MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 66
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (105)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYuHavelLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Bundan önceki “Ey iman edenler”in muhatabı en üst seviyedeki mü’minlerdir. Geçiş dönemine ait hükümler idi.
İnsanlar uygarlaşacak şekilde yaratılmışlardır. Geçmişte toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerini geçirmişlerdir. Sonra Hz. Nuh Peygamber zamanında mübadele devresine girmişlerdir. Yani eskiden kendi ürettiklerini kendileri tükettikleri halde, ondan sonra insanlar işbölümü yapmaya başlamış, ürettiklerini satmış ve kendilerine lazım olanı almaya başlamışlardır. İşte bu değiştirme olayı uygarlığın nişanı olmuştur.
MÖ 3000 yıllarında Hz. Nuh Peygamber gelmiş ve ilk uygarlığı yani mübadele dönemini başlatmıştır. Sonra Hz. İbrahim Peygamber gelmiş ve ikinci uygarlık dönemi başlamıştır. MÖ 2000’li yıllara rastlar. Sonra Hz. Musa ve Hz. Davut gelmiş ve İbrani uygarlığı başlamıştır. Bu da MÖ 1000 yıllarına rastlar. Arkasından Hz. İsa gelmiştir. Bu dönem Milat ile noktalanır. MS 1000 yıllarında da Kur’an uygarlığı başlamıştır.
Bugün ise Kur’an’ın III. bin yıl uygarlığı başlamaktadır. Yeni uygarlığa geçilmektedir.
Nasıl arabayı birden durduramazsınız yahut birden hızlandıramazsanız, aynı şekilde uygarlıklar da birden gelmez. Geçiş dönemi vardır. Bu dönemlerde eski uygulamalar ile yeni uygulamalar birlikte olmaya başlar. Yeni uygulamanın planı hazırlanacaktır. Bu plan mükemmel olmalıdır. İlim adamları bunu hazırlamalıdırlar.
Akevler böyle bir proje hazırlamaya 1960’larda başlamıştır. Hâlen İstanbul’da devam etmektedir. Tam mükemmel proje henüz hazırlanmamıştır. Hazırlanmaktadır. Bunun için Kur’an üzerinde çalışılmaktadır. Hazırlanmış olan “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” Kur’an ile denetlenmektedir. Kur’an’dan deliller bulundukça kesinleşmeye gidilmektedir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” nasıl hazırlanıyor?
1- Birinci Akevler uygulamasında elde edilen bilgiler kırk sene içinde bir araya getirilerek Süleyman Karagülle tarafından metinleştirilmiştir.
2- Şimdi Akevler Yenibosna’da Süleyman Karagülle, Dr. Lütfi Hocaoğlu, Tayibet Erzen, Emine Hocaoğlu ve Leyla Koçyiğit tarafından âyetlerle teyit edilmektedir. Şimdi varsayımlar delillendirilmekte, gerektiğinde değiştirilmekte ve geliştirilmektedir.
3- Ayrıca “Anayasa Sözlüğü” hazırlanmaya başlanmış ancak vakit olmadığı için durdurulmuştur.
4- Ayrıca maddelerin gerekçeleri hazırlanmış, yine vakit olmadığı için durdurulmuştur.
Bu dönem proje dönemidir. Muhasebe çalışmaları tamamlandığında “Yüz Dairelik İnşaat Projesi”ne geçilecektir. Ortaklık kurulup “Yüz Dairelik İşyeri” ile birlikte ilk “semt” oluşturulacaktır.
Sonra on apartmanlı bir bucak kurulacak, “Adil Düzen”in ilk örneği bu bucakta uygulanacaktır.
Sonra iller oluşacak…
Sonra ülkeler oluşacak...
İnsanlık ikinci Kur’an uygarlığı uygulamasına geçecektir.
Birinci Akevler uygulamasında “Adil Düzen” projesi hazırlanmıştır. Kur’an bunları hazırlayanları nebiler olarak adlandırmaktadır. Hazreti Peygamber de ümmetimin âlimleri nebilerin vârisleridir demektedir ve onların nebilerin yerine geçeceğini beyan etmektedir. Bunlar vahiy alan nebiler değildir, bunlar içtihat ve icma müesseselerini çalıştıran âlimlerdir.
Resulün halifesi olarak Erbakan gelmiş ve birinci Akevler uygulaması yapılmıştır...
Şimdi İstanbul’da ikinci Akevler uygulaması hazırlığı yapılmaktadır...
Erbakan gibi biri daha çıkacak ve bunu uygulayacaktır...
İşte bundan önceki âyette “eşyadan sormayın” denmiş olmasının hikmeti, geçiş dönemine adım adım gidilecek olmasından dolayıdır. Günü gelmeden uygulama yapılmayacaktır. Dolayısıyla ortaya konmayan ve uygulamaya başlanmayan hususlarda neden “Adil Düzen” uygulaması yapılmıyor diye sormayın denmektedir. Vakti gelmemiştir de onun için sorulmayacaktır.
1900’larda İslâmiyet’e karşı alenen saldırı başlamıştır.
1933’e kadar bu saldırı en yüksek seviyeye çıkmıştır. Mustafa Kemal onuncu yıl nutkunda inkılâpların tamamlandığını, bundan sonra yeni uygarlığın başlayacağını ilan etmiş, “Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir” demiştir.
Ondan sonra gelen 33 sene içinde duraklama devri geçirilmiş, İslâmiyet’e karşı saldırı durdurulmuş, İslâmiyet’in sadece bir ahlâk dini olarak anlaşılması istenmiştir.
1967’de ise İslâmiyet’in bir düzen olduğu ilan edilmiş, sonra bu anlamda F. Gülen vakıf kurmuş ve yine bu anlamda N. Erbakan parti kurmuştur. Böylece önce Türkiye ve sonra insanlık tekrar İslâmiyet’i benimsemeye başlamıştır.
Yirminci yüzyılın son 33 senesi de bu ilk “Adil Düzen” uygulaması ile geçmiştir. Ne var ki bu uygulama mevcut düzen içinde olmuştur. Yani batı düzeni tipinde dernekler, partiler, şirketler, vakıflar kurulmuştur.
“Adil Düzen”e göre partiler, dernekler, vakıflar ve kooperatifler ise III. bin yılın ilk asrında ve ilk yıllarında oluşacaktır.
2033 yılına gelindiği zaman bu müesseselerin hiç olmazsa Türkiye’de veya başka bir yerde kurulmaya başlandığını okuyucular göreceklerdir.
