MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 57


(LAv YuEAvPiZuKuMu elLAHu)
“Allah sizi muaheze etmez.”
Bu âyetin yorumuna başlamadan önce yemin hakkında bazı bilgileri hatırlamamızda yarar vardır. Bugün yemin sadece ağızdan çıkan kelimelerden ibaret kabul ediliyor. Fıkıh kenara itilip de müesseselerin sadece isimleri kalınca böyle kelimeler birer karikatürden ibaret kalır. Gazali ilmin diriltilmesi için ciltleri içeren kitaplar telif etmiştir.
Biz yeni uygarlığı Kur’an’a göre kurmak istiyorsak “Ruhu’l-Kur’an” çalışmamızın üzerinde çokça durmamız gerekmektedir. Baştan itibaren Kur’an’ın mânâlarını yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Kur’an; “eski kitapları bozdular” diyor, “kitaplardaki kelimelerin mânâlarını değiştirdiler” diyor. Müslümanlar da aynı şeyi yapmışlardır. Fıkıh kitaplarında kelimelerin asıl mânâları vardır. İlmihallerde Kur’an basitleştirilmiş bulunmaktadır.
Önce “yemin” kelimesi “iman” kelimesine yakındır. Yemin etmek demek teminat vermek demektir. Bir söz söylerken, karşı tarafı inandırmak için yemin edersiniz. Eğer geçmişte olan bir şeyi doğru haber verdiğinizi anlatacaksanız “vallahi” dersiniz, gelecekte yapılacak bir şeyi haber veriyorsanız “tallahi” dersiniz.
Yemin güvence aracıdır. Bir şeyi vadederseniz onu mutlaka yerine getireceğinize yemin edersiniz. Bugün yeminli muhasip/müşavir vardır. Bunlar sözde yeminlidirler. Yeminli muhasip, muhasebedeki yanlışlıklardan sorumlu olan muhasip demektir. Yani hesaplardaki yanlışlardan ve beyanname verme gibi işlemlerden doğacak cezaları o öder demektir. Hâkimler baştan yemin ederler. Kararlarında bilerek veya bilmeyerek hata yapsalar bile hataları onlar tazmin ederler. Şahitler de böyledir. Biri yemin ederek bir şeyi söyledi mi, o söylediği yanlış çıkarsa söyleyen tazmin eder. Verdiği sözü yerine getirmezse, söz yeminliyse, zararları öder. Yeminsiz verdiği sözlerde veya haberlerde kasıt varsa ve imkân varsa tazminatı öder.
Demek ki “yemin” önemli bir sosyal müessesedir.
Bir gazetede bir haber çıkar; bu haber yanlış olabilir, hattâ yalan olabilir. Doğrudan size söylenmiş söz olmadığı için sorumluluğu yoktur ama sana hitaben söylenmişse, kasıt varsa, sorumluluk vardır. Ama bir gazete veya dergi çıkarabiliriz. Burada yazılanlar güvenceli olur, yanlış çıkarsa bu habere dayanılarak yapılan bir işte zarar doğarsa biz tazmin ederiz diyoruz. İşte bu dergi yeminli dergidir.
Televizyonda biri çıkar, mesela bir bakan yeminle derse ki; korkmayın, bu sene enflasyon % 10’u geçmeyecek! Sonra enflasyon bu oranı geçse, bakanlık doğan zararları öder. Bunlar görünüşte ütopiktir ama bakan böyle teminatlı konuşma imkânına sahipse halkı panikten korur.
Bu âyette yeminlerden bahsedilmektedir. Kur’an’da “kasem” var, “half” var, “yemin” var, “ahd” var. “Vav” harfi ile yemin vardır, “Ta” harfi ile yemin vardır.
“Yemin” sağ el demektir. “Şimal” soldur. Güneşe taraf doğrulduğunuzda sağ el tarafı kalan yöne de “yemin” denmektedir. Türkler buna “güney” demektedir. Bugünkü Araplar “cenub” diyorlar. Güney kelimesi Türkçede doğrudur. Güneş bize oradan bakar. Oysa güney yarımkürede olsak o zaman solumuz güney olmaktadır. Cenub ise büsbütün anlamsızdır. Çünkü sol taraf da cenubdur. Oysa güneşe taraf döndüğümüzde sağ el tarafını güney olarak belirlersek bu hiçbir zaman bir karışıklığa sebep vermez.
İşte Kur’an Arapçası böyle mucize Arapçadır.
Şu sorulabilir: Niye batıya doğru döndüğümüzde değil de doğuya doğru döndüğümüzde? Çünkü güneşin doğması günü getiriyor, batması da günün sonunu getiriyor. İlkel topluluklarda güneşin doğduğu tarafa dönülerek ibadet ediliyordu. Sonra insanlara kendi evlerine doğru ibadet edilmesi emredildi. İslâmiyet Kâbe’ye yönelinmesini emretti. Bu yolla kıble bulma sorunu ortaya çıktı, pusula önemli araç oldu. En önemlisi trigonometri yani müsellesar bulundu. Bu sayede yeryüzünün enlem ve boylamları tesbit edildi. Bu suretle namaz vakitleri hesaplandı, ayın hareketleri hesaplandı.
“Yemin” kelimesi yani “sağ elin mülkü” olarak bir deyim ortaya çıktı. Bu da harpte esir edilen kadınlar köle yapılır, savaşanlara bölüştürülür. Bu savaşın en ağır cezasıdır. Esirler öldürülmez. Öldürme sadece onlarla savaşırken savaş yerinde olur. Teslim olduktan sonra ancak şahsi suç işlemişse yani kini olan adamı öldürmüşse öldürülür. Esirler için yapılacak muameleler; bedelsiz bırakma, bedel alarak serbest bırakma yahut cizyeye bağlayarak hür hâle getirme muameleleri vardır.
Şimdi âyetin mânâsına geçelim.
Önce atıf harfi ile başlamadan sadece Allah lağvedilen yeminlerden muaheze etmez. Bu sûre kamu yönetimi sûresidir. İç ve dış ilişkiler ele alınmıştır, bunları iç içe anlatmaktadır. Çünkü her ocak, bucak, il, ülke ve insanlık ayrı ayrı kişiliği olan topluluklardır. İç içedirler ama bağımsızdırlar. Kendi içlerinde kendi istediklerini yaparlar ama dışarıyla olan ilişkilerinde ocaklar bucaklara, bucaklar illere, iller ülkelere ve ülkeler insanlığa bağlıdırlar.
İki türlü ilişki vardır. Biri Brezilya ile Türkiye arasında yapılan ilişkidir. Devletler anlaşmalarla bu işi yaparlar. Diğeri de Brezilya halkı ile Türk halkı arasındaki ilişkidir. Halklar arası ilişki serbesttir, yöneticiler karışamaz. Giriş ve çıkışlar serbesttir, vize ve vergi yoktur. Halkın bu ilişkileri rahatça yapabilmesi için de iç hukukun düzenlenmesi gerekir. Sözleşmelerle ilgili hükümler iç ve dış ilişkilerde ortaktır. Yani yurt içinde olanlar da sözlerinde durmalıdırlar, yurt dışındakiler de sözlerinde durmalıdır. Haberler de doğru olmalıdır. Bu sebeple dış ilişkiler konusundan sonra, helali haram, haramı helal yapmayın hükmünden sonra sözleşmelerle ilgili yemin bahsine gelmiştir. Helali haram haramı helal yapma ile ilgisi az olduğu için fasletmemiştir. “Ve” harfi ile atfetmiştir.
“Muaheze” tutuşma demektir, hesaplaşma demektir. Borçlu ve alacaklı kişiler masaya otururlar, o ondan alacağını, öbürü ondan alacağını ister. Karşılıklı alıp verirler. Kur’an insanlarla Allah’ın hesaplaştığını söylemektedir. Çünkü Allah insanı yüceltmiş, kendi seviyesine çıkarmış ve oturup borç ve alacağının hesabını yapmaktadır. Bu yüceltme aynı zamanda beraberinde insanın sorumluluğunu da getirmektedir. İnsan bunun için cehenneme gitmektedir.
Diğer taraftan Allah’ın halifesi topluluk olduğuna göre de herkes yargı karşısında toplulukla eşittir. Çünkü topluluk kişiler için vardır. Topluluk için kişi hukuku feda edilemez. Amerika’da bu hususta titiz düşünce vardır ama sadece sermaye sahipleri için vardır, işçiler için yoktur. Kur’an herkes için bu eşitlik ilkesini getirmektedir. Toplulukla fert hukukta eşittirler. Herkes sözleşmeye uymak zorundadır. Topluluk yeminli sözleşmelerden oluşur. Askerliği kabul eden kişi yeminli sözleşme yapmış olur.
Buna benzer bir âyet daha vardır. Onu da buraya alıyorum. İki âyeti karşılaştırarak mânâlandırmaya çalışacağım.

