MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 61
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أُحِلَّ لَكُمْ صَيْدُ الْبَحْرِ وَطَعَامُهُ مَتَاعًا لَكُمْ وَلِلسَّيَّارَةِ وَحُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ مَا دُمْتُمْ حُرُمًا وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (96) جَعَلَ اللَّهُ الْكَعْبَةَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ قِيَامًا لِلنَّاسِ وَالشَّهْرَ الْحَرَامَ وَالْهَدْيَ وَالْقَلَائِدَ ذَلِكَ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (97)
أُحِلَّ لَكُمْ
(EuXilLa LaKuM)
“Size helal kılındı.”
Kur’an’ın ilk sekiz sûresi hüküm âyetlerini içerir, İslâmiyet’i tanıtır.
Ondan sonraki sûreler ise beyan ve teyit sûreleridir, Kur’an’ın mucizeleridir.
İlk sekiz sûrenin ilk yarısı Medine sûreleridir, hükümleri içerir.
Sonraki sûreler tebliğ ve cihat sûreleridir.
İlk dört sûre kurulmuş İslâm düzeninin nasıl işleyeceğini, sonraki dört sûre de İslâm düzeninin nasıl kurulacağını anlatır.
İşte bu hüküm sûrelerinin dördüncüsü yani sonuncusu Maide Sûresi’dir. Maide aynı zamanda son nâzil olan sûredir. “Bugün dininizi/düzeninizi ikmal ettim…” âyeti buradadır. Bu vahyin son sûresidir.
Bir bucağı ele almada bütün hükümleri ile bize anlatmaktadır. Baştan “akitleri ifa edin” ile başlamıştı. Böylece İslâm düzeninin sözleşmelere dayandığını göstermiştir. “Elukud” orada istiğrak içindir. Akitler Kur’an’a aykırı ise de yerine getireceksiniz. Kur’an’ı akitleri yaparken düşüneceksiniz ama akit yaptıktan sonra bu Kur’an’a aykırıdır, uymam diyemezsiniz. Kur’an size hangi şartlar altında onlarla anlaşacağınızı bildirir. Kur’an’a aykırı olsa da anlaşmada ne varsa ona uyarız. Kur’an’ın izni ile taviz veririz.
Bundan evvelki âyette avlandığınız yani üretim yaptığınız zaman başkalarının haklarını kendi beyanınızla veriniz, gizlemeyiniz emri gelmiştir. Bu yarısından fazla olabilir. Üreticilere yüzde kırk, genel ve kamu hizmetine yüzde kırk, yüzde yirmi de sosyal güvenliğe ayırıyoruz. Bu ayırma başka türlü de yapılabilir. Bundan önce bir bucak içinde, bir il içinde veya ülke içindeki üretimi anlatmıştır. Şimdi yeni üretim alanına geçmektedir. Bundan önce “siz ihramda iken avlanmayın” ile başlamıştı, yani haramla başlamıştı. Şimdi helalle başlamaktadır. Orada kara avcılığı anlatılmıştır. Burada ise deniz avcılığına geçmiştir.
Âyetler “Ey iman edenler…” ile başlamıştır.
“Size helal edilmiştir…” demektedir.
Mefhumu muhalefeti kabul etmediğimiz için kıyasen başkalarına da helaldir demektir.
O halde neden size helal kılınmıştır denmektedir?
Mü’minler nâsın mallarını korumakla yükümlüdürler. Birçok yerde nâsa mübah olan şeyler mü’minlere mübah değildir. Yani müslimler için yasaklanmayan şeyler mü’minler için yasaklanabilir. Bu sebeple burada “Leküm” kelimesi kullanılmıştır. Burada sadece mü’minler için bazı yasaklamaların konacağı ifade edilmiştir. Neyin olduğu belirtilmiş değildir. Hükümleri ortaya koyarken, âyetleri yorumlarken, böyle bir durumla karşılaştığımız zaman bunu hatırlamamız gerekmektedir.
صَيْدُ ٱلْبَحْرِ
(ÖaYDu eLBaXRı)
“Bahrın saydı”
“Bahr” burada marife gelmiştir, “Sayd” da marife gelmiştir. Bunun manâsı şudur. Avlanılacak yerler belli olacaktır. Avlanma da belli olacaktır. Yani nelerin nerelerde nasıl avlanacağına dair insanlığın kuralları olacaktır. O kurallar içinde avlanacaklardır. Yoksa “saydun fi’l-bahri” veya “el-saydu ‘fi bahrin” veya “saydu bahrin” olabilirdi. Yani belli yerlerde her türlü av serbest olurdu veya her yerde belli avlanma şekli serbest olur yahut her yerde her türlü av serbest olurdu.
“Saydu’l-Bahri” deyince, belli yerlerde belli avların belli tarzlarda avlanması size helal kılınmıştır denmektedir.
Bu ifade bize avlanmada aslın haramlık olduğunu göstermektedir. Madem ki helallik tanımlanmıştır, o halde asıl olan haramlıktır demektir. Bu haramlık yalnız mü’minlere has olabilir yahut herkese has olabilir. Mü’minler devlet yetkisini kullanırlar. Onları serbest bıraktığımızda müslimlerin haklarına saldırabilirler. Bunun için mü’minlerin yapacakları işler sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bugün de devlet memurlarının bazı işleri yapmaları yasaktır. Mesela ticaret yapamazlar.
Denizler bir devlete ait değildir. İnsanlık orada serbestçe seyahat eder, ayrıca serbestçe iş yapabilirler. İnsanlığa açık alanlardır. Ülke içinde o ülke halkında çıplak meskun olmayan dağlar böyle açık alanlardır. Oradaki sorumluluk devlete aittir. Orada iller değil de devlet şır’ası geçerli olur. İllerde ormanlar böyledir. Bucaklara ait olmaz, güvenliğini iller korur. Taşra bucaklarının hukuku değil il bucağının hukuku böyledir. Taşra bucaklarda ise tüm işyerleri ocaklara değil bucaklar aittir. Bu hususlar “Adil Düzen Anayasası”nda yazılıdır. İşte delil burada ortaya çıkmaktadır. Denizde avlanmaya ülke, il ve bucakları kıyas edeceğiz.
