MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 67
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ حِينَ الْوَصِيَّةِ اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ إِنْ أَنْتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ فَأَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةُ الْمَوْتِ تَحْبِسُونَهُمَا مِنْ بَعْدِ الصَّلَاةِ فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ إِنِ ارْتَبْتُمْ لَا نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَلَا نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللَّهِ إِنَّا إِذًا لَمِنَ الْآثِمِينَ (106)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAV EyYuHa elLaÜIdNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Kur’an halk dili ile nâzil olmuştur. Kur’an’ın nâzil olduğu zaman Miladi 610 ile 632 yılları arasındadır. Kur’an Mekke ve Medine Arapçaları ile nâzil olmuştur. Mekke sûreleri ile Medine sûreleri bu sebepledir ki ayırdedilmektedir.
Mekke ticaretle geçinirdi. Tüm Araplar orasını devamlı ziyaret ederlerdi. Mekke Arapçası tüm Arapların en fasih Arapçası idi. Bununla beraber dil bozulmasın diye Mekkeliler çocuklarını badiyedeki bedevilere verir, küçük çocukları onlar büyütürlerdi. Çocuk ana dilini badiyede öğrenirdi. Nitekim Hazreti Muhammed de böyle badiyede yetişmişti. Arapça bozulmamış dildi. Bununla beraber göçebe dili olup uygarlık dili değildi.
Medine’de ise Yahudiler vardı, kendi dilleri uygarlık dili idi. Hazreti Muhammed Medine’ye hicret edince orada kullanılan bazı kelimeler Kur’an’da yer almaya başladı.
Hazreti Peygamber Medine’ye varır varmaz, Medine Müslümanları ile Mekke Müslümanları arasında sözleşme yaptı. Bu sözleşme şu temel esasa dayanıyordu. Biz aramızda çıkan ihtilafları Muhammed’in hakemliğinde çözeceğiz. Kavga etmeyeceğiz, savaşmayacağız. Mağdur varsa kısas yapılacak, affedilirse diyete dönüşecek. Diyeti de dayanışma içinde her grup bölüşerek ödeyecek. Düşman Medine’ye saldırsa hepimiz karşı çıkacağız.
İşte bu Medine Sözleşmesi’nde Medine halkı ikiye ayrılmaktadır.
Biri; Hazreti Muhammed’in peygamberliğini kabul edip onun başkomutanlığında gerektiği zaman savaşlara da katılmayı kabul eden Mekke Muhacirleri ile Medine Ensarı.
Diğeri ise; Hazreti Muhammed’in hakemliğini kabul etmekle beraber peygamberliğini kabul etmeyen, onun başkomutanlığında savaşa katılmayı taahhüt etmeyen kimselerdir.
Birincilere “mü’min” dendi.
İkincilere “müslim” dendi.
Müslimler yargı kararlarını kabul eden kimselerdir.
Birinciler ise asker olanlardır.
İşte, Medine kent devleti böylece kuruldu. Sözleşmede Muhacir ve Ensar dışındaki kabileler de sayıldı, onların da bu sözleşmeye müslim veya mü’min olarak katılması kayda geçti. Sonra Yahudiler de dâhil herkes kendi istekleri ile bu sözleşmeyi kabul edip Medine kent devletine dâhil oldular.
Kur’an’da “Ey iman edenler” ifadesi yalnız Medine Sûreleri’nde geçmektedir, Medine’deki ilk mü’minler muhatap alınmıştır.
“EMN” kökü dayanışmayı da içeren güven anlamındadır. Evler kurulurken ve çadırlar yerleştirilirken evler çevreye sıralanır, ortası boş bırakılır, buraya bir kapıdan girilir. İşte bu boş alanın adı “Mena”dır. Buraya girdiğiniz veya buraya bir şey bıraktığınızda güvene almış olursunuz. “EMNA” güvene aldı, güvene girdi manasına gelmeye başlamış, sonundaki “Y” harfi düşmüş, baştaki if’al bâbının “E”si asıl harf olmuş ve “EMN” kökü ortaya çıkmıştır.
Kur’an, Ey dayanışma ortaklıkları kurup bir başkan etrafında toplanarak site devletini yani bucağını kuranlar demektedir. Bucak halkına “kabile” denmektedir. Çünkü bucakta yaşayanlar her gün iş hayatında birbirleri ile karşılaşmaktadırlar.
Medine bucağı ilk kurulan bucaktır. Örnek bucaktır. Mekke’de aşiretler oluşmuş ve evlerde Kur’an okunmaya başlanmıştır. Medine’de ise kent devleti kurulmuştur. Bu kent devleti saldırılara karşı direnmiş ve on sene içinde tüm Arabistan’a hâkim olmuştur. Bir Arap ulus devleti kurulmuştur. Hazreti Muhammed Araplardan başkasına devlet başkanlığı yapmamıştır. Hattâ Yemen’e vali tayin etmiş ama Müslüman olan kabilelerin reislerine dokunmamıştır. Her kabile kendi anlayışı içinde kendi kabilesini, kendi bucağını yönetmeye devam etmiştir.
Medine ve Mekke yönetimleri ile ilgili âyetler Kur’an’da yer almaktadır ama taşra yönetimleri hakkında ayrıca hükümler koymamaktadır. Bunlar örnek alınarak kendi bucak yönetimlerini kendileri istedikleri gibi oluşturuyorlardı.
Bir İslâm devletinin iki ana görevi vardır. Biri kişiler arasında çıkan ihtilafları yargı yoluyla çözmek, diğeri de yargı kararlarına uymayanları yola getirmektir. “Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, “ey adil yargılama yapan kimseler” demektir. Yine “Ey iman edenler” demek, “genel güvenliği sağlayanlar” demektir. Bu durum bir bucakta gerçekleştirilecektir. O günkü Mekke ve Medine’nin nüfusu 10 bin civarında idi. Herkes birbirini tanıyordu. İşte bucak da bu kadar nüfusa sahip yönetim içinde olacaktır.
