MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 56


(Yav EayYuHav elLeZIyNe AMeNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler”
Bu sûrede 18 defa “Ya Eyyüha…” geçmektedir. İkisi “er-Resul” diye, 16’sı “Ey iman edenler” olarak geçmektedir. Bu sûrede “Ey Nâs” geçmemektedir, “Ey Nebi” de geçmemektedir; “Ey Resul” de yalnız bu sûrede geçmektedir.
Bunlar bize şunları ifade eder.
Bu sûre mü’minleri muhatap almaktadır, müslimleri muhatap almamaktadır.
Burada öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır. “Ey Nâs” diye hitap ettiği zaman tüm insanlığa hitap eder, bu görevi yerine getirilecekler belirtilmektedir. “Ey iman edenler” dendiği zaman askerlik yapanlar söz konusudur ve burada hitap eden sorumlu ise resuldür. Her mü’min aynı zamanda müslim olduğu gibi her resul de aynı zamanda nebidir. Müslimlere hitap mü’minlere de hitaptır. Nebilere hitap aynı zamanda resullere de hitaptır.
Sûrede ne yapılıyor?
Mü’minlere hitap ederken, müslimler içinde kimlerin mü’min olacağı da belirtilmekte, “Hud etmiş olanlar” ile “Biz Nasarayız” diyenler de mü’minler içine alınmaktadır. Kıyas yoluyla bütün Ehl-i Kitap mü’min yani asker olabilir.
“Ey iman edenler” sözü ilk âyetlerde, 1-2 ile 6-10 âyetler arasında tekrar edilir. Sonrasında da aynı sıklıkla tekrar edilir. Ortalarda bu kurala uyulmaz 27, 16 ve 30 gibi büyük aralıklar vardır. Ortalarda Hıristiyan ve Hud etmiş olanlardan bahsettiği için aralık uzun olmuştur.
Her topluluğun kendi iç güvenliği vardır. Kabile içi güvenlik Hz. Âdem’den başlar. Aynı dili konuşanlar arasında güvenlik de Hz. Nuh peygamberle başlar. Dilleri ayrı olan halklar arasında da güvenliğin yani uluslararası güvenliğin tesis edilmesi gerektiği hususunu ortaya atan ise Hz. İbrahim’dir. Mademki bütün insanların tanrısı birdir, o halde bütün halk kardeştir, barış içinde olmalıdır. Batılılar yazılarında Hz. İbrahim’in tek tanrılı din getirdiğini yazarlar. Hz. İbrahim tek tanrılı dini getirmemiş; mademki Tanrı’nız birdir o halde barış içinde olalım demiştir. Hz. İbrahim tüm dünyayı barış içinde bırakacak bir düzen kurmak istiyor. Barış düzenini, İslâm dinini getiriyor. Hz. Nuh peygamberden sonra devlet içinde güvenlik vardır. Önce site devletleri, sonra Mısır’da ulus devleti, İbranilerde ise imparatorluklar oluştu. Uluslararası barışın temelleri atılmaya başlandı. İmparatorluklar bu anlamdadır. Bu gelişmeleri İskender, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, İngilizler, Ruslar, Sovyetler, Amerikalılar bugüne getirdiler.
Kur’an’ın istediği barış düzeni bazı esaslar açısından farklıdır.
- Önce serbest sözleşme sistemi olacak. Halk kendi içtihatları ile yaşayacak, kendi sözleşmeleri ile topluluklar oluşturacaklardır. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler kendi serbest içtihat ve icmalarıyla oluşacaktır.
- Herkes sözleşmelere uyarak, verdiği sözleri yerine getirerek barış içinde yaşayacaktır. Herkes özgür olacaktır. Sözleşmeler dışında insanları bağlayan hiçbir şey olmayacaktır. Kimse kimsenin amiri olmayacak, herkes yaşarken ve çalışırken özgür olacaktır.
- Uygulamalarda sapma olup olmadığını tesbit eden bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı olacaktır; yani yargı hakemlerden oluşacaktır. Hakemlerin kararlarına herkes gönül rızası ile uyacaktır. Barış dünyası böyle kurulacaktır.