Deniz hukukunu insanlık merkez bucağı, Mekke merkez bucağı koyacaktır. Ne var ki biz insanlığa silahlı güç vermiyoruz. Çünkü o zaman insanlık diktası doğar. İnsanlıktaki güveni birleşmiş milletler değil devletler sağlayacaktır. Önce hakemlerden oluşan yargı o devletle savaşı meşru hâle getirir. Devletlerden isteyenler özel gönüllü ordular teşkil edip o ülkeye saldırırlar ve yağmalarlar yahut yola getirip serbest bırakırlar.
Bu husus “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda çözülmüştür ama çözülmeyen yer vardır. Denizlerin güvenliğini kim sağlayacaktır? Bu hususta İnsanlık paralı asker bulundurur diyordum ama bunun kural dışı çözüm olduğunu biliyordum. Başka çözüm bulamadığım için zarureten böyle kabul ediyordum. Bu âyetin tefsirine başladığım zaman gözüme “size” ve “seyyarelere” kelimeleri ilişti. Bir türlü çözemiyordum. Hattâ yazmaya başladım, devam edemedim. Sonra birden şimşek çaktı, “seyyare marife midir değil midir dedim. Marife olduğunu görünce çözemediğim sorun çözüldü; anlatacağım...
وَطَعَامُهُ
(Va OaGAMuHUv)
“Ve onun taamı”
Buradaki zamir ava veya bahra gidebilir. Denizin yenmesi uygun olmayacağı için zamirin ava gönderilmesi uygundur. Gerçi hazf yapılarak saydu’l-bahri anlamı verilebilir. Ama sayda gitmesi, avlarken hazfı takdir etmek gereksizdir. Ve avlanan hayvanların yenmesi denmiş olmaktadır. Gerek “taam” gerekse zamir marife olduğu için belli avların belli şekilde ekl edilmesi anlamındadır. Şafiilerin bütün deniz hayvanlarını helal saymaları bu âyete uymaz. Burada “Ettaamu minhu” anlamındadır. “Taamun minhu” denebilirdi, harfi tarifle getirebilirdi. O halde denizdeki hayvanların hepsi değil bir kısmı yenir. Hangi hayvanlar yenir? Çünkü balığın yeneceği Musa aleyhisselâmın kıssasında anlatılmaktadır. Diğer hayvanlardan hangilerinin yeneceği hususu içtihada bırakılmıştır. Bunlar için “kavminin yiyeceği” ilkesini kullanabiliriz. Yahut bütün omurgalı olmayan hayvanlar diyebiliriz. Buradaki âyetin ifadesi bize deniz hayvanlarının hepsinin etlerinin yenmeyeceğini göstermektedir. Biz şimdi onların tartışmasını yapmayacağız. Biz kavminin yiyeceği omurgalı değilse yenmeleri helaldir diyebiliriz. Bunun dışında kara hayvanlarında kabul edilen yırtıcı olup olmadığı illetini de alabiliriz.
Kur’an’da yiyecekler üzerinde çok durulmuştur. Helal ve haram hususu yiyeceklere hasredilmiş gibidir. Canlıların belli besinleri vardır. Midelerindeki sindirim hormonları ona göre ayarlanmıştır. İpek böceği yalnız dut yaprağını yer. İnsan farklı yaratılmıştır. İnsanın esas yiyeceği meyvedir. Her meyve değil, özel meyvelerdir. Ne var ki insanın midesi daha çok besinleri sindirecek şekilde yaratılmıştır. Ayrıca insanlar besinleri pişirerek veya mayalayarak kendilerine uygun besin hâline getirmektedirler. Ama bunların içinde bazı besinlerin bu şekle getirilemeyeceğini Allah bu haramlarla bildirmiştir. Hayvanlardan domuzu haram kılmış, deveyi helal kılmıştır. Bitkilerden de üzüm, hurma, nar muz gibi meyveleri ve genel olarak fakiheleri helal kılmıştır. Meyvelerden haram olanları zikretmemiştir. Helal olan üzümden yapılan hamrı haram etmiştir.
İnsanın midesi selülozu sindirememektedir. Hayvanlar ise bunu işkembelerinde yapmaktadırlar. Biz de belli mayalarla veya başka şeylerle yarın selülozu şekere çevirsek, onlardan yağ imal etsek helal olacak demektir.
Şaraptan yapılan sirkenin helal olması da bu âyetle helal olmaktadır.
مَتَاعاً لَكُمْ
(MaTAvGan LaKuM)
“Size meta olmak üzere.”
“Meta” hâldir, “Sayd”ın hâlidir. Yani eğer ona ihtiyacımız varsa, bir yararımız varsa helaldir. Yoksa sırf zevk olsun diye avlanma helal değildir. Asıl olan haramlık olunca burada mefhumu muhalefet geçerli olur.
Karada onların şerrinden korunmak için bizim için meta olsa da onları avlarız. Denizde ise sırf korunmak için avlanma meşru kılınmamıştır. Bununla beraber başka âyetlerin delâleti ile korunmak amacıyla da başka çare yoksa avlanmak meşrudur. Bununla beraber hiçbir canlı yoktur ki kendisinden yararlanılmasın. Ayının eti yenmez ama postu kıymetlidir, ayrıca bol yağı vardır. Eskiden köylerde hep ayı yağından külle sabun yaparlardı. Deniz hayvanlarında da bu amaçla avlanmalar yapılabilir.
Meta varsa, mesela haram olan hayvanların etleri gübre olabilir.
“Meta” burada nekre getirilmiştir. Hâl olarak getirilmiştir. Dolayısıyla meta tarif edilmemiştir. Bugün meta olmayan yarın meta olabilir.
İnsanlar için ne gibi metalar vardır?