Bir devlet dört ana kuvvete dayanır.
1- Teşri Kuvveti: Türkçede buna “yasama” denmektedir. Sözleşmelerden oluşur. Fıkıhta örnek olan sözleşmelerdir. Her mezhep kendi sözleşmelerini yapar. Halk bunlardan istediği sözleşmeyi kabul eder. Bütün sözleşmelerde ortak olan hükümler o bucağın icmalarıdır. Mezhepler icmaların dışına çıkamazlar.
2- İcra Kuvveti: Türkçede buna “yürütme” diyoruz. Sözleşmelerin uygulanması ile oluşur. Ey iman etmiş olanların burada da görevleri vardır. Bundan önceki avlanma âyetlerinde bu hususta hükümler konmuştur.
3- Kaza Kuvveti: Türkçede buna “yargılama” denmektedir. Bunların da dört ayağı vardır. Bu âyet o kısımlardan soruşturmayı açıklamaktadır.
4- Velayet Kuvveti: Türkçede buna “yönetme” diyoruz. Kur’an buna “dayanışma” demektedir.
Kent devleti bu dört kuvvetle oluşur. Meclisleri vardır. Bunlar mü’minlerin katılması ile oluşur. Şûraları vardır, bunlar dayanışma ortaklık sorumlularından oluşur. Başkanları vardır, bunlar “resul” kelimesi ile ifade edilir. Ayrıca semtlerde emir sahipleri vardır. Resul ve emirler aynı zamanda imamdırlar.
شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ
(ŞaHAvDaTu BaYNıKuM)
“Beyninizin şahadeti”
Bir bucak yönetiminde dört kuvvetin mevcut olduğunu, bunlardan birinin yargı olduğunu yukarıda zikrettik. Şimdi yargıda da iki safha vardır. Bunlardan biri olayın tespitidir. Yargı geçmişte cereyan eden olay üzerinde oluşur. Bir hükme varabilmek için onun soruşturulup geçmişteki olayların ortaya çıkması gerekir. Bu ispat dönemidir. Ondan sonra da o olay hakkında hüküm vardır yani karşılığını belirlemedir.
Bugün Türkiye’de bu soruşturma safhasını da mahkemeler yapmaktadır. Oysa Kur’an bu iki safhayı ayırmaktadır. Soruşturmaları şahitler yapmakta yani tanıklar yapmakta, polisler yapmakta, hükümleri ise hakemler yapmaktadır, yani hakemler olayın oluşması üzerinde durmamaktadırlar. Onlar şahitlerin yani polislerin şehadeti ile hüküm vermektedirler.
İslamiyet’te şahitleri taraflar seçmemektedir. Şahitleri davacı seçmektedir. Davalının şahitlere ihtiyacı yoktur. Zimmetin beraatı asıl olduğu için kendi beyanı yeterlidir. Davacının ispat etme ihtiyacı vardır.
İnsanlar bir işlem yaparken şimdi nasıl notere gidip mukavele yapıyorsa, İslâm düzeninde de polise gidip onların huzurunda sözleşme yaparlar ve onları şahit tutarlar. Bugün nasıl mahkemelerde noterin verdiği belgeyi ibraz ediyorsak, İslâmiyet’te polisi şahit olarak gösteririz. Hangi polisi? Bizim noter seçer gibi seçtiğimiz polisi şahit gösteririz.
Bugün noter yazıları yazar ve kendisi saklar. İslâmiyet’te bu böyle değildir. Bugün olduğu gibi yazıyı yine kâtip yazar yani noter yazar. Yazdığı belgeyi iki suret yapar, şahitlerden birine birini, diğerine de diğerini verir. Onlar bu verilen belgeleri saklarlar.
Şahitler hakemler tarafından çağırıldıklarında ellerindeki bu belgelere dayanarak şahitlik yaparlar. Şahitler yalnız bu belgelere dayanarak şahitlik yapmazlar, kendileri soruşturma yaparlar, kendilerine göre dosya hazırlarlar, bu dosyaya göre şahitlik yaparlar. O halde bu âyette hakemlerin soruşturma yapmayacaklarını, hakemlerin şehadete göre hüküm vereceklerini öğrenmiş olacağız. Aramızda şehadet vardır.
“Ey iman edenler” diye başladığına göre soruşturma görevi kamuya aittir, dolayısıyla soruşturmacının, yani şahidin, yani polisin ücretini devlet verecektir. Vatandaş vergisini bunun için vermektedir. Bunun için ayrıca bir karşılık istenmez.
Kur’an’da hükümler bir örnek üzerinde anlatılır, diğerlerini ona kıyas ederek biz ortaya çıkarırız. Şahitler hakkında Bakara Sûresi’nde sözleşme yapılırken bahsedilmişti, şimdi ise vasiyet esnasında bahsedilmektedir. Orada şahitleri bulundurmak tarafların yetkisinde idi, burada acil durumlardan bahsetmektedir. Şahitlerin de denetiminden bahsetmektedir.
إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ
(EiÜAv XaWaRa EXaWaKuMu eLMaVTu)
“Birinize mevt hazır olunca.”
“Siz ölüme hazırlandığınızda” denmiyor, “Ölüm size hazırlandığında, ölüm bizim yanımıza geldiğinde” deniyor. İnsan hasta olduğu zaman öleceğini kendisi de anlar, çevresi de bilir, ölüm alametleri ortaya çıkar.
“Mevt” bir varlık olarak kabul edilmiştir. Mevt insanın cansız hâle gelmesi değildir. Gece de gündüzün yok olması değildir. Gece maddedir yahut gözün görmediği durumdur. Gündüz ise gözün gördüğü durumdur. Yoksa gece olunca varlıklar yok olmamaktadır. Gölge de ışığın olmadığı durum değildir. O da bir varlıktır. Kur’an’da “yok” kelimesine tekabül eden “adem” sözü yoktur, boşluk yoktur. Mekân boşluk değildir. Mekân parçacıklar ile doludur. Eskiden eter dedikleri şey sürekli bir varlık kabul ediliyordu. Şimdi ise tesir kuantumlarının parçacıkları olduğu kabul edilmektedir Tesir kuantumu vardır. Bu da zaman ve mekân kuantumlarının birleşmesinden oluşur.