Her iki âyette de “yeminlerin lağvından” bahsedilmektedir. “Ve lakin” ile müsbetini getirmektedir. Burada “akkadtumu’l-eymâne” demekte, Bakara’da “bima kesebet kulubukum” denmektedir. Orada “ve” harfi ile atfetmekte ve “Allah’ın gafur ve halîm” olduğunu söylemektedir. Burada ise “Fe” harfi ile atfederek “yeminin keffaretini” anlatmaktadır.

(Bi elLaĞVı)
“Lağv nedeniyle, lağvden dolayı.”
Kur’an’da yeminlerin lağvından sizi muaheze etmez hükmü iki defa geçmekte, ayrıca yeminleriniz için Allah’a iyilik etmenin urzesini yapmayın denmektedir. Birr yapacaksınız ama yemin ettiğiniz için yapmıyorsunuz. Kefil olmamaya yemin ettiniz. Kefil olmanız gerekiyor, yemin ettik demeyin denmektedir. Bunun anlamı şudur ki o yemini bozacaksınız, gerekiyorsa kefil olacaksınız. Yahut konuşmamaya yemin ettiğinizde durum budur.
Buradaki “lağv” kelimesini nasıl yorumlayacağız?
Fıkıhçılar genellikle kastınız olmadan ağzınızdan çıkmış olan söz olarak yorumluyorlar. Biz ise doğru anlayabilmemiz için önce Kur’an’da geçen “lağv” sözlerine bakalım. Bakara’da “eymandan” ve Âli İmran’da “lağvden” bahsetmekte, Meryem’de “lağv ile selamın sem’inden” bahsetmektedir. Müminûn’da ve Kasas’da “lağvden irazı” anlatmaktadır. Furkan’da “zure şehadet” ile “lağva müruru” karşılaştırmakta ve lağvı kiram ile dengelemektedir. Fussilet’te Kur’an’da lağvden, Tûr’da kasemde lağvden söz edip burada ve Vakıa’da lağvi te’simle karşılaştırmaktadır. Nebe’de ise te’simle kizbi karşılaştırmaktadır. Gaşiye’de lağvedenin duyulmayacağı ifade edilmektedir.
Buralardan öğreniyoruz ki “lağv” bir sözdür ve bir tasa konan şeydir. Yani lağv sadece söz değildir. Burada da yeminlerin içinde lağvden bahsetmektedir. Lağv sözlerden gürültüdür. Karşı tarafın sesini boğmaktır. Lağv katkı malzemesidir. Ucuz olsun diye kattıkları malzeme lağvdır. Lağv sudaki bulanıklıktır. Bulanık sudur.
Yeminleri keffaret ile temizlemekten dolayı Allah sizi muaheze etmez. Bunu yapmanız gerekmektedir. Buradan şunu öğreniyoruz ki ilaç kullanmak meşrudur. Her katkı kötü değildir. Sütün bozulmaması için süt kutusuna katılan zararsız şey meşrudur. Şarabı da mayalayıp sirke yapmak meşrudur. Domuz derisi de hasıl ettikten sonra kullanılabilir.

