MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 68
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَإِنْ عُثِرَ عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا فَآخَرَانِ يَقُومَانِ مَقَامَهُمَا مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْأَوْلَيَانِ فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِنْ شَهَادَتِهِمَا وَمَا اعْتَدَيْنَا إِنَّا إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ (107) ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُوا أَنْ تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاسْمَعُوا وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (108)
فَإِنْ عُثِرَ
(Fa EiN GuÇiRa)
“Usret olursa”
İnsanlar ilk yaratıldıkları zaman aileler hâlinde yaşamaya başladılar. Ailece ormana gidiliyor, meyve toplanıyor ve toplananlar ailece tüketiliyordu. İnsanlar bu ayrı ayrı yaşamada iki sıkıntı ile karşılaştılar. Biri; kendi güvenliklerini tek başlarına başaramadılar, birleşip ortak savunmaya geçtiler. Diğeri ise; üretimi tek başlarına başaramadılar. Mesela hayvanları tek başlarına avlayamadılar. Ancak birlikte üretim yapabildiler.
İşte bu sebeplerle insanlar birleşerek topluluklar oluşturdular. Böylece hem kolayca saldırılardan korunabildiler hem de üretimi kolay yapabildiler.
Canlılar arasında çatışma vardır. Türlerde besin zinciri vardır. Güçlü kurtlar zayıf kuzuları yakalayarak yaşarlar. Böylece zayıf kuzular elenmiş olur. Zayıf kurtlar da açlıktan ölerek elenmiş olur. Böylece canlılar arasında denge oluşur. İnsanlar ise çok güçlü oldukları için nüfus dengesi ancak birbirleriyle çatışma ile doğmaktadır. Dolayısıyla insanlar yalnız canavarlardan korunmak durumunda değildirler, birbirlerinden de korunmak zorundadırlar. Bu da topluluklar arasındaki savaşla sağlanmaktadır.
Bugün nüfus dengelemesi doğum kontrolü ile yapılmaktadır. Bu da biyolojik seleksiyonu ortadan kaldırmakta, nesil dejenere olmakta, yozlaşmaktadır.
İki arabanız olsa, bu arabalardan birinin tekerlekleri patlak, diğerinin de aküsü bozuk olsa her iki araba çalışmaz. Ama birinin eksik parçasını öbürüne geçirdiğinizde araba çalışır. Bozuk arabayı atarak işe yaramayan arabadan kurtulmuş oluruz. Ondan sonra fabrikalara bize böyle araba imal edin derseniz onlara hep sağlam arabalar imal ettirirsiniz. Bu ayıklamayı yapmazsanız fabrikalara hep bozuk arabalar imal ettirirsiniz. Bozuklukları atmazsanız sonunda arabalar işe yaramaz olur, hepsini hurdaya atarsınız.
İşte canlılar bu ayıklamayı yapmaktadırlar. Doğum kontrolü bu ayıklamayı durduruyor, nesli dejenere ediyor, yozlaştırıyor.
Demek ki topluluklar arası çatışma, topluluk içi barış insanlığın sosyal olarak evrimleşmesini, hattâ canlı olarak yaşamasını sağlamaktadır.
Çatışma silahlı güçlerle yapılmaktadır. İç barış ise yargı ile sağlanmaktadır. Bir toplulukta dört kuvvet vardır. Biri “yasama”dır. Bu kuvvet kuralları koyar. İslâm’da bu “serbest sözleşmelerden” oluşur. İkincisi ise “yürütme”dir. Bu da kuralları yorumlayarak iş yapmadır. İslâmiyet’te bunun için özel örgüt yoktur. Bütün vatandaşlar ve sosyal gruplar kendi içtihatları ile kurallar içinde topluluk içinde yaşarlar. İslâmiyet’te kanun sözleşmelerdir. Uygulama ise herkesin kendi içtihadı ile amel etmesiyle yapılır. Uygulamada nizalar ortaya çıkar. Topluluğun fertleri arasında çatışma emareleri belirlenir. İşte bunu engellemek ve iç güvenliği sağlamak için “yargı” müessesesi vardır. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer, başhakemi hakemler seçer ve onlar kararlarını verirler. Herkes hakem kararlarına razı olur. Böylece iç güvenlik sağlanır. Hakem kararlarına uymayanlar için de dayanışma ortaklıkları içinde silahlı güçler oluşur. Hakem kararlarına uymayanları onlar uymaya zorlarlar. Buna “yönetme” diyoruz. Yasama ve yürütme yargıdan öncedir. Yönetme ise yargıdan sonradır. Yönetim yargının emrindedir.
Yargının karar alabilmesi için dört kuruma ihtiyaç vardır.
a) Yargı davacı ve davalıdan oluşur. Davacı olma ve davayı savunma bir ihtisas işidir. Ayrıca kamu davaları vardır. Yaşı küçükler vardır. Akıl hastaları vardır. Bunları savunan müesseseler vardır. Bunlar dayanışma ortaklıklarıdır yani siyasi partilerdir. Yargıya giderler, davayı kazanırlarsa hakem kararlarını silah zoru ile de olsa yerine getirirler. Bunların ücretleri kamuca ödenir.
b) Bilirkişiler vardır. Bunlar ihtisas sahipleridir. Kendilerinin bilgilerine müracaat edilir. Bunlar bilgi sahibidirler. Kendilerinden fetva istenir.
c) Soruşturmacılar vardır. Bunlar olayın oluşma şeklini tesbit ederler. Bunlar kendi seçtikleri bilirkişilerden mütalaa alarak oluş şeklini ortaya koyarlar. Bunlar adil/adalet sahibi şahitlerdir.
d) Nihayet kararları verecek olan “hakemler” vardır. Bunlar şahitlerin şehadetlerine dayanarak karar vereceklerdir.
Davalar iki şekildedir. Biri cinai davalardır. Bugün “ceza davaları” denmektedir. Diğeri ise suç olmayan ve kişiler arasındaki borç alacak ilişkileri düzenleyen davalardır. Bugün bunlara “hukuk davaları” denmektedir. İki davanın hükümleri ve muhakeme şekli farklıdır. Ceza davaları ile ilgili hükümler Nur Sûresi’nde zina ve iftira cezalarında geçmektedir. Orada dört şehit resmi soruşturmacı şartı getirilmiştir. Ayrıca Bakara Sûresi’nde iki şehidin istişhad edileceği şartı getirilmiştir. Yani burada ise adil sahibi ikisi denmektedir. Yani adil sahibi olmak şartı ile resmi soruşturmacı olması şartı kaldırılmıştır.