Kur’an’da “siz mevtler idiniz” denmekte, bizim dünyaya gelmeden önce de mevt olarak var olduğumuz bildirilmektedir. Bu durumda biz kimiz suali ile karşı karşıya geliriz.
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Allah kendisini dört türlü izhar eder. Bunların her biri sanki ayrı ayrı ilâh imiş gibidir. O semada bir ilâhtır, O arzda bir ilâhtır demektedir. O’nun semadaki ilâhlığı ile arzdaki ilâhlığı farklıdır. Nekre getirilmiştir.
1- Kimse ve nesne yokken O kâinatı var etti. Kâinat en küçük parçacıklardan oluşur. Her parçacığın iki hızı vardır. Biri ışıktan küçük hızdır, diğeri ışıktan büyük hızdır. Parçacık başka parçacıklarla etkileşerek hızı ve dalga hızı çarpımları sabit kalarak değişmektedir. Parçacıkların sayısını sabit tutmakta, değiştirmemektedir. Ayrıca parçacıkların sahip olduğu hızların kareleri toplamını sabit tutmaktadır, onu da değiştirmemektedir. Sadece parçacıklar hız karelerini birbirlerine aktararak yerlerini ve şekillerini değiştirmektedirler. İşte bu kâinatın mekânı zamanla büyümektedir. Bunları var ederken başka varlıklar yoktu, hiçbir şey yoktu. O bütün bunları kendi kudreti ile var etmiştir.
2- Kâinatı var ettikten sonra doğa kanunlarını koydu. Parçacıklar ve parçacıkların birleşmesinden doğan varlıklar var oldu. Onlar ilâhi kanunlara uyarak kendileri harekete başladılar. Mesela su 0 derecede donar. Allah sulara bu özelliği vermiştir. Onlar kendi özellikleri ile bu davranışları yaparlar. Allah bundan sonra bu kanunları değiştirmemektedir. Bu kanunların kayyumu ve sürdürücüsü olmaktadır. İlk defa var eden Tanrı’nın görünüşü ile bu ikinci Tanrı’nın görünüşü aynı değildir. Biri yenilik yapan, diğeri ise sanki kâinatı kendisi var etmemiş gibi onu değiştirmeyen bir Tanrı.
3- Allah bu kâinatı var etmiştir ve kanunlarını değiştirmeden korumaktadır. O varlıkların var olduklarından haberleri yoktur. Tanrı’nın muhatabı değildirler. Bu sefer o kâinatın sakinlerini de var etti. Bunlar insan, melek, cin ve ruhtan oluşan varlıklardır. Bunların bir kısmı aktif değildir. Tohum gibi çimlenmeye müsaittir. Şimdilik uyku hâlindedir. İşte ruhların bu şekilde iki durumu var, uyanık halleri ve uyku halleri var. Uyku halleri mevt hâli, uyanık hâlleri ise hayat hâlidir. Demek ki “mevt” demek yok olma değil istirahata çekilme demektir. Onun için “ölüm hazır olduğunda” denmektedir.
“Biriniz” diyerek her birimiz ölüme ayrı ayrı gideriz. Gittiğimiz yerde beraber olmayız.
“İzâ” zaman zarfıdır. Mebni kelimedir. Geniş zamanı içerir. Şartı da içine alır. Burada “şehadet” kelimesinin zarfıdır. Arapçada fiil gibi faili, mef’ulü ve zarfı olan isimler vardır. Mastar, ism-i fail, ism-i mef’ul, sıfat-ı müşebbehe bilfiil bunlardandır. Bu âyet “Ey iman edenler”den sonra şehadet mastarı ile başladı. “Beyniküm” kelimesine izafe edilmiştir. “İzâ” ile başlanmamış, sonuna getirilmiştir. Yani “İzâ hadara ehadukumu’l-mevte şehadete beyniküm” denmemiştir. Öyle denseydi şehadet ölüm için şart olurdu. Nasıl namaz kılmamız için abdest almamız şart ise, öyle denseydi ölüme hazır olmamız için şehadetin olması şart olurdu. Böyle olmadığı için “izâ” “şehadet”ten sonraya getirilmiştir.
حِينَ الْوَصِيَّةِ
(XIyNa eLVaÖıyYaTı)
“Vasiyet hîninde.”
“İzâ”dan sonra bir de “Hiyne” getirilmiştir. Zaman içinde zaman belirtilmiştir.
“Öğle vakti namaz kılarken” derseniz “öğle” kelimesi zarfı içerir. Tamamının namazla dolması gerekmez ama “hiyne” miyarı gerektirir yani bütün vakti doldurması gerekir. Vasiyet yapılırken şahitlere gerek vardır, yoksa tüm ölme zamanında şahitlere gerek yoktur.
“Hiyn” mureb zaman zarfıdır, “İzâ” ise mebnidir.
“Vasıyyet” burada marife getirilmiştir. O halde belli vasiyeti yaparken demek olur. Bu vasiyet miras ve vasiyet âyetlerinde belirtilmiştir. Orada tarif edilen vasiyettir. Bu vasiyetlerin yapılması farz veya meşrudur.
Maruf olan vasiyetler nelerdir?
1- Kişinin borç ve alacaklarını kalanlara bildirmesi gerekir. Yoksa haklar zayi olur. Alacaklıların hakları zayi olur. Vârislerin hakları zayi olur. Dolayısıyla vasiyet yapmadan, hak sahiplerinin haklarını beyan etmeden ölmek, şehadeti ketm etmek günahdır. Muhasebeye vermediği muameleler varsa vasiyet yoluyla bunları beyan etmelidir.