2050’ye geldiklerinde ise yeni düzenin meyveleri alınmaya başlanacaktır. Asrın sonunda tüm dünya artık “Adil Düzen”le iştigal edecektir. Bu tarihler sadece örnektir. Erken de olabilir, geç de kalabilir ama mutlaka olacaktır.
Bugünkü AK Parti uygulaması da böyle geçiş uygulamasıdır. Her şey kendi yolunda devam etmektedir. Biz de kendi işimize bakmalıyız.
İşte bu “Ey iman edenler” bölümü bize bunu anlatmaktadır. Siz teferruatları sorup vakit kaybetmeyin, oyalanmayın; görevlerinize devam edin diyor bu âyet.
عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ
(GaLaYKuM EaNFuSaKuM)
“Aleyhinizde olan nefislerinizdir.”
“Ey iman edenler” diyerek hitabın başkalarına değil bize ait olduğunu vurgulamaktadır. Yani; ey Adil Düzen Çalışanları, geçiş dönemi sebebiyle olan olaylardan siz sorumlu değilsiniz, onları biz ayarlıyoruz diyor Kur’an.
Şimdi, İslâmiyet’e alenen saldırıya başlandığı 1900’lu yıllardan başlayarak, Türkiye’nin nasıl adım adım “Adil Düzen”e doğru gittiğini, her on sene için gerçekleşen gelişmeleri açıklamaya çalışacağız. Bu hususta yazdığımız makaleler vardır. Ancak bu konuyu buraya almakta yarar görüyoruz. Çünkü o yazılar kaybolup gidecektir. Oysa bu seminerler tefsir hâline gelecek ve gelecekte okunacaktır. Dolayısıyla başka yerde yazdıklarımızı burada tekrar etmekte beis görmüyoruz.
İslâmiyet Arabistan’da doğdu. Araplar ilkel hayat yaşıyorlardı. Kur’an onları uygarlaştırdı. İçtihatlar yaptılar. Bize hazineler bıraktılar. Hicri 400’lerde yani Miladi 1000 yıllarında yönetim Türklerin eline geçti ve Türkler içtihadı yasakladılar.
Bunun iki sebebi vardı. Birinci sebep; Türkler Arapça bilmedikleri için içtihat yapamaz oldular. Tercümelerle yetindiler. Asıl sebep ikincisidir. Müçtehitlerin içtihatları ile topluluklar yönetilemiyordu. Artık siyasilerin kararlar alıp uygulamaları gerekiyordu. Yani eşyadan sorulmaması gerekiyordu. Birinci Kur’an uygarlığı eksiklikler içinde oluşacaktı.
İşte…
1900’e kadar bu yasak devam etti.
1- Ama İslâmiyet’e alenen saldırılınca savunma ihtiyacı ortaya çıktı ve artık içtihat kapısı açıldı. İslâmiyet’e doğru atılan ilk adım içtihadın gelmesi olmuştur.
2- İslâmiyet’te babadan oğula intikal eden bir hilafet veya bir saltanat yoktur. Nitekim ilk dört halife veraset yoluyla değil biat yoluyla geldi. Ama insanlık bunu hazmedecek durumda olmadığı için otuz senelik kısa zamandan sonra sistem tekrar saltanata dönüştü. Türk halkı da sultanlara son derece bağlı idi. Yaşlanmış ve ömrünü doldurmuş imparatorluğun ortadan kalkması ve yerine seçilmiş insanların iş başına gelmesi gerekiyordu. İşte, 1910’lardaki mağlubiyetimiz Kuvva-î Milliyeyi ortaya çıkardı. Artık Türkiye ve İslâm âlemi saltanattan ümidini kesmiş, iş başa düştü deyip ulusal devletleri oluşturmaya başlamıştı. Bu Kur’an’ın önerdiği yönetim şekliydi. Bu sayede bugün Müslümanların elliden fazla devletleri vardır, bu devletler her gün biraz daha bağımsızlaşmakta biraz daha güçlenmektedirler. Bu gelişme 1910’ların kerametidir.
3- 1920’lere geldiğimizde Türkler için en başarılı yıllar olmuştur. a) İstiklâl Savaşımızı kazanarak Viyana bozgunundan beri gerilemekte olduğumuz durumdan kurtularak zaferler kazanmaya başladık. b) Batılılaşmak için gerekli olan inkılâpları tamamladık. Ondan sonra artık yeni inkılâplar yapmadık. c) En önemlisi Malazgirt’te başlayan fetih ancak 1920’lerde tamamlanmıştır. Anadolu’nun yüzde 50’si azınlık iken “mübadele” ile yüzde 90’nın üstünde İslâmlaşması sağlandı. d) Yaşlanmış imparatorluğun yerine yeni devletimizi ve cumhuriyetimizi kurduk.
4- 1930’lara geldiğimizde muasır medeniyetin üstüne çıkmayı hedefledik. KİT’leri kurarak Davut aleyhisselamın 3000 yıl önce uyguladığı devletçiliği getirdik. Kapitalizmde her şeyi sermaye yapar. Sosyalizmde her şeyi devlet yapar. İslâmiyet’te ise serbest rekabetin olduğu işleri rekabet içinde sermaye yapar. Serbest rekabetin olmadığı işleri ise devlet vakıflar içinde yapar. Yani “halkçılık” “devletçilik” ile dengelenmiştir. Sonra Mussolini bizden öğrenmiş ve İtalya’da uygulamıştır. Hitler de Mussolini’den öğrenmiştir. Hitler’e “Sen bunu nereden öğrendin?” diye soruyorlar; o da “Ben bunu Mussolini’den öğrendim, o da Mustafa Kemal’den öğrendi.” diyor. Bugün Güneydoğu Anadolu projemiz var. O sayede var. Türk Havayolları var, Karayolları var, Demiryolları var. Her şeyi sattık ama bunları henüz satmadık. ABD’de uzay projesini devlet yürütüyor. Çin bugün ABD ile yarışır ekonomiye devletçilikle ulaştı, sosyalizmle değil.
5- 1940’lara geldiğimizde Türkiye’ye demokrasiyi getirdik. Saltanat 1910’larda bitti. Diktatörlük 1940’larda bitti. Çok parti sistemi geldi. Dinsizleşme siyaseti sona erdi.
6- 1950’lerde demokrasinin ilk uygulaması yapıldı. Ezan serbest bırakıldı. İslâmî okullar açıldı. Adnan Menderes “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” dedi. Sonra onu bunun için astılar ama asmakla İslâmiyet’i güçlendirdiler.
