MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 60
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللَّهُ بِشَيْءٍ مِنَ الصَّيْدِ تَنَالُهُ أَيْدِيكُمْ وَرِمَاحُكُمْ لِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ (94) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْتُلُوا الصَّيْدَ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ وَمَنْ قَتَلَهُ مِنْكُمْ مُتَعَمِّدًا فَجَزَاءٌ مِثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ أَوْ كَفَّارَةٌ طَعَامُ مَسَاكِينَ أَوْ عَدْلُ ذَلِكَ صِيَامًا لِيَذُوقَ وَبَالَ أَمْرِهِ عَفَا اللَّهُ عَمَّا سَلَفَ وَمَنْ عَادَ فَيَنْتَقِمُ اللَّهُ مِنْهُ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (95(
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYu Ha elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar!”
Bu sûrenin başında “Ey iman edenler…” diye başlamış, müteakip âyette de yine “Ey iman edenler…” denmiştir. Burada da “Ey iman edenler…” diyerek 94’üncü âyette tekrar av ile ilgili hükümlere geçmiştir.
“Sayd/av” kelimesi Kur’an’da yalnız bu sûrede geçmektedir. İkisi birinci ve ikinci âyetlerde, diğerleri 94, 95 ve bunlardan sonra geçen âyetlerde geçmektedir. Bu sûre 120 âyettir. Demek ki altıda beşinden sonra tekrar avlanma ile ilgili âyetlere dönmüştür.
Kur’an’ın konuları böyle dağıtmış olmasının hikmeti; avdan bahsederken sadece avdan bahsetmiyor, av örnektir. Üretim sisteminden bahsediyor. Helal ve haramlardan bahsetti. Birçok konulardan bahsetti. Şimdi de avlanma konusuna tekrar dönerek o anlatılanların hepsinin avla ilgili olduğuna işaret etti.
İnsanı tekrar ele alalım. İnsan diğer canlılardan farklı varlıktır. Diğer canlılardan hiçbiri topluluk olarak tek tip değildir. Aslan sürüleri dolaşırlar. Her alanda aslan sürülerine rastlanır. Ama en çok işte o birlikte hareket eden aslanlar topluluk oluşturmuştur. İnsanlar ise yeryüzünde tek topluluk hâline gelmişlerdir. Ümmet-i vahide olmuştur. Diğer taraftan da insanlık alt topluluklara ayrılır, iç içe topluluklara ayrılır. İnsanlık yani nâs kavimlere, kavimler şa’blara, şa’blar kabilelere ve kabileler aşiretlere ayrılır. Nihayet kişi de kendi kişiliğini korur. Yani;
- Kişi bir taraftan bu birliğin üyesidir.
- Diğer taraftan herkes özgürdür.
İnsan/kişi sabahleyin işe gittiği zaman topluluğun üyesidir ama akşamleyin evine döndüğü zaman ise özgürdür. Aile hayatı içinde yaşamaktadır. Kademe kademe insanlığın baskısı kalkmış, kendi eşiyle çocukları ile ikili ilişkiler içindedir. Toplulukla olan ilişkisi daha çok ekonomi ile ilgilidir. Yani insan çevreden yararlanırken topluluk içindedir, topluluğun üyesidir. Çevreden uzaklaşınca da özgürdür.
Sûre “akitleri yerine getirin” ile başlamıştır. Topluluğun sözleşmelere dayandığını ifade etmektedir. Bu sûrede iki defa geçmektedir. Yeminsiz akitler ile yeminli akitlerin hükümlerini bu sûrede anlatmaktadır.
Şimdi de “Ey iman edenler…” diye yeniden av ile ilgili hükümlere geçmektedir.
Toplulukların sözleşmelere dayanarak oluşacağı hükmünü istidlâl edebiliriz. Önce on civarında aile bir araya gelip bir “ocak” oluşturmaktadır. Ailenin 3 ile 10 arasında kişiden oluştuğunu kabul edersek, 30 ile 100 arasında kişi bir araya gelerek aşiretlerini yani ocaklarını kurmaktadırlar. Burada sosyal hayat yaşanmaktadır.
Yüz kadar ocak yani bin hane bir araya gelip topluluk oluşturmaktadır. Bunlar bir “kabile”dir, bir “bucak”tır. Çünkü bunlar her gün iş hayatında birbirleri ile karşılaşmaktadırlar. Yüz kadar kabile birleşerek bir “şa’b”i yani “il”i oluşturmaktadır. Yüz kadar “şa’b” da bir “kavim”i yani bir “devlet”i oluşturmaktadır. İnsanlık da yüz kadar kavimden oluşmaktadır.
İnsanlar beş vakit namazı aşirette/ocakta kılarlar ve sosyal hayatlarını ona göre düzenlerler. Haftada bir kıldıkları cuma namazıyla ve cuma imamı ile de ortak üretme hususunu düzenlerler. Ortak üretimi Kur’an “avlanmak” ile anlatmaktadır. Avlanmanın özelliklerine göre avlanma önce ortak alanda yapılmaktadır, özel mülkiyetin olmadığı yerlerde yapılmaktadır. İkincisi de genellikle avlanma birlikte yapılmaktadır. Bugün avcılıkla geçinme çok nâdir hâle gelmiştir. Kur’an’da avlanma örnek olarak seçilmiştir. Demek ki insanlık doğru istikamette yol almaktadır.
لَيَبْلُوَنَّكُمُ اللَّهُ بِشَيْءٍ مِنَ الصَّيْدِ
(La YaBLuVanNaKuMu elLAvHu Bi ŞaYEin MiNa elÖaYDi)
“Allah sayd etmekten bir şey ile sizi belv edecektir.”
“Belv etmek” bileylemek, bilemek, yıpratmak anlamındadır. Sürterek alıştırma da bilemedir. Bir şeyi aşındırarak yarayışlı hâle getirme demektir.
“Sayd” kelimesi eğer isimse, marife geldiğine göre yakaladığın avın cüzünde sizi imtihan edecektir anlamı çıkar.