2- Kur’an iki çeşit mülkiyet getirmiştir; yararlanma mülkiyeti ve işletme mülkiyeti; mülk-i meta ve mülk-i kıyam. Meta mülkiyeti miras yoluyla intikal eder. İşletme mülkiyeti yani kıyam mülkiyeti ise vasiyetle intikal eder. Dolayısıyla işletme mülkiyeti ile sahip olduğu malları kimlere mirasçı bırakacaksa vasiyet etmesi gerekir. Bazı hukuklar yalnız mirası kabul ederler, bazıları yalnız vasiyeti kabul ederler. Kur’an ise metada mirası hayırda vasiyeti kabul etmiştir.
3- Bırakacağı mallardan anne ve babalarından bir veya ikisi daha önce ölmüşse onlara düşen payları vasiyet yoluyla istediklerine bırakabilir. Mirasçı olmayan ama muhtaç olan yakınlara bırakabilir. Vakıf yapabilir. Mirasçı olup daha fazla yakınlık gösteren akrabalara bırakılıp bırakılmayacağı tartışmalıdır. Mâni bir delil yoksa onlara da bırakılabilmelidir. Mefhumu muhalefetle bırakılmaz, kıyasla bırakılır.
4- İslâmiyet’te vakıf müessesesi vardır, bunlar kamu yararına tesis edilen işletmelerdir. Bunların mütevelli heyetleri sözleşmelerde belirtilir. Kendilerinden sonra yerlerini alacak kimseler de ölenler tarafından vasiyet yoluyla tesbit edilir. İzmir Akevler’de bu husus açık kalmıştır, dolayısıyla sorun devam etmektedir. Benzer şekilde Millî Görüş camiası için de sorun söz konusudur. Biz bu âyetteki vasiyete dördüncü maddeyi ekliyoruz. Bunu Hz. Zekeriya peygamberin duasına dayanarak yapıyoruz.
Bir vakıf kurucular tarafından kurulur. Bir mütevelli heyeti oluşturulur. Hakem kararı olmadıkça yahut sözleşmede hüküm bulunmadıkça kişinin vakıf yöneticiliği ölüme kadar devam eder. Ölmeden evvel de kendileri yerlerine gelecek kimseyi vasiyet ederler. Başkanlık vasiyetle intikal etmez. Başkan mütevelli heyetinin sıralama usulü ile seçeceği kimse olur.
اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ
(iÇNAyNı ÜaVAy GaDLin MiNKuM)
“Sizden iki adil sahibi olan”
Buradaki “İsnani” iki şehadet mastarının failidir, bunun için merfudur; yahut “şehadet” mübtedadır, “isnani” haberdir. İsnaniyi haber olarak alırsak şahadet iki tarafından yapılacaktır. O takdirde “Şuria leküm” takdirine gerek kalmaz. Yani; ey iman edenler, sizin için şöyle şöyle şehadet teşri edilmiştir manâsını da verebiliriz.
Ölüm hâlinde yapacağınız vasiyette adil sahibi iki şahit gerekir. İki ifade de ibare ile delaletten farklıdır. Biri şahitlik müessesesini ibare olarak almış olur, diğeri ise şahidin iki kişi olmasını ibare olarak almış olur. Her iki manâ da doğrudur.
“Adil sahibi” denmektedir. Adil sahibi olanlar nekre getirilmiştir. Dolayısıyla adil sahibi olmak için toplulukta sınırlı bir kadro konmamıştır.
Fıkıhçılar bir bucak halkını üçe ayırmışlardır; adil olanlar, adil olmayanlar ve meçhuller. Adil olanların şehadetini hakemler kabul etmek zorundadır. Meçhullerin şehadetini hakemler kabul etmezler. Arada olanların yani meçhullerin şehadetini dosyalarını tetkik ederek kabul veya reddederler.
“Sizden” dendiğine göre bucak mensuplarından denmiş olur. “Ey iman edenler” olarak onlara hitap etmiştir. Bu da gösteriyor ki her bucak yargıda bağımsızdır. Merkezi bucaklar taşra bucaklarının iç işlerine karışmazlar. Fıkıhçılar hadislere dayanarak cuma şartı içinde kazai bağımsızlığı koymuşlardır. Eğer oradaki imamın suçluları asma yetkisi yoksa, yargı bağımsız değilse, yönetim hukuk düzeni içinde bağımsız değilse, orada cuma namazı kılınmaz. Buradaki “minküm” kelimesi bu icmayı doğrulamaktadır.
“Adil sahibi olma” nasıl tesbit edilecektir?
Önce her ahlâkî dayanışma kendi cemaatini adil olma bakımından sıralar. Sıranın tersi alınır, kişinin kendi dayanışması içindeki ahlâkî derecesi bulunur. Sonra ocak başkanları dayanışma sorumlularını ahlâkî bakımdan sıralarlar. Her ahlâkî dayanışmanın bir ahlâkî derecesi olur. Bir kişinin topluluk içindeki ahlâkî derecesi dayanışmasının derecesi ile dayanışma içindeki derecelerin çarpımıdır.
Burada başkana yetki verilmiştir. Başkanın belirleyeceği dereceden daha büyük derece alanlar o bucak içinde adil sahibi olanlardır. Buradaki sizden adil sahipleri bunlardır. Bunlar soruşturma yetkisine sahiptirler. Bunların şehadetleri hakemler tarafından kabul edilmek zorundadır.
Şimdi diyebilirsiniz ki; siz bir mekanizma getiriyorsunuz, bunların delili nedir?
Önce “adil sahibi” kelimesi Kur’an’da geçtiğine göre onların tesbit edilmesi gerekir. Kişi kendi ahlâkî dayanışmasını seçiyor. O sıraya koyuyor. Beğenmezse kişi oradan ayrılıp gider. Ehliyetleri dayanışmalar tevcih edecekleri için ahlâkî ehliyeti ahlâkî dayanışmanın yapması doğaldır. Bazınızı bazınızdan üstün kıldık âyeti ile de sıralama getirilmiştir. Dayanışmalar arasında birlik sağlama görevi hakem olması sıfatı ile başkana aittir.