- İşte, siyasi güç bundan sonra söz konusudur. Hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uyacak hâle getirmek ise mü’minlerin işidir.
Birleşmiş Milletler kararları, devletler üstü emredici yargı Kur’an hükümlerine aykırıdır.
Bugünkü uygulama ile İslâm hükümleri arasındaki diğer fark ise; Birleşmiş Milletler’in silahlı ordusu ya yoktur veya varsa da imtiyazlı süper güçlere aittir. Bunlar ABD, Sovyetler (Rusya), İngiltere, Fransa ve Milliyetçi Çin idi. İkinci Cihan Savaşı sonrası böyle statü oluşturuldu. Bunlar daimi Güvenlik Konseyidirler, bunların veto yetkileri vardır. Milliyetçi Çin yenildi, sosyalist Çin ortaya çıktı. Uzun tartışmalardan sonra sosyalist Çin milliyetçi Çin’in yerine geçti. Sonra Sovyetler yıkıldı, yerine Rusya geldi. AB kuruldu, bu sefer İngiltere ve Fransa bir devlet gibi oldu ama iki oyları var.
İslâmiyet’te imtiyazlı devlet yoktur. Bir devlet 30-100 milyon arasındaki nüfusu bulundurabilir. Nüfusları bundan azsa o devletler birleşerek insanlık içinde etkili devlet olarak yer almalıdır. Nüfusları eğer yüz milyondan fazla ise her yüz milyon sayısınca devlet sayılmalı ve ona göre yeri olmalıdır. Birleşmiş Milletler yargılayıcı değil yürütücü bir birliktir. Yargı ise bağımsızdır, hakemlerden oluşur.
“Adil Düzen”de süper güçler yoktur. Hakemliği kabul eden her devlet müslim devlettir, barış hukukundan yararlanır. Mü’min devletlere cizye verirlerse güvelikleri de korunur. Mü’min devletler ise asker beslerler ve dış tehlike belirince ülkelerini kendileri korurlar. Ayrıca dışarıda bir güvensizlik söz konusu olunca, hakem kararları varsa, gönüllü askerlerle oraya gidip o ülkeyi fethedip yağmalarlar.
İslâm düzeninde hakem kararlarına uyanların hukuku korunur, hakem kararlarına uymayanların ise hukuku korunmaz. Bir yerin cizye vermemesi hâlinde oranın yağmalanmasına doğrudan izin verilmez, hakem kararları ile yağmalanmasına karar verildikten sonra yağmalanır.

(LAv TuXarRiMUv)
“Haram kılmayın.”
Kur’an’da “LâTuhallilû” nehyi yoktur, çünkü yöneticilerin bir şeyi helal yapma yetkileri yoktur. Zaten her şey helaldir. Yöneticiler yasaklar koyarlar ama haklar koyamazlar, çünkü hak kanuni değil tabiidir. Haram etmek nehiyden farklıdır. Nehyin cezası vardır. Hırsızlık suçu işlediğiniz zaman kolunuzu keserler. Yahut dayak atarlar yahut hapishaneye koyarlar. Haramda ise böyle bir ceza yoktur. Haramda mü’minler yani devletler hakları korumazlar. Yani davalı veya davacı olamazsınız. Ama cezası da yoktur. Helal olanlar ise devletçe korunur. Bu hakların doğuş sebepleri şunlardır:
a) Akrabalıktan doğan haklar. Herkes akrabalık hukukuna riayet etmek zorundadır. Etmeyenler yargı tarafından mahkûm edilir ve güvenlik kuvvetlerince hüküm yerine getirilir.
b) Komşuluktan doğan haklar. Nasıl akrabalıktan doğan haklar varsa, bir kanuna veya sözleşmeye gerek kalmadan akrabalık hakları çalışırsa; bunun gibi bir araya gelen insanların karşılıklı hakları doğar. Bu hukuka riayet etmeyenler hakemler tarafından mahkûm edilirler.
c) Emekten doğan haklar. Bir kimse bir yerde emeğini harcadıysa onun karşılığını alma hakkına sahip olur. Akrabalık ve komşuluk bir şey karşılığı doğmaz. Oysa emek hakkı üretenin kendisinin verdiğinin karşılığıdır. Esas haklar buradan doğar. Gençlikte aldıklarını yaşlanınca verirler.