Bunun uygulamadaki anlamı şudur. Bir alan düşünelim. Buranın otları vardır. Otları bize besin olan yabani hayvanlar otlarlar. Bir alanın besleyebileceği hayvan sayısı bellidir. Ondan çok hayvan ürerse otlar yetmez, hayvanlar zayıf hâle gelirler. Doğada onları kurtlar yakalar ve böylece azalırlar. Bu sefer otlar çoğalmaya başlar. Hayvanlar semirirler, güçlenirler, kaçarlar; kurtlar onları yakalayamaz. Sürüler çoğalır, kurtlar açlıktan ölürler. Doğadaki denge böyle devam eder.
İnsanlar ortaya çıkınca kurtları ve ayıları avladılar, bunlar kuzular için tehlike teşkil etmez oldu. Onların yerine insanlar hayvanları avlamaya başladılar. İnsanlar onları avlayamazlarsa zayıflamazlar. Dolayısıyla doğal denge oluşmaz.
İnsanları avlanmada dengede tutmamız için bir düzen geliştirilmelidir. İşte bu düzende avlanan hayvanların bir kısmı topluluğa ait olur. İşte avdan bir cüz, bilinen bir cüz kamuya ait olur. İmtihan edilen cüz burasıdır. Yoksa nekire gelirdi. Bu payın miktarı ayrılarak, avlanmanın ekonomik değeri düşürülerek, avlanacak hayvanların sayısı dengede tutulur.
“Bir şeyin” diyor ve şeyi nekire getiriyor. O halde imtihan konusu farklı olabilir. Yasaklar birden fazladır demektir. Konan yasaklar değişik olabilir. Örnek olarak günde üç hayvandan fazlası avlanmasın, şu yaştan küçük olanı avlanmasın, şu mevsimlerde avlanmasın, şu yerlerde avlanmasın, şu cins avlanmasın gibi yasaklar konabilir. Şeyin nekire gelmesi bu yasaklar maslahata göre konacaktır demektir.
Usulde mesalihin delil olup olmadığı tartışılır. Yani biz hükümleri yararlara göre mi koyacağız? Hanefiler ve Şafiiler kabul etmezler, Malikiler ve Hambeliler kabul ederler. Bize göre illetlerin tesbitinde mesalih geçerlidir ama hükümlerin tesbitinde mesalih geçerli değildir. Çünkü illetler hükümden öncedir, hikmet yani yararlılık hükümden sonradır.
Burada haram olanın illetini tesbitte mesalihten yararlanacağız. Yani en uygun düzeni koyacağız. Bugün de avlanmaya birtakım yasaklar getirilmektedir. O yasakların konacağını ifade etmektedir. Şu kadar var ki bunlar için kurallar konur. O haramların dışına çıkınca kişi keffaretini verir ama kişinin arkasına polis takılmaz. Zorunlu cezalar da verilmez. Herkes o yasaklara kendisi ‘bunlar topluluğun yasakladığı şeydir, uyayım’ der ve o sebeple uyar.
“Sizi belv eder” diyerek, size mâni olunmaz, siz serbestsiniz ama haram işlemiş olursunuz demektedir. Kişi bu tür fiilleri işler ve keffaretini vermezse, gizli tutarsa ne yapılacaktır, ne ceza verilecektir? Âyetlerin sonlarına doğru ve bundan daha sonraki âyette bununla ilgili hükümler vardır.
Buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak alırsak, böyle yapanların dünya ve âhirette azaba duçar olacağı şeklinde yorumlayarak, bu şekilde tefsir yapanlar tefsiri kolaylaştırmakta, dünyevi hükümleri de rafa kaldırmaktadırlar. Biz fıkhî yorum yapmaktayız. Dolayısıyla buradaki “Allah” kelimesini O’nun halifesi “topluluk” olarak anlıyoruz.
“Lam” harfi tekit ve sonunda teşdit nunu ile elbette belv edecektir demesi topluluğun buna ait tedbirleri alması gerektiğini ifade etmektedir.
İnsanların özgürlüğüne dokunmamak gerekmektedir. Ancak topluluğun hayatı tehlikeye girdiği zaman artık insanların özgürlüğü değil topluluğun varlığı tercih edilir. Yani topluluğun çıkarı ile kişinin çıkarı söz konusu olduğu zaman kişinin çıkarı tercih edilir. Ama topluluğun varlığı ile kişinin varlığı söz konusu olduğu zaman ise topluluğun varlığı tercih edilir. Savaşta şehit olmanın anlamı budur. Topluluk kişinin çıkarlarını korumak için vardır ama kişiler de topluluğun varlığını korumak için vardırlar.
İmtihan şekli nasıl olacaktır?
Kişiyi serbest bırakıyorsun, baştan müdahale etmiyorsun, fiili işledikten sonra cezalandırıyorsun. İmtihan yaptığınız kimseye yazarken şöyle yaz böyle yaz demiyorsun. O kendisi istediğini yazar ve sonra ona göre not verirsiniz. Avlanma konusunda ve bütün işler konusunda baştan müdahale etmiyorsunuz. Herkes ne istiyorsa onu yapıyor. Yaptıktan sonra karşılığı ne ise onu veriyorsunuz. İyi iş yapmışsa iyilikle karşılarsınız, kötü bir iş yapmışsa kötülükle karşılarsınız.
“Sayd” kelimesini masdar olarak aldığımızda o zaman marifedeki cüzi teb’iz manâsı başka şekil alır. O zaman da avlanma esnasında siz imtihan edilirsiniz anlamındadır.
Birlikte hareket etmede kurallara uyma konusunda imtihan sözkonusudur. Yani üretimde nasıl birlik sağlanacaktır? Üretim de savaş gibidir. Nasıl namazı birlikte kılıyorsak, üretim yaptığımızda da aynı şekilde emir-komuta zinciri içinde hareket etmek zorumdayız. İnsanlar birlikte davranmak istemezler. İşte imtihan orada da kendisini gösterecektir.