İşte böyle delilleri bir araya getirerek bir hüküm çıkarmaya “içtihat” denmektedir. Bir sorun değil bir sistem çözülüyorsa buna da “istihsan” denmektedir.
أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ
(EaV EAvPaRANı MiN ĞaYRıKuM)
“Yahut gayrınızdan aherleri.”
Bucağımızdan adil sahibi olmayan ikisi her zaman mümkün olmayabilir. Dışarıda yani bucağınızın dışında iken de başınıza böyle bir olay meydana gelmiş olabilir.
“Âhar” kelimesi diğerleri demektir. “Âherani” nekre getirilmiştir. “Gayreküm” denmemiş de “Min Gayriküm” denmiştir. “Min” cinsi ifade eder, sizden gayriniz denmiştir. Adil olma şartı getirilmemiştir. Yani zevaadl olma şartı her an için getirilmemiştir. Adil sahibi olsun olmasın bizden olmayanları ifade etmesi için “Min” getirilmiştir. Adil sahibi olmayan ama bizden olan ise mantuk değildir. Mefhumu muhalefetle onların olmadığını anlarız.
Burada “Ev/veya” harfi ile atfedilmiştir, atıf aheranı insana atfetmiştir. “Minküm” “Min Gayriküm”e tekabül etmektedir. Dolayısıyla bunların zevaadl olması gerekmez. Kıyas yoluyla zevaadl olmayanlar da bunlara atfedilecektir.
إِنْ أَنْتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ
(EiN EaNTuM WaRaBTuM Fıy eLEaRWı)
“Siz Arzda darb etmiş iseniz”
Kur’an’da yolculuk değişik şekilde ifade edilmiştir.
Arzı darb etmek, sefer üzerinde olmak veya sebilin âbiri olarak ifade edilmiştir. Sebilin âbiri demek yolculuk hâlidir. Arzı darb etmek demek, kendi bucağının dışına çıkmak demektir. Bir seneden az dışarıda kalmak demektir. Sefer ise uzak yere gitmek ve bir cumadan daha az zamanda oralarda kalmak demektir.
“Darabtüm” kelimesi kullanılmıştır. Bucağın kırlarına çıkmak da bu hükme dâhildir. Yani mesela bir bucağın yaylasında ölüm geldi, bizden adil iki kişi bulamadık, diğerlerini işhat ederiz. Bizden olmayan adil olsun olmasın işhat edebildiğimize göre, bizden olup da meçhul olanları işhat edebiliriz demektir.
فَأَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةُ الْمَوْتِ
(Fa EaÖABaTKuM MuÖIyBaTu eLMaVTı)
“Mevtin musibeti size isabet ettiğinde.”
Eğer hastalık daha önce olmuşsa, ölüm hastalığı belirmişse, sefere çıkmadan vasiyet etmeniz gerekir. Mevt isabet ettikten sonra çıkarsanız o takdirde vasiyeti sizden zeva adle yapmanız gerekir. Buradaki ruhsatın illeti ölümün aniden gelmesidir, beklenmedik bir şekilde gelmesidir.
“Sayyıb” yağan fırtınalı yağış demektir. Yıldırımlar da onun içindedir. Beklenmedik olaylara musibet denmektedir, te ismiyyet içindir. Musibet mevte izafe edilmiştir. Ölüm musibeti size isabet ederse denmektedir. Yukarıda sizden birine ölüm musibeti isabet ederse denmiş, burada size isabet ederse denmiş.
Burada içimizden birinin ölümü ölene musibet değildir, bize musibettir. Burada olanlara atfetmemektedir, “İza hadara ehadukumu’l-mevtu”ye (“Birinize mevt hazır olunca”ya) atfetmektedir. Ölecek kişiye ölüm hazır olmuştur, burada ise ölümün musibetinden bahsetmektedir. Oradaki ölüm kişiyi ilgilendiren ve ölmesinden önceki ölümdür. Buradaki ölüm ise kişinin ölmesinden sonra, kişiyi değil de kalanları ilgilendiren ölümdür. “Fa” harfi “hadara’l-mevt”e atfedilmiş, ölümün musibeti bize isabet etmiş olmaktadır. Bundan dolayı zamirle değil izhar edilerek getirilmiştir.
Bu ifade bize şunu anlatmaktadır ki ölünün cenazesi, borçları, tekfini (kefenlenmesi), defnedilmesi, mirasın taksimi topluluğa ait olup vârislerine ait değildir. Miras âyetinde de bu açıkça ifade edilmiştir. “Min ba’di deyn” denmiştir. Hazreti Peygamber borçlu olarak ölen birisinin borçlarını vârisleri ödemeye kalkışınca bu iş bana aittir, size ait değildir demiştir, böylece âyetin hükmünü uygulamıştır.
تَحْبِسُونَهُمَا مِنْ بَعْدِ الصَّلَاةِ
(TaXBiSuNaHuMAv MiN BaGDı elÖaLAvTı)
“Onları salâttan sonra habs edersiniz.”
“Salât” burada marifedir. Cuma namazıdır. Cuma günü kılınan ve öğlen yerine geçen namazdır. Cuma namazı eda edilip hutbe bitince halk dağılır, sohbete başlar. Birbirleri ile ikili görüşmeler yaparlar. Bu arada başkan varsa davalara bakar, duruşmaları yönetir, tanıkları dinler. Başka yapılacak ortak işler varsa o işleri yapar. Yargılama bugün olduğu gibi açıktır. Şahitler şehadetlerini hakemlerin karşısında yaparlar. “Tahbisuhuma” denmemiş de “Tabisunehuma” denmiş, çoğul sığası getirilmiştir. Demek ki yargılayan başkan değil, hakemlerdir; üç hakemdir.