7- 1960’larda çok partili anayasa geldi. Müslümanlar artık uykudan çıkıp örgütlenmeye başladılar. Akevler, Millî Görüş, Akyazılı Vakfı hep bu dönemin kuruluşlarıdır. Artık inanmış insanlar ‘biz de varız’ dediler. Daha önce eğer namaz kılıyorsan ortada görünme hakkın yoktu. Şimdi namaz kılanlar ortalıkta boy gösteriyorlar.
8- 1970’lere geldiğimizde MSP olarak CHP ile koalisyon yaptık, bu sayede dünyadaki sağ-sol kavgasını bitirdik.
9- 1980’lerde Kenan Evren asıl büyük hamleyi yaptı.
a) Orduda Atatürkçülük hakkında bir kitap hazırlattı. Kitabın son cümlesi şudur; görülüyor ki Atatürkçülük dinsizlik değildir diyor. Böylece 1900’lardan beri İslâmiyet’e karşı tavır almış olan ordu sonunda İslâmiyet’i benimsemiştir. Ondan sonraki siyasi gelişmeler ordunun bu yeni yönüyle sağlanmıştır.
b) İmam-Hatip okullarını lise hâline getirdi. Kur’an kurslarını serbest bıraktı. İslâm enstitülerini fakülteleştirdi. Böylece İslâmiyet’i diğer müesseseler seviyesine çıkardı. Erbakan’ın telaffuz bile edemediği işleri başardı.
c) Bu yetmedi, İslâm Konferansı Örgütü’ne katıldı ve İSEDAK’ın başkanı oldu. Resmen İslâm âlemi içinde yerini aldı.
d) İsrail ile ilişkiyi maslahatgüzarlığa indirdi. 28 Şubat’ta geri dönüşler oldu ama AK Parti geldi. Şimdi Kenan Evren’den intikam alıyorlar. 90 yaşındaki adamı efsaneleştiriyorlar. Evren nasılsa ölecektir. Ama hiçbir zaman İslâmiyet’e doğru atılan adımlar geri gelmeyecektir. Bu yılları artık Müslüman Millî Görüş İzmir adayı Turgut Özal idare ediyordu.
10- 1990’larda Millî Görüş hükümet kurmuştur. Erbakan başbakan olmuştur. “Adil Düzen”in ilk denemesini yapmıştır. 1970’lerde CHP ile koalisyon yaptık ve Kıbrıs’ı aldık. 1990’larda Çiller ile koalisyon yaptık ve en başarılı bir yıllık hükümet olduk.
11- 2000’lerde ise artık anayasa ekseriyeti ile namaz kılanlar, başı örtülüler iktidardadır. Görülüyor ki her on yılda bir biz büyük başarılara imza attık.
12- Şimdi Cemil Çiçek yeni anayasa kampanyasını başlatmıştır. Bir sene içinde başaracağını iddia etmektedir. Bir yıl içinde başaramayacaktır ama on yıl içinde başarılacaktır. Türkiye yeni anayasaya kavuşacak, yüzüncü yılını “Adil Düzen Anayasası” ile kutlayacaktır. On sene sonra da 2033’de artık “Adil Düzen” Türkiye’de uygulanmış hâle gelecektir gibi görünmektedir. Tam tarihini Allah bilir.
Şimdi diyebilirsiniz ki; 1900’den beri başarılar içindeyiz de Müslümanlar hiç mi zulüm görmedi? Gördü ama bu karşı tarafın kötülüğünden değildi, bizim eksikliğimizdendi. Nefsimizden dolayı bunları çektik.
Yanlış anlamışız, yanlış düşünmüşüz...
Batı’nın üstünlüğünü görünce ulemayı toplayıp; “Haydi, neden yeniliyoruz, neden ekonomimiz kötüdür, araştırın, içtihat edin” deyip ulemamıza içtihat yaptıracağımıza, tam tersine biz Avrupa sokaklarına siyasileri göndermiş ve sonra onlara ıslahat yaptırmışız!
İslâm âlimleri de kendilerini toparlayıp Cumhuriyet hükümetlerine yol göstereceklerine, ileri uygarlığın projesini götüreceklerine, onlar karşı çıkmış ve inkılâplara karşı direnmişlerdir. Oysa inkılâpların hemen hepsi yerinde olmuştur. En saçma görünen harf inkılâbıdır. Bunun ne kadar yerinde olduğunu ben Kırgızistan’da gördüm. Oraya gittim. Gayem oraya İslâmiyet’i götürmek olmuştur. Bunu hangi dille yapacaktım? Rusçayı denemedim çünkü ben bilmiyordum ve Rusçada İslâmî kitaplar yoktu. Arapçayı denedim. Baktım ki Arapça ile Sovyet halkına İslâmiyet’i anlatamam, çünkü Arapçada çağdaş kitaplar yoktu, Batı’nın anlayacağı terminoloji yoktu. En uygun dil olarak Türkçeyi buldum. Türkçede hem İslâmî terminoloji var hem Batı terminolojisi var. Dünyanın en zengin dili Türkçedir. 21’inci yüzyılın dili Türkçe olacaktır. Çünkü insanlar “Adil Düzen”i Arapçada değil Türkçede bulacaklardır. İşte dilimizi bu zenginliğe kavuşturan ve asrın dili yapan harf inkılâbıdır. Takdir-i İlâhi ile böyle olmuştur.
Biz İslâm düzenini “Adil Düzen” olarak ortaya koyduk. İslâm’a karşı olanlar topla tankla üzerimize yürüdü. Müslümanlar da tüm muhalefetleriyle karşı çıktılar. İşte bu bizim aleyhimize idi ve başımıza gelenler hep bu sebeple gelmişti.
Bugün de eğer sıkıntıda isek biliniz ki bu bizim kendi nefislerimizden dolayıdır. Adil Düzen Çalışanlarının -birkaç kişi hariç- hepsi bu çalışmaları bırakıp cari düzende kendilerine makam aramakla meşguller. İlmî çalışmalarını ya tamamen bıraktılar ya da dostlar alışverişte görsün kabilinden devam ediyorlar.
“Aleyke Nefsuke” denmiş olsaydı ben şahsen kendimi suçlayacaktım ama “Aleyküm Enfüseküm” dediği için biz cemaat olarak hatalı durumdayız. Onun için çektiğimiz sıkıntı varsa çekiyoruz işte. Kaldı ki bugün Adil Düzen Çalışanlarının sıkıntıları yoktur. Adil Düzen çalışmalarındaki gevşeklik dışında herhangi bir ihtiyaçları görülmemektedir.