(FIy EaYMAvNıKuM)
“Yeminlerinizin içine”
“Fi” harfi iki mânâ taşır. Birisi de ekinin mânâsıdır. “Ahmet evdedir” denir. “Suyu eve bıraktım” dediğiniz gibi “Evin içine bıraktım” da diyebilirsiniz. “Evin içindedir” ile “evdedir” arasında ibare farkı vardır. “Biri başka yerde değildir, evdedir” demiş olursunuz; diğerinde de “dışında değil içindedir” demiş olursunuz. Bahçede bulunan biri için “evdedir” diye cevap verebilirsiniz ama “evin içindedir” diyemezsiniz. Arapçada bu ayırım yoktur. “Fi” getirirseniz evin herhangi bir yerindedir. Eğer “Fi”yi getirmezseniz bütün evi doldurmuş olursunuz.
Burada “Eymanın içinde lağv ediyorlar” demek, yanına bir şeyler karıştırıyorlar demektir. “Eymanı lağvediyor” dersek, o zaman eymanı başka bir şeye karıştırmış oluruz.
Yalandan yemin edip kendilerine fayda sağlayanlar için de yemini cünne (kalkan) yaptılar diyor. Gerçeği gizleyip yalandan yemin edenler de yeminin içine lağvı karıştırmış olurlar. Yalandan iman ettik demeleri günah sayılmamış, iman etmemeleri günah sayılmıştır. O halde daha fazla kötülüğü önlemek için mütegallibeye biat etmek meşrudur, hattâ farzdır.
Türk ordusu anayasa dışına çıkarak müdahale etmiştir ama o sayede anayasal düzen geri gelmiştir. Müdahalede gaye ne idi? Kendi iktidarları için mi müdahale ettiler? O zaman seçim yapmaz ve gitmezlerdi. Seçim yapıp iktidardan ayrıldıklarına göre onlar bu müdahaleyi kendi hevesleri için yapmadılar, ülkenin çıkarı için yaptılar. İçtihatlarında hata etseler bile sorumlu değildirler. Bugün Kenan Evren’i yargılayanlar memleket çıkarları için değil, dışarıdan gelen teşviklerle yargılıyor ve suçluyorlar. Yarın yargılanıp mahkûm olabilirler.
Katı hukuk kurallarına uyup zulüm yapacağımıza, hukuk kuralları içinde lağv yapabiliriz demektir. İçtihadın meşruiyeti de buradan gelmektedir. İçtihatta hata olabilir ama bu hatadan dolayı Allah muaheze etmeyecektir, kötü amaçla yapıp yapmadığımızı muaheze edecektir. Kişinin bunu kötü amaçla yapıp yapmadığı nasıl bilinecek? Hakem kendisi olsaydı o lağvı yapar mıydı? Onu düşünecek, ben de olsaydım yapardım diyebiliyorsa, o zaman lağvı meşru kabul edecektir.

(Va LAKiN YuEAPiZuKuMu elLAhu)
“Velakin sizi muaheze eder.”
“Muaheze etmez” ama hepten serbestsiniz, istediğinizi yaparsınız, keffareti yoktur demek değildir. Onun için “Lakin” kelimesi ile müsbet muaheze fiilini getirmiştir. Fiile zamir gönderilmediği için tekrar edilmiştir.
“Nikâh törenine şahitlerden Ahmet geldi ama Mehmet gelmedi” dersiniz ve gelmediği için de nikâhın olmadığını ifade etmiş olursunuz. Ama “işçilerden Ahmet geldi Mehmet gelmedi” dediğinizde, “Ahmet geldi maaşını aldı, Mehmet gelmedi maaşını almadı” demiş olursunuz.
Burada muaheze etmez ama muaheze eder demek, ikincisinin muahezesi birincisinin yapılmasını gerektirdiği için “lakin” getirilmiştir. O halde lakinden önce gelen cümlede mefhumu muhalefet kuralı geçerlidir. Daha doğru ifade ile mefhumu muhalifler lakin atıfıyla ifade edilir.