“Hapsetme”nin anlamı şudur. Duruşma başladıktan sonra şahitler artık meclisi terk edemezler, kimse ile görüşemezler. Kimsenin telkininde olmaksızın şehadetlerini ifa ederler. “Min” gelmesi hemen arkasından demektir.
فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ
(Fa YuQÖıMAvNı BilLAvHı)
“İkisi Allah’a kasem ederler.”
Şahitlere yemin verdirilir. Bunun anlamı şudur. Eğer yanlış çıkarsa ve biz de ona göre hükmettiysek sonra siz tazmin edersiniz. Yeminsiz beyanlarda bir sorumluluk yoktur. Ben öyle biliyordum, yanılmışım dersiniz. Ama yeminli sözlerde ise yanılmışım demekle kurtulamazsınız. Bunların şehadetine dayanarak karar verilse ve yanlış çıksa, kazanan kazanmıştır, karar geri alınmaz. Yeminli şehadette bulunanlar veya ona göre karar verenler tazmin ederler. Hakem kararları infaz edilir. Sadece kısasta diyete dönüşür.
إِنِ ارْتَبْتُمْ
(EiN EiRTaBTuM)
“İrtiyab ederseniz.”
Yemin ettirme şartı irtiyab hâlindedir. İrtiyab ederseniz yemin ettirebilirsiniz demektir. Yemin ettirme zorunluluğu yoktur. Yemin ettirme şartı hakemlerin söylenenlerden kuşku duymaları hâlindedir. Yahut tarafların yemin talep etmesi hâlidir.
Neden yemin ettirilmesi zorunlu değildir?
Çünkü yemin ağır sorumluluğu yüklenmek demektir. Bazen kesin olarak bilmesek de kanaatimizle karar vermek durumundayız. Dolayısıyla her zaman şahitlere yemin ettirme zorunluluğu yoktur.
Bu âyetin böylece şehadette yemini irtiyab şartına bağlaması bazı hukuki sorunları ortaya koyar. Şahitler adil sahipleri ise ve yeminli şehadette bulunuyorlarsa o zaman sorumluluk hakemlere ait değildir. Hakemler adil şahitlerin şehadeti ile hükmederler. Yanlış olursa şahitlerin dayanışması öder. Ama şahitler adil değilse veya o bucaktan değilse, o zaman hakemler yine karar verir ama hatalı karar verirlerse hakemlerin dayanışması öder.
Yemini nasıl yapacaklardır?
İnsanları yolsuzluğa ve yalana götüren iki şey vardır. Biri menfaattir. Diğeri ise yakınlıktır. Çıkarından dolayı bu şehadeti yapmamışlardır. Yakınlığından dolayı bu şehadeti yapmamışlardır. Buna yemin edeceklerdir. Yani ileride tazminata mahkûm oldukları zaman eğer çıkarları için veya akrabaları olduğu için bu yanlışa yemin etmişlerse o zaman bu zararı kendileri öder. Hata etmişlerse ve ikrah gibi başka mazereti def için yapmışlarsa, o zaman tazminatı âkileleri öderler.
لَا نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا
(Lav NaŞTaRIy BiHIy ÇaMaNan)
“Onunla semen iştira etmeyiz.”
Demek ki eğer o şehadette şahitlerin de bir kazancı varsa şehadetleri kabul edilmez. Mesela bir kimsenin bu bizim kardeşimiz değildir demesi kabul edilmez. Çünkü kardeş olmadığı zaman onun miras payı artacaktır. Yani şehadette çıkar varsa kendisi çekilecektir. Karşı taraf da onun şehadetini reddedebilir.
Yolcu olanların kendi lehlerindeki şehadetleri kabul edilmez. Kimse babam bana vasiyet etti diyemez. Vasiyet ancak şahitler huzurunda olacak, onlar beyan edeceklerdir. Şahitlik belgesi de şahitlerde olacaktır.
Burada “semen” denmektedir. “Semen” dolaylı menfaattir yani bizatihi menfaattir. Semeni iştira etmediklerine göre başka şeyleri hayda hayda iştira etmeyeceklerdir. Semen iştira aracıdır ama semenin kendisi aranır hâle getirilmektedir.
وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى
(Va LaV KAvNa Üa QuRBAy)
“Ve kurbâ sahibi olsa da”
Biz onunla semeni iştira etmeyeceğiz.
“Kurbâ sahibi olma” derken, yakınlığı bulunma, yani bize yakınlığı olsa da deniyor. Aslında burada “iştirâ” kelimesine atıf vardır. Çok veciz bir şekilde semen dışındaki çıkarları, sosyal çıkarları ifade etmektedir. Onu ifade eden bir kelime olmadığı için böyle şartlı cümleyle ifade edilmiştir. “Lâ neşterî nef’an gayressemen” anlamındadır. Hazfedilen cümle “Lev” şartının cezasıdır. “Ve” harfi getirildiği için bu şart yukarıya ait değildir. Şart ile ceza arasına “ve” harfi girmez. O halde burada cevap mahzuftur, “Neşterî” anlamında bir kelimedir.
Demek ki şahitlerin şehadetinde çıkarlarının olmaması gerekir. Mesela ortaklarının lehine şehadetleri kabul olunmaz. Ayrıca işçilerin patronları lehine şehadetleri kabul olunmaz. Semenin iştirası gibi semenin zayi olması da iştiraya ilhak olunur ama iştira sebebiyle yapılan yanlış yeminler kendileri tarafından karşılanır. Zarardan kurtulacaklarsa onların da şehadeti kabul edilmez. Akrabaların birbirine şehadetleri kabul olunmaz. Ayrıca düşmanların da birbirlerine şehadetleri kıyas yoluyla kabul edilmez.