d) Sözleşmeden doğan haklar. Hakkın başka bir kaynağı da sözleşmelerdir. Sözleşmelerde verilen ve alınan sözler hakları ortaya çıkarır. Sözleşmede söylenen ne ise hak odur. Örnek olarak, sen bir gün çalıştın, bir dolap ürettin. O dolap sana 1 yevmiyeye mâl oldu, 1 yevmiyelik de malzeme gitti. Demek ki dolabın değeri 2 yevmiyedir. Sen ona 10 dolap o da 1 dolap teklif edebilir. Sonunda 3 dolapta karar kıldınız ise sizin hakkınız ve göreviniz 3 dolaptır, 2 dolap değildir. Demek ki reel değerleri doğal haklar oluşturur ama reel varlıkların değerlerini sözleşme belirler. Bu sebepledir ki hukukta esas olan sözleşmelerdir. Yani helal ve haramları asıl belirleyen sözleşmelerdir.
Burada “haram kılmayın” emri mü’minlere verilmiştir. Yani kanunlar sarımsak yemeyi yasaklayamazlar ama kişiler sarımsağı ister yerler ister yemezler. Helali helal yapmak gerekmez. Zaten helalin mânâsından da anlaşılacağı üzere ister yapar ister yapmazsın. 63 yaşıma geldim, benim yönetme yetkim yoktur dersem, bu helali haram yapma değildir. Bu bir içtihattır. Benim içtihat sahibi olarak içtihadıma uyma yükümlülüğüm vardır. Başkaları da kendi içtihatlarına uyarlar.
Demek ki insanlığın helal ettiği bir şeyi ülkelere, ülkelerin helal ettiği şeyi illere, illerin helal ettiği şeyi de bucaklara haram yapamazlar. Ne var ki bu helal etme ve haram etme icmalar şeklinde olmalıdır. Buradan icmaların hükümleri ortaya çıkar. Merkezin kavlî ve fiilî icmaları taşraları bağlar. Helali haram yapamazlar.
Biz bu hususta mütereddit idik. Şimdi sorun çözülmüştür. Yerel icmalar kesin merkezî icmalara aykırı olursa mahallî icmalar hakemlerce iptal edilir.

(OayYıBAvTı MAv EaXalLa elLAHu)
“Allah’ın helal ettiği tayyibatı.”
Burada “tayyibat” şartı getirilmiştir. Bunun mânâsı şudur. Helal olan yararlı olmalıdır. Biz tayyibatı faydalı anlamında kullanıyoruz. Haram olanlar ise habis olanlardır.
Bir şeyin faydalı olduğu hususunu belirleyecek olan ilimdir, zararlı olduğunu belirleyecek olan da yine ilimdir.
Maddeler ve fiiller dört grupta toplanır.
Hem başkalarına zararlı hem faile zararlı; başkalarına zararlı, faile karlı; faile karlı başkalarına zararlı; herkese karlı.
Sonra bunların yararlılığı ve zararlılığı içtihatla sabit olur veya icma ile sabit olur. Allah’ın helal ettiği demek helalliği icma ile sabit olanlar demektir.
Kime helalliği?
Herkese helalliği icma ile sabit olanlar. Çünkü şeriatta içtihat edenler münferit olayları ele almazlar. Onlar genel kural koyarlar. Dolayısıyla falana zarar filana yarar diye bir içtihad olmaz. Amelî içtihat olur. O halde eğer müçtehitler bir şeyin herkese yararlı olduğunda icma etmişlerse o Allah’ın helal ettiği olur.
Burada “Ellezî” değil de “Mâ” getirilmiştir. Yani daha önce bilinen belli helaller değil de toplulukların icmaları ile sabit olan helaller demektir. Eğer yalnız sahabelerin icmaı söz konusu olsaydı “Elletî ehallellah” denmiş olurdu. Bu açıklamamıza itiraz eden varsa kendisinin neden “Elletî” değil “Mâ” getirildiğini açıklaması gerekir. Tabii ki böyle bir açıklama getiriyor demek bu açıklama yanlıştır anlamında olmaz. Onun için onun içtihadı, benim için benim içtihadım geçerli olur.