Buradan şunu anlıyoruz ki ceza davalarında dört soruşturmacının şehadetine ihtiyaç vardır. Bunlar resmi soruşturmacılar olmak zorundadır. Hukuk davalarında ise iki soruşturmacı gerekmektedir. Bunların resmi soruşturmacı olması gerekmez. Adil sahibi olanlar fahri soruşturmacılardır.
Vatandaşlar içinde adil/adalet sahibi kimseler vardır. Onlar aynı zamanda çevreleri gözetirler. Sonra yargı karşısına çıkıp şahitlik yapabilirler. Halk üç gruptur; fahri soruşturmacılar, şahitlikleri kabul edilmeyenler ve şahitlikleri hakemler kararı ile kabul olunanlar.
Soruşturma yargılamadan daha önemlidir. Faili meçhul cinayetler, otuz yıl süren davalar hep bu soruşturmanın zorluğundan ileri gelmektedir. Yargılama kör topal gitmektedir ama soruşturma en önemli sorunu teşkil etmektedir. Bir taraftan suçsuza ceza verilemez, kimsenin hürriyeti sınırlandırılamaz denmektedir ama bugün öyle değil, soruşturmanın selameti için henüz mahkûm olmayanların, hapishanede olanların sayısı belki de mahkûm olanlar kadardır. Dünyanın her karakolunda dayak atılmaktadır. Onun için soruşturmacılık hakemlikten çok daha önemlidir.
Kedileri bile güldürecek kurallarla güya adil yargılama sürdürülmektedir. Hâkim kararı ile insanlar tutuklanmaktadır. Sanki hâkim odasında otururken polisten daha iyi bilmektedir. Savcı kararı ile dayak atılmaktadır. Savcı soruşturmayı başaramayınca karakola gönderilmekte ve orada dayakla söyletilmektedir.
Bu sebepledir ki Kur’an’a en çok bu soruşturma kısmında muhtacız.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Sonra da “İn” şartı getirilmiştir. “İllâ” gibi “Feİn” de istisna için getirilir. İstisna özel durumdur. Ona kıyas yapılmaz. Hâlbuki “Fa” ile getirildiğinde iki ifade eşit hâle gelir. Her iki taraf da asl olur. Bu şartlar altında şahitler de şahitlerin denetimindedir. Hakemler de şahitlerin denetimindedir. Bunun sınırı yoktur. İki şahit aleyhine dava açılabilir ve eski şahitlerin şehadeti iptal edilebilir. Onların aleyhinde dava açılır, onlar da iptal edilebilir. Bunun sınırı yoktur. Buradaki “Fa” bunu ifade etmektedir.
Kehf Sûresi’nde Ashabı Kehf anlatılmaktadır. Onlar mağarada gizlenirler. Sonra 300 sene önceki para ile çarşıya giderler. Bu para ile onlar takip edilmiş ve sonunda bulunmuştu. “Biz onları isar ettik” diyor. Buradaki onları daha önce Allah evlat edindi diyen kimselere isar ettik diyor. Yani saklandıkları yeri buldurduk deniyor. İsar etmek demek ortaya çıkarmaktır. Yani kapalı olan bir şeyi ortaya çıkarmaktır. Asr kökü ile değişik babda fiiller gelmekte, değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Elbise dar gelirse asr olmuştur. Dar elbise vücut hatlarını ortaya çıkaran elbisedir. Burada soruşturmanın anlamını ortaya koymaktadır.
Soruşturma sonunda saklanmış gizlenmiş olayın ortaya çıkması asr fiili ile ifade edilir. İsar etmek soruşturma sonunda meçhul fiili ortaya koymaktır. En çok gereken ama en zor olan iştir. Soruşturmanın sonunda iki türlü sonuç elde edilir. Kanaat değil kesin deliller ortada olursa, aksi olma ihtimali yoksa buna “beyan” denmektedir. Tebeyyün etmiş, ispatlanmıştır. Beyan da âyetlere dayanır. Ceza hukukunda bu tür âyetlere gerek vardır.
Soruşturmacı kesin kanıtlara dayanmalıdır. Bir adam öldürülmüştür. Mermi üzerinde yapılan araştırmada ölüm sebebi belli tabancadan çıkan mermidir. Kişi oradan uzaklaşmış, bir saat sonraki aramada adamın üzerinde o silah bulunmuştur. Bu hususlar balistik muayenelerle ve kişiyi yakalayan polisçe sabit olmuştur. İşte bunları tesbit eden soruşturmacı bu kişinin onun tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkarmıştır. Bu ispat beyyinedir.
Birçok zamanlarda durum böyle olmaz. Soruşturmacı kesin deliller bulamaz ama kendi kanaati öyle oluşur. Mesela Suriye olaylarındaki benim kanaatim, hedeflenen şey Türkiye ile Suriye arasını açıp İran’la Türkiye’yi kapıştırmaktır. Bu bir kanaattir, delil değildir. Diyelim ki biz bu kanaati beyan ettik. Sonra gerçekten İran ile Türkiye arasında savaş başladı. İşte bu asrdır. Yani önceden bildiriyorsun. Varsayımla bildiriyorsun ama sonunda o varsayım doğrulanıyor. Mağaraya gidiyorlar, ölüler bulunmuştur.
Burada meçhul sığa kullanılmıştır. Diyelim ki şahitler şahitlik yapmış, kişi cezalandırılmıştır. Kaybolan malı belli birinin aldığına şehadet ettiler. Sonra o malın kaybolmadığı, kişinin yerini unuttuğu ortaya çıkmıştır. İşte burada asr olmuştur. İşte bu âyet burada bu durumu tesbit etme durumundadır.
عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا
(GaLAy EanNaHuMay iSTaXaqQa EiÇMan)
“O ikisinin ismi istihkak etmeleri üzerine”
Burada “İsm” kelimesini kullanmaktadır. “Hataen” denmemektedir. Hata yapmışlarsa başka şahit getirilmez, hatanın tashihi söz konusudur. Eski şahitlerin şehadeti reddedilmez, sadece hata ettikleri hususlar tashih edilir. Bu tashih bizzat şahitlerin de hatayı kabul etmesiyle sonuçlanır. Bu âyet yeni deliller ortaya çıkınca iade-i muhakemenin caiz olduğuna delalet ettiği anlamına gelir. Tanıklar şehadet ettiklerinde hakemler kararı hemen vermeyebilirler. Şahitlerin şehadetlerini kabul veya reddetme hususunda kendilerine teemmül müddeti ayırırlar. Bu işte bu teemmül zamanında başka şahitler ikame edildiğinde hakemler onların şahitliklerini reddederler. Bu takdirde hüküm kesinleşmiş olmaz. Şahitlerin de bir sorumluluğu yoktur.
Hakemler karar verdikten sonra artık yanlış da olsa karar kesindir. Haksız da olsa kazanan kazanmıştır. Artık onun elinden kazanılmış hak alınmaz. Hakemler adil sahipleri yani resmi soruşturmacıların şehadetiyle karar vermişlerse sorumlu soruşturmacıların hakemleridir. Onların dayanışması tazmin eder. Eğer hakemler adl/adalet sahibi olmayanların şehadeti ile karar vermişlerse o zaman sorumlu kendileridir. Hakemlerin dayanışması tazmin eder. Karardan sonra rücu yoktur.
Biz bunun uygulamasını şöyle yapıyoruz. Soruşturmacılar soruşturma dosyalarını hakemlere verirler. Hakemler bu dosyaları inceler ve şehadetlerinin kabulüne veya reddine karar verirler. Ne var ki vasiyet ihmal edilemeyeceği için bu reddi yapabilmeleri için başka soruşturmacıların şehadetini kabul etme durumundadırlar.
Adl/adalet sahibi bile olsalar, hakemler adl sahibi olmayanların da şehadetlerini tercih edebilirler demektir. Böyle anladığımız zaman adl sahibi olsalar bile soruşturmacıların şehadetlerini hakemler reddedebilirler. Çünkü bu ikincisinde adl sahibi olma şartı getirilmemiştir.
Bunun istihsanen de böyle olması gerekir. Hakemleri taraflar seçmektedir. Hakemler yansız ve bağımsızdırlar. Tarafların vekili olarak karar almaktadırlar. Başhakem ortak hakemdir. Oysa soruşturmacılar davalı tarafından seçilmiştir. Davalı kendisine yakın olanı soruşturmacı olarak seçebilir. O halde bunların hakemler tarafından denetlenmesi doğaldır.
Bu âyet soruşturmacıların hakemlerin onların şehadetlerini kabul etme veya reddetme yetkileri olduğunu ifade etmektedir.
فَآخَرَانِ يَقُومَانِ مَقَامَهُمَا
(Fa EaOaRAvNı YaQuvMAvNı MaQAvMaHuMa)
“İkisinin makamına diğer ikisi kaim olurlar.”
Burada bahsedilen “Âharân” nekredir yani yukarıda bahsedilen âharân değildir. Zaten Fe harfi olayı tamim etmektedir. Şahitlerin şehadetlerini reddeden hakemler yerine başka şahitlerin ikamesini isterler. Yani olayı hükümsüz bırakmamak gerekmektedir.
Burada vasiyetin asıl olduğu da ortaya çıkmaktadır. Miras âyetleri vasiyetten sonradır demek budur. Önce borçlar ödenir, sonra vasiyetler yerine getirilir. Ondan sonra miras taksim edilir. Vasiyet geneldir. Tüm mamelekin yönetimidir. Miras onun içinde bir cüzdür. Vasiyet asıl olduğu için eğer başka soruşturmacı veya şahitler yoksa o zaman hakemler vasiyeti reddedemezler.
Bütün bunlar hakemlerin karar almasından öncedir. Hakemler karar aldıktan sonra karar kesin olarak uygulanır. Zarar görenler soruşturmacılar veya hakemler aleyhine dava açabilirler. Onlar mahkûm olur, onların dayanışması öder.
“Makamlarına kaim olurlar” demek, aynı duruşmada onlar geçerler demektir. Bu da şahitler şahitlik yaptıktan sonra hemen karar almazlar, şahitlerin şehadetini tetkik ederler. Varsa başka türlü şahitler onları tercih edebilirler.
Birden fazla olsalar da kıyas yoluyla bu işlem yapılabilir demektir. Hakemler, şahitler arasında tercih yapacaktır.
مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ
(MiNa elLaÜIyNa iSTaXaqQa GaLaYHiM)
“Üzerlerine istihkak eden kimselerden”
Şöyle açıklanmaktadır. Müstahaklardan bazıları kendilerine yapılan vasiyetleri soruşturmacılar tarafından ispatlarlar. Davalısı yoktur. Davalı olan ölen kimsedir. Henüz tereke dağıtılmamıştır. Kayyum atanmış, kayyum mallarını yönetmektedir. Kayyum vasiyetleri resen yerine getirmez. Vasiyet olunanlar hakemlere giderler ve hakemler vasiyeti kabul eder, kayyum ondan sonra mahkeme kararı ile vasiyeti infaz eder.
Bu arada başkaları çıkar, onlar da kendileri lehine vasiyet edildiğini iddia edebilirler.
İşte burada eğer hakemler ilk vasiyetin hatalı olduğuna karar verip yeni vasiyeti geçerli sayarlarsa kayyum ona göre taksim yapar. Burada hakemler sorumlu değildirler. Soruşturmacılar da sorumlu değildirler. Henüz miras taksim edilmediği için adil karar verilince sorumlu söz konusu olmaz.
Burada haksızlığa uğrayanların getirdikleri şahitlerdir. Bu da şunu gösterir ki şahitler davacı tarafından getirilir. Peygamberin “Beyyine davacıya düşer” sözü, yeminin davalıya düşeceğinin delili olmaktadır. Yani şahitlerin ikisi veya dördü de davacı tarafından ikame edilir. Buradaki “Min” bunu açıkça ifade etmektedir.
“İstehakka”nın faili müstetir zamirdir, o da “ism”e racidir. İsm kendileri aleyhine tahakkuk eden kimselerin getirdiği şahitle denmiş olur. “Him” zamiri “Ellezîne”ye gitmektedir. Meçhul sığasıyla da kıraat vardır. Naibi fail “Aleyhim” olur.
الْأَوْلَيَانِ
(eLEaVLaYAvNı)
“Evlâ olan ikisi”
“Evlâ olan” denmektedir. Bu muahhar mübteda olur, “Âherâni”nin sıfatı olurlar. Âherân” mukaddem haber olur.
