başkan bilmeyecektir.
İşte, genel merkezi olmayan muhasebe oluşacaktır. Her şey kayda geçecektir. Her işimizi cep telefonumuzla yapacağız. Bunlar muhasebe diline çevrilecek ve kaydolacaktır.
İki bütçe hazırlanıyor. Biri yapılacaklar planlanacak. Devamlı ileriye matuf olarak planlanmaktadır. Yıllık, 5 yıllık, 50 yıllık, 500 yıllık planlar olacaktır. 50 yıllık planlar 500 yıllık planlara göre yapılır. 5 yıllık planlar 50 yıllık planlara göre yapılır. Yıllık planlar da 5 yıllık planlara göre yapılır. 5 yılda bir plan yapılmaz, 50 yılda bir plan yapılmaz, her yıl 5 yıllık ve 50 yıllık plan yapılır. Bunlar meclisin yönlendirmesi ile yapılır.
Ondan sonra her yıl uygulanır. Uygulandıkça muhasebeye geçer. Sonra muhasebeleşir, böylece topluluk bunları muhasebeden bilir. Başkanın veya yöneticisinin bilgisine başvurulmaz. Onlar bunları takip etmez. İlkel topluluklarda bu böyledir. Kişi yönetiminde işler görev verenler tarafından aynı zamanda takip edilir. Bugün Türkiye’de bu hâlâ böyledir.
Bu çok yanlış uygulamadır.
Herkes görevini yapacaktır. Yapılan görevler kayıtlara geçecektir. Topluluk onu ancak o kayıtlarla bilecektir. Yapanlar takip etmeyeceklerdir. Yapanlar sadece yaptıklarını muhasiplere bildireceklerdir. Muhasebe gaybı bilen olacaktır.
Topluluğun bileceği gayb da ona gerekli olan kadardır. Elbette her şey muhasebeye geçmeyecektir. İnsanlar topluluğun bilmesi gerekenleri muhasebeye bildireceklerdir. Örnek olarak ben birine borç verdim ve muhasebeye bildirdim. Topluluktan o kadar borç alma hakkı doğacaktır ama bildirmese bu haktan vazgeçmiş olur. Sonra dava hakkını kaybeder.
O halde biz Allah’ın yaptıklarını örnek alıp yaparız ama biz O’ndan sadece örnek alırız, O’nun şeriki olmayız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92