En önemli meta yiyecektir. Ondan sonra insanlara mahsus olmak üzere giyecektir. Çünkü yalnız insan çıplak yaratılmıştır. Hattâ sonradan yediği yasak ağaç sebebiyle insanın tüyleri dökülmüştür. Ondan sonra barınak yani evdir. Sonra da enerjidir. İlk insanlar enerji ihtiyacı duymamışlar ama bugün enerji ihtiyacı hemen hemen suyu bile geçti.
Kara hayvanlarını ehlileştiriyoruz ve onlardan yararlanıyoruz. Yunus balıkları ve foklar ehlileştirilebiliyor. Denizdeki hayvanlardan yararlanabiliriz. Mesela bir bomba yükleriz, düşman gemisinin yanına götürüp bırakır, sonra biz patlatırız.
Kur’an’da inci ve yakutun denizden çıkarıldığı anlatılmaktadır. İnci canlıdan elde edilmektedir. Dolayısıyla demek ki her türlü yararlanma hususu serbesttir. Kur’an karaların ve denizlerin bize musahhar olduğunu söylemiştir. Bugün denizlerde devamlı olarak denizin ortasında olabilen büyük gemiler inşa edilmiştir. Yarın deniz kentleri kurulmaya başlanmış olabilir. Kur’an dağlar gibi gemilerden bahsetmektedir. Bugün bunları görüyoruz.
وَلِلسَّيَّارَةِ
(Va Lı elSayYAvRaTi)
“Ve seyyareler için”
Burada ve Yusuf Sûresi’nde seyyareden bahsetmektedir.
“Seyyare” süratle dolaşma demektir. Tek olarak değil de grup hâlinde ve süratle dolaşan anlamındadır. Yusuf Sûresi’nde bu konulara biraz değinilmiştir. Bugünkü trafik polisleri ve deniz polisi demektir. Bunlar süratli arabalara sahiptirler. Herhangi bir güvenlik sorunu olduğu zaman süratle oraya koşarlar.
“Seyyare”yi “Leküm”e atfetmenin anlamı yoktur. Onlar da bizden değillermi ki bizim için bir de seyyare için meta olsun. Karada trafiği sağlayan oranın ili veya devlettir. Çünkü onların silahlı güçleri vardır, o gücü kullanırlar. Giderler genel güvenlik içinde genel bütçeden karşılanır. Oysa denizlerde devletler yoktur, iller de yoktur. İnsanlığın da silahlı gücü yoktur, yasaklanmıştır. Çünkü Birleşmiş Milletler emredici değil, sadece tavsiye edicidir, hizmet vericidir. Böylece insanlık içinde yarış vardır. Tek üstün güç olsa bu yarış olmaz. Marx’ın sosyalizmi ve Yahudilerin tek devlet hayali bunun için mümkün değildir.
Biz “Adil Düzen”in zafer kazanacağını 1960’larda iddia ettik. O günlerden bu günlere geldiğimizde; Sovyetler yıkıldı… ABD tek süper güç oldu... Ama Irak ile ilgili 1 Mart tezkeresinde Türkiye ABD’ye kafa tuttu ve hiçbir şey olmadı... Dostluğumuzu bozmak şöyle dursun, ABD halkı Müslüman bir zencinin çocuğunu başa getirdi...
Demek ki belli yerlerin güvenliğini koruyan deniz polisi olacaktır. Bu bir devlete bağlı olmayacaktır. Orada avlananlardan payını alacak ve oranın güvenliğini koruyacaktır. Bugün denizden petrol çıkarma kavgası var; yok benim denizimdir, yok senin denizindir. Denizin kara suyu yoktur. Bütün denizler insanlığındır. Oranın güvenliğini koruyan insanlığın polisine hakkı olan vergiyi verdikten sonra, oralarda avlanmak veya petrol çıkarmak serbesttir.
İsrail’in gemilerimizi işgal etmesi, AB’nin ve ABD’nin sesini çıkarmaması önemli hem de çok önemli bir boşluğun işaretidir. Akdeniz devletleri Akdeniz polis teşkilatını oluşturmalıdır. Onlar seyyar trafik gücü olacaktır. Bunlar büyük olmayacak, bir bölgenin büyüklüğünü geçmeyecek, denizlerde kendilerine bölge verilecek ve onlar oranın güvenliğini sağlayacaklardır. Bunlara saldıran devlet olursa, hakemler kararı ile mahkum edilecek ve isteyen devletler o ülkeyi yıkıp yağmalayacaklardır.
İşte…
“Seyyare”nin marife olması ve atfedilmesi bu hükmü ortaya koymaktadır.
Bir kelimenin atfı ile dünya güvenliğinin ahkâmını anlatmış olmaktadır.
Sadece bu ifade bile Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispat etmektedir.
Kâfirlerin nikâhının sahih olup olmadığı hususu tartışılmış, sahih olduğuna, medeni hukuka sahip olduklarına, ona istidlâli Tebbet Sûresi’ndeki ve “imraetuhu/karısı” âyetinden istidlâl etmişlerdir. Biz de burada aynı usulle istidlâl ediyoruz.
حُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ
(Va XurRıMa GaLaYKuM ÖaYDu eLBarRı)
“Berr saydı size haram kılınmıştır.”
Denizlerde avlanma esas itibarı ile haram, belli yerlerde belli avların avlanması helal kılınmıştır. Denizlerde kişi ayırımı yoktur. Yer ve avlanma şekilleri farklıdır. Karada ise genel olarak avlanma serbesttir. Belli yerlerde ve belli zamanlarda belli avların avlanması haramdır. Bir de herkes kendi bucağında avlanır. Başka bucaklarda avlanmak haramdır. Yabancılar başka bucaklarda avlanamazlar. Merkez bucaklarda avlanma da bazı şartlara tâbidir.
Burada çok önemli sorun çözümlenmektedir. Taşra bucaklardaki halk kendi ilçe merkez bucağında avlanabilir; yani oralarda gidip çalışabilir. Bunun için orada çalışma beyannamesini vermeli ve orada çalıştığı müddetçe il merkez bucağına vergi ödemelidir; yani ihramdan çıkmalıdır.