Genel kural şudur. Her işin bir sorumlusu olacaktır. İşe o sorumlu kumanda etmektedir. Nasıl namaz kılarken imama itaat ediyorsak, işte de ona öyle itaat edeceğiz yahut namazı terk edip gideceğiz. İmamı paçasından tutup atmayacağız, o rükua giderken biz ayakta kalmakta direnip öyle kalmayacağız. Bu da yine ortak iş yaparken neler yapmamız gerektiğini bize öğreten bir şey olur.
“Istıyad” kelimesi de masdardır, “Sayd” kelimesi de masdardır. Sayd etmek başkası için de yapılır yani avları satarsınız veya bağışlarsınız. İstiyadda ise kendi ihtiyacınız için sayd edersiniz. Bazı fiiller vardır ki onları kendiniz için yaparsanız helaldir. Onları elde edip başkasına devretme haramdır.
تَنَالُهُ أَيْدِيكُمْ وَرِمَاحُكُمْ
(TaNAvLUvHu EaYDiKuM Va RiMAvXuKuM)
“Yedlerinizin ve rumhlarınız ona ulaştığı halde”
İnsanlar yola çıktıklarında azık alırlar. Belli mola yerlerine vardıklarında orası için ayırdıkları kısmı yerler. İşte buna “nevale” denir. “Nail olmak” demek, istediği yere ve şeye ulaşmak anlamındadır.
Elinizin ve rumhlarınızın ona ulaştığı sayd veya şey. Eğer zamiri şeye gönderirsek o zaman bu cümle sıfat olur, sayda gönderdiğimizde hâl olur. Hâl cümlelerinde zamire gerek yoktur. İki ihtimal da aynı derecede mevcuttur. Eydiniz veya rimahınız onu avlamıştır. Avlamayı avcıya değil de araca yaptırmaktadır. Yani aracı fail yapmıştır. Bu takdirde “eydiyküm” kelimesi “enfüsüküm” demektir, siz doğrudan avladınız anlamında olur; “rımahınızın avladığı” dendiğinde köpeklere veya avcı kuşlara avlatılanlar anlamına gelmiş olur. Bu manâyı verişimizin sebebi “eyd” ve “rimah”ın “küm”e izafe edilmesi ve onların fail yapılmasıdır. “Tenalûhu bi’l-eydi ve bi’r-rimahi” denmiş olsaydı hakiki manâsı olurdu. Burada başkasının elleri ile yapamazsınız veya başkalarının âletini kullanamazsınız gibi bir işaret var gibi gelir.
Burada “ev” (veya) değil de elleriniz ve araçlarınızın nail olduğu seylerde sizi Allah belv ediyor denmektedir. Bu avlanılacak alanlara işaret etmektedir. İkisi aynı araç olduğundan “ve” kullanılmaktadır. Bu bir tek şeyi tarif etmektedir.
“Rumh” mızraktır. Mızrak ucuna yaralayıcı sert demir benzeri şeyler konan sopadır.
Koşarak hep bir arada ava yaklaşılır, sonra birlikte fırlatılarak av yaralanarak öldürülür. Birlikte iş yapmanın en ileri teknolojisidir. Aynı hızla ekip olarak koşacaksınız. Böylece mızrağı hızlandıracaksınız. Sonra birlikte kollarınızla atacaksınız. Tepki enerjisi ile siz duracaksınız, mızrak ise çok hızlanmış olarak mermi gibi çarpacaktır.
Ortak üretimde bu önemli örnektir; uyumlu hareket.
İşte buradaki imtihan bu hareketi yapmadır. Birlikte üretim yapmadır. Başka âyetlerde salih amel diye bahsediyor, burada da amelin salih olması için bir örnek olarak işaret ediyor.
Burada insanların aralarında bölüşürken haksızlık etme değil, bölüşürken yani topluluğun hakkını ayırırken haksızlık etmeden bahsetmektedir. Ortak üretimde ürünler bölüşülürken orada temsilcisi bulunmayan kamunun payındaki hakkın tesbitinde insanlar imtihan edilmektedir. Bugün bile vergiler beyana göre verilmektedir. İnsanlara çalışırken her hangi sıkıntı yaratacak bir vergilenme yapılmaz. Araba durdurulmaz. Kontroller yapılmaz. Sonradan soruşturma yapılabilir.
لِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ
(Li YaGLaMa MaN YaPAvFuHUv BiLĞaYBi)
“Gaybde kimin O’ndan korktuğunu Allah bilsin diye.”
Bu cümledeki “Li” harfi “LeYebluvenne”ye mütealliktir. Lam-ı ta’liliyedir. Yani sizi neden imtihan eder? Burada cevaben bilmesi için denmektedir. Bilmenin faili Allah’tır. “Men” ise “Yehafu”nun failidir, “Ya’leme”nin de mef’ulüdür. Fiildeki müstetir zamir “Men”e racidir. “Yehafuhu”daki “Hu” zamiri Allah’a racidir. “Bilgaybi” “Yehafu”ya mütealliktir. “Bi’l-Gaybi”deki “Ba” “Fî” manâsındadır.
Sizin gaybde Allah’tan kimin korktuğunu bilmesi için belv eder.
“Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Zamir gönderilmemiştir. Demek ki bundan önceki “Allah” kelimesi ile buradaki “Allah” kelimesinde farklı maksat vardır. Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Biri, âlemlerin rabbi Allah’tır. Diğeri de O’nun halifesi olan topluluktur. Birincisine topluluk manâsını verdik. Buna âlemlerin rabbi manâsını vermek gerekir. Bu mümkün değildir. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah’ın bilemediği bir şey yoktur ki bilmesi için böyle yapılıyor. Buradaki Allah’ın onun halifesi olan insanlar olduğu açıktır. Yukarıdakine de âlemlerin rabbi manâsını verdik.
O halde buradaki fark nerdedir?
İç içe topluluklar vardır. Bucaklar Allah’ın halifesi olan topluluklardır. İller de Allah’ın halifesi olan topluluklardır. Eğer topluluktan kasıt birinde bucak, diğerinde il ise; yahut birinde il diğerinde ülke ise o zaman izhar edilir.