Kur’an’ın âyetleri okunup hükümler çıkarılmalıdır. Sonra da fıkıh tedvin edilmelidir. Biz şimdiye kadar bu imkâna sahip olamadık. Bunu bir kişi yapamaz. Bir fıkıh apartmanı yapmalıyız. Yüz aile orada yerleşmelidir. Ailenin diğer fertleri oranın işyerinde çalışmalıdır. Yüz âlim de fıkıh üzerinde çalışmalıdır. Âlimlere müellefe-i kulub faslından maaş bağlanmalıdır. Bu âlimler Kur’an ilimlerini Ruhu’l-Kur’an’dan öğreneceklerdir. Ondan sonra da fıkhın konularını bölüşüp her âlim bir fasıl üzerinde çalışıp içtihat yapmalıdır. Böylece bir mezhep oluşturulmalıdırlar. Ortalama olarak böyle on mezhep olacaktır. Diğer apartmanlar bu mezheplere göre örgütlenmelidirler. Bu âyetler üzerinde durup tezekkür etmeden “Adil Düzen”i getirmek bugünkü yarım kalan durum olur.
Sokrat Ekolü gibi Ebu Hanife Ekolü gibi bir ekolün kurulmasını dua ediyorum. (Bu satırları Mekke-i Mükerreme’de yayına hazırlıyorken Üstad’ımın bu duasına bu mübarek topraklardan katılıyor, burada kabul olunan dualara dâhil olmasını niyaz ediyor ve derinden “ÂMİN” diyorum. RNE) Bunun nasıl olacağı hususu yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Yüz dairelik proje temenniden fiiliyata bu şekilde geçirilmiş olacaktır.
وَلَا نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللَّهِ
(Va LAv NaKTuMu ŞaHADavTa ElLAHi)
“Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz.”
Bundan önce kişi hakları ile ilgili şehadetten bahsetti. Özel hukukun sosyal ve ekonomik haklarında bir haksızlık yapmayacaklarını, yalan beyanatta bulunmayacaklarını ifade etti.
Yargının iki görevi vardır. Hukuk ikiye ayrılmaktadır; hukukullah ve hukuku ibad. Hukukullah kamu haklarıdır. Hukuku ibad ise özel hukuktur. Özel hukukta davalı ve davacı vardır. Taraflar haklarını birbirlerine bağışlayabilirler. Dava açmazlar, kazandıkları davayı infaz etmezler. Oysa kamu hukukunda taraf kimdir, kamu hukukunu kim ikame edecektir? Bugün bu görev savcılar tarafından yürütülmektedir. Karakola ihbar ederseniz onlar da soruşturma yapabilmektedirler.
Savcı kamunun vekili olarak dava açmaktadır. Kamu da idareciler olarak kabul edilmektedir. Oysa idareciler görevlileridir. Onlar kamuyu tek başlarına temsil etmezler. Kamu bütün bucak sakinlerinin hakkıdır. Herkesin davacı olabilmesi gerekmektedir. O zaman da kimse şahitlik yapmaz çünkü kamunun menfaati herkesin menfaatidir.
Bugünün uygulaması bu sorunu çözmüş değildir.
Burada “Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz” dendiği zaman ne anlaşılacaktır?
“Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz.” Yani Allah bize ne öğretmişse, ne gösterdiyse onu gizlemeyeceğiz, doğrusunu söyleyeceğiz denmiş olur. O zaman menfaatimizi gözetmeyecek, akrabalığımızı düşünmeyecek, şehadetimizi Allah’ın öğrettiği gibi yapacağız denmiş olur. Böylece şahitlerin şehadeti Allah’ın onlara sağladığı bilgidir.
“İlmellahi” denmemiş de “Allah’ın şehadeti” denmiştir. Bu kelime soruşturmanın kurallarını koymaktadır. Biz bir bilgiye ulaştığımız zaman Allah bize o bilgiyi göstermiş olur, bildirmiş olmaz. Hata ihtimali olabilir ama hata yokmuş derecede ilme sahip oluruz. Bu Allah’ın şehadetidir. Bunu izhar etmek şehadeti gizlemektir.
Bu takdirde “Allah” kelimesi âlemlerin rabbini ifade eder. Eğer O’nun halifesi topluluk kastediliyorsa, özel hukuku doğru şehadetimizle koruduğumuz gibi kamu hukukunu da gizlemeyiz, ilgililere haber veririz demiş oluruz. Onun için de gerektiğinde şehadet ederiz denmiş olur.
Yargının dört ayağı vardır: Taraflar, Soruşturmacılar, Bilirkişiler, Yargıçlar.
Bunlarla hüküm ortaya çıkar. Ondan sonra infaz kalır. İnfazı herkes kendi rızası ile kendisi yapar. Yapmayan olursa o zaman silahlı güç devreye girer, onlar infaz eder.
Kamu davalarını ihbar yetkisi her vatandaşındır. Kendi dayanışmasına bildirir. Dayanışması bu ihbarları değerlendirerek dava açar.
Kur’an düzeninde savcılık yoktur. Halkın temsilcileri olan dayanışma sorumlularının vekilleri kamu davasını açarlar. İspat yine aynı şekilde yapılır.
إِنَّا إِذًا لَمِنَ الْآثِمِينَ (106)
(EinNAv EiÜan La MiNa eLEAvÇiMIyNa)
“Biz o zaman âsim oluruz.”
Buradaki “İzen”in işaret ettiği şey nedir?
Semen iştira eder, akrabalarını tutar yahut kamuya ait şehadeti gizlersek biz âsimden oluruz demektedirler.
İsm ve udvan; ism kendisine zarar vermektir, udvan başkasına zarar vermektir. Bağy kelimesi de böyledir.
Cenef ve ism; cenef görevi yapmamaktır, ism ise kötülüğü yapmaktır.
Küfür nankörlüktür ve kalbî bir fiildir, ism ise bedenî fiildir.
İsm zararlı iş yapmaktır, bühtan ise başkasına iftira etmektir.
Kizb yalan söylemedir, ism doğruyu söylememedir.