Gelecekte eğer sıkıntılara girersek bugünkü “Adil Düzen”e karşı takındığımız ilgisizlik sebebi ile gireceğiz.
لَا يَضُرُّكُمْ
(LAv YaWurRuKuM)
“Size zarar vermez.”
“Siz” kelimesinin Arapçada iki manâsı vardır. “Ey iman etmiş olanlar” dendiği zaman burada tüzel kişiyi içeren sizdir. Fertler değildir. Ya da fertlerin her biridir. “Men Âmene”dir.
Arapça dilinde çoğul kavramı gelişmiştir. Üç türlü çoğul vardır. Erkek kurallı çoğul tüzel kişiliği olan topluluktur. Orada kişiler ayrı ayrı değil de topluluk olarak girer. Siz ve hüm zamirleri ise iki çoğul arasında müşterektir. Size zarar vermez dendiği zaman ya topluluğunuza zarar vermez veya hiçbirinize zarar vermez demektir.
Savaşa girmiş olan iki toplulukta iki taraf da zarar görür, iki taraftan da ölenler olur. Yani iki tarafın halkı da zarar görmüş olur. Topluluk hâlinde ise mağlup olan zarar görür, galip gelen ise zarar değil yarar görür.
Burada “size zarar vermez” dendiği zaman bu iki manâdan birisi çıkar.
1900 yılından bugüne kadar daima yararlanan mü’minler ayrı ayrı kişiler değildir. Kişiler hep zarar görmüş, ıstırap çekmiş, şehit olmuşlardır. Yarar gören topluluğumuzdur. İslâmiyet yarar görmüştür. Yoksa orada yer alan kişilerin çoğu savaşın kötülüklerinden paylarını almışlardır.
Bundan sonra da mü’minler, “Adil Düzen”i getirenler zarar görecekler, sıkıntı çekeceklerdir. Her zaman şehitler vereceğiz ama zafer daima “Adil Düzen”in olacaktır.
Mü’minlerin bu noktayı iyi anlamaları gerekir. Kur’an; Allah sizin mallarınızı ve canlarınızı cennet karşılığı satın almıştır diyor. Bizim mal ve canlarımızla “Adil Düzen” insanlığa gelecek ve ortalık nurlanacaktır. Kur’an’da Kur’an’a inananlar ikiye ayrılmaktadır; Müslimler ve mü’minler. Müslimler dünyada da hasene âhirette de hasene isteyenlerdir. Mü’minler ise dünyadaki mallarını ve canlarını vererek âhirette üstün derece ile Allah’ın rızasını isteyenlerdir. Kur’an’ın esas muhatabı mü’minlerdir. Çünkü Kur’an’ı yeryüzüne onlar hâkim kılacaklardır. Kurallı erkek çoğul ayırımsız hem erkek mü’minleri hem kadın mü’minleri içine aldığı için hep erkek sığası ile hitap eder. Bu kuralları bilmeyen veya bilmek istemeyen yorumcular Kur’an’ın yalnız erkeklere hitap ettiğini ileri sürerek eleştirirler. Oysa ey mü’minât diye bir hitap yoktur. Ey nebinin nisaı hitabı vardır. Her kadına ayrı hitaptır.
مَنْ ضَلَّ
(MaN WalLa)
“Dalalet eden kimse.”
“Dalalet eden kimse” “Men” ile getirilmiştir.
Kim olursa olsun; ister İslâm düşmanı, din düşmanı, azılı ateist dinsiz olan kimse olsun, ister etlisine sütlüsüne karışmayan kimse olsun, sizden olsun veya başkalarından olsun, kim olursa olsun size zarar veremez. Yani bir topluluk eğer kendi aleyhine değilse, kendi nefsi kendisine zarar vermiyorsa, kişiler o topluluğu zarara uğratamazlar.
Dışarıdaki düşmanlarımız, içerideki mikroplarımız bize zarar vermez.
Bunları biz söylemiyoruz, Kur’an söylüyor. O halde zarar görmüşsek, zulme uğramışsak, topluluk olarak zarara uğramışsak, bu zarar bizi zarara uğratanların kötülüğünden değil, bizim kendimizde olanlardan dolayı nefsimizdir.
Kur’an’ı tam olarak kavrayarak yorumlamak için insanlığı iyi bilmek gerekir.
Darwin nesiller arası uygarlaşmayı ayıklama teorisi ile açıklamıştır. Ona göre türler arasında çatışma vardır. İyi türler kötü türleri ortadan kaldırır, böylece evrimleşme olur.
Durum şöyledir. Belli döneme geçildikten sonra genetik yaşlanma olur. Örnek olarak ağaçlar gençken yeni filizler verip büyürler. Yaşlanınca da büyüme kabiliyetini kaybederler. Yaşlı ağacın fidanını kalem yaparsanız o aşılanmış ağaç büyümez, cüce kalır. Bu husus klonlamada da görülmektedir. İşte tür yaşlanınca yeni bir tür ortaya çıkar. Yeni kromozomlarla ortaya çıkar. İşte bu yeni tür artık yaşlı değildir. Canlılar arasındaki yarışma sonunda eski tür ortadan kalkar. Yani Darwin’in seleksiyon teorisi doğrudur. Eksiği vardır. Yeni tür kendiliğinden meydana gelemez.
İnsanlar ise uygarlaşan varlıklardır. Topluluklar uygarlaşır. Her asırda bir uygarlaşma adımı atılır. Bu uygarlaşma değildir. Büyümedir. Bir yaş almadır. Ama bin yılda bir uygarlaşma olur, toplulukların yapısı değişir. Yani yıkılan, yok olan topluluklar yaşlandıkları için yok olurlar.
Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı, Nemse Krallığı, Çin, Hint de yıkılmaya mahkûmdu. Çünkü ömürlerini doldurdular. Hint henüz kendisini yenileyemedi. Dünya yenileyemedi. “Adil Düzen” henüz gelmedi. İşte topluluk hâlinde bunun için zarar görmüşlerdir. İslâm âlemi de bunun için zarar görmektedir, görmüştür.
Biz Viyana’ya varmasaydık Avrupa uygarlığı doğmazdı.
Onlar da Sakarya’ya kadar gelmeseydi “Adil Düzen” ortaya çıkmazdı.
Topluluklara olan zararlar hep o toplulukların kendi yapılarında meydana gelen bozulma ve yaşlanmadan ileri gelmektedir.