(BiMAv GaQaDTuMu eLEaYMANa)
“Eymanı akdettiğinizden dolayı sizi muaheze eder.”
Buradaki “Mâ” masdar “Mâ”sıdır, mevsul “Mâ”sı değildir. Mevsul “Mâ”sı ya cümlede ona raci zamir olmalıdır yahut onu ifade eder mahzuf mef’ul olmalıdır. O zaman mahzuf mef’ul ona raci zamir yerine geçer. Burada öyle bir mef’ul yoktur. Çünkü mef’ul zikredilmiştir. O halde buradaki “Mâ” masdar “Mâ”sıdır.
Sorumlu olduğumuz yeminin içine lağvı karıştırmamız değil, sorumlu olduğunuz böyle bir yemini yapmış olmamızdır. Bakara Sûresi’ndeki âyette de kesb ettiğinizden dolayı denmektedir. Orada kesb mücmeldir. Yaptığınız anlamına geldiği gibi kazandığınız anlamına da gelir. Oradaki âyet âmdır, buradaki ise hâstır.
“Eyman” kelimesi izhar edilmiştir. “AkkadtümuHa” diyebilirdi. “Eyman” orada zarf idi, burada mef’uldür. Zarf mazrufu istiğrak etmez. Dolayısıyla zarf gelseydi sadece lağvedilen yeminleri içerirdi. Burada mutlak yeminlerdir. Harfi tarifli çoğullar genellikle ahd için olur. Burada zamir gönderilmeyip izhar edilmesinden anlıyoruz ki farklı yeminler olabilir. Yani bazıları birinde olmayabilir. Çoğu her ikisinde de olabilir. “Mâ” masdar “Mâ”sı olunca da istiğrakı gerekmez. Yani bütün akdedilenler olmadığı gibi bütün akitler de olmayabilir.
Bu âyet şunu ifade ediyor ki, helal bir şeyi yapmayacağım diye yemin etse, o yemini ister yapsın ister yapmasın öyle yemin yaptığı için keffaretini verecektir. Kötü bir şey yapmaya yemin eder de bir daha onu yapmazsa keffarete gerek olmayacağı gibi iyi şey yapmaya yemin etse ve onu yapsa veya helal bir şeyi yapmaya yemin etse ve onu yapsa keffaret lazım gelmez. Haramı haram yaptığı için helali de farz yaptığı için bunlarda beis yoktur ama helali haram veya haramı helal yapan bir yemin kötü akittir, kötü kasemdir. Dolayısıyla ister bozsun ister bozmasın önce ona keffaret farzdır. Sonra da günahsa işlemeyecek, helal ise işleyebilir.
Şimdi “Allah” kelimesini topluluk olarak anlayıp da ona göre yemin müessesesini kuracaksak, dayanışma ortaklıkları olmayan kimseler hâkim olmamalıdır, şahit olmamalıdır. Çünkü hata ederse onu kendisi tazmin etmeyecektir. Kim tazmin etsin? Dayanışma ortaklığı tazmin etsin. Bu yalnız hâkimler için değil, doktorlar ve benzeri meslek sahipleri için de böyledir yani “genel hizmet ortaklıkları” için “dayanışma” şarttır. Çünkü bu âyetten anladığımıza göre kişi hatasından sorumlu değildir ama hatanın da tazmini gerekir. O halde bu sorun dayanışma içinde çözülecektir. Diyelim ki Kur’an dayanışmayı teşri etmeden bu âyeti indirseydi; o zaman hükümler eksik olur, Kur’an ütopik yani hayalî olurdu. Bu sebepledir ki dayanışma ortaklıkları kurmadan İslâm ceza sistemi getirilemez. Bugünkü İslâm ülkeleri bunun için Batı kanunlarını uygulamak zorunda kalmışlardır.

(Fa KafFaRaTuHUv)
“Onun keffareti”
İslâm ceza hukuku ile Batı ceza hukuku arasında büyük farklar vardır. Bu farkları şöyle belirlememiz gerekmektedir.
1- Harb hâlinde tenkil vardır, yani suç işleyen kimse suç işleyemez hâle getirilmektedir. Öldürürsün, kolunu kesersin, cinsi uzvunu kesersin, böylece suç işlemez hâle getirirsin. Barış hâlinde ise hukuk düzeni vardır. Suçlar dört tanedir. Hırsızlık yapma kol kesilerek önlenir. Zina yapma sopa vurarak önlenir. İftira yapma yine sopa ile önlenir. Dağda soyarak adam öldürmenin cezası ise asma ile öldürme, çapraz el ayağı kesme veya sürmedir. Bunlar kamuya karşı işlenmiş suçlardır. Çünkü bunlar gizli yapılmakta, kamunun koruma görevini aksatmaktadır.
2- Cinayetler. Bunlar halkın birbirine karşı işledikleri suçlardır. Devlet korunmalarını taahhüt etmiştir. Kısas hükümleri uygulanır. Mağdurlar tarafından affedilirse diyete dönüşür. Hatada veya beldeyi terk edenler de af edilmiş hükmüne girer.
3- Bundan sonra tazir cezaları vardır. Bu cezada temel olan sürmedir. Yani başkan veya hakemler o bucaktan sürebilir. Bununla beraber bucak kendisi cezalar koyabilir. O suçu işleyen isterse o cezaya katlanır, isterse o bucağı terk eder. Dolayısıyla cezadan kurtulur. Yani bu cezaların en büyüğü sürgündür.
4- Dördüncü cezalar vardır ki bunlar bucaklar tarafından konur. Mesela trafik cezaları böyledir. Kırmızı işarette geçme yasağına 500 TL ceza konmuşsa, acil durum gibi bir zaruret hâlinde kişi kırmızıda geçer ama 500 TL’yi yol vakfına verir. Bunu kamu bütçesine katmaz. Kırmızıda geçmekle trafiği aksatmıştır. Trafiğe cezasını vermektedir. İşte bunlara “keffaret cezaları” denir.
Biri kırmızda geçse, sonra da keffaretini ödemese, biz ona ceza vermeyiz. Böyle yapan kimseler tesbit edildiği ve yeter sayıyı da bulduğu zaman bucaktan sürülürler. Kırmızıda geçtiğini bugün radarlar ve diğer cihazlar rahatlıkla tesbit eder ve kaydederler ama hiçbir ceza uygulayamazlar. Suç işleyen kazaya sebebiyet vermişse keffaretini verir ve kurtulur.
İşte, yeminli doktor da kazaen hastaya zarar verdi. Onun diyetini âkilesi öder ama o da keffaretini vermek zorundadır. Vermezse sürülür. Keffaret zorla tahsil edilmez. Keffaret ibadettir, zorla ibadet yaptırılmaz.
Belli yerlerde belli mevsimlerde belli hayvanların avlanması yasak edilebilir. Avlayanlara keffaret cezası uygulanır. Avlayan avlanan hayvanın bedelini öder. Hayvan çok azalmışsa bedel de ona göre yüksek olur, hayvanlar çoğalmışsa bedel de düşük olur. Mesela bir bucağın sınırları içinde bir alan ayrılır, oranın sınırları çizilir, orada avlanmak her mevsimde yasak edilir. Orada avlayan olursa beş misli keffaret öder. Bucağın diğer alanlarında avlanma serbest bırakılır ama avladığı hayvanın bedelini orman vakfına ödemelidir. Bu bedelin tesbiti yasaklı bölgede sayılabilen geyik sayısına göre ayarlanır. Hayvanlar içgüdüleri ile güvenli yerleri bilirler. Oradaki miktarlarını tesbit etmemiz mümkündür. Kameralar fotoğraf çektirir, sonra bilgisayara saydırırız. Oradaki hayvan sayısını mevsimlere göre bir sayıda kalacak şekilde avları fiyatlandırırız. Avın keffaretini ona göre değiştirerek avlanacakları çoğaltır veya azaltırız. Benzer işlemi denizlerde de yapabiliriz. Boğazlarda balık avlanmayı yasaklarız. Karadeniz’in girişinde de yasaklarız. Boğazdan geçen balıkları yine ultrasonik dalgalarla ölçeriz. Balık çoksa o sene avlanma bedelini düşürürüz, azsa çoğaltırız. Çanakkale’den çıkışlara göre de düzenleriz.
Keffaret cezaları çevreye zarar verenlerden alınarak çevre korunur. Çimento fabrikaları kirletici toz çıkarır, kentlerin havasını bozar. Bacalara filtre konur. Ben İzmir Sanayi Bölge Müdürlüğü’nde çalışırken sürekli şikâyetler gelirdi. Kontrole gittiğimde gördüm ki filtre dışarıdan geliyor. Devamlı kullanmak için belli maddelere ihtiyaç var. Sonra Türkiye’ye ithal edilmiyor, dolayısıyla cihazlar çalışmaz hâle geliyordu. Biz de fabrikaları kapatmıyor, göz yumuyorduk. Kapatsak bütün inşaat sektörü duracak. Oysa bizim dumanı ölçüp fabrikaları kapatmayacak kadar ceza vermemiz ve onları filtre almaya zorlamamız gerekirdi. Çünkü kapattığımız zaman hepten zarara girer, filtreyi hiç alamazlar.