Buradan şunu öğreniyoruz ki;
-Bucaktaki üretimden ilin payı vardır.
-İldeki üretimden ülkenin payı vardır.
-Ülke üretiminden insanlığın payı vardır.
Bunu merkez denetlemez. Halkın yani onların kendi rızaları ile verilir. Murakıplar, denetleyiciler yoktur. Herkes iş yapar. Sonradan tahkik yapılır. Önceden gözetleme yapılmaz.
“Yehafu” yani korkmayı tahlil edersek, gelecekte olacaklardan endişe edilmektedir. Çocuk sokağa çıkarsa araba çarpar. Bundan korkup çocuğu sokağa çıkmaktan alıkoymak bir korkunun eseridir. Bir de üzerine saldırmakta olan bir canavarın seni yok edeceğinden korkmaktır. Yani haldeki bir olaydan korkmadır. Toplulukta temel kural şudur. Kişiyi tamamen serbest bırakacaksın. Çocuk hariç, akıl hastası hariç diğer insanlar hür ve özgürdürler. Biz onlara baştan müdahale etmeyiz. Elinden silahı almayız. Polis iyidir vatandaş kötüdür diyemeyiz. İnsanlar daima aynıdır. Her meslekte ve her yerde iyi insan ve kötü insan vardır. Kimin ne yaptığını toplum bilmez. Kişi önce fiil yapacak sonra o fiil sabit olacaktır.
Kişiye baştan büyük sorumluluklar yüklenmez. Önce serbest bırakılır. Eğer başarı ile değerlendirirse ondan sonra onun görevleri, yetkileri ve sorumlulukları yükseltilir. Yani insanın bilgisini imtihanla tesbit edersin, rüştünü imtihanla ortaya koyarsın. Ama insanın ruhi yapısını bilemezsin.
Buradaki “gayb” kişinin görünmediği yerde işlediği şeylerin yanında beyninde olanı bilmemizdir. Dolayısıyla kişileri adım adım serbest bırakır, onun yetkisini çoğaltırız. Bu belvdir. İmtihan, insanda mevcut kabiliyetin tesbitidir. Bir günde yaptığın imtihanla tesbit edersin. Belv ise denemelerden elde edilir. Biz insana tahsiline göre kredi açıyoruz, başarırsa kredisini yükseltiyoruz.
فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ
(FaMaN iGTaDAv BaGDa ÜAvLiKa)
“Bundan sonra kim i’tida ederse.”
Buradaki “Fa” harfi yukarıda anlatılanlara işaret ederek hükmü genişleterek koymaktadır. Yukarıda iki olay anlatılmaktadır. İnsanlara ibtila edileceği yani sınanacağı, diğeri de gaybda Allah’tan havf edenlerin bilinmesi olayıdır.
Burada “bundan sonra kim i’tida ederse” deyince; ya imtihandan sonra kim i’tida ederse anlamındadır yahut bizim onu bilmemiz için ibtila ettiğimizi bildikten sonra kim i’tida ederse demektir. İ’tida iki taraftan olur. Ya imtihan edilen i’tida eder ya da toplulukta bu yetkiyi kullananlar i’tida eder. Yani insanlar suç işlemeden onları yetkililer men etmeye kalkışırlar ya da imtihan edilen imtihanda haklarına razı olmaz daha fazlasını ister. Ne olursa olsun, kim i’tida ederse, ister görevli, ister avlayan yani üretici olsun kim i’tida eder de şeriat dışına çıkarsa denmiş olmaktadır.
Değişmez kural budur; hukuk düzeninde herkes şeriata göre hareket eder, kendi içtihadına göre hareket eder, kimse kimseye karışmaz. Fiil işlendikten sonra mağdur olanlar yargıya çıkarlar ve hakemlerden oluşan yargı ne karar verirse onlar gönül rızası ile uyarlar. Asker ve polis uymayan olursa devreye girer. Hukuk düzenine uymayan topluluktan uzaklaştırılır veya başka ceza verilir.
فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ (94)
(FaLaHUv GaÜABun EaLIyMun)
“Onun için elim azab vardır.”
Herkes gaybda hareket edecektir yani kendi başına hareket edecektir. Kimsenin başına polis dikilmeyecektir. Herkes topluluğa karşı gelmekten çekinecektir. Herkes bilecek ki ben topluluğa ihanet edersem beni var eden âlemlerin rabbine ihanet etmiş olacağım, ben dünyada ve âhirette onun hesabını veririm.
“Azab” kelimesi ceza anlamındadır. Türkçedeki ceza karşılık demektir. Azab ise insana eziyet etmektir, ona acı vermektir. Yaptığının karşılığını tattırmaktır. Gayesi dünyada caydırıcılıktır. Âhirette onu kötü huyundan vazgeçirmektir. Beyindeki programları düzeltmektir. Kur’an’da değişik azab şekilleri geçmektedir. Bu âyetlerin üzerinde çalışarak ceza şekilleri ortaya koymak gerekmektedir. Azab insanın acı duyması demektir. Caydırıcılıktan çok ıslah edicidir. Caydırıcı cezalar halkın içinde gerçekleştirilir. Halk onu görür ve fiili işlemekten vazgeçer. Azab için böyle bir şart yoktur.
Azap daha çok sürgün sitelerinde uygulanır. Onlar için bucaklar kurulur ve oraya sürülür, orada çalışır ve yaşar. Yukarıda anlatılan suç vergi kaçırma gibi fiillerdir. Kişiler bunu işlerlerse farklı işlemlere tâbi olacaklardır. Borcunu ödeyemeyenden borçlanma özgürlüğünü kaldırıyoruz.
Bu tür insanlara ne getireceğiz?
Örnek olarak bunların ancak denetimli iş yapmalarına izin verilir. Bunlar artık bağımsız iş yapamaz, kendileri kendi içtihatları ile iş yapmazlar. Beyanları yetmez. Bugünkü kontrollü hayatı uygularız. Burada azab kelimesi nekre getirilmiştir, bunlara uygulanacak ceza tanımlanmamıştır, görevlinin insafına bırakılabilir.