Burada “Allah” kelimesini ister âlemlerin rabbi anlamında alalım, ister O’nun halifesi olan topluluğu alalım, hüküm değişmez. İcma ya Kur’an’a dayanır, o zaman Allah’ın helal ettiğini izhar etmiş olur yahut Kur’an’a dayanmadan sadece tercih yoluyla helal kılmış olur.
İcma ile helalliği sabit olmayan hususlarda mü’minler mahalli icmalarla yasaklamalar getirebilirler. Örnek verelim.
İnsanlık tıp uleması domatesin tayyib olduğunda icma ettikten sonra artık kavmî veya şa’bî veya kabile icmaları domatesi haram kılamaz.
Diğer taraftan eğer insanlığın tıbbî uleması sigaranın zararlı olduğunda icma ederlerse kavmî, şa’bî veya kabile icmaları onu helal yapamaz, kalan kısımlarda yerel icmalar geçerlidir. Yerel icmalar yoksa içtihatlar geçerlidir.
Bir hususa daha işaret etmekte yarar vardır.
Bir rasihin içtihatları kendi kavminin icmalarına aykırı olabilir ama o kavim içinde amel edilemez. Ama il icmalarına aykırı rasih icmaları ile ilde de amel edilebilir. Bir fakihin icmaı bucak icmasına aykırı olsa da o bucak da dâhil amel edilebilir.

(LaKuM)
“Size”
“Enfüseküm” denmemiştir de size helal ettiklerini size ve başkalarına haram etmeyin demiş olmaktadır. Burada ibare ile size helal olan her şey müslimlere de helaldir, size haram olan her şey taşraya da haramdır. Yani hiçbir merkez kendi bucağında helal kıldığını taşra bucaklar için haram yapamaz. Onun hukuken korunmasını kaldıramaz. Merkezin icmaları taşrayı bağlar ama taşra için bir mevzuat merkezi bağlamaz. Diyarbakır için kanun çıkarılamaz, orada olağanüstü hal ilan edilemez, orada sıkıyönetim ilan edilemez. Ülkenin tamamına sıkıyönetim ilan edebilir. Sadece merkez illerde geçerli olmak üzere sıkıyönetim ilan edilebilir ama falan ilde veya filan ilde sıkıyönetim ilan edemez. Oranın sıkıyönetim kararını o il almalıdır. Anayasada bu hükümler geçmektedir. Delil ararken bunu bulamıyoruz. Kur’an böylece baştan sonuna kadar yorumlandıktan sonra âyetlere verilen mânâlara göre maddeler delillendirilmelidir. Biz çoğu zaman daha uzak delillerden yararlanıyoruz.
Usulü fıkıh öğrendikten ve çağımızın sorunlarını ortaya koyduktan sonra Kur’an’da çözümler son derece kolaylaşır. Ne var ki usulü fıkıh kolay öğrenilemiyor, çağın sorunları da kolay bilinemiyor. Bunun için birçok kimselerin beraber çalışması gerekir.
Burada size haram ettiği şeyin mutlak olarak haram ettiği denmemesi, “enfüseküm” demeyip mutlak ifade etmesinde verdiğimiz mânâ Ebu Hanife’nin mutlak itlak ile mukayyed kayd ile delalet eder kuralını uygulamış oluyoruz. Ebu Hanife bu kuralını köle ve mü’min köle hükümlerinde uygulamıştır. Öbür taraftan da günümüzün sorunları da yerel yönetimle merkezi yönetim arasındaki sorunlarla ilgilidir. Bunlar anayasa sorunlarıdır.

(Va LAv TaGTaDUv)
“İ’tida etmeyin.”
“Gudv” vadinin bir yakasıdır. “Adavet” birbirleri ile karşılıklı cephede savaşan kimselerin birbirlerine besledikleri duygudur. Islah değil imhadır, karşı tarafı yok etmedir.
Biz savaş dışında kimseye adavet etmeyiz. Şeytana adavet ederiz. Karşı tarafın yok olmasını değil ıslah olmasını isteriz.
Sürekli düşmanlık aduv ittihaz etmek şeklinde ifade edilir.