Bu avlarla ilgili hükümler ortaya konurken temel nokta vergilendirmedir. Denizlerde avlanan o bölgenin deniz polisine vergisini vermelidir. Yalnız avlananlar değil, denizlerde iş yapanlar da vergilerini o bölgenin deniz polisine vermelidirler. Karada iş yapanlar, taşra bucaklarında bucaklarına vergilerini vermelidirler. Merkez bucaklarda iş yapanlar ise orada iş yaptıklarına dair beyanname verip ona göre vergilendirilmelidir. Ona göre de kredi alma hakkını kazanacaklardır.
Taşra bucaklarda ve taşra illerde dolaşırken orada birinin iznini almak gerekir. Oradaki birinin izni alındıktan sonra orada ticaret yapılır, alım-satım yapılır. Kişi vergi mükellefi değildir. Ne var ki ya oraya getirip malı satmalı veya oradan malı alıp götürmelidir. Ticarette vergi sermayenindir. Herkes kendi bucağında sermaye vergisini öder. Taşra bucaklarda üretim yapmak yoktur. Merkez bucaklarda ise o ilin taşra bucaklarından gelen halk iş yapar, çalışma serbestisine sahiptir. Burada çalışma kredisini kullanır. Bunun için ihramdan çıkmalıdır yani orada çalışmakta olduğunu beyan etmelidir. İşsizlik payını bucağında almamalıdır, orada da çalışma kredisini almalıdır. Çalışma kredisi devlet içinde verilir. Kişi bunu taşra bucağında veya il veya merkez bucağında kullanır. İnsanlık merkez bucağında çalışanlar çalışma kredilerini almazlar, taşra ülkelerden gelenler almazlar.
مَا دُمْتُمْ حُرُماً
(MAv DuMTuM XuRuMan)
“Hurum olarak devam ettikçe”
Gelip orada çalışacağını beyan etmediği müddetçe anlamındadır. Burada da asıl olan helalliktir. İhramlı olmak arızidir. Yani ben kendi bucağımda çalışacağım, kredimi oradan alacağım diyorsa, başka yere gittiği zaman ihram durumunda olmalıdır. Yoksa kişi nerede yaşıyorsa, nerede bulunuyorsa oranın hukukundan yararlanır.
Bu durumdaki hükümler nasıl tanzim edilecek?
Bunu il yönetimi, ülke yönetimi tanzim eder. İnsanlıkla ilgili ise Mekke yönetimi tanzim eder. Böyle bir düzenleme olacaktır ama düzenlemenin nasıl olacağı hususu ise yere ve zamana bırakılmıştır. Bu sebepledir ki Kur’an’da sadece genel kurallar konmakta, teferruata gidilmemektedir. Buradaki hükümlere kıyas yoluyla veya başka âyetlerin delaleti ile veya istihsanla hükümler konabilir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (96)
(Va itTaQUv elLAvHa elLaÜIy iLaYHi TuXŞaRUvNa)
“Ve ona haşrolunacağınız Allah’a ittika ediniz.”
Bir de “ittika” kelimesi geçtiği zaman orada yetkinin kime ait olduğu belirtilmiş olmaktadır. “Allah’tan ittika ediniz” dendiği zaman topluluktan ittika ediniz ve içtihadınızı doğru yapın, samimi olun heva ve hevesinize kapılmayınız denmiş olur. Burada ise “kendisine haşrolunacağınız” sigasını getirerek buradaki Allah’ın âlemlerin rabbi olan ve âhirette kedisine haşrolunacağımız Allah olup O’nun halifesi olan topluluk değildir. Burada ittika edenler de teker teker kişiler olmayıp topluluktur. Yani topluluk yasalar ve kurallar koyarken âlemlerin rabbi olan Allah’tan ittika etmelidir. Gelişigüzel keyfi kurallar koymamalıdır. Kurallar hakemlerin denetiminde olmalıdır demektir.
“Haşrolmak” toplanmak demektir.
Bayram günleri sabahleyin sokağa çıktığınızda herkes bayram namazına doğru akmaktadır. O hareket haşrdır. Bir tarafa sürü hâlinde akan böceklere haşarat denmektedir.
Kıyamet günü insanlar öldükleri yerde dirilecek ve yanlarında rehber melekler olmak üzere bir yerde bulunmak üzere yürüyecekler. Buna “mahşer” denmektedir. İnsanlar orada yargılanacaklardır ve sonunda cennet veya cehenneme gideceklerdir.
İşte o Allah’a ittika ediniz, O’nun vikayesine giriniz denmiş olmaktadır.
Burada memur olan topluluktur. Demek ki yasaları koyacak olan da topluluktur.
Kur’an’da demokrasi var mıdır diye soruyorlar. Kur’an’daki her “ittika ediniz” emrinin içinde demokrasi saklıdır. Karar alırken dikkatli olunuz demektir ama karar yetkiniz sizde demektir. İttika etsin veya ittika et dendiği zaman da karar verirken yani içtihat yaparken dikkatli ol demektir ama karar verme yetkisi, içtihat yapma yetkisi sende demektir.
***
جَعَلَ اللَّهُ الْكَعْبَةَ
(CaGaLa elLAHu eLKaGBaTa)
“Allah Kâbe’yi ca’letti.”
Bundan önceki âyette kişilerin ihramda oldukları durumları belirledi yani taşrada oturanlar için yasak hükümler koydu. Burda Kâbe’den bahsederek bize taşra merkez bucakları hakkında hüküm koyduğunu anlatmaktadır. Yani bu durumda olan demek merkez bucaklarda olan demektir. Diğer bucakları Kâbe’nin bulunduğu bucağa kıyas edeceğiz.
“Allah Kâbe’yi ca’letti.”