(EiOGAMu GaŞaRaTı MaSAKIyNa)
“On miskini it’am etmektir.”
“Taam” yiyecektir.
İnsanların dört çeşit araçlara ihtiyaçları vardır.
1) Başta yiyecek gelir. İnsan bir canlıdır. Canlılar yiyerek yaşadıkları gibi insanlar da yiyerek yaşarlar. İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak yiyecekleri doğadan değil de birbirlerinden temin ederler. Kırda yaşayanlar doğadan aldıklarını satarlar, yerine her türlü ihtiyaçlarını doğadan değil diğer insanlardan temin ederler.
2) İnsanın ikinci ihtiyacı giyecektir. Giyecek yalnız insanların ihtiyacıdır. İnsanlar çıplak yaratılmıştır, besin gibi onu da diğer insanlardan temin ederler.
3) Üçüncü ihtiyaç ise barınma ihtiyacıdır. Hayvanların hemen hepsi kendilerine yuva yapar, geceleri orada barınırlar, gündüzleri de yavrularını oralarda bulundururlar. İnsanlar yuvalarını kentlerde kat kat binalar yaparak yükseltirler. Bu binalarını da diğer insanlardan temin ederler.
4) İnsanların dördüncü ihtiyaçları ise ulaşım ve taşınma ihtiyacıdır. Bu da elbise gibi yalnız insanlara mahsus bir ihtiyaçtır.
Keffaret olarak yiyecek seçilmiştir. On kişi belirlenmiştir. Vasat aile nüfusu beştir. Onun iki misli sayı alınmıştır. Ayrıca en kalabalık aile de on kabul edilir. İt’am ile temlik farklıdır. İt’amda siz onlara yedirirsiniz. Temlikte ise onlara bedel verirsiniz, onlar istediklerini yerler.
“Mesakin” kelimesi “miskin” kelimesinin çoğuludur. “Mesken” sakin olunacak, durulacak, dinlenilecek yer demektir. “Beyt” her türlü yapının adıdır. Hayvanların ağılı beyt olduğu gibi cami de beyttir. Ambar de beyttir, fabrika da beyttir.
On tane miskin it’am edilecektir. Ta’m de mastardır. Fiil müteaddi değildir. İt’am masdardır. İt’amda ise fiil müteaddidir. İf’âl babının mastarı olduğu için teksir etkisi yoktur. Tef’il babı olsaydı teksir etkisi olurdu. Yani if’âl babı olduğu için on miskin ayrı ayrı doyurulmaz. Yemin keffareti olarak on tane fakir bir araya getirilecek, onlara bir günlük yemek verilecektir. Böyle bir işlemi yaptığı zaman alenen yapmış olacak ve kimleri it’am ettiğini liste yapıp vakfa bildirecektir. Böylece keffaretini yerine getirdiğini beyan edecektir. Yahut bu vakfa taamlık bedel verecek, vakıf da bu fitrelerle her gün yeter sayıda insanlara yemek verecektir.
Bir vakıf bina oluşturur. Bina lokanta olur. Kiralayan kira vermez, fakirlere orada yemek yemeleri için fiş verir. Böylece it’am etmiş olur. Filan kimse ona malik olmuş olur. Devri caiz midir değil midir diye tartışılır. İt’am kelimesine bakarak temliki caiz değildir diyoruz. Yani zengin o fişle gelip lokantada yemek yiyemez ama başka fakire devri caizdir. Parasıyla veya parasız devredebilir. Vakıf iş borsasını kurabilir. Sattığı fişleri geri alıp başka fakirlere satabilir.
Miskinin tarifi yapılmalıdır. Vasat taşınır servetin altında serveti olanlar fakirdir. Kiralanabilen mallar bu servet içine dâhil değildir. Kiralanmayan ve likiditesi olan mallar dâhildir. Her bucak kendine göre hangi malların servet olup olmadığını tesbit eder. Halk kendi beyanları ile servetini beyan eder.
Orta değerin altında olanlar fakirdir, orta değerin üstünde olanlar zengindir. Beyan edilen maldan fazlasını yönetim korumakla yükümlü değildir. Yoksul ise fakir olup geliri vasat gelirin yarısının altında olan kimsedir. Bunlar çok fakir sayılırlar. İşte, fakir olup gelirleri vasat gelirin yarısından az olan kimseler bucağın yoksullarıdır. Bunlar da kendi beyanları ile durumlarını belirtirler. Herkesin kimliğinde sınıfı belirtilmiştir. Bu fazilette düşüklük anlamına gelmez. Kişi ilimle meşgul olur, geliri az olur, serveti olmayabilir. Dolayısıyla fakirler ve yoksullar da bucağın seçkin kimseler listesinde yer alırlar.
İşte, lokantaya gelen kişi kimlik numarasını yazar ve yemeğe öyle oturur. Fakir faslından yemek varsa ondan ücret alınmaz, bitmişse alınır.