“İ’tida” iftial babındandır. Kendini kendine düşman yapma veya karşı tarafı sana düşman yapma mânâsındadır.
Evet, helali haram yapma demek, önce kendi nefsine düşmanlık yapıyorsun. Neden? Çünkü Allah onu sana helal etti demek o sana yararlı şeydir, senin ihtiyacını gidermektedir demektir. Sen ihtiyaçlarını gideremiyorsun demek kendine düşmanlık yapıyorsun demektir. Kendine helal edilen bir şeyi haram ederek sen Allah’ın bedenine olan hakları ondan esirgiyorsun demektir. Oysa Allah sana o bedeni ondan yararlan ve onu yaşat diye verdi. Onu hor kullan demiyor, onu helak et diye verdim demiyor.
Diğer taraftan siz eğer kendinize helal ettiğiniz şeyleri başkalarına haram ederseniz onları size düşman etmiş olursunuz. Başkalarını kendine düşman etme budur. O halde tüm mevzuatın Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hususu budur. Faydalı olmadığında icma varsa veya zararlı olduğunda icma varsa o kanun iptal edilir. Bir şey kanunda yazılıdır, sözleşmeye girdi diye o geçerli olmaz. İcmaa aykırı ise o keenlemyekündür. Kimse ona uymak zorunda değildir. Yargıda böyle maddeler kaale alınmaz. Bugün anayasa yapıyorlar. Sadece bu maddeyi yazsınlar, bu maddeyi çalıştıracak mekanizmayı getirsinler, tüm sorunlar kendiliğinden çözülmüş olur. Yasaklamalarla sorunlar çözülmez. Gereksiz yasaklamaları kaldırmakla sorunlar çözülür.
Kooperatife araba aldık. 5000 TL verdik. 1000 lira vergi aldılar. Oysa biz bir şey kazanmamıştık. Anayasamızın genel vergi kuralı gelir vergisidir. Bir arsada arabamızı park ettik. Camlarını kırdılar, kapılarını kırdılar, lastiklerini patlattılar. Devletin bunu koruması gerekmez mi? Şikâyette bile bulunmadık. Çünkü bizi rahatsız edeceklerdi. Arabayı aldığımızda kooperatif kararı olmadığı için Muhammed Zübeyir Erol üzerine aldık. Sonra bana devretti. İyilik olsun, satıcıyı bekletmeyelim diye bunu yaptık. M. Zübeyir’e 1000 TL ticari işletme diye ceza geldi; bana da herhalde gelecektir. Böylece kooperatife destek olalım diye 6000 TL harcadık, elimize 1000 lira geçti.
İşte bütün bunlar Allah’ın helal ettiğini haram etmektedir. Kendi kendimize düşmanlık ediyoruz. Kooperatif kurmayın, kimseye yardım etmeyin. Nasıl yaşayacaksınız? O halde bugünün en büyük sorunu helali haram yapma sorunudur. Allah’ın bu emrine itaatsizliktir. Faiz kadar zararlı bir şeydir. Bürokrasi sorunudur.

(EinNa elLAHa LAv YuXıbBu el MıGTaDIyNa)
“Allah i’tida edenleri sevmez”
“İnne” atıfsız geldiği zaman daha önceki cümleyi teyid ve tavzih içindir. Kendi kendisini veya çevresini kendisine düşman edinenlere Allah muhabbet etmez.
“Muhabbet” ne demektir?
Bir çıkar veya karşılık beklenmeden birisi size kötülük yapsa da siz onun iyiliğini istersiniz. Bu sizin elinizde olmaz. Onun iyiliğini istemenin, onunla olmanın çok kötü bir şey olduğunu bilirsiniz ve aklınıza uyarak ondan uzak durabilirsiniz ama içinizden yine de ona bir şey olmasın diye düşünebilirsiniz, bundan dolayı üzülürsünüz.