Buradaki Allah da kâinatı var eden Allah’tır. Bunu tüm insanlık olarak anlayabiliriz. Çünkü Kâbe’yi beytullah yapan İbrahim aleyhisselâmdır. Allah’ın emri ile yapmıştır. Bu kıyamete kadar değişmeyecektir. İnsanlığın merkezi daima orası kalacaktır. Biri beyninde diğeri göğsünde olmak üzere insanın nasıl iki kalbi varsa, yeryüzünün de iki kalbi vardır.
Biri Mekke’dir, beyinle ilgilidir.
Diğeri ise İstanbul’dur, bedenle ilgilidir.
İstanbul’un ikinci kalp olduğuna delâlet eden Kur’an’daki “Fathan Kariba” kelimesidir. Mekke fethinden sonra yakın fetih vardır deniyor. Bunun ebced hesabı ile tarihi İstanbul’un fethine tekabül etmektedir. Ayrıca İncil’de Hazreti Muhammed’den bahsederken dünya merkezine hükmedilecektir denmektedir. Dünyanın merkezi İstanbul olmaktadır.
“Kâbe” kelimesi; Türkçe’deki “küp” kelimesi ile “kap” kelimesi akrabadır. Kap şeklinde yapılan bir binadır. Kâbe kelimesi Kur’an’da iki defa geçmektedir. Biri bundan iki önceki âyette geçmiştir. Ceza olarak ödenecek hayvanların Kâbe’ye baliğinden bahsetmişti. Yine Kâbe’den bahsetmektedir. Kâbe dört duvardan oluşan bir odadır. İçerisine girip kullanılmamaktadır. Çevresi Mescid-i Haram’dır. Ondan sonra harem yanı gelmektedir, Mekke beldesi ve Mekke beledi gelmektedir.
Kur’an’da beledden ve beldeden bahsedilmektedir. Beled Mekke ilidir. Belde ise Mekke bucağıdır. Bekke Mekke ilidir. Mekke ise Mekke bucağıdır. Bekke’den bahsederken ilk vazedilen beytin bulunduğu Bekke demektedir. O zaman Mekke ili yoktu. Mekke’nin batnında demektedir. Demek batnı olmayan Mekke de vardır. Bu da bütün ili içine alır demektedir. Mekke’nin ve Bekke’nin hükümleri ayrı ayrıdır.
Belde kelimesindeki “t” tekilleştirmek için gelir. O halde belde Mekke bucağı, Beled ise Mekke ili olmalıdır.
Kur’an’da beldeden bahsederken insanların ve hayvanların olduğu alandan bahseder. Beledden bahsederken ise meyvelerden, nebatlardan bahseder. Ayrıca meskun olan yerin gayri zi zer’a olduğunu ifade eder.
Demek ki belde Mekke bucağıdır. Beled ise Mekke ilidir.
Bekke, Mekke, Kâbe, Beyt, Mescid-i Haram kelimelerini ruhu’l-Kur’an’da inceleyerek bu söylediklerimi fazlasıyla görürsünüz. Kur’an’da beledden bahsederken emin vasfını kullanmakta, oysa beldeden bahsederken ise harem vasfını kullanmaktadır. O halde tüm Mekke ili emin yerdir. Kim oraya gelirse emin olur. Mekke bucağı ise haram yerdir.
Mekke ili neresidir?
Bunun için şu istidlâli yapıyoruz. Kur’an’da Yesrib yani Medine ile Mekke şehirlerinden bahsetmektedir. Bunların orta noktaları sınır olmalıdır. Pergelin bir ayağını Kâbe üzerine koyar da Mekke-Medine arası orta noktadan daire çizersek, o Mekke ilidir. Mekke bucağı için başka istidlâl yapmamız gerekmektedir.
Kâbe burada mecazi olarak kullanılmıştır. Merkez ifade edilip civar kastedilmiştir. Haklar ne başkana ne de oradaki halka değil de Kâbe’ye izafe edilmektedir. Kâbe’ye baliğ hedy demektedir. Zaten kamu mallarının konduğu yere “beytülmal” denmektedir. Bu bize ortak ambarla ilgili olan hükmümüzü teyit eder. İnsanlar ürettiklerini ortak ambarlara verirler. Ortak ambarlardan belge alırlar. Sonra da o belgeyi piyasaya satarlar. En son kullanıcı gelip ambardan malı alır. Kabe’yi hak sahibi göstermesinden anlıyoruz ki, böyle ortak ambarların tesisini de emretmiş olmaktadır. Her bucağın böyle Kâbe’si olacaktır. Kâbe ortak ambardır. Orada malların olması gerekmez. Hükmen oraya konan malları ifade eder. Çünkü Kâbe’ye asla mal konmadığı halde kurbanların oraya baliğ olmasını emretmektedir. Demek ki Mekke’nin yönetimine varan mallar Kâbe’ye varmış olmaktadır.
الْبَيْتَ الْحَرَامَ
(eLBaYTa elXaRAvMa)
“Haram beyti”
Kâbe’nin bedeli olarak haram beytten bahsetmektedir. Kastedilen yalnız Kâbe binası değil, daha geniş bir alan olduğunu belirtmek için bedel olarak getirilmiştir. Beyt-i haram, maşer-i haram, Mescid-i haram, şehr-i haram ifadeleri geçmektedir. Mekke ili emin yerdir. Oraya giren suçlu da olsa oradan çıkmadıkça takip edilmez.
Yeryüzünde yüze yakın devlet vardır. Biz her devlete Mekke ilinde bir ilçelik veya bucaklık yer vereceğiz, orada kendi ülkelerinin sitesini kuracaklardır. Burası emin yer olacaktır. Birisi adam öldürdü ve oraya kaçtı. Kendi bucaklarına sığındı. Biz artık onu zorla oradan çıkaramayız. Mağdurlar af ederlerse diyetlerini alırlar, sorun biter. Affetmezlerse çıkmasını bekleriz çıkınca kısas yaparız. Burası F tipi cezaevindeki müebbet hapse benzer.