Dünyanın dinsizleşmesi de bu sebeple olmuştur. Kur’an’ın dışındaki kitapların hepsi tahrif edilmiş bozuk ve yanlış ifadeler içermektedir. Kur’an’ın lafzı ve dili bozulmamıştır ama birçok manâları çağın anlayışına uymayan şekilde yorumlanmıştır.
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez ve Zekiyuddin Şaban “İslam Hukuk İlminin Esasları” olarak usulü fıkıh tercüme edilmiş. Bu semineri yazmadan önce karıştırıp bakmıştım. Tedayün âyetine manâ vermişler ve yine nedb için olduğunu savunmuşlar. Birisi nedb için olunca bütün emirler nedb için olur denmiş. Nedbe delil de emanet alan emaneti eda etsin âyeti güvenip de yazılı belge tanzim etmeyen anlamına almış, nedb olduğuna da işaret vardır demişlerdir. Oysa âyet hamiline yazılmış paranın nasıl çıkarılacağını anlatmakta, mübayaaya şahit şartı getirilmektedir. Mübayaa taşınmazların devridir. Bugünkü tapu yönetimidir. Yani bu âyetler merkez bankasını, tapu idaresini ve bugün kapitalistlerde olmayan kamu ambarlarını ifade etmektedir. Bunların hükümlerini tanzim etmektedir.
“Adil Düzen”le biz bunları otuz sene önce ortaya koyup anlattığımız halde, Akevler’le yakın ilişkisi olan İbrahim Kafi Dönmez bile bunu öğrenme ihtiyacı duymamıştır. Oysa kayınpederi Ahmet Bülbül Akevler’in ilk beş kurucusu arasındadır.
İşte aleyhimizde olan budur. Bu nefsimizdir. Burada bu kişiler ayrı zarar görmeyebilirler. Âhirette de makamları cennet olur. Ama bu böyle giderse Türkiye Cumhuriyeti yıkılır. Türkler soykırıma uğrayabilirler.
إِذَا اهْتَدَيْتُمْ
(EiÜa iHTaDaYTuM)
“İhtida ettiğinizde.”
Burada “İn” değil de “İza” gelmiştir. Yani biz ihtida edeceğiz. İhtida ettiğimiz müddetçe onlar bize zarar veremeyeceklerdir. İhtida edip etmeyeceğimiz bize bırakılmamış, mutlaka ihtida edeceğimiz bildirilmiş. “İza” kelimesi getirilmiştir. “İza”dan sonra gelen fiil-i mazi muzari anlamını taşır. Gelecekte ihtida edeceksiniz anlamındadır.
Uygarlıkları daha önceden hazırlanmış bir topluluk yapar. III. bin yıl uygarlığına da Türkiye hazırlanmıştır. Uygarlığı 300-400 seneden önce hazırlanmış bir topluluk yapar. Bu hazırlanma da iki uygarlığın sentezinden doğar. İşte Türkiye yeri, tarihi ve inkılâpları ile batı ve doğu medeniyetlerini sentez edecek bir topluluk hâline gelmiştir. Batılılaşma Türkiye’de 300 sene evvel başlamıştır.
Yirminci yüzyıldaki adımları yukarıda anlattık. Yirmibirinci yüzyılda nereye doğru adım atmakta olduğumuzu söyledik. İşte buradaki “İza” bize o olacakları söyletmektedir.
“İhtida ettiğinizde” denmektedir.
“İhtida” kelimesi üzerinde durarak ne yapmamız gerektiğini öğrenmemiz gerekir.
“İhtida” iftial bâbındandır. Kur’an’da bu babdan emirler olarak dört kök vardır; İhtida, İttika, İttiba ve İbtiğa. Bizim dört müessesemize bunları bölüştürmemiz gerekir.
“Allah’ın fadlından ibtiğa edin” emri ile bu ibtiğanın ekonomik olduğu anlaşılmaktadır. “Ve yezidu min fadlihi” âyeti ile bu emir birleşmiş olacaktır. Kârda ibtiğa yarıştır. Şöyle ifade edelim. Bir insanın bir saat çalışması bir insanı bir gün doyuracaktır. Bu ahsenu mâ amilûdur. Burada ibtiğa yok, yarış yok. Herkes hakkını almalıdır. Mübadeleden doğan kazanç vardır. Bunlar kat kattır. İşbölümünün doğurduğu imkândan dolayı zenginlik ortaya çıkmaktadır. İşte bunda ibtiğa vardır yani yarış vardır.
İttiba ise tâbi olmadır. Siyasidir. Güç oluşturmak için tek emir ve komuta içine girilmelidir ve komutana itirazsız tâbi olunacaktır. Bu fevkalade hallerde ve savaşlarda böyledir. Barışta ise herkes kendi içtihadı ile amel eder. Barışta ittiba yoktur.
İttika ise ahlâklı olmadır. Ahlâkî bir müessesedir. Herkes kendisini haramlardan korumalıdır. O halde “ihtida” ilmî müessesedir. Kur’an’da içtihat kelimesi bu manâda kullanılmamaktadır. Cehd kelimesinde iftial bâbı Kur’an’da geçmemektedir. Kur’an’da “içtihat” kelimesinin yerine “ihtida” vardır. “Hediye” barış anlamında gönderilen bağıştır.
Hacca gidenler Kâbe’ye hedy gönderirler. Zamanla hadi kılavuz anlamına gelir. Nereye gidileceğini bilemediğiniz yere götüren kılavuz hadidir. İki türlü hadi vardır. Biri size işaretle gösterir. Ondan sonra sen kendin o bilgiye dayanarak yol bulursun. İşte bu ihtidadır. Yani sen sadece bilgileri topluyorsun, sonra o kendisi karar veriyor. “Hadi”ye ise tâbi olunur. Orada içtihat yapılmaz.
Burada beyan edilen ittiba değil ihtidadır. Yani içtihat yaparsanız o zaman onlar size zarar veremezler deniyor.
“Bizim için kim cihad yaparsa biz onlara elbette sebillerimizi hidayet ederiz” denmiştir. “İçtihat” kelimesi ile “ihtida” kelimesi böylece birbirine alakalı kılınmıştır. Demek ki Allah bize “Adil Düzen”e girmemiz için ibtiğayı emretmiyor, para kazanın demiyor, ittiba ediniz demiyor, ittika ediniz demiyor; “ihtida ediniz” diyor. Onların bize zarar vermemesi için içtihat yapmalıyız, ilmimizi artırmalıyız.