Bizim bu husustaki içtihadımız, hukuka uymayanları hukuk dışı hâline getirmedir. Sürmek ve sitelerden uzaklaştırmadır. Bu sürme sürgün sitelerine olabilir.
İçimizden biriniz azab âyetlerini konu yapan bir doktora yapmalıdır. Hangi tür fiillere ne tür cezaların uygulanacağı hususu ortaya konmalıdır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYuHalLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Bu sûrenin başında ey iman edenler akitleri yerine getirin denmiş, arkasından avlanma âyetlerini ey iman edenler diyerek getirmiştir. İki âyette arka arkaya ey iman edenler denmiştir. Burada da aynı şeyi tekrar etmektedir. İade edilmesi muhatapların farklı olmasından ileri gelir. Ey iman edenler dendiğinde bucak halkına hitap etmektedir. Bana göre bu il, ülke veya insanlık halklarına hitap olabilir yani muhatap değişince hitap tekrar etmiş olur. Orada akitleri yerine getirmekle saydı, aynı âyette anlattı. Sûre üzerinde ilerledikten sonra orada anlatılanların manâsını daha iyi anlamaya başladık. Akitleri yerine getirmekle avlanmak arasındaki ilişki şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Biz bir kurala veya kurallara uyarız. Bu kurallar akitlerle doğar ama hayat yalnız kurallarla değil aynı zamanda o kurallar içinde emir komuta zinciri içinde birlikte hareket etmemiz gerekir. Bu da daha çok üretimde gereklidir. Üretimde kişi istediği zaman topluluğu terk eder. Terkten dolayı zararları sonra hakemlerin kararıyla öder. Ama savaşta savaşı terk yoktur. Terk eden derhal öldürülür.
Sayd birlikte iş yapmaya bir örnek olduğu için anlatılmaktadır, üretime örnektir.
Bundan önce avlanmanın genel hükümleri konmuştur. Bir de yabancıların yani taşralıların avlanması sözkonusudur yani yabancıların iş yapmasıdır. Burada şu sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bir kimse kendi bucağında istediği semte gidip iş yapabilir. Orada istediği alanda avlayabilir. İş hayatı ocaklar arasında bölüşülmemiştir. Avlanma kuralları içinde kaldığı müddetçe sen hangi semttensin diye sormayız. İlçe merkez bucağında oturanlar ilçe içinde diğer ilçeler dahil her yerde iş yapabilirler yani avlanabilirler. Taşra bucağa gidip avlanamazlar. Yani ilçe merkez bucaklarında oturanlar taşra bucaklarda ancak izinli iş yapabilirler. Oysa taşra bucaklarında oturanlar ilçe merkez bucaklarında avlanabilir yani iş yapabilirler. Bu duruma da bazı kayıtlar getirilebilir. İşte taşradan gelip ilçe merkezlerinde iş yapanlar için kurallara uymak zorunda olanlar hurumda olanlardır. Yani taşra bucaklarından merkez bucaklara gelip gidecekler için bazı işleri yapma yasağı konabilir. O yasak olanları yapmazlar. Yaptıkları takdirde vergi vermek zorundadırlar.
Şöyle açıklayalım. İlçe merkezinde devamlı iş yapanlar ürettikleri malları işletme ambarlarına koyarlar. Vergilerini oradan öderler ama taşradan gelip geçici olarak çalışanlar ürettikleri malların vergisini vermek zorundadırlar. İşte bunların verecekleri vergi burada tanımlanmaktadır. Bu yasak her şey için değildir. Vergiye tâbi mallar için geçerlidir.
Burada vergi konusunda yeni sorun çıkmaktadır.
1) Emekten vergi alınmaz.
2) Kiradan vergi alınmaz.
3) Taşıma araçlarından vergi alınmaz.
4) Hava, deniz suyu gibi sınırlı olmayan doğal kaynaklardan vergi alınmaz. Dolayısıyla bunları taşralılar yapsa da hiçbir yasaklamaya tâbi değildir.
Vergi:
1) Madenler gibi sınırlı kaynaklardan üretim yapanlardan, ormanlardan odun toplayanlardan, avlananlardan alınır.
2) Merada yayılan hayvanlardan.
3) Bir çevrede ticaret yapanlardan.
4) Kamunun kredisini kullanıp iş yapanlardan alınır.
Taşradan gelen kişi vergiye tâbi işler yapmayacaksa ihramlı dolaşır ve ondan herhangi bir vergi talep edilmez. İstediği zaman vergi mükellefi olur, kayıt yaptırır. Onlar artık her türlü işleri kurallar içinde yaparlar.
لَا تَقْتُلُوا الصَّيْدَ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ
(LAv TaQTuLuv elÖaYDA Va EaNTuM XuRuMun)
“Hurumda iken saydı katletmeyin.”
Evet, taşradan gelip vergiye tâbi olmayanların oradaki doğal kaynaklardan yararlanarak iş yapmaları yasaklanmaktadır.
“el-Sayd” burada marife gelmiştir. Yani hangi işlerin yapılmayacağı, ne yapmanın taşradakiler için meşru olmadığı oradaki yönetim tarafından belirlenmiş olması gerekir. Hazreti Muhammed; “Mekke’yi İbrahim harem yaptı, Medine’yi de ben harem yapıyorum.” demektedir. İşte, hac ile ilgili hükümler bize bu taşra ile merkez ilişkilerini öğretmektedir. Bir ilçe merkez bucağının hükümlerini koyarken işte bu sayd yasağına kıyas ederek koymalıyız.
“Hurum” kelimesi nekre gelmiştir. Her yerin hurum şekli ayrıdır. İl içindeki ilçe sakinleri başka ilçelerde iş yapabilirler. Çünkü onlar ilin vergi mükellefidirler. Taşra bucak sakinleri il vergi mükellefi olmadıkları için onlar için ihramdan çıkma vardır. Başka illerden gelenler için ise müste’men hükmü uygulanır. Yani il sakini birisinin ortağı olarak iş yaparlar. Vergi mükellefiyeti ortağın olur.