Benim için AK Parti ve Saadet Partisi’nin durumu budur. Kırk yıl ümitle mücadele ettik. Halk Partisi’ni (CHP) suçladık. S. Demirel’e kızdık. Onlar bize göre kötü insan idiler. Bu kardeşlerimizin iyi kimseler olduğundan zerre kadar şüphemiz yok. Bunlar tek başlarına iktidar oldular ama “zalim düzen” aynen devam ediyor! Yukarıda anlattığım araba hikâyesinde de durum böyledir. Oturum alamadığım için Kırgızistan uyruklu eşimden ayrılmak zorunda kaldım; bir polis ‘bunların evliliği göstermelik evliliktir’ diye yazmış, biz direnince iftiralarla karşılaştık. İzmir’de Akevler Kooperatifi’nin 50 milyon dolarlık bir arazisi var; devlet gasp etmiştir. Kız çocuklarımız hâlâ başörtülü okula gidemiyor. Hâlâ karadan hacca gidemiyoruz. Ben İstanbul-Bahçelievler-Yenibosna’daki Mevlana Camii’ne gidip usul dersini insanlara veremiyorum. Bu durum beni zaman zaman ağlamaklı yapıyor. Ama sonra bütün bunların takdir-i İlâhi olduğunu biliyor ve kendime geliyorum.
İşte, Allah’ın sevmemesi budur.
Kendi kendisine düşman olanların, kendisine düşman edinenlerin hâli budur.
Bu durum nedir?
Bunlar helali kendilerine haram etmişlerdir.
Bazı fıkıh kitapları, ilmihaller de böyledir. İlmihal Müslümanları çıkıp makaleler yazıyorlar. Mesela M. Şevket Eygi böyle bir kardeşimizdir ama her gün helalleri haram yapıyor, bazan haramları farz kılıyor. Oysa bu kardeşimiz bizimle beraber ilk basın mücadelesini yapan kardeşimizdir, benim ilk yazılarımı o yayınlamıştır, kendisini çok sever ve hizmetlerine saygı duyarım.
AK Parti’nin Saadet Partisi’nden farkı yok şimdi, bunun için çok iyi geçiniyorlar.
Adil Düzen Çalışanları bunlara dikkat etmelidirler.
Ben bazı sünnetleri kılmıyorum. Sünnetleri hiç kılmayabilirim. Ben ilim yapıyorum, sünnetlere zaman harcamam israf olabilir. Ama ben kılmasam ilim yapmayanlar da terk ederler. Bu sebeple sünnetlerin bir kısmını kılıyorum. Hepsini kılabilirim, benim için dinlenme olabilir ama o zaman da beni izleyenler bu sefer sünnetleri farz hâline getirirler. İşte bu da helali haram kılmadır. Çorap üzerine meshediyorum. Yıkayabilirim. Ama hayır, herkes kendisi şeriat icad etmesin. Allah ne diyorsa onu yapalım. Bizim kadar ilmi olanlar gelsin bizimle tartışsın, ilmi olmayanlar da bize saldırmasın. Biz ‘bira haram değildir’ derken delillere dayanarak söylüyoruz. Hayatımda bira değil boza bile içmedim. Cesaretle onun için fetva veriyorum. Yoksa ben içiyorum onun için böyle fetva veriyorum derdim.
Biliyorum; benim bu iğneleyici davranışlarım insanları benden uzaklaştırıyor ama ben bana yaklaşan insanları değil Allah’a yaklaşan insanları arıyorum. Hamd ederim ki Allah ihtiyacım olduğu kadar bu insanları bana ihsan etti. Belki bunlar beni sevmediler ama haklı gördükleri yerde Allah için beni desteklediler. İşte beni huzur içinde tutan bu olmuştur. Demek ki ben haklı imişim diye düşünüyorum. Beni sevenlerin beni desteklemelerini de hayırlı görüyorum.
Hâsılı; Adil Düzen Çalışanlarına tavsiyem, insanlara helali haram yapmanın günah olduğunu herkese anlatmak zorundayız. Kendimizi de bu hususta eğitmeliyiz. İcma olmayan yerlerde katiyen zorlama yapmamalıyız.
***

(Va KüLUv)
“Ve ekl edin.”
Kur’an’da emir sigası vücubu ifade eder. Taamı ekl etmek mübah değil, helal değil, farzdır. Helali haram yapmayın ve ekl edin diyor.
Yukarıda, Allah’ın size helal ettiği tayyibatı haram kılmayın diyor.