Neden nekre getirilmemiş de marife getirilmiştir?
Bunların onlardan daha evlâ olmaları gerekir. Hakemlerin takdiri böyle olmalıdır. Bu iki şekilde anlaşılır. Birileri adil şahitler olurlar diğerleri ise meçhul şahitler olurlar. Böylece şahitlerdeki vasıflardan dolayı evlâ olurlar. Yahut hakemler dosyaları tetkik ederler, oradaki belgeler ve beyanlar daha inandırıcı olur, bundan dolayı evlâ olurlar.
فَيُقْسِمَانِ
(Fa YuQSiMAVNı)
“İkisi kasem eder.”
Bir kimsenin konuşurken yemin etmesi veya suçu itiraf etmesinin hukuki bağlayıcılığı yoktur. Hukuki bağlayıcılık resmi duruşmada yemin etmesidir. Bundan önceki âyetlerde de ikisi kasem eder denmiştir. Orada namazdan sonra hapsederseniz denmiştir. Burada onların makamına ikame edersiniz denmiştir. Bugün mahkemelerde hâkimin yeri vardır, savcının yeri vardır, davalının yeri vardır, davacının yeri vardır. Tanıkların yeri de taraflar arasındadır.
Kur’an şahitlere özel yer vermiştir. Onların makamına ikame ederler demekle onların makamlarının olduğu belirtilmiş olur. Şahitlerin yeri olunca davalı hakeminin de davacı hakeminin de makamı olacaktır. Davalı ve davacı da duruşmada hazır bulunur. İkrarların yani itirafların bizzat kendileri tarafından yapılması gerekir. Af da böyledir. Hakem hakemi bulunduğu kimsenin adına affedemez, ikrar da edemez.
Başhakem şahitlerin karşısında oturur. Hakemler yanlarda yüzleri ortaya doğrudur. Davalı ile davacı ise kendi hakemlerinin yanında otururlar. Oradaki ifadeler ve ikrarlar geçerlidir, beyyinedir. Sonradan rücu geçerli değildir. İlk şahitlerde irtiyab ederseniz (şüpheye düşerseniz) denmiş, hakemlerin takdirine bırakılmıştır. Hakemlerden biri yemin talebinde bulunursa ittifak olmadığından irtiyab var demektir. Burada ise yemin hakemlerin takdirine bırakılmamış, taraflar talep etmeseler de yemin etmeleri talep edilmiştir.
Yeminin manâsı şudur; hatalı olması hâlinde biz sorumluyuz, bizim dayanışma tazmin eder demektir.
بِاللَّهِ
(BilLAHı)
“Billahi”
Allah’a kasem ederler yani Allah’ı teminat gösterirler yani topluluk onların teminatıdır. Böyle bir ifade ile şahitlik yapınca topluluk sonra onu ödemekle yükümlüdür yani ocak onu ödemekle yükümlüdür. Çünkü topluluk tarafından başkana yetkiler verilmiştir.
Önce şahitler ahlâkî dayanışma sorumluları tarafından tezkiye olunurlar, ahlâkî dayanışmalar da bucak başkanları tarafından tezkiye edilirler. Bucak içinde böylece herkesin adil olmada yeri vardır. Adil olanların ve mecruh olanların derecelerini başkan tayin eder. Onların şehadetlerine kefil olmuş olur.
Sonra fitne çıkaranları başkanın bucağından sürme yetkisi vardır. O halde şahitler yemin edince topluluğun teminatını almış olurlar. Başkan yemin etmemeleri için uyarabilir. Dinlemezlerse sürebilir. Başkanın sürme yetkisi hicret demokrasisinin temelidir. Vatandaşın göç etmesine izin vermezseniz, başkanın da sürme yetkisine imkân tanımazsanız o zaman hicret demokrasisi olmaz, ister istemez ekseriyet demokrasisine gidersiniz.
لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِنْ شَهَادَتِهِمَا
(La ŞaHADaTuNAv EaXaqQu MiN ŞaHADaTıHıMAV)
“Bizim şehadet etmeye ikisinden daha fazla hakkımız vardır.”
Buradan öğreniyoruz ki ikinci şahitler birinci şahitlerin dosyalarını tetkik etme imkânına sahiptirler. Şahitlerin dosyaları gizlidir. Onların ifşası ve ona dayanarak dava açılamaz. Dosyalar yalnız şahitlerin kendilerinde olur. Ne var ki ikinci şahitler birincilerin dosyalarını tetkik edecekler ve kendileri daha fazla mevsuk hükümler getireceklerdir. Eşitse eski şahitlerin şehadeti geçerlidir. Daha fazla açık deliller bulunmaktadır. Eşitlik ilkesi içinde sorumluluktan kurtulamazlar.
Biz aramızda tartışırken bir konuda ben delil getirdim. Karşı tarafın benim delillerimi tevil etme yetkisi yoktur. Kendisi daha kuvvetli delil getirirse o zaman benim delilimi cerh etme ve teviller yapma yetkisi vardır. Örnek olarak bizden öncekiler elin kesilmesini koparma şeklinde anladılar, biz ise yaralama şeklinde anlıyoruz diyelim. Âyetteki kat’ kelimesi ikisine de delalet eder ama bizden öncekiler onu koparma şeklinde anladıkları için bizim onlara itiraz etme hakkımız yoktur. Çünkü kelime eşitlik içinde delalet etmektedir. Başka bir delil bulur ve orada tevilsiz kolun koparılamayacağı ispat edilirse, o zaman eski içtihadı doğru bulmayabiliriz. Biz bunu yapıyoruz.
Fıkıhçılar recm hükmünü icma ile kabul ettiler. Biz zina âyeti ile fuhuş âyetlerine dayanarak recmin Kur’an’da olmadığını söylüyoruz. Sam Adian ve Cengiz Demirci benim Kur’an’daki delillerimi ve sünneti çürütmeye çalışıyorlar, benim delilimin çürümesi ile kendilerini haklı zannediyorlar. Benim delillerimi tevilden önce kendilerinin daha kuvvetli delil getirmeleri gerekir. Mervan’ın sürülmesi olayını Cengiz savaş durumu ile tahsis etmektedir. Bu tahsis ancak başka durumda sürülemez deliliyle kanıtlandığı zaman geçerlidir. Yoksa ben senin delilini böyle tevil ediyorum, ben haklıyım demek, işte bu âyetin sarih ifadesi ile reddedilmektedir. Bir öneri geldiği zaman o öneri ona eşit bir öneri ile reddedilmez. O zaman mescid-i dırar olur. Yeni öneri daha üstün olmalıdır.