(MiN EaVSaOı MAv TuOGIMUvNa EHLiYKuM)
“Ehlinizi it’am ettiklerinizin evsatinden (on miskini).”
Buradaki “Min” it’amın mef’ulü olabilir veya it’amın muzafun ileyhi olabilir, “Min” ile izafe edilmiş olur.
Arapça bilmeyenler de anlasınlar diye biz yorumları Türkçe yapıyoruz. Kur’an Arapça kuralları ile yorumlanır. Dolayısıyla kullandığımız kuralı da izah ediyoruz. Masdar da fiil gibi amel eder, yani fail ve mef’ul olur. “İt’amen rüculen reculun” (Adamın adamları doyurması) denebilir. İkisi nekre veya ikisi marife değilse o zaman “Lam” veya “İn” ile izafet yapılır.
“Min” burada cins için olmuş olur. İt’am ettikleriniz cinsinden evsat miktarını it’am edin denmiş olur.
Sayıları toplar da sayı miktarına bölersen buna “vasat” denmektedir. Türkçede “ortalama” diyoruz. Sayıları sıralar da orta değer alırsanız o değer evsattır, en ortada olan demektir. Biz “orta değer” diyoruz. (3+8+10)/3 =7 ortalamasıdır. 8 ise orta değerdir.
Buradaki “Mâ” ismi mevsuldür. İt’am ettiklerinizden demektir. “Ehliküm” de ehli beyt demektir, yani ev halkıdır. Ev halkı karı koca, çocuklar ve anne babadır. Büyük anne ve büyük babalar da dâhil olabilir. Köleler de ehli beyttendir, hizmetçiler de ehli beyttendirler. Bir sofradan yemek yiyenler ehli beyttir.
360 gün yenenlerin evsatı alınacak, herkesin fitresi o olacaktır.
Hazreti Peygamber bunu yiyecekte belirlemiştir; buğday, arpa, hurma, üzüm ve lor veya peynir gibi süt mamulü. Ağırlıklarını “sa” olarak belirtmiştir. Hazreti Peygamber zamanındaki “sa” hakkında bilgimiz olmadığı için sonra her müçtehit kendi ülkesinin saını esas almış, farklı miktarlar ortaya çıkmıştır. Biz ise bir günlük yiyecek olarak aldığımıza göre günlük kalori miktarı olarak alıyoruz. İnsanın günlük kalori miktarı 2500 ile 5000 arasında değişmektedir. Bunların vasatı 3750’dir. Buğdayın 1 kilosunun kalorisi 3640, arpanın 3670’dir. Tahılların kalorileri birbirine yakındır. Demek ki bir kilo buğday bir insan için yeterlidir. Bunu başka bir şekilde ele aldığımızda bir avuç buğday yarım kilodur. Günde iki avuç yenecekse bir kilo eder.
Buğday yalnız kaloridir. Başka azotlu besinlere ihtiyaç vardır. İkileme sistemi ile iki kilo alırız. Şafiilere göre de yaklaşık bu miktardır. Besinlerin değerleri yaklaşık aynıdır. Ette kalori miktarı biraz azdır (2780 kalori) ama buna mukabil azotlu besinler çoktur. Kişi zenginliğine göre bedel verecekse verecektir. Bir kilo etin fiyatı günümüzde 17 liradır. Zengin ona göre fakire buğday fitresini verecektir.
Böylece Kur’an bizim 1 kilogramlık ağırlığımızı onaylamış olmaktadır. Bu ağırlık Batılılar tarafından konmuştur. 1 desimetre küp suyun ağırlığıdır. Metre de dünya çevresinin kırk milyonda biridir. Avrupalılar İslâmiyet’ten öğrendikleri onluk sistemine göre birimler oluşturmuşlardır. Bugün tüm dünya bunu benimsemiştir. Demek ki isabetlidir. Beşeriyetin icmaı bizim de icmamızdır. Bugün haftanın yedi gün olduğuna da beşeriyet icma etmiştir. Miladi tarih/takvim üzerinde de icma etmiştir. Kur’an’da miladi tarihin başlangıç olacağına işaret vardır.