Burada da aynı şeyi başka şekilde ifade ediyor.
Karşılaştıralım.
Yukarıda “haram etmeyin” diyor.
Burada “ekl edin” diyor.
Birinde nehiy, birinde de emir vardır. Emir ve nehyin hükümleri farklıdır. Mesela emirde bir defa yaparsın. Oysa nehiy sonuna kadar sürer, hiç yapmamadır. Emrin sevabı vardır, nehyin ise sadece günahı vardır. Her iki hükmü birden ifade etmek için yani emrin de nehyin de hükümlerini bir arada teşri etmek için böyle farklı olarak söylenir.
Demek ki ekl ettiğimiz zaman aynen namazı kıldığımız gibi sevap alıyoruz. Koca çalışıyor, alınteri dökerek çilelerle kazandığı nafakayı eve getiriyor. Eşine ve çocuklarına rızık temin ettiği için mutludur, çalışmaktan zevk almaktadır. Karısı da evde birçok meşgale içinde çocuk bakımı, temizlik, mutfağın başında kocasına ve çocuklarına beğendireceği yemekleri pişirmekte ve kocası yorgun, çocukları aç olarak eve geldikleri zaman onları sofrada görüp onları doyurduğunu gördüğünde duyduğu mutluluk kadar aynı zamanda Allah’ın muhabbetini ve sevgisini kazanmaz mı? O koca ki, ne kadar zengin olursa olsun, helalinden daha çok kazanarak çocuklarına imkân sağlamak için çırpınmaktadır. O anne on çocuğu olsa bile her çocuğu için canını vermeye hazır; bu sevabı almayacak mı?
İşte, helalinden kazanma yolları için çalışan herkes, evini geçindirmek isteyen herkes aldığı bu emri yerine getirmekte ve cennette kendisine köşkleri hazırlamaktadır.

(MimMAv RaZaQaKüMu elLAHu)
“Allah’ın size rızık verdiğinden”
Yukarıda “Allah’ın size helal ettiği şeyler” denmiştir. Burada “Allah’ın size rızık olarak verdiğinden” denmektedir. Orada “Min” olmadığı halde burada “Min” vardır. Bize verdiği rızıklardan seçerek yiyeceğiz, hepsini yemeyeceğiz.
Evet, biz helali haram yapmayacağız ama helallerden istediğimizi seçeceğiz. Bu da emirdir. Yani neye iştahı varsa onu yiyecektir. İsteyen bulgur, isteyen pirinç pilavını yer.
Görüyorsunuz ki lüzumsuz tekrar gibi görünen ifadelerde birçok farklı mânâlar vardır. Yukarıda “Min” gelseydi mânâ tam olmazdı. Burada “Min” gelmeseydi mânâ tam olmazdı. Orada helal olanlardan bahsetmekte, burada rızıktan bahsetmektedir. Çalınmış mal da rızıktır ama helal değildir. Burada çalınmış malın helal rızık olarak ifade edilmiş olması, haram olan şeylerin de sonunda rızık olduğunu açıklamaktadır.
“Razak” bir üzüm çeşididir. Türkçede “razaki üzüm” derler. “Rızık” kelimesi oradan gelmektedir. İnsan vücudunun içine çeşitli gıdalar almaktadır. Bunların bir kısmı vücudun yapısında yani inşaatta kullanılmakta, diğerleri de enerji kaynağı olmaktadır. Vücudun tüm yağları ve şekerleri kullanabilmesi için hepsinin kullanılmadan önce üzüm şekerine çevrilmesi gerekir. İnsan ve hayvan vücudunda glikojen, bitkilerin yapısında nişasta ve selüloz olarak yer alan karbonhidratlar (CHO); karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelmiş organik bileşiklerdir.
Karbonhidratlar yapıları gereği üç grupta toplanır.