وَمَا اعْتَدَيْنَا
(Va Mav iGTaDaYNa)
“Biz i’tida etmedik.”
Adavet cepheleşmektir.
“İ’tida etmek” demek kendi kendine cephe kurmaktır. Karşı olduğunuz yerde ona karşı cephe kurmayacaksınız. Yani onlar böyle söylüyor, biz de böyle söylüyoruz diye cephe kurmayacaksınız. Senin dediğin yanlış, benim dediğim doğru demeyeceksiniz. Hak karşı tarafta olduğu zaman derhal teslim olacaksınız.
Bize karşı ya muhalefet etmiyorlar ya da cephe kuruyorlar.
Erbakan öyle yapmadı.
Şimdi Lütfi Hocaoğlu ve Hüseyin Kayahan cephe oluşturmuyor. Sam Adian, Mete Firidin ve Cengiz Demirci ise cepheleşiyorlar. Bu serbest tartışmalarda hukuki sorun doğurmadığı yerlerde meşrudur. Çünkü cephe kurmazsanız tartışma devam etmez. Ama yargı önünde yeminden sonra artık cepheleşme kendi görüşlerimi savunma olmalıdır.
إِنَّا إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ
(EinNAv EiÜan La MiNa elJAvLıMIyNa)
“Biz o zaman zalimlerdeniz.”
“Zulmetmek” demek haksızlık yapmak demektir. “Zulumat” karartmak demektir. Delilleri gizlemek, gerçeklerin ortaya çıkmasını önlemek zalimliktir.
Burada başka bir sorun ortaya çıkmıştır. Mecruh olmayan erkekler doğru şehadette bulunmakla yükümlüdürler. Bildiklerini söylemekle yükümlüdürler. Söylemedikleri zaman zulmetmiş olurlar.
Bu âyete dayanarak karakolda dayak atmayı meşru hâle getirebiliriz. Çünkü doğru beyanatta bulunmayan zalimdir. Haramlar kısas iledir. O bize zulmediyorsa bizim de ona zulmetme hakkımız doğar. Nitekim bugün karakollarda yalnız dayak atılmamaktadır, işkence yapılmaktadır. Biz karakolda dayak atma hususunda şöyle fetva veriyoruz.
Soruşturma önce şifahi yapılır, kayda alınır, sonra yazılı ifadelere başvurulur. Başkanın izni ile sanık veya tanık duruşmaya çağrılır. Bugün sözlü ve yazılı soruşturma karakolda yapılmaktadır. Biz buna cevaz vermiyoruz. Çünkü zulümdür. Kişiyi çağırıp görüşme yetkisi yalnız bucak başkanına ait olduğu için onun duruşmaya çağırması normaldir.
Ayrıca hakemler bildikleri halde delilleri gizlediğine hükmedilirse yani sanık veya tanık bildiklerini gizliyorsa işte o zaman karakol soruşturması yapılabilir.
Karakol soruşturmasında uygulanan soruşturma işkencelerinin sınırı yoktur. Söyletinceye kadar zorlama uygulanabilir ama buna da denge getiriyoruz.
Bu denge nedir?
Diyelim ki katil tabancayı gizledi, bize söylemiyor. Biz de dişlerini sökerek tabancanın yerini itiraf ettirdik veya ettiremedik. Yapılan işkencede devlet görevlisi olmayan kimseye ne ceza verilecekse o ceza görevliye verilir. Kısas uygulanmaz. Diyete dönüşür. Diyeti de devlet öder. Burada tek istisna kısasın diyete, ağır diyete dönüşmesidir. Diyet o kadar büyüktür ki normal olarak herkes diyeti tercih eder. Bunun için af yetkisi vârislere verilmemiştir. Hattâ kıyasla diyebiliriz ki kısası affetme mağdurun elinde değildir. En yakın erkek kimse karar verir. Çünkü bu tür saldırılar kişiye değil fasılasına yapılır. Buradaki önemli husus biz ona baskı yapmada haklı olalım. Tabancasını itiraf ettirelim yahut biz hata edelim. O tabancanın başkasında olduğu sabit olsun. Tazminat miktarı değişmez.
ذَلِكَ أَدْنَى
(ÜALiKa EaDNAv)
“Bu edna olanıdır.”
“Deni” yakını demektir. Kelimenin çıkışı Türkçedeki “dana” kelimesiyle benzerdir. Yavrunun anasına yaklaşıp süt emmesidir. Yaklaşmak anlamındadır. Alçalarak yaklaşmak demektir. Bu sebepledir ki “dun” kelimesi dışında anlamında olduğu gibi yakınında anlamı da vardır. Bedenden ayrıldığı için dunundadır, ona yakın olduğu için de onun dunundadır. Bu en uygun olanıdır demektir.
Buradaki en uygun olanı i’tida etmemek yani taraf tutmamak, cepheleşmemek demektir. Cepheleşenler zalimdirler. Zulmü istihkak ederler demektir.
“Edna” kelimesi Kur’an’da 10 yerde geçmektedir, “el-Edna” 2 defa geçmektedir. “Edna” kelimesi bir yerde gecenin üçte iki yarısı üçte bir ednasında denmektedir. Burada en az anlamında değildir. Çünkü en az üçte bir olarak belirtilmiştir. O halde “Edna” kelimesi yaklaşık, takriben anlamına gelir. Burada da asgari şart değil normal şart budur demektir. “Ednası” demek en uygun olanı anlamına gelmektedir. “Dun” kelimesinin ism-i tafdili olmaktadır. “Dun” olması gereken anlamına geldiğine göre yani uygun olan demek olmuş olur. “Edna” da en uygun olanı anlamına gelir. Hocaoğlu ve arkadaşlarının hazırlamakta oldukları Ruhu’l-Kur’an’da “dun” kelimesi incelenmiştir.
Allah insanı zalum ve cehul olarak yarattı. Bu zavallılık durumundan kurtulması için ona akıl verdi ve kitaplar göndererek içtimai kurallar oluşturdu. Bunlardan biri savaştır.