Mekke bucağı ise haram bucağıdır yılın 12 ayında orası haremdir. Ayrıca haram ayları vardır. O aylarda da dünyanın her yeri veya hac yolları haremdir. Savaş durur. Altı ayda savaşı bitiren bitirir. Altı ayda savaşı bitiremeyen kimseler artık savaşa devam edemezler. Yeniden hakem kararı gerekmektedir. Recep ayından sonra iki ay içinde bitirmelidirler.
Bundan önceki âyette ihramda olan kimseleri anlattı, şimdi de ihram yerini anlattı. Her ülkenin kendi merkez bucağı Mekke’nin merkez bucağına benzer, kendi merkez ilini Mekke iline benzer şekilde düzenler.
قِيَامًا لِلنَّاسِ
(KıYavMan LielNAvSı)
“Nâs için kıyam kıldı.”
“Kıyam” “Ceale”nin mef’ulüdür. Yani beyti kıyam kıldık.
“Kıyam” ayakta durmak anlamındadır ama orda olmak anlamına gelir yani misafir değil de mukim anlamını da taşır.
Mescid-i Haramı nâs için kıyam yapmanın mecazi manâsı olması gerekir, masdar ancak mutlak mef’ul olur. O da kendi kökünden veya manâ itibariyle kendi köküne benzer olmalıdır. Burada “kıyam” ile “ceale”yi benzer manâda alabiliriz. Kıyamı fi’âl vezninden, müfâele babından bir masdar olarak alabiliriz. O zaman ikame etmek ile ca’letmek aynı manâlara yahut yakın manâlara gelir. O zaman kıyam mutlak meful olur. “Ca’lan li-nnâs” anlamına gelir ki manâsı Mekke haram beyti insanlarındır demektir.
Evet; Mekke sadece bir din mensuplarının, sadece bir kavmin, sadece bir grubun değil, tüm insanların merkezidir. Oraya gelen rahatlıkla gelecek ve gidecektir. Şimdi hayvanlar için koruma bölgeleri yapılmaktadır. Orada avlanmak yasaktır. Mekke’de insanları avlamak yasaktır. Herkes rahatlıkla gelecek ve gidecektir. Gelenlerden istenen oradaki haremliğe riayet etmeleridir.
Biz bu emin beldeyi kıta merkezlerindeki bölgeler için yapıyoruz. Her kıta merkezini bir bölge büyüklüğünde yani on il büyüklüğünde düşünüyoruz. İl seviyesine indirilebilir. Mekke’de de bunun için her ülkeye bir ilçelik yer veriyoruz. İşte bunun tayinini şimdilik başka delil bulamadığınız için istihsanla yapıyoruz. Sonra Kur’an’dan da delil bulunacak; ya isabet etmiş ya da hata etmiş olacağız.
وَالشَّهْرَ الْحَرَامَ
(Va elŞaHRa eLXaRAvMa)
“Ve haram şehri”
“Haram şehri” Kabe’ye atıftır. “Ceale”nin mef’ulüdür. Kıyamen linnasi hükmü buna da şamildir. Yani onu da nâs için ca’lettik demek olur.
“Şehir” kelimesi müfret gelmiştir. Cins için gelmiştir. Haram ayı ister üç ay olsun, ister üç aydan biri olsun, ister bu senenin şehri olsun, ister başka ayın şehri olsun, insanlar için haram ayı yapılmıştır. Bu ayda yeryüzünde savaşlar durur. İnsanlığın ortak işgal gücü yoktur. Mağdur olan hakemlere gider, hakemler mağduriyetine karar verirlerse mahkum olan devlet tazmin eder veya gereğini yapar.
Kardak kayalıklarını birine verir. Ondan sonra Türkiye ve Yunanistan müdahale ederse hakemlere gidilir ve savaşılır, devlet ilan edilir. Hakem kararlarına uymamakta direnen devlete karşı isteyen devletler birleşip gönüllülerden ordular teşkil eder ve orasını işgal eder. Ama bu işgal helal aylarda olmalıdır. Recep ve hac aylarında savaş biter. İşgal edememişlerse savaş durur. Yeniden savaşa başlamak için yeniden hakem kararı alınması gerekir.
Her ülke kendi ülkesinde geçerli olmak üzere yasaklar koyabilir. Bu yasaklar zamanla sınırlandırabilir. Madem ki dünyada geçerli bir yasağı Mekke bucağı koyabilmektedir, o halde ülke meclisi de ülke ile ilgili yasaklar koyabilir demektir. Bunlara riayet etmeyenler harb durumuna düşerler.
İnsanlık yasakları nasıl koyacaktır, kararlar nasıl alınacaktır?
Ülkelerde mevcut üniversiteler birer ilmî dayanışma ortaklıklarıdır. Hukuku bunlar oluştururlar yani yasamayı bunlar yaparlar. Ülke yasalarını üniversiteler ayrı ayrı hazırlarlar, halklar veya bucaklar bunlardan istediği üniversitenin yasasını kendisine kabul eder. Özel hukukta insanlar, kamu hukukunda bucaklar tercihlerini yaparlar. Kendileri de içtihatlarını eklerler veya değiştirebilirler. Dünyanın bütün ülkelerinde üniversitelerin şûrasında aynı hüküm varsa bu insanlık icmaıdır. Bunu herkesin uygulaması gerekir. Bunu artık üniversiteler değiştiremezler.
Her üniversite Mekke’ye bir temsilcisini gönderir, âlimini gönderir. Yüz ülke vardır. Her ülkede ona yakın üniversite vardır. Demek ki Mekke’deki insanlık meclisi bine yakın kişiden oluşacaktır. İşte bu mecliste ittifakla sabit olan hükümler insanlığın icmaı olur. Eğer üniversiteler de onaylarını bildirirlerse bu muhkem olur. O uygarlıkta artık değişmez. Bin senelik hükümleri içerir. Bin senede bir uygarlık yenilenir, yeniden içtihatlar ve yeniden icmalar başlar. Eski icmalar yeni uygarlıkları kaplamaz. Bunun bir istisnası vardır.