Bunun iktiza ile manâsı, eğer siz “Adil Düzen” ilminizi artırmazsanız, “Adil Düzen” için çalışıp ilmini ortaya koymazsanız, o takdirde onlar zarar verebilirler. O halde bizim başımıza ne kötülükler gelmişse Kur’an’ı bırakıp sadece fukahanın ilimlerini inceleme yapmamızdandır.
İşte…
Akevler Ekolü bu usule son vermiş, doğrudan Kur’an’dan istidlâl etmeye başlamıştır.
Cengiz Demirci başkanın nefy edeceğine dair delilin nedir diye soruyor.
Muharebe âyetinde katl, selb ve kat’ hükümlerini ifade ederken tef’il bâbından getirmiştir. Nefy ise sülasiden getirilmiştir. O halde bunlar arasında fark vardır.
Bu farkı nasıl bileceğiz?
Sünnetle bileceğiz.
Hazreti Peygamber, Mervan’ı Medine’nin bir mil dışına sürmüştür, Hazreti Ebubekir iki mil sürmüştür, Hazreti Ömer üç mil sürmüştür, Hazreti Osman ise onu yanına alıp kâtip yapmıştır. Bunların hiçbirisine kimse itiraz etmemiş, sükuti icma doğmuştur.
İşte bu “yunfev” kelimesinin sülasi olmasının uygulama tefsiridir.
İslam âlemi ihtidayı yani içtihadı bıraktığı için bugünkü bu durumdayız. Demek ki gayet açık olarak içtihat müessesesini terk ettiğimiz için perişan haldeyiz.
Akevler içtihat müessesesini yeniden başlattığı için bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. İslâm âlemi süper güç olma yolundadır.
إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا
(EiLay elLAHi MaRCiGuKuM CaMIyGan)
“Cemian merciniz Allah’adır.”
“Racea” kelimesi “İlâ” ile geldiği zaman ona dönmek, ona müracaat etmek anlamındadır. Lazım fiildir. “İlâ” ile müteaddi olmuştur. “Racea Bihi”de bir haberi veya şeyi getirmek, onunla dönmek anlamındadır, yine lazım fiildir, “Bi” ile taaddi etmiştir.
“Racea” kelimesi doğrudan da teaddi eder. “Raceakellahu” Allah seni rücu ettirse anlamındadır. Burada “İlâ” ile teaddi etmiştir.
Kur’an’da “Merciiniz Allah’adır” dendiği gibi “Mesiriniz Allah’adır” da denmektedir. “Mesir” bedenen bulunmadır. “Merci’” ise hüküm olarak bulunmaktır yani orada olmaktan ziyade orada sorguya çekilmedir.
“Cemian” kelimesi getirilmiştir. Hepimiz bir arada sorguya çekileceğiz. Hepimiz birlikte dirileceğiz. Şimdi dünyaya peş peşe geliyoruz, muasırlarımız var. Bizden önce gelenler var, biz onlara yetişmedik. Bizden sonra gelecekler var, onları da biz görmeyeceğiz. Ne var ki arada kesinti yok. Babam dedesi ile hesaplaşacaktır. Ben de babamla hesaplaşacağım. O zaman dedemle benim de aynı zamanda var olmamız gerekir.
İşte, âhirette Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelen bütün insanlar birlikte haşr olacaktır. Burada şu soru soruluyor: Aynı yerde binlerce insan gelip geçti, orda nasıl sığacaklardır? Bunun izahı dün teorik olarak yapılmıştı, yeryüzü genişletilecektir. Bugün ise bu sorun dört boyutlu uzayla çözülmüştür. Zaman dördüncü boyuttur. Yok olmamaktadır. Sadece arkada kalmaktadır. Nasıl Ankara’ya giderken Bolu Tüneli’ni geçince Düzce arkada kalıyor ama yok olmuyorsa, aynı şekilde de benim yaşadığım ev ile babamın yaşadığı ev aynı ev gibi görünüyor, oysa o ev orada kalmıştır. Benim yaşadığım yeniden gelen evdir.
Haşr olduktan sonra hesaba çekileceğiz. Herkes zerre kadar iyilik yapmışsa onu görecektir, kötülük yapmışsa da onu görecektir. Muhasebe defterleri hiçbir şeyi eksik bırakmayacaktır.
Hesap tutma demek yalnız miktarları yazmak demek değildir, aynı zamanda değerleri de yazmadır. Değerlerin görüntüsü alınmaz, ancak kaydedilir. “Bu at 10 000 TL eder” dediğimiz zaman bunu göremezsiniz, sadece bizim beynimizde oluşur. Bu sebepledir ki dünyada görevli melekler vardır, insanın yaptıklarını yazmaktadırlar.
Hayat basit oluşumlardan oluşmamıştır. Bir hücrenin içinde bir dünya vardır, faaliyet vardır. İnsan da basit bir varlık değildir. Ruhu vardır. Onunla bedeni idare eder. Ama onun yanında onu kötü yola sürükleyen şeytanı vardır. Daima mikrop gibi yanındadır. Fırsat buldukça zehrini boşaltır. Aynı şekilde melekler vardır. Onlar da insanın yaptıklarını değerleri ile defterlere kaydetmektedirler. Merciimizde oradaki kayıtlara göre hesap vereceğiz.
Beynimizdeki kayıtlar bilgisayar kayıtlarıdır. Ne var ki beynimizde o kayıtlar silinmemektedir. Sadece o dosyalar kapatılmakta, yeni dosyalar açılmaktadır. Âhirete vardığımızda o dosyalar da açılmış olacak, tüm hayatımızı birden görmüş olacağız.
Şimdi bir filmi seyrediyoruz. İstediğimiz zaman geri çevirerek eski seyrettiklerimizi görebiliyoruz. Dünyada nasıl filmi birlikte görebiliyorsak, aynı şekilde âhirette de hayatımızı birlikte görmüş olacağız.
Anne karnında olan bir bebeğin dünyadan haberi yoktur. Oradaki hayatı yaşamaktadır. Tek boyutlu uzaydadır. Hattâ nokta boyutundadır. Dünyaya gelince üç boyutlu uzaya geçer ve onun için çok daha ileri bambaşka bir hayat doğar.
Âhirete gittiğimizde de durum böyledir. Bu dünyanın üç boyutlu hapsolmuş dünyasından dört boyutlu kâinata geçmiş olacağız.