Savaşı ortadan kaldıralım diyorlar. Oysa savaş olmazsa denge bozulur. Hayvanları koruma derneği ortaya çıkmış, dağdaki ayılara dokunmayacaksın diyorlar. Tekel sermaye insanları hayvanlar gibi oynatmaktadır. Et yemeyeceğiz. Ormanlardan yararlanmayacağız. Bir ağacı kesmekle bir otu koparmak, bir armudu yemek arasında ne fark vardır?
Allah’ın yarattığı bu dünyayı beğenmiyor, kendileri tamirat ve ıslahat yapmaktadırlar!
Kur’an diyor ki; o zaman yer ve göklerin kuturları dışına çıkınız.
Yani bizim görevimiz bozuk olan dünyayı düzeltmek değil, düzeni bozmamaktır.
Savaş meşru olduğu gibi hakemlerin kararından sonra karakolda dayak atmak da meşrudur. Başka türlü soruşturma yapılmaz. Ne var ki bunu dengelemek için atılan dayak kadar, yapılan işkence kadar kişiye tazmin edilmektedir. Bugün yasalarda dayak ve işkence yasaktır ama o zaman da hukukun denetiminden çıkar ve zulüm mekanizması hâline gelir. Bugünkü anayasalarda polis kimseyi yakalayamaz, üstünü arayamaz, durduramaz. Ancak mahkeme kararı gerekir. Oysa trafikte polis durduruyor, arıyor, alkol muayenesini yapıyor. Evet, bizde de polis arabayı durdurur ve arar ama alıkoyduğu müddet kadar araba kirası ve şahsın yevmiyesini ödemek zorundadır. İçkili ise karakola götürebilir ve trafiğe çıkmasına izin vermez ama alıkoyduğu kadar onun yevmiyesini devlet ödemek zorundadır. Yoksa kişi arabasını sarhoş sarhoş sürer, kaza yaparsa kasten fiili iras etmiş kabul edip cezalandırırız.
Her olayı hukukun içine almalısınız. Bu yasaktır demeniz bir şey ifade etmez.
أَنْ يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ
(EaN YaETUv Bi elŞaHADaTi)
“Şehadeti getirmeleri.”
“En Yeşhedû” denmemiş de “En Ye’tû” denmiştir.
“Şehadet etme” demek şahitlik yapma demektir. Adil şahitlik yapmanın anlamı kişiye göre doğrusunu söylemek demektir. Ama şahitliğin uygun bir şekilde ifa edilmesi ise şehadet getirme ve şehadet ile gelme demektir. Yemin etmeleri ve yeminli şehadet sebebiyle yanlış çıkarsa sorumlu olmaları, i’tida ettikleri takdirde zalim durumuna düşecekleri, dayağı hak edecekleri hükümleri ile şehadet uygun şekliyle gelmektedir.
Bucağın nüfusu 5 000 civarındadır. Bir başkan bütün halkı tanımaktadır. Oranın güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Denetim mekanizması çalışmaktadır. Polis polisle denetlenmektedir. Hakem hakemlerle denetlenmektedir. Ne var ki sonunda bir yerde bu denetleme yetkisinin sona ermesi gerekir. Bugün bu devlet çapına çıkarılmış, hattâ uluslararası yargı üstünlüğü getirilerek sermayenin saltanatı teslim edilmiştir. Bugün tüm yeryüzünü sermaye denetlemektedir ama denetleyememektedir.
İşte İslâmiyet bunu bucak başkanına kadar çıkarır. Son denetleyici bucak başkanıdır. Bucak başkanını kimse denetleyememektedir. Hakemler aleyhine karar verebilmekte, mahkûm edebilmektedirler. Ne var ki kısaslar diyete dönüşmekte, diyet de bucak tarafından ödenmektedir.
Başkan nasıl denetlemektedir?
Denetleme iki şekilde yapılmaktadır.
Birincisi suç işlemekten önlemedir. Bu başkanın yetkisindedir. Başkan görevli kılacağı yetkililerle bucağında suç işlemeyi önler. İşte başkanın bu yetkisi sonsuzdur. Başkanı bu hususta denetleyen yoktur. Onu vali denetlerse o zaman merkezî yönetim doğar, demokrasi biter, şeriat biter.
İkinci denetleme mekanizması ise caydırıcılıktır. Olay vuku bulduktan sonra şahitlerin şehadeti ile kişiyi mahkûm etmedir. Bu caydırıcılık cezalarını vermek başkanın yetkisinde değildir, o yargının yetkisindedir. Başkanlar da yargı denetimindedir, azledilebilir.
İşte, genel anayasa kuralı açıklanmış oluyor. Kişiyi görevden alma veya görev verme yetkilinin yetkisindedir ama görevde kaldığı müddetçe görevi ifa ederken onu atayan kimse ona karışamaz, talimat veremez. Görevli onu atayana değil topluluğa karşı sorumludur. Başkan da yargıya karşı sorumludur.
Adaletin tesis edilebilmesi için şehadetin ednası yani en uygunu yapılmalıdır. Burada “en ye’tiya” ikisinin getirmesi dememiş de “getirmeleri” denmiştir. Birinci ve ikinci şahitle birlikte zikredilmiş olur. Buradaki zamir dördüne gider. Hattâ şahitlerin şehadeti dayanışmanın tezkiyesine bağlıdır. O halde şehadet müessesesinde yer alan herkes gidecektir.
Şehadet müessesesinin uygun çalışması tezkiye müessesesidir yani şahitlerin şehadetinin güvenceye alınmasıdır. Bunun için dayanışma ortaklıkları tarafından güvence verilmesi yani sigortalanması gerekmektedir. Şahit kasten veya bilmeyerek hatalı şehadet yaparsa doğan zararları ödemek üzere dayanışma ortaklıkları güvence verirler yani velayet müessesesi çalışır. Bugün bu müesseseler kalkmıştır. Suçların sigortalanması olmadığı için şahitler denetlenememektedir.
Şehadet müessesesinin tam işleyebilmesi için soruşturmacılara belli ücretlerin ödenmesi gerekir. Bu da kâtip ve şahit zarara sokulmaz âyeti ile teşri edilmiştir. Şahitlik bir taraftan çok sorumlu bir iştir diğer taraftan zorunludur. Bunun için karşılığı verilmelidir ve şahitler korunmalıdır, güvenceye alınmalıdır. Önce diyetleri diğer insanların diyetlerinin iki misli hattâ dört misli olur. Ben ölsem de çocuklarıma hazineler bırakırım diyerek her şahit görevini yerine getirecektir.