Bu hükümler “Adil Düzen Anayasası”nda yer almamıştır.
Sizlerin bunları yerlerine yerleştirmeniz gerekir.
Taşra bucaktakiler vergi mükellefi olarak kaydolup tüm ilçe merkezlerine doğrudan iş yapabilirler. Bu hükümler bölge merkezleri için de geçerlidir. Ülke halkı oraya gelip ülkeye vergi vermek şartı ile her işi yapabilir. Başka ülkeden gelip Türkiye’de iş yapabilmesi için Türkiye’de bir Türk ile ortak olması gerekmektedir. İş yapmamak şartı ile dolaşmak için sadece bir vatandaştan dayanışma iznini almak zorundadır.
وَمَنْ قَتَلَهُ مِنْكُمْ مُتَعَمِّدًا
(Va MaN QaTaLaHUv MiNKuM MüTaGamMiDan)
“Teammüden onu sizden kim katlederse.”
Ceza hukukunda bir prensip vardır. Bir şey suç sayılıyorsa, kanunda ona karşı bir ceza konmuş olmalıdır. Konmazsa hukuki hiçbir değeri yoktur. Anayasamızın 24’üncü maddesine göre dini istismar etmek suç sayılmıştır. Bu madde kaldırılmamıştır ama ceza kanununda maddesi olmadığı için cezalandırılamıyor. Oysa siyasi partiler kanununda ceza maddesi olduğu için siyasi partiler kapatılabiliyor.
Peki, teammüden öldürmenin cezası nedir?
Eğer dünyevi ceza konmamışsa, o nehy edilmiş olsa da yönetim cezalandıramaz. Burada katl teammüden olmalıdır. Avlanırsa denmiyor da “katlederse” deniyor. Öldürmediği müddetçe avlanma cezaya tâbi değildir. Bir kimse korkutma amacıyla birine silah atsa ama kişi yaralanmazsa ona ceza verilmez. Sadece tehdit hükümleri geçerlidir. Kişi o adamı öldürse kısas yapılmaz, ağır diyete dönüşür. Çünkü kişi nefsini müdafa etmiş olur.
Kasden öldürmesi gerekir. Hataen öldürse o zaman ona bu ceza verilemez. Beraatı zimmet asıldır. Yani mefhumu muhalefetten değil de başka âyetlerin delaletinden bu hükmü istidlâl ediyoruz. Burada bu hüküm ihramda olanlar için konmuştur ama diğer zamanlarda eğer orada o hayvanın avlanması yasaksa veya o mevsimde yasaksa kıyas yoluyla bunların hepsine uygularız.
Karadeniz ormanlarında kara yemiş denilen bir yemiş vardır. Tüm ormanlarda bulunur. Belli mevsimlerde olgunlaşır. Bazı ağaçlar biraz erken olgunlaşır. Oranın sakinleri belli tarihe kadar kara yemişin toplanmasına yasak koyabilirler. Günü gelince herkes ormana dalar ve toplamaya başlar. Kim ne toplarsa. Bugün balık avcılığı için bunu yapıyorlar. Biri daha önce avlanırsa onu cezalandırmıyoruz. Sadece değerini öder. Böylece ister avlarda ister ormanlardan yararlanan kimseler, bedelini ödemek şartı ile her zaman avlanabilirler.
فَجَزَاءٌ مِثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ
(Fa CaZAEun MiÇLu MAv QaTaLa MıNa elNaGaMi)
“Cezası naamdan katlettiğinin mislidir.”
“Ceza” karşılık demektir. İyiliğin cezası iyiliktir, kötülüğün cezası da kötülüktür. Kur’an’da iyiliğin cezası iyiliktir denmektedir. Kötülük için de kimseye yaptığından fazla ceza verilmez. Affedilebilir.
Buradaki ceza yasağı işlemenin karşılığıdır. O halde katlettiği haram değildir. Yani bir kimse yasak mevsimde balık avlamışsa o onun malıdır. Sadece bedelini karşılık olarak verecektir. Keffaret olarak değil karşılık olarak verecektir. Değerinde demektir. Hayvanı değil de değerini verecektir.
“Mâ” ism-i mevsuldür.
“Naam” nimetin çoğuludur. Nimet masdar değil ism-i meful manâsında sıfat-ı müşebbehedir. Müfred marifelerden “Min” gelirse cinsin beyanı olur. “Min” cezanın muteallakı olabilir yahut kateleye muallık olabilir. Katla raci ise tebyin-i cins içindir. “Mislu” cezanın sıfatıdır yahut bedelidir.
Bazı malların piyasada değeri vardır, bazı malların piyasada değeri yoktur. Mesela yerli koyunların değerleri piyasada bellidir ama avlanan yabani koyun için değer yoktur. Onun değeri ona denk değeri olan hayvanla yapılacaktır. Yani fiyatlarda kıyasla değer tesbit edilebilir. Bir malın değeri nasıl tesbit edilecektir?
يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ
(YaXKuMu ZaVAy GaDLin MiNKuM)
“Sizden adl sahibi iki kişi hükmeder.”
Burada “yakdiru” denmemiş de “yahkümü” denmiştir; yani sadece avlanan avın değerini tesbit etmeyecek, ödenecek miktarı tesbit edecektir. Bu para olabilir yahut oranın şeriatına göre başka bir şey olabilir. Değer de onun bedelinden ziyade az veya çok olmak üzere oranın şeriatında belirtilmiş olur.
Genel olarak bugün avcılık veya toplayıcılık yerine tarımcılık ve çiftçilik yapılmaktadır. Kur’an avcılığı kıyasen toplayıcılığı esas almaktadır, usul kabul etmektedir. Doğa en iyisini yapar. Tarımda ve hayvancılıkta bir dejenerasyon vardır. Dolayısıyla onlar asıl değildir. Ormanlarda zararlı hayvanlar vardır. Biz onları ayıklarız yani onların bizim ormana girmesine izin vermeyiz. Bunun en basit tedbiri tüm ormanı yabani hayvanların giremeyeceği şekilde çevirmektir. Ondan sonra da sürüyü serbest bırakmaktır. Ormanda otlayıp dursunlar. Gece dinlenecekleri kapalı yerler yaparız, gelip yatarlarsa yatarlar. Oralarda ek yemler de verebiliriz ama onları ormanlarda avlarız. Kaçamayanları ayıklarız. Bitkilerden de işe yaramayan zararlı otlar vardır, onları ayıklarız, kalanını serbest bırakırız. Ormandan istediğimizi toplarız.