Şimdi şu soru sorulabilir: Siz ihtida ederseniz onlar size zarar vermeyeceklerdir beyanından sonra, birden âhirete geçip “Cemian merciiniz Allah’adır” deyip oralardan haber vermesinin hikmeti nedir?
Bundan önce “siz” kelimesini tahlil ederken orada kişilerin ayrı ayrı değil de topluluk olarak kastedildiğini ifade etmiştik. Kişilerin dünyada zarar görebileceklerini, hattâ şehit olabildiklerini söylemiştik. Biz onu orada söylerken istihsan ile söyledik. Hayata baktık. Başka âyetlere baktık ve böyle olması gerektiğini ifade ettik. Allah o zaman öyle ilham etti. İşte şimdi bu beyan o istihsanımızın doğruluğunu ifade etmektedir. Yani topluluğa ait hüküm yukarıda ifade edilmiştir. Kişilere ait hükümler ise burada beyan edilmektedir.
Harfi atıf yapmadan merciiniz banadır denmiştir. Size zarar veremezler demek âhirette de zarar veremezler demektir. Yani kişilere verilen dünyada verilen zarar değildir. Çünkü insan dünyada çektiği tüm sıkıntıların mükâfatını alacaktır. Nezle olduğumuz zaman çektiğimiz ıstıraplar defterimize yazılmaktadır. O bizim için sevap hanesinde yer almaktadır. Nasıl biz hukukta diyoruz ki, eve hırsız girerse insanın kendisini koruması için öldürülebilir ama sonra diyeti ödenir. Bunun gibi, Allah da bu dünya düzeninin yürümesi ve uygarlığın oluşması için savaşı meşru kılmıştır. Savaş meşru olunca insanlar ölecektir. O halde onlara ıstırap verilecek, yakınlarına ıstırap verilecek. İşte, Allah sonra âhirette onun diyetini ödeyecektir.
Başka şekilde izah edelim. İki taraf savaşmaktadır. İhtida eden taraf savaşı kazanacaktır. Dünyevi hüküm böyledir. Batılılar içtihada başladılar. Doğulular içtihadı yasakladılar. Sonunda batılılar galip geldi. Bu dünyanın uygarlaşması için onların galibiyetinin gerçekleşmesi gerekli idi.
Diyelim ki onlar kötülük için savaşıyorlardı, sömürü için savaşıyorlardı. Bizim taraf da iyilik için savaşıyordu. Yani ittika bakımından daha etka doğulular idi ama ihtida bakımından onlar daha ehda idiler. Ehda oldukları için galip geldiler. Âhirete vardıklarında ise etka olanlar etkalık sevabı alacaklardır. Onlar ise eşkalık günahını alacaklardır. Bunlar defterlere geçecektir. Burada şehit olanlara Etka+Zararın tazminatı karşılık bulacaklardır. Oysa karşı tarafta ise Eşka-Zarar tazminatı kadar az ceza çekeceklerdir.
“Cemian” ifadesi ile kişiler muhakeme edilip âhirette karşılıklar takdir edilirken, kaderi gereği Avrupalı olan kaderi gereği Asyalı olan insanlar cennetin ve cehennemin kaderi içinde olmayacaklardır. Her kişi doğrudan kendisinin bilerek kasten yaptığı şeylerden sorumlu olacaktır.
Sıffin Savaşı’nda Hazreti Peygamber tarafından cennetle müjdelenen kimseler karşı karşıya gelmiş ve birbirleri ile savaşmışlardır. Bunlar bu savaşları yaparken kendi şahsi çıkarları ve ihtirasları sebebiyle savaşmadılar, içtihatları gereği savaştılar. Dolayısıyla kişi olarak niyetlerine göre âhirette mükâfatlarını alacaklardır. Ehli Sünnetin görüşü budur. Bu görüşe biz de katılıyoruz. Ne var ki bu kural iltimasla uygulanmamalıdır. Avrupalılarla Asyalılar arasında sürüp gelen savaşlarda da durum budur. İnsanlar niyetlerine ve amellerine göre karşılık alacaklardır. Sorumluluk tamamen kişiseldir.
Türkiye’de de inkılâpçılarla tutucular arasında çetin mücadele geçmiştir. İnkılâpçılar muhtedi oldukları için galip geldiler. Tutucular muttaki oldukları için cennettedirler. İnkılâpçılar da niyetlerine göre ya cennette ya cehennemdedirler. Yani âhirete geldiğimiz zaman orada ihtida işe yaramaz, orada ittika esas alınmış olacaktır. Bu dünyada da ittika değil ihtida zaferi getirir.
Demek ki Adil Düzen Çalışanları hem muttaki hem de mühtedi olmalıdırlar.
Bugünkü AK Parti’nin zaferi buradan gelmektedir. Uzaktan da olsa Adil Düzenci olarak hem muhtedi hem muttaki oldukları için oralara geldiler. Şimdi ise ihtidayı bıraktılar, “Adil Düzen”e karşılar, Millî Görüş gömleğini çıkardılar. Dolayısıyla zarar göreceklerdir.
Biz bu vesileyle burada “Millî Görüş” ile “Adil Düzen”i tekrar hatırlatmak isteriz.
“Millî Görüş” demek kendi görüşümüz demektir. Şimdiki halkımızın görüşü demektir. Ulusal görüş demektir. Türkçede millet ulus demektir. Yani içtihat ve icma ile hareket etmemiz gerektiğini ifade eder. Erbakan önce Türkiye’yi, sonra İslâm âlemini, sonra da tüm mazlum insanları hedef almıştır. Bu da “Adil Düzen”dir yani “Millî Görüş”ün tüm insanlarla bütünleşmiş olarak ortaklaşa oluşturduğu düzendir.
“Millî Görüş”ü bırakmak demek, içtihadı yani ihtidayı bırakmak demektir.
“Adil Düzen”i bırakmak demek hidayetten dalalete gitmek demektir.
“Cemian” kelimesinin başka bir iktiza ile delaleti şudur. Bugün yapılmakta olan olaylar yani tarihî gelişme bugünkü insanların yaptıkları değildir, geçmişteki olayların devamıdır. Erbakan’a şunu söylemiştim. Söylediklerinin hepsi doğrudur. İki hata vardır. Bu hataları sanki AK Parti doğurmuş gibi suçluyor, çözümü de Saadet Partisi’nde arıyorsunuz. Oysa bugünkü durum geçmişin bir mirasıdır. Çözüm de Saadet Partisi değil “Adil Düzen”dir.