(EaV KiSVaTuHuM)
“Yahut onların kisveleri yani giydirilmeleri vardır.”
Burada “libâsuhum” denmiyor da “kisveleri” deniyor. Demek ki elbise alma şartı yoktur. Giyecek kadar bedel verdiğinizde yeterlidir. Çünkü verilen fiil değil eşyadır. Eşyanın bedelini vermek gerekir. Buradan anlaşıldığına göre kıyas yoluyla yoksulları doyurma vakfı kurulduğu gibi yoksulları giydirme vakfı da kurulacaktır. Kisve vakfına verilecek, o vakıf da bucakta yoksul olanları senede bir iksa edecektir. İt’am ve iksanın müddetleri belirtilmemiştir. Biz istihsanla bunları takdir ediyoruz. Yoksulları bir sene giydirme o kadar pahalıdır ki bunu günlük alamadığınız gibi insan her gün yemektedir. Oysa yılda bir veya iki defa elbiseyi yenilemektedir. O halde bu bir yıldır. “Kisve” burada marife geldiğine göre bunun da belirli olması gerekmektedir.
Acaba elbisenin miktarı ne kadardır?
Madem ki ehlinin yediğinin evsatı alınmıştır, giyeceğin de evsatı alınacaktır. O topluluğun örfüne uyulacaktır. Don ve atlet, dış gömlek, ceket ve pantolon, çorap ve ayakkabı olacaktır. Bunların sayısı da on olacaktır. Bugün hesaplarsak bunların asgari toplamı:
Ayakkabı 20
Don ve atlet 4
Çorap 2
Gömlek 10
Ceket pantolon 64 dersek
Toplam olarak 100 TL etmektedir.
Buğday 1 TL olduğuna göre 100 TL misli olmaktadır.
Bunun pahalısı ise 1000 TL edecektir.
Burada “Ev/veya” harfi getirilmektedir. Soygun yapanlar için de benzer “ev/veya” harfi getirilmektedir. O halde yeminin büyüklüğüne göre bu miktar keffaret olacaktır. Hac âyetindeki keffareti iki zeve’y-adl takdir etsin denmektedir. O halde burada bozulan yeminin veya yapılan yeminin bozulmasında keffaretinin takdiri bilirkişilere ait olmalıdır.

(EaV TaXRIyRu RaQaBaTin)
“Yahut bir rakabanın tahriri vardır.”
Burada kölenin değerli veya değersiz olması, mü’min veya müslim olmasını ayırmadan nekre olarak bir rakabanın tahririnden bahsetmektedir. İnsanlar eşit kişiliğe sahip olduklarından köleler de eşit kişiliğe sahiptirler. Nasıl diyette farklılık yoksa azad etmekte de farklılık yoktur. Dolayısıyla hangi değerde olursa olsun bir köle satın alınır ve azad edilirse keffaret yerine gelmiş olur. Yeminin en büyük keffareti en ucuz kölenin azadı olarak alınabilir.
Kur’an’a göre kölelik müessesesi bir yabancıyı asimile etmektir, vatandaş hâline getirmektir. Mesela Ebu Hanife böyle birisidir, bir kölenin torunudur. Azad edilmiş ve İslâm âleminin güneşi olmuştur. Köleden bahsederken memlüklerden bahseder, abdden bahseder, emetden bahseder ve rakabadan bahseder.
“Harir” ipek demektir. Sıcak günlerde giyilir. Ketenden veya yünden elbiseler, deriden elbiseler sıcak olur. “Harur” sıcak demektir. “Hür” ise köle olmayan demektir.
“Tahrir” hür hâle getirmedir.
Köle ile hürün İslâmiyet’ten önceki sistemde ve Roma’da çok farklı manâsı vardır. Roma’da köle demek önce insan olmamaktır. Kölenin kişiliği yoktur, mahkemeye başvurarak hakkını isteyemez. Efendisi onu öldürebilir, cezası yoktur. Oysa İslâmiyet’te kölenin de esirin de kişiliği tamdır. Canı korunmuştur. Kısas yapılır. Mahkemeye müracaat ederek daima kendi haklarını savunabilir. Efendisi kötü muamele ediyorsa hakkını arayabilir. Efendisi uzvunu kırsa kısas yapılır. İslâmiyet’te köle sadece mala sahip olamaz. Elde ettiği mallar efendisinindir. Çünkü o vatandaş değildir. Bu vatanda sadece çalışıp yaşama hakkı vardır. Evlenmek de hakkıdır. Zulmeden sahibine kazancından bir pay vererek evinden ayrılabilir, hür gibi yaşar, öldüğü zaman malları sahibine kalır. Hür olmak istiyorsa takdir edilen miktarı ödeyerek hür hâle gelir.
İslâmiyet’te köle kişilik bakımından Roma hüründen farklı değildir. Roma hukukunda bir kimse borcunu ödeyemediği zaman köle hâline getirilir ve alacaklısına esir edilirdi. İslâmiyet’te borçtan dolayı kimse köle yapılmaz, hattâ onun mallarına ve parasına el konmaz, sadece onun borçlanma ehliyeti alınabilir. Yani biri ona borç verse borç veren alacağını mahkeme yoluyla isteyemez.
“Abd, Memlük, Rakaba ve Esir” kelimeleri geçmektedir. “Rakaba” kelimesi sadece “tahriru rakaba” olarak geçmektedir. Sadece bir yerde “tahrir” yerine “fekku rakaba” olarak geçmektedir. “Rıkab” kelimesinden ise borçlular arasında bahsedilmektedir.
Bugün kölelik olmadığına göre ne yapılacaktır?
Kişiyi işçilikten kurtarman tahriri rakabadır. Bugünkü işçilerin durumu İslâmiyet’teki kölelerden çok daha aşağıdır. Peki, bu köleliği nasıl kullanacağız?
İşçiler arasında dayanışma kurulur. Çalışan işçiler yüzde bir ile ortak edilir. İşi olmayan işçiler buraya geldiklerinde kendilerine düşen kısım ödenir. İşçi istediği işi yapmakta serbesttir. İsterse hiç iş yapmayabilir. Elde edilen hasılayı vakıf satar. Gelirin yarısı o fona ait olur, yarısı üreticiye ait olur.
Bu şekilde çalışanlar ortaklık kurar ve işletme hâline gelirler. Kendilerine güvenenler gelirin yarısını ödemek için piyasaya çıkarlar. İşletmeyi işlettikleri zaman artık hür hâle gelmiş olurlar. Her zaman tekrar işyerine gelebilirler. İstedikleri zaman gelmezler ve o günkü payı alamazlar.
Demek ki işçileri hürleştirecek mekanizmayı getirmiş oluyoruz. İşçilerin hür hâle gelmesi demek iflas edenlerin tekrar borçlanma ehliyeti kazanmaları şeklinde olur. Kur’an’da bunları aynı Fi de toplamış bulunduğundan, o fonda birlikte kullanılabilir.