İşte burada avlayan veya toplayanlar, elde ettikleri miktarın değerini vakfa öderler. Vakıf onların ortak işlerini görür, alanı da korur.
Burada nekre olarak “iki adl sahibi” denmektedir. Bunun anlamı şudur. Onlar adl sahibi olacaklar, çok kimselerden iki kişi olacaktır. Biz bunları 5’ten az olmamak ve 20’den fazla olmamak üzere sayılandırıyoruz. Adl sahibi deyince de onlara ehliyet verilecek yani siz adl sahibisiniz denecektir. Bunu kim verecektir? Adl sahibi olmak ahlaklı olmayı gerektirdiği için ahlâkî dayanışma ortaklıkları verecektir.
“Minküm” diyor. Demek ki bu o harem içinde olanlardan olacaktır. Dolayısıyla başka beldeden birileri gelip de orada tesbit yapamaz.
هَدْيًا بَالِغَ الْكَعْبَةِ
(HaDYaN BaliĞa eLKaGBaTi)
“Kabe’ye baliğ bir hedy olarak.”
Burada “Kabe’ye baliğ” denmektedir.
“Kabe” bir binanın adıdır. Küp şeklinde olduğu için Kabe denmektedir. Mekke’de Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılmıştır. Hâlâ durmakta ve milyonlarca insan onun çevresinde dolaşmaktadır. Burası aynı zamanda Mekke’nin merkezidir. Onun çevresinde Mescid-i Haram vardır. Kabe’nin içi artık namaz için kullanılmamaktadır.
“Kabe” kelimesi Kur’an’da iki defa geçmekte, ikisi de bu sûrede geçmektedir.
Her bucağın bir merkez mescidi olur, Cuma namazı buralarda kılınır. Burası merkezdir. Buranın yönetimi vardır. Yönetim bir işletmedir. İşte gelirler buraya verilir. Vergiler burada toplanır. Bu cezalar da burada toplanır. Ne var ki takdir devlet memuruna ait değildir, adil sahibi iki kimseye aittir. Bu adil sahiplerini de kişi kendisi seçer. Onların takdir ettiği miktarı öder. Kendi beyanına bağlıdır. Yani kişi ben bunu avladım der. İki diplomalı kişiye takdir ettirir. Onu bucak bütçesine öder. Burada Kabe’den bahsettiği halde biz vakfına yani kamu bütçesine gönderir dedik.
Her bucakta bir beytü’l-mal olacak. Mallar oraya verilecektir. Tarım kentlerinde hayvanların konup beslendikleri yerler de olacaktır. Mesela, örnek olarak benim on koyunum var, yazın meralara yayıyorum. Kış geliyor, evde beslemem gerekir. Bu zor olur. Semtin ortak ağılı olur. Onlara tartarak veririm. Diyelim ki on koyunum var, 200 kilo geldi. Teslim ederim. Bakma masrafı olarak ilkbaharda 150 kiloluk koyun isterim. Böylece ortak bakım yapılmış olur. Yahut onlar kışın etlik olarak kesilmiş olur ama ilkbaharda yenileri alınıp verilir.
Kabe’ye baliğ hedyden bahsettiğine göre Kabe’de bu iş olmayacaktır ama onun mülhakında olacaktır. “Hedy” demesinden anlıyoruz ki sonra aynen iade edilmeyecek, aynı değerde kiloda başka hayvan iade edilecektir. Mekke yönetimi de kendi hayvanlarını bu ambara teslim edecektir. Biz ekonomik hükümler koyarken kent için kolay düşünüyoruz. Oysa hayvancılıkta ve sebzede bu işler nasıl olacak?
İşte Kur’an bu âyetlerle bize bunları öğretmektedir.
أَوْ كَفَّارَةٌ طَعَامُ مَسَاكِينَ
(EaV KafFARatun OaGAMu MaSAKİyNa)
“Yahut keffaret vardır, miskinleri doyurma.”
Yukarıda hedyden bahsetmiştir. Burada miskinin it’amından bahsetmiştir. Nekre olarak getirilmiştir. Sadece takdir için getirilmiştir. Kıyas yoluyla yoksullar vakfına verilecektir demektir. Buradaki “Ev/veya” sayd edeni muhayyer bırakabilir, zava adli muhayyer bırakabilir yahut Mekke yönetimi istediği hükmü koyar anlamındadır. Birinci derecede tercih yapma bucak yönetimine aittir, ikinci tercih bilirkişilere aittir. Onlar tercihlerini yapmazlarsa, mükellef kendisi tercihini yapar.
أَوْ عَدْلُ ذَلِكَ صِيَامًا
(EaV GaDLu ÜAvLiKa ÖıYAvMan)
“Yahut buna adl savm vardır.”
Buradaki “Zalike” yoksulu itama gitmektedir. Bir yoksulu bir gün doyurma bir gün oruca tekabül etmektedir. Bunu diğer keffaret âyetlerinden biliyoruz. Yemin âyetinde “gücünüz yetmezse” demiş ve orucu zaruret yapmıştır. Burada “gücü yetmezse” dememiş ama bunları keffaret olarak isimlendirmiştir. Yani hedyi ibadet yapmış, bunları keffaret yapmıştır.
Dolayısıyla zımnen istita’a vardır.
Önce Kabe’ye göndereceği hedy var, sonra fitre var, sonra ise oruç vardır. Bununla beraber zenginler için para ödemek kolay olduğu için oruç da diğerlerinden öne çıkabilir. O zaman buradaki “Ev/yahut) hakemlere kalmış olur. Endülüs’te böyle bir fiil işleyen hükümdara oranın âlimi ‘senin köle azat etmen bir şey değildir, sen oruç tutacaksın’ diye fetva vermiştir. Bu âyete kıyas yapmış olabilir.