Demek ki ihtida tarihî akış sonunda elde edilecektir. Kişilerle ilgili âhirette soruşturma yapılırken ise tarihî akış içindeki rollerine göre soruşturma yapılacaktır. Bizim neslin sorumlulukları başka, sizin sorumluluğunuz başkadır. Biz o durumdan bu duruma gelirken görev aldık. Siz bu durumdan daha ileri duruma götürürken görev alacaksınız. Yani göreviniz farklıdır. Sorumluluğunuz da farklı olacaktır. Hesabı verirken geçmiş ve gelecek içinde birlikte hesap vermiş olacağız. “Cemian”ın ifade ettiği bir manâ da budur.
فَيُنَبِّئُكُمْ
(FaYuNabBiEuKuM)
“Size tenbi edecektir.”
“Nebi” gözcü demektir. “Nebee” gözcülük demektir. “İnba” ve “Tenbi” gözcünün gördüğünü karargâha aktarması demektir.
“Tenbi etmek” tedrici bir şekilde aktarmadır.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. “Merciukum Cemian” kelimesi ile bu merciin âhiret mercii olduğu “cemian” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Fa” harfi ile soruşturmanın bu dünyada değil de âhirette olacağı teyit edilmektedir. Yani birlikte Allah’a rücu ettiğiniz anda sizin soruşturmanız başlayacaktır.
Allah her şeyi bilmektedir. Onun hesap görmesi için tenbie gerek yoktur. Allah bu kâinatı dünyası ile âhireti ile bizim için yaratmıştır. Zamanı, mekânı, maddeyi, enerjiyi doğrudan kendisi var etmiştir. Bunun için insanları veya melekleri kullanmamıştır. Çünkü bunlar zaten yoktu. Bu kâinatı kendisinin bir işine yaradığı için yaratmamıştır. Kâinat eğer birileri tarafından değerlendirilmeyecek idiyse, bir şeye kullanılmayacak idiyse abes olurdu. Bu kâinatı bizler için yani ruhlar için var etmiştir. Bunlar insan, melek, cin ve ruhtur. Allah düzeni bunlar arasında kurmuştur. Kendisi takip edicidir. Son kararları kendisi vermekte, iradesi ile istediğini yapmaktadır. O şimdi bize karışmıyor diyemeyiz çünkü O zaman dışındadır. Ama bize sanki karışmıyor gibi gelir. Bütün olaylar sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan eder.
Âhirette de böyle olacaktır. Yargı kurulacak, belki de hakemleri orada da biz seçeceğiz. Şahitlerimiz olacak, soruşturmacılarımız olacak, bu dünyada ne yapmışsak ve hangi amaçla yapmışsak teker teker ortaya konacaktır.
İnsanın ruhu bir şeyi murat eder. Onun irade ettiği şey beyin bilgisayarında hemen kaydolur. Melekler de onu okuyabilirler. Nasıl bizim ruhlarımız birbirini ancak söz ve davranışla biliyorlarsa, melekler de ancak beyne yazılanı bilebilmektedirler. Hattâ bazı gizli beyin dosyaları vardır. Onu melekler de bilmez. Yalnız Allah bilir.
Bu dünyada ihtida ile zarardan kurtuluruz ama âhirette ise ittika ile sevap veya günaha ulaşırız. Bu dünyadaki sosyaldir, âhiretteki ise şahsidir, kişiseldir.
بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (105)
(BiMAv KuNTuM TaGMaLUvNa)
“Amel ediyor olduklarınızı”
“Bi” ile marifeleştirilmiş ve mevzileştirilmiş, “Mâ” ile de tamim edilmiştir. Yani bizi ilgilendiren her şey o gün tenbi edilecektir.
Burada “amel ettiklerinizden” denmektedir. Fiillerdeki cem hem kurallı ceme hem de kuralsız ceme delalet eder. “El-ulemau cau” dendiği gibi “El-âlimûne cau” da denir. Bunun için ayrı sığa yoktur. Çünkü fiilde tüzel kişilik söz konusu değildir. Yani burada kişilere yani ayrı ayrı herkese kendi yaptığı bildirilecektir demektir.
Yani uygarlaşma konusunda yaptıkları ayrı ayrı bildirilecektir; cezalandırılacaktır denmiyor, bildirilecektir deniyor. Çünkü ceza insanın diğer fiilleri ile birlikte olacaktır.
İnsanın fiilleri değişiktir. Kendi şahsını ilgilendiren fiiller vardır, yakınlarını ilgilendiren fiiller vardır, komşularını ilgilendiren fiiller vardır. Bunun dışında ocağını, bucağını, ilini, ülkesini ve insanlığı ilgilendiren fiiller vardır.
Burada bahsedilen ameller uygarlaşma ile ilgili olduğu için uygarlaşma ancak ocak, bucak, il, ülke ve insanlık içinde gerçekleşir. Dolayısıyla burada bahsedilen yalnız bununla ilgili amellerdir. Bunların hepsi deftere geçecek ama cezası veya mükâfatı ise diğer fiillerle birlikte değerlendirildikten sonra verilecektir. Bire on sevap yazılacak. Günah en çok bir yazılacak. Allah istediğini affedecektir.
Bu âyetin bize öğrettikleri şudur. “Adil Düzen”i biz getirmiyoruz, biz getirmeyeceğiz. Allah’ın takdiri ikinci Kur’an uygarlığının yeryüzüne gelmesi şeklinde olacaktır. Parça parça herkes “Adil Düzen”e doğru adımlar atmaktadır.
AK Parti “Adil Düzen”e karşı olduğunu söylemekte ama “Adil Düzen”in kırpıntılarından yararlanmaktadır. Mesela “Adil Düzen”e karşı olan Ömer Dinçer yerinden yönetimi ucun ucun getirmektedir. Ahmet Davutoğlu vizeleri kaldırmaya çalışmaktadır.
Sam Adian’ın bildirdiğine göre Çin’de de bizim dediklerimize yakın uygulamalar var. Sam Adian bir şeyi unutuyor. Biz Çinlilerden almadık. Biz buna binlerce sene önce başladık. Türkiye’de de “Adil Düzen”i henüz Sovyetlerde yenilenme olmadığı zamanlarda ortaya koyduk. Çin eğer bugün bir şeyler yapıyorsa bunları Kur’an’dan öğrenmiştir.
Önce ihtidadan bahsetmiş ve topluluğa hitap etmiştir. Burada ise amelden bahsetmiş ve amel eden kişilerden yani şahıslardan bahsetmiş, şahıslara hitap etmiştir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92