(FaMaN LaM YaCıDu Fa ÖıYAMu ÇaLAÇaTi EayYAMın)
“Kim bulamazsa üç yevm sıyam vardır.”
Gücü yetmeyen üç gün oruç tutacaktır.
Oruç üç güne indirilmiştir. Fakirin keffareti bedene dönüştürülmüştür. Bütünü için en hafif ceza verilmiştir. O da üç gün oruçtur. Bulup bulamadığını yine bilirkişiler tesbit edecektir.
Buradan şunu anlıyoruz ki yemin keffaretinin tesbitinde gücü de hesaba katılacaktır.

(ÜAvLıKa KafFAvRaTu EaYMaNıKuM
“Yeminlerinizin keffareti budur.”
“Zalike” ismi işareti burada müfrettir. Tüm yukarıdaki hükümlerin tek olduğunu ifade etmektedir. Buradan “Ev”in mânâsını değerlendirmemiz gerekir.
“Keffaret” kelimesi müfrettir. Mübalağa ile ismi fail olarak getirilmiştir. Bununla beraber sonundaki “T” çoğul tesi olarak alınabilir. İsim olarak geldiğinde burada işaret edilen fiil değil miktardır.
Keffaret müessesesi ceza hukukunda çok önemli yer alır. Burada bunun belirtilmesi yeminli sözleşmelerin teminatı olarak anlatılmaktadır. Sözleşmelerin sonunda atılan imzaların yeminli olup olmadığı belirtilmelidir. Mahkemede karar veren hakemler de imzalarını teminatlı olarak atmalıdır. Bunun anlamı yanlış olursa biz ödeyeceğiz demektir.
Yargılama ve soruşturma çok önemli durum alır. Ergenekon, Balyoz veya Hrant Dink davalarında kimse hapishaneye alınmıyor. Soruşturma için büyük bir ücret konur. Dayanışması da onayladığı takdirde ödül dayanışmaya ödenir. Ama sonra onlar aleyhine hakemlere gidilip de mahkum edilirlerse bu ödül kararını tazmin ederler.

(EiÜAv XaLaFTuM)
“Hulf ettiğinizde.”
“İzâ Nekestüm” veya “İzâ Lağavtum” denmemektedir, “İzâ Haleftum” denmektedir.
Yemin etme kendi bablarında yapılmamaktadır “Kasem” veya “Halef” kelimeleri ile getirilmektedir. “Kasem” ile “Hulf” arasındaki farklar belirtilecektir.
Mahkemelerdeki beyanlar kasemdir.
Hulf nedir?
Ona göre orada da keffaret gerekir mi yoksa sadece tazminat yeterli midir?

(Va iXFaJUv EayMaNaKuM)
“Yeminlerinizi hıfz ediniz.”
Yeminlerinizi muhafaza ediniz demek, yeminlerinizde durunuz demektir.
Zamir gönderilmediğine göre yukarıdaki yeminlerden farklıdır. İyilik için yaptığınız yeminlerinizde durunuz.
Demek ki günahı işlememeye veya iyilik yapmaya yemin ettiniz mi o yeminleri muhafaza edeceksiniz, duracaksınız. Helali haram yapma veya haramı helal yapma gibi şer’an men edilmiş yeminleri yapmayarak, yemin etmeyerek muhafaza edeceksiniz. Yaptığınızda derhal keffaretini ifa edeceksiniz.

(KaÜAvLiKa YuBayYiNu elLAHu EaYAvTıHi LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa)
“Allah sizin için âyetlerini böyle beyan eder ki şükredesiniz diye.”
1- “Böylece” diye işaret edilen beyanlardır. Özet olarak anlamındadır.
2- Beyan eskiden söylenen bir mücmeli açıklamaktır. Yeni hükümler getirmemektedir. Acaba burada daha önce geçen âyetleri beyan etmekte midir?
3- “Sizin için” diyor. Diğer insanlara beyan etmiyor mu? Neden yalnız bize beyan ediyor?
4- Burada “âyât” diyor, bu sistemdir. Burada işaret edilen sistem nedir? Neden bu sistem âyetler yani mucize oluyor? Burada özel mi yoksa sistem mi kastediliyor?
5- “Şükredesiniz” diyerek şükretmemizi istemektedir. Şükür bir nimete karşı olur. Bu âyetlerde hangi emirler vardır ki bize şükretmeyi gerektirsin?
6- Şükür ameldir. Hamd aklidir. Allah burada acaba bizden ne amel etmemizi istemektedir?
7- Âyetlerin bundan önceki âyetlerle ilişkisi nedir? Yani helali haram haramı helal yapma ile yapacağımız ameli şükrün bir ilişkisi var mıdır? Bunların cevaplarını da siz bulmaya çalışın.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92