1- Sahabelerin Kur’an’ı yorumlayan kavlî ve fiilî icmaları her dönemi bağlar. Buna muhalefet Kur’an’a muhalefettir.
2- Sahabelerden sonra gelenlerin Kur’an’ı yorumlayan kavlî ve fiilî yorumları da hatası sabit olmadıkça bizi bağlar. Biz fiilen ona uyarız. Ama bizim icmamıza uymuyorsa onu bırakabiliriz. Yani bizim icmamız ile ikinci nesil icmaı eşit seviyededir. Üçüncü nesil icmaı ise bize delildir ama bizim icmamız varsa o delil olmaktan çıkar yani onlara uymak caizdir ama vacip değildir. İcmamıza aykırı ise geçersizdir.
İşte, Mekke şehrinde insanlık icmalarının kararları böyledir. Kıyas yoluyla ülkeler için de benzer hükümler geçerlidir.
وَالْهَدْيَ وَالْقَلَائِدَ
(Va eLHaDya Ve elQaLAiDa)
“Hedy ve kalaid”
“Kalaid” kelimesi Kur’an’da yalnız bu sûrede iki defa geçmektedir ve “Hedy” kelimesine atfedilerek gelmektedir. “KLD” kelimesi kilit anlamındadır. “Kolye” kelimesi de buradan gelmektedir.
Ortak ambara teslim ederken iki türlü teslim edilir. Bir şahsa ait olur, şahsın malı olarak ambara alınır. Sonunda o belge malı getirene verilir. Bir de siz malı teslim edersiniz, mal standart maldır. Size benzeri verilir, aynısı verilmez. Hacca gönderilen hayvanlar ya kolyeli olarak verilir yahut misliyattandır, o teslim edilir.
Bu ayırım malların çeşitlerine göre ayırımdır. Bunlar da ortak mallardır. Bunlara dokunmak haramdır. Yani kamu malları haramdır. Bu kamu malları ister standart mal olsun isterse özel mal olsun, fark etmez. Bunlar da nâsın kıyamındadır.
Hazreti Peygamber Kur’an’ı uygulamış, sahabeler sünneti oluşturmuşlar, ondan sonra gelen müçtehitler sünnet ve icmalara dayanarak bir fıkıh oluşturmuşlardır. Biz de bu fıkha dayanarak “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı hazırladık. Müçtehitler arasındaki tercihlerimizi istihsanla yani aklımızla bugünkü müsbet ilimlere dayanarak yaptık. Hazreti Ömer beytülmali aynı zamanda banka olarak kullanmıştır. Biz de buna dayanarak ortak ambarları önerdik. Anayasamızı yazdık. Anayasada bizim getirdiğimiz yeni hükümler ya Kur’an’a dayanmakta ya da hiç yoktur ama baştan tercihlerimizi müsbet ilme göre yaptık. Şimdi âyetler bir bir bizim isabet ettiğimizi göstermektedir, eksiklerimizi tamamlamaktadır, hatalarımızı düzeltmektedir. Bu durum bize şunları gösterir:
1- Kur’an’da her hüküm vardır ve yanlış yoktur.
2- Hazreti Peygamber Kur’an’ı doğru uygulamıştır.
3- Müçtehitler Kur’an’ı ve sünneti doğru anlamışlardır.
4- Bugünkü müsbet ilimler de gerçeği anlamada delildir.
Semtlerde herkes üretim yapar, ortak ambar vardır. Üretici ürettiği ürününü oraya teslim eder. Ürünün üzerine “kalaid” etiketi iliştirilir. Bu ortak ambardan ortak taşıma ile ilçedeki laboratuarlara gelir. Orda tahlil edilir ve bu sefer evsaflı etiket iliştirilir. Sonra yine ortak ambardan ortak taşıma ile bölgeye gelir, fabrikalarda tasnif edilir, standart mal hâline getirilir. Artık “kalaid” değil “hedy” olur, misliyattan olur.
Bütün bunlar yapılırken bu mallar haram mallardandır. Çünkü bunlar kendilerine belge verilen sahiplerin mallarıdır. Bu belgeleri sahipleri satacaklar. Sonunda belge sahibi gelecek ve malını alacaktır. Bu “kalaid” veya “hedy” olur.
Böylece haramlar dört noktada toplanmış bulunmaktadır.
1- İhramda olan kişilere olan haramlar.
2- Haram yerde olanlar.
3- Haram aylarda olanlar.
4- Haram mallar.
Bunları “Ve” harfi ile birbirine atfetmiştir. Yani haramlar bir bütündür. Hepsine birden uyulduğu zaman düzen doğar. Bu haramlar sayesinde yeryüzü tek bir topluluk hâline gelmiş olur. Son nâzil olan ve hüküm âyetlerini ihtiva eden son sûre bize bugün bizim önerdiğimiz ekonomi sistemini anlatmaktadır.
ذَلِكَ
(ZaLiKa)
“Bu”
“Bu” neye işarettir?
“Ey iman edenler” diye başlayıp buraya kadar anlatılanların hepsine işaret olabilir. Çünkü hepsi bir hükümdür. Bunlardan bazısına uymak bazısına uymamak olamaz.
Bir arabanın bütün parçaları yerinde ve sağlamsa araba çalışır ama arabanın bir tekerleği yoksa, camları kırıksa o araba işe yaramaz.
O halde ister karada ister denizde olsun, konan hükümlerin tümü bir bütün olarak kastedilmektedir. Mesela, uluslararası sularda güvenli dolaşma varsa, Mekke’deki meclisin aldığı kararlar bir işe yarar. Kıyas yoluyla havadaki uçuşlar serbestse Mekke’deki çalışma işe yarar. Helal ve haramın ancak o takdirde manâsı vardır.
Sadece son haramlara işaret etmiş olabilir. O takdirde dört haramın birbirlerine uyumlu olarak haram edildiğine işaret etmiş olur.