لِيَذُوقَ وَبَالَ أَمْرِهِ
(Li YaZUvQa VaBAvLa EMRiHIy)
“Emrinin vebalini zevk etsin diye.”
Burada zamirle gelmiş olan emir marifedir ve katletmesini ifade etmektedir.
Kur’an’da zevk insanın bir işte duyduğu tattır. Bu kötü de olabilir iyi de olabilir.
İnsanın bedeni vardır, ruhu vardır.
Bedende dört meleke vardır, dışarıdaki olayları ruha ulaştırır. Bunlardan biri hislerdir, beş duyu olarak bilinmektedir. Ağrı ve açlık gibi iç duyular da vardır. İkincisi hafızadır. Hafıza beyindedir, bilinç dışıdır. Bilgileri saklar, insan istediği zaman beynine gönderir. Üçüncüsü harekettir. Beyin emir verir, beden yapar. Dördüncüsü sözlerdir. Beyin emir verir, ağız da söyler. Bundan başka insanın ruhunda dört meleke daha vardır. Bunlardan biri bilinçtir. Ben şimdi kendimi biliyorum, yazıyorum. İkincisi ise zekadır. Yapacak bir şey hakkında emir verirken zekaya dayanarak veririm. Bilinçli bir makina yapılamadığı gibi zeki bir makina da yapılamaz. Zeki bilgisayar olmaz. Üçüncü ise muhaberedir yani başka ruhlarla beden aracılığıyla da olsa ilişki kurar. Onlarla anlaşır, haberleşir. Dördüncü meleke ise zevk melekesidir. Susuzsam su içtiğimde zevk alırım, susuzluğum gider. Derime iğne yaptırdıkları zaman acır yahut kötü haber beni üzer. İşte bunlar zevktir.
Burada “Vebal” kelimesini kullanmaktadır. “İkab” gibi “ceza” gibi kelimeleri kullanmamaktadır. “Vabil” sağanak yağıştır. Sel hâlinde toprağı alıp götürür. İşlerde vebal ise iyiliği alıp götürmesidir. Cezadan çok kârdan zarardır. Rütbenin tenzilidir. Kur’an’da onlar işlerinin vebalini zevk ettiler ayrıca onlara elim azap verildi denmektedir. Böylece vebal ile azabı birbirinden ayırmaktadır.
Bir kimsenin zarara sebep olması vebaldir, suç değildir. Zararı tazmin eder, cezası yoktur. Bu tür fiiller meşru sayılmaz. Bunların cezası da terfi edilmemeleridir.
عَفَا اللَّهُ عَمَّا سَلَفَ
(GaFav elLAvHu GamMAy SaLaFa)
“Selef olanı Allah affetmiştir.”
Faizde de benzer hüküm vardır. Cezalar, keffaretler de dahil olmak üzere ancak cezalar konulduktan sonra işlenirse uygulanabilir. Daha önce işlenmiş fiillere uygulanmaz.
Burada başka bir şey daha ortaya çıkmaktadır.
Av avladığı halde bedelini ödemeyen insana ne ceza verilecektir?
Yukarıda elim azap dendi. Bize göre bu sürgündür. Sürgünün bir çeşididir. Ne var ki bu cezanın verilmesi ancak fiilen suç işlemeye devam ederse sözkonusudur. Tevbe etmiş, artık böyle bir şey yapmıyorsa onu cezalandıramayız yani sürgüne göndermeyiz. Kıyasen bir kimse gittiği yerde nefsini ıslah etmişse tekrar vatanına dönebilir.
Keffaret cezaları suçu hatırlatmadır. Bir daha yapmamasını sağlamadır. Yoksa ceza değildir.
وَمَنْ عَادَ فَيَنْتَقِمُ اللَّهُ مِنْهُ
(Va MaN GAvDa Fa YaNTaQıMu elLAHu MinHu)
“Kim avdet ederse Allah ondan intikam alır.”
Biri size tokat attı. Siz mahkemeye verdiniz. Hakem kısasa mahkum etti. Siz de ona tokat attınız. Bu intikamdır. Affettiniz, tazminatı aldınız, bu da emrin vebalidir. Siz yararlandınız, o da mâli cezasını çekti.
İşte, av avlayıp topluluğun mallarından hukuk dışı yararlandığın için cezasını ödüyor. Sorun yok. Ödemezse o zaman ona verilecek cezadır.
O halde eğer keffareti vermezse veyahut aşırı derecede tahribata giderse, o zaman onun cezası verilmelidir. Topluluk onun cezasını alacaktır.
وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (95)
(Va elLAvHu GaZIyZun Üuv iNTiQAMin)
“Allah intikam sahibidir.”
“Allah” burada iade edilmiştir. Birinci intikam bucak başkanının kararıdır. Hakemlere gidebilir. Yahut hakemlerin kararıdır. İkincisi ise il başkanıdır, çünkü güçlü olan odur, cezaları cebren infaz yetkisi ona aittir.
Burada haber nekre geldiği için Allah’ın zatına değil de Allah’ın halifesine de racidir.
Bucaklarda hukuk düzeni kurulur. Hakemler karar verir. Mahkumlar kendi rızası ile icrayı kabul eder. Taşra bucaklarda zabıta kuvveti yoktur. Zabıta kuvveti yani zorla icra gücü ilin ve il başkanının vardır.
“Azizdir” intikam da onun görevi ve yetkisindedir.
Bunlar “Adil Düzen Anayasası” hükümlerindendir.
Savunmayı iller yapamaz. Bu da devletin işidir. Devlet savaş yapar. Askeri yönetimi karşı tarafa uygular. İller ise kişiye uygulayabilir. Başkasına uygulayamaz. Men kişidir. Bunu belirtmek için “Minhu” zamiri kullanılmıştır. Yani kişinin kendisinden, akrabalarından veya dayanışmasından değil. Dolayısıyla ceza dayanışması meşru değildir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92