عَلَى وَجْهِهَا
(GaLAv VaCHiHAv)
“Vechi üzere”
“Vech” yüz demektir, yön demektir. Herkesin vichesi vardır o oraya yönelir denmektedir. Yön mecazi olarak kural anlamına gelir. Demek ki kuralları üzerine şahitlik yapmaları için bu sisteme uygundur.
Özetlersek:
1- Şahitlik dayanışma ortaklıkları tarafından güvenceye alınmıştır, hata yaparsa biz tazmin edeceğiz demektedirler.
2- Şahitler hakemler tarafından denetlenmektedir. Kabul veya reddedebilmektedirler.
3- Şahitlik yapabileceklerin derecelerini başkanlar tesbit etmektedirler.
4- Başkanlar bunları kendi bucaklarından sürebilmektedirler.
5- Şahitlerin şehadetleri de başka şahitler tarafından denetlenmektedir.
6- Şahitler dayak atabilmekte, dayak atarsa tazminat ödenmektedir.
En önemli husus yerinden yönetimdir. Her bucak kendi soruşturma sistemini kendisi koyar. Hicret demokrasisi ilkesi içinde halk bucaklarını değiştirir ve yeni bucaklar kurar. Eski bucakların nüfusu 3000’den aşağı düşer ve tasfiye edilir. Böylece bucaklar arası yarış olur.
Komünizm bucakları veya kapitalizm bucakları İslâm bucaklarından daha iyi olursa III. bin yıl uygarlığını onlar kurar diyoruz...
Kur’an Allah’ın kitabı ise III. bin yıl uygarlığı “Adil Düzen Uygarlığı” olur...
Adil Düzen Çalışanları ne kadar büyük bir görevle görevlendirildiklerini düşünsünler ve uykularını kaçıracak şekilde çalışmaya başlasınlar...
أَوْ يَخَافُوا أَنْ تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ
(EV YaPAFUv EaN TuRadDu EaYMAVNun BaGDa EaYMAVNiHiM)
“Yahut eymanlarının arkasından başka eymanın reddolunmasından korkmaları”
Ya şehadeti vechiyle getirirler yahut eymanlarının arkasından başka eyman reddolunur.
Yeminlerinden sonra başka yeminler gelmektedir. Buradaki yeminler ilklerin ve ikincilerin yeminidir. Onun için tesniye değil de cem gelmiştir. Nekre olan eyman ise çoğuldur. İki kişinin şehadeti değil de çok kimsenin şehadeti söz konusudur.
Buradan yeni bir kural ortaya çıkmaktadır. Önce iki kişi şehadet eder. İlk şahitlerin şehadetlerinden kuşkulanılırsa ikinci şahitler dinlenir. İkinci şahitler daha açık delille gelmelidirler. Şimdi ise şahitlerin soruşturulması söz konusudur. Yani şahitlerin şehadet ettikleri hakemler karar verdiler ve karar infaz edilir. Bundan sonra artık karar aleyhine dava açılmaz. Şahitler aleyhine dava açılır. Onlar da yemin ederler. Şahitleri mahkûm ederler. Yalnız bu şahitler iki değil dört olmalıdır. Şahitlerin muhakemesi ceza muhakemesi olduğu için şahitler dört olmalıdırlar. Ceza davaları hükümleri gereği dört olmalıdırlar. Burada bu husus ayrıca nass ile teyit edilmektedir. Nekre olmayan çoğuldur. Bu ifadeden anlaşıldığına göre ayrıca ceza davalarında da şehitlere yemin ettirilmesi gerekmektedir.
Ceza davalarında da her şahit için ayrı ayrı dört şahidin şehadeti gerekmektedir. Hukuk davalarında her şahit için iki şahit böylece dört şahit edecektir. Ceza davalarında her şahit için ikişer şahit 8 şahit etmektedir yahut 16 şehit etmektedir. Kural olarak ikili kat ilkesi alınır.
Hakemler aleyhinde açılacak davalarda her üç hakem için ikişer şahide gidilmesi gerekir. Hakemler kararlarını ittifakla ilan ederler. Muhalif olan varsa hakemlikten çekilir. Karar böylece alınmamış olur. Çekilmemişse karara katılmış sayılır.
Bizim verdiğimiz bu manânın sahih olması için “red” kelimesinin müracaat anlamında kullanılması gerekir. Bir şeyi reddetmek geri çevirmek anlamına geldiği gibi bir şeyi reddetmek ila ile kullanıldığı zaman işi ona havale etmek demektir. (4/59) de bir şeyde tenazu ederseniz onu Allah’a ve resulüne reddedinizdeki manâ budur. Yani dava yeni şahitlere, yeni hakemlere reddolunacaktır.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(VaitTaqUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Bu hususta kurallar koymak ve görevler bölüştürmek topluluğa aittir. Herkes içtihadı ile hareket edecektir. Topluluk da icmalarla kararlarını alacaktır. Her bucak yetkilidir. Bunları yaparken Allah’a ittika edecektir. Dolayısıyla bu hususta merkezden baskı yapmak yoktur. Her bucak kendi soruşturmasını kendisi yapar. İl içinde olay cereyan etmişse il soruşturması ve yargısı yargılar.
Bucak içindeki davalara il, ülke ve insanlık mahkemeleri müdahale edemez.
İnsan cüzi iradesine sahip olduğundan, insanlar kendi içtihatları ile yerinden yönetimlerini oluştururlar ve kendi icmaları ile hareket ederler. Ancak davacı iki bucak arasında ise yahut olay merkez bucaklarda cereyan etmişse o davalara merkez bucakları bakar. Diyelim ki ilçede alışveriş yapılmıştır. Niza ilçe içindeki akitlerden doğmuşsa onu ilçe soruşturmacıları soruştururlar. Bölgede bir akit söz konusu ise bunu da ülke soruşturmacıları soruştururlar. Hac yollarında veya kıta merkezlerinde bir anlaşma olmuşsa onu insanlık soruşturmacıları soruştururlar. Denizlerdeki olaylar da böyledir.