Hıyanet kötülüğü istemedir, ism kötülüğü istemeyerek de olsa yapmaktır.
İsm kasten yapmaktır, hata ise istemeyerek yapmaktır.
Udvanın karşılığı takvadır. Birrin karşılığı ismdir.
Suht kandırmak, fuhş düzeni bozmak, ism ise düzene zarar vermektir.
Lağv boş işler yapmadır, ism ise zararlı iş yapmadır.
Masiyet karşı gelmedir, ism görevi yapmamadır.
O zaman biz kendimize zarar veririz demek olur. Yani doğru şehadette bulunmayanlar kendilerine zarar vereceklerini kabul eder. “Âsimîn” hükmü kendine kötülük olduğu için kendimize zarar vermiş oluruz demiş olurlar.
Buradan çıkaracağımız hüküm şudur. Kısas uygulanmaz ama tazminat uygulanır. Kasıtları varsa bu tazminatı kendileri öderler, kasıtları yoksa bu tazminatı dayanışma ortaklıkları öderler.
İnsanlık devlet aşaması öncesi ve devlet aşaması sonrası olmak üzere iki devre geçirmiştir. Devlet aşaması öncesi kişi yönetimi vardır. Başkan tüm kamu görev ve yetkilerini kendisi yüklenmiştir. Herkese kendisi hakları dağıtır, cezaları verir. Göçebe hayatı yaşayan bu devrin insanlarının kendi kabilelerinden ayrılma şansları yoktu.
Tarım döneminde kabileler bir araya geldi, köyler ve kasabalar oluştu. Mekke ve Medine gibi kasabalarda yine devlet aşaması yoktur. Kabileler arasındaki kavgalarla ve çatışmalarla denge oluşmakta idi. Yargılama sistemi yoktu. Uzlaşma sistemi vardı.
Devlet aşaması Hazreti Nuh peygamber zamanında milattan önce 3000 senelerinde Mezopotamya’da doğmuştu. Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de, Avrupa’da, Anadolu’da, İran’da devlet aşamaları yaşanmıştı. Arabistan ise hâlâ devlet öncesi aşamalarda yaşıyordu.
İşte, Kur’an geldi ve ona inananları devlet aşamasına ulaştırdı. Eğer taklit edilen herhangi bir devlet aşaması olsaydı o zamanın süper güçleri olan İran’ı ve Bizans’ı yenemezlerdi. Bir asır geçmeden süper güç oldu, bin seneden fazla dünyaya hâkim oldu.
Kur’an en ileri uygarlığın kurallarını getirmişti. O günkü imkânlar içinde bu kadar büyük başarı Kur’an için mucize olmuştur. Bugün ise insanlık Kur’an’ın getirdiği ilkeleri kabul etmiştir. Suçlarda kesinlik ilkesi vardır. Batı hukukçuları bunu kabul etmektedirler. Ama karakolda dayak atmadan güvenliği sağlayamamaktadırlar. Yargıçlara cezaları takdir hakkı vermektedirler, “bir seneden beş seneye” diye yazıyorlar. Bunun neresi kesin?!.
Müslümanlar da Kur’an’ı o zaman yeteri kadar uygulayamadılar. Bundan dolayı saltanat yönetimi devam etti. Kur’an’ın tam olarak uygulandığı zamana ulaşıldığında sosyal evrim sona ermiş demektir. Artık saat gelmiştir, bu dünyanın sonu gelmiştir demektir.
Batı teknolojide akla gelmeyenleri yahut peri masallarındaki şeyleri başarmıştır. Kuşlar gibi göklerde uçmakla kalmamış, uzaya gidebilmiştir. Cep telefonu ile Ay’da olan insanla bile haberleşme imkânı doğmuştur. Elektrik sayesinde artık gecemiz gündüz gibidir. Bizim gibi değil, bizden daha çok ve çabuk hesap yapan bilgisayarlar ortaya koymuşuz. Bunlar sadece teknik alandaki ilerlemelerdir.
Batı dünyasının keşfettiği kâğıt para ile dünya tek ekonomi çevresine dönüşmüştür. Şili’de üretilen bir mal pekâlâ benim mutfağımda veya bedenimde yer almaktadır. Dünya tek pazar hâline gelmiştir. Bu teknik ve ekonomik başarı Batı’yı fazlasıyla şımartmış, bunları ben keşfettim, o halde dünyayı sömürme hakkım vardır gibi bir gaflete düşürmüştür.
Ne var ki Batı dünyası hukukta ve yönetimde Kur’an’ın ortaya koyduğu sisteme, bin senelik uygulamalara hâlâ ulaşamamıştır. Bugünün en büyük sorunu terördür. Dünya terörden bizardır yani güvenliği sağlayamamaktadır. Yargı caydırıcı değildir, etkin olamıyor. Her taraf faili meçhul cinayetlerle doludur ve dünya bu soruna çözüm bulamamaktadır. Yargının dört ayağının dördü de kırıktır. Soruşturma savcı tarafından yapılıyor, polis yetkisiz. Hukuk dışı dayak ve işkence ile işler güya yürütülüyor. Şahitlik müessesesi hakemlik kadar hattâ ondan daha önemli bir husustur. Bugün tezkiye müessesesi yoktur. Bugün yargı hâkimlere verilen takdir yetkilerine dayanmaktadır. Davalar otuz değil kırk sene sürüyor.
Örnek mi istiyorsunuz? Çalışma arkadaşımız Ali Bülent Dilek kardeşimizin beş dönümlük arsa davaları kırk ikinci senesine girmiştir! Bu dava dosyasının numarası burada kaydedilsin, bin sene sonra bile bu yazılarımızı okuyanlar devrimizden ibret alsınlar.
Onların o gün başka sorunları olacaktır.
Bu gibi sorunlar ise o zaman çözülmüş olacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu konular yer almıştır.
Bundan sonraki âyetlerde soruşturma konusu, şahitlik konusu devam edecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92