Her iki manâ da doğrudur.
لِتَعْلَمُوا
(Li TaGLaMUv)
“Bilmeniz için”
Evet…
Bu haramları ve helalleri size bildirmesinin sebebi bilmeniz içindir.
Burada bilecek olanlar kimlerdir?
Sûre son defa nâzil olmuştur. Sahabeler bilsin denemez çünkü sahabeler bu hususta bir şey bilecek durumda değildirler. Hattâ müçtehitlerin de bu hususta bir bilgileri yoktur. Bugünkü batılıların da bundan haberleri yoktur. Henüz dünya üzerinde bu düzen gelmemiştir ama gelecektir; bu âyetin delâleti ile gelecektir.
O halde burada bilenler biziz.
Üçüncü bin yılın Adil Düzen Çalışanları biziz.
“Siz” diyor “günümüzün meselelerini çözerken biz onları size bildiriyoruz” diyor. Kur’an’ı biz size ulaştırdık. Yeryüzünde bizim bilgimizin dışında bir yaprak bile kımıldamaz.
Şimdi bu yorumları okuyan mü’minlere diyor ki; biliniz, biliniz, biliniz…
Kimse bir şey yapmamaktadır. Yapan hep biziz. “Adil Düzen”i siz değil biz getireceğiz. Siz sadece emrimizi yerine getirmekle mükellefsiniz. Olup olmamaktan siz ne görevlisiniz ne de sorumlusunuz.
Her biriniz Kur’an üzerinde düşünürken, Allah’ın her şeyi bildiğini keşfedeceksiniz.
İnternet sitemizde böyle düşünenler devreye girmiştir, yazıyorlar. Bu çalışmalarımız insanlığı uçurumdan kurtaracaktır. Saçma saçma şeyler söylesinler, yeter ki Kur’an üzerinden söylesinler. Hattâ biri ben Kur’an’ı bozayım derken kendisi düzelir. Bir şair gelmiş, Kur’an gibi bir şey söyleyip Kur’an’ı çürütecekmiş! Ağzı tutulmuş, söyleyememiş ve kendisi Müslüman olmuş. Kur’an’a saldıranlar bile mağlup olur ve imana gelirler, yeter ki insanlar Kur’an’la ilgilensinler.
أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ
(EanNa elLAHa YaGLaMu)
“Allah’ın bildiğini bilesiniz diye.”
Her biriniz düşününüz; hangi aşmalardan geçerek buraya geldiniz?..
Bu yazıları okuyor ve dinliyorsunuz, Kur’an’la artık siz de ilgilenmeye başladınız...
Sam Adian isimli şahıs bana yazıyor; böyle olmalıdır, şöyle olmalıdır diyor... Yüzde seksen anlaşıyoruz. Bizim savunduğumuzu o şimdi bize tavsiye ediyor! Neden? Ona bildiren de bize bildiren de her şeyi bilen Allah’tır. Hatalarımız var ama doğrularımız çok.
Neden hata yapıyoruz?
Hata yapacağız ki birbirimize muhtaç olalım ve birlik sağlayalım. Bizim istihsanla müçtehitlerin içtihadına ve Resulün sünnetine dayanarak vardığımız sonuçları şimdi Kur’an lafızları ile bildiriyor. Bütün onları söyleten ve yaptıran O’dur. Resul O’nun, ümmeti O’nun, bizde O’nunuz; innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn. Biz O’nunuz. Biz başvuruyoruz. “Raciûn” demek müracaat etmek demektir.
مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ
(MAv Fiy elSaMAvVAvTı Va MAv Fıy eLEaRWı
“Semavatta ve arzda olanları”
Kur’an’da “semavat ve arz” kelimeleri yan yana getirildiğinde kâinatımızı ifade eder. Semavat ve orda olanlar şeklinde ifade vardır. Kâinatımızda olanları bir “Mâ”da toplamıştır. Bazı yerlerde de semavatta olanları ve arada olanları demektir. Yani orada olanları burada olanları bilir demektedir.
Doğada iki çeşit kanun vardır. Biri sünnetullahtır, yer ve zamana göre değişmez. O kanunları Allah insanları, melekleri, cinleri ve ruhları yaratmadan önce koymuştur. İnsan, melek, cin ve ruhları sonra yaratmış, onlara orada yaşamaları imkanını sağlamıştır. Bu birinci kanunların dışında meleklerin, cinlerin, insanların ve ruhların yaptıkları vardır. Bunlarda Allah’ın iradesinin yanında onların da iradesi vardır. Yerlerde ve göklerde olanlar söylediği zaman, her ikisi birden kastedilir. Hükümleri ayırmamak için bir “Mâ”da toplar. Ayrı “Mâ”larla zikrettiğinde o zaman Allah’ın insanları ve melekleri yaratmadan önce var edip koyduğu düzendir. Arzdaki “Mâ” ise insanların, cinlerin, meleklerin ve ruhların yaptıklarıdır. Allah bunların hepsini bilmektedir. Yani yirminci/yirmibirinci yüzyıldaki ortak ambar ve ortak nakliyenin hükümlerini bilmektedir. Siz de bilin de artık “Adil Düzen”e inanın demektir. Çünkü bugün insanlar “Adil Düzen”i hâlâ ütopik bir düzen olarak kabul etmektedirler.
وَأَنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (97)
(Va EanNA elLAHa BiKulLi ŞaYEin GaLIyMun)
“Ve Allah her şeyi bilendir.”
“Allah semavatta olanları bilir” deyince, orada ifade edilen Allah âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Burada ise ifade edilen “Allah” topluluktur. Onun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Topluluk yani insanlık her şeyi bilecektir. Kendisinin ihtiyacı olan her şeyi bilecektir. Yani siz bilin. Yarın tüm insanlık “Adil Düzen”i kabul edecek ve ortak ambarları olacak. Taşra bucakları orada çalışanların olacak.
“Alîmun” kelimesinin nekre olmasından kastedilen O’nun halifesi olan topluluktur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92