İşte görülüyor ki bütün bu sınır ve yetkilerin tespiti ittika içinde topluluklar yapacaklardır. Parça parça orada burada alınan kararlarla çıkarılan kanunlarla değil, genel tek kanunla ve atama ve yetkilerle yapılacaktır. Usul ve kurallara göre yapılacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bunların nasıl yapılacaklarını ortaya koymaya çalışmıştır. Kur’an üzerinde durdukça eksiklikler ortaya çıkmaktadır. Şahitlerin daha çok sayıda şahitlerle muhakeme edileceklerini şimdi öğrenmiş bulunuyoruz.
وَاسْمَعُوا
(Va İSMaGUv)
“Ve sem’ edin”
Bugün uluslararası kabul edilen bir kural vardır. Herkesin savunma hakkı vardır. Sanık dinlenmeden ve savunması alınmadan mahkûm edilemez.
Bu sebepledir ki Anayasa Mahkemesi’nde Erbakan ve arkadaşları muhakeme edilmeden, soruşturma yapılmadan, savunması alınmadan mahkûm edilmişti. Bu uygulama dünyadaki bütün hukuk anlayışlarına aykırı idi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu hususu Türkiye’ye hatırlattı. Sonra hile yaptı. Önce partiyi kapattı. Sonra da bu dosyalara artık gerek kalmadı dedi. Hâlbuki parti o dosyalardaki olaylardan dolayı kapatılmıştır. Bu karar yanlış bir karardır. Sonra diğer dosyalar ayrı dosyalardır. Dosyaları birleştirmeden diğer dosyalar hakkında karar alınamaz. İşte Allah’tan ittika etmek budur. Bilhassa savunma alınmadan kesinlikle karar verilemez.
Biz Kur’an’da savunma hakkı konusunda delil bulamıyorduk. İşte delil burada duruyormuş. “Her söze kulak verirler en iyisine uyarlar” âyeti genel olarak her söze kulak verileceğini içermektedir. Savunma hakkı da bunun içine dâhildir ama burada özel olarak yargıda şahitlerin mutlaka dinlenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Şahitler dinlenecekse sanıklar elbette dinlenecektir. Kaldı ki sem’ edenin mef’ulü zikredilmemiştir. Sanıklar da dâhildir.
Sanıklara haber ulaştığı halde gelmezlerse, gelmedikleri için dinlenemezlerse durum ne olacaktır, dava askıya mı alınacaktır? Sanıkların gelmemesi hâlinde savunma alınmadan kişi mahkûm edilemez. Ama sanıklar başkanın davetine icabet etmiyorsa hakemler bunun hakkında hukuk dışına çıkmıştır diye karar verebilirler. Bu hususta davacının haberinin kendisine ulaştığını ve kasten gelmediğini kanıtlaması gerekmektedir.
Güvenceli davalarda maddi sorumluluklarını dayanışmalar alacağı için dayanışmaların savunma yapması yeterli görülebilir.
Buradaki sem’ edin emri bucak yönetimine aittir. Öyleyse bucakta sem’ eden bir müessese olmalıdır. Bu mahkemedir, duruşmadır.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي
(Va elLAHu LAy YaHDi)
“Ve Allah hidayet etmez.”
İhtida etme içtihat yapmaktır. Hidayet ise müçtehide bilgi vermektir, kılavuzluk yapmaktır. İttika edilecek ve sem’ edilecek.
Sem’ ile istima’ arasındaki fark; istimada söyleyenin muhataptan haberi olmayabilir, sem’ ise karşılıklı konuşmadır. İttika etmeyen veya savunmasız kişileri mahkûm eden topluluklar fasık topluluklardır. Allah onlara yol göstermemektedir. Yukarıdaki sem’ edin emri Allah’ın bu buyruklarını dinleyin anlamında da olabilir. O zaman sem’ edin içtihat edin anlamındadır, yani dört delile dayanarak kararlar alın anlamına da gelmiş olur.
الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (108)
(el QaVMa el FAvSıQIyNa)
“Fasık kavim”
Namuslu kadınlara iftira eden kimseler fasıktırlar ve onların şehadeti kabul edilmez. Yalandan şehadet edenler de fasıktır. Onların da şehadetleri kabul olunmaz.
Bir topluluk eğer gerçek soruşturma sistemini kurmamış, adil yargılama yapamıyorsa, o topluluk fasıktır yani bugün bütün dünya fasıktır. Çünkü dünya henüz adil yargılama sistemini kuramamıştır.
Kelime burada harfi tarifle gelmiştir. “Fasık kavim” maruftur. Ahd için alırsanız bugünkü Türkiye diyebilirsiniz. Cins için alırsanız bugünkü tüm yönetimler denmiş olur.
“Fasık kavim” maruf olduğuna göre onu bizim tanımlamamız gerekir.
Bundan önceki âyetlerin delaleti ile gerçek sonuçları ortaya koyan soruşturma sistemini kuramamış topluluklar fasık topluluklardır. Meçhul cinayetli topluluklar fasık topluluklardır. Kasamesi olmayan topluluklar fasık topluluklardır.
Mevcut mevzuatımızda hakemlik sistemi geçerlidir. Ceza davalarında hakemlik sistemi geçerli değilse de tazminat sisteminde iki taraf hakemlere gidebilirler. O halde “Adil Düzen” bucağını kurduğumuz zaman kooperatif yönetimi içinde bütün bunları uygulayabiliriz. Ceza olarak da kooperatiften çıkarabiliriz. Yani örnek bucak kurma imkânımız daima vardır.
Akevler böyle bucak kurma amacı ile yola çıkmış ama pek çok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Başaramamasının sebebi o günkü yönetimin hukuk dışı baskılarıdır. Akevler müdahil olmuyor. Çünkü baskı yapan Çevik Bir değildi. Baskı yapan MİT idi. Onlar da kendileri baskı yapmıyordu, kiraladıkları kimselere yaptırmışlardı. Onları şikâyet ettiğimizde beraat ettiriyorlardı. Bunu kim sağlıyordu? Dışa bağımlı basın bunu yapıyordu. O basın genel baskı oluşturuyordu. Onlar bugün dava edilemez. Belki de onların da suçu yoktu. Takdir-i İlâhi böyleydi.
Bizim şimdi istediğimiz bundan sonra zulüm olmasın, devletimiz fasık olmaktan çıksın. İşte “Adil Düzen İnsanlık Anayasası” bunu sağlamak ve bu konuda çalışmak için kaleme alınmıştır. Hiç dinleyen var mı?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92