A- MONOSAKKARİTLER (Basit Şekerler)
1-Glikoz (üzüm şekeri)
2- Fruktoz (meyve şekeri)
3- Galaktoz (6 karbonlu monosakkarit)
B- DİSAKKARİTLER
1- Sakkaroz (çay şekeri)
2- Laktoz (süt şekeri)
3- Maltoz (malt şekeri)
C-POLİSAKKARİTLER
1-Nişasta
2-Glikojen
3-Selüloz
GLİKOZ: İnsan vücudunda serbest halde kanda bulunur (100 ml. kanda 70 - 100 mg. civarında). Beyin dokusu ve alyuvarlar (eritrositler) enerji yakıtı olarak sadece glikozu kullanırlar. En çok üzüm ve üzümden yapılan yiyecek ve içeceklerde, balda bulunur. Saf olarak eczanelerden de temin edilebilir.
İşte “rızık” kelimesi bu üzümün adından türetilmiştir. Kur’an’da üzüm ve hurma geçmektedir. Üzümün zikredilmesi bunu ifade etmektedir. Hurmada da bir özellik olmalıdır.
“Allah’ın sizi rızıklandırdığından” denmektedir.
Gümrükler koyup yiyeceklerin, -kıyas yoluyla diğer emtiaların- bir ülkeden diğer ülkeye gitmesini önlemek helali haram yapmaktır.
Kişiler daha çok haramı helal yaparlar. Oysa yöneticiler helali haram yaparlar.
Burada emredilenler mü’minler olduğu için haramdan bahsetmektedir.
Rızıklanmanın farz olduğu ifade edilmektedir.

(XaLAyLan OayYıBAn)
“Helal, tayyib”
Rızıktan helak ve tayyib olarak ekl edilecektir. Bundan önce Allah’ın size helal ettiği tayyibatı haram etmeyiniz denmişti. Onları hâl yapmıştır. Orada fiil-mef’ul, burada ikisini birlikte hâl yapmıştır. Bunlar rızık olarak verilenlerin hâlidir.
Mef’ul ile hâl arasında ne fark vardır?
Evet, armut helal rızıktır, lakin onun insan için besin olabilmesi için çiğnenerek yenmesi gerekmektedir, dengeli yenmesi gerekmektedir. Demek ki sadece maddenin iyi olması gerekmez, onun uygun şekilde kullanılması gerekmektedir. Yolculuk yapmak için sağlam ve konforlu arabaya ihtiyaç vardır ama bir o kadar da tecrübeli ve dikkatli şoföre de ihtiyaç vardır. İmali kadar istimali de önemlidir.
Yukarıda fiil ve mef’ul olarak kullandığı iki kelime burada birlikte hâl olarak zikredilmiştir. İlk bakışta aynı kelimeler başka türlü söylenmiş, gereksiz tekrar edilmiş gibi görünür. Oysa oradaki helallikle tayyiblik arasında tamamen farklı mânâ vardır. Biri inşaat esnasındaki tayyiblik ve helalliktir, burada ise kullanırken değerlendirilen helallik ve tayyibliktir.
Bir anayasa yaparsınız. Onun iyi bir anayasa olması gerekir. Ama iyi bir anayasa raflarda kalacaksa ne işe yarar? Onun iyi bir şekilde yürürlüğe konması gerekmektedir.
Helal ve tayyib olarak iktisap ettiğimiz şeyleri helal ve tayyib olarak harcamalıyız.
Canlılar çevreden besinlerini toplar, sonra onu yerler. İnsan birlikte çalışarak üretir, sonra bölüşür ve onları tüketir. Her iki durumda da helal ve tayyib olmalıdır. Kazanırken de kullanırken de helal ve tayyib olmalıdır.
Demek ki birinci âyette iktisaptan, kazanmaktan bahsetmektedir. Burada da onların kullanılmasından, bölüşülüp tüketilmesinden bahsetmektedir. Orada helalin haram edilmemesinden söz etmektedir.
Batı sanayileşmeye başlayınca tarım dönemindeki ekonomi düzeni yetmez oldu. Adam Smith ortaya çıktı ve şunu söyledi: Bırakın yapsınlar, bırakın kullansınlar, ekonomi kendiliğinden dengesini bulur. İşte böyle diyerek Allah’ın helal ettiğini haram yapmayınız kuralını ortaya koymuştur. Ne var ki Kur’an tayyibatı haram etmeyiniz demiş olduğu halde, her şeyi serbest bırakmıştır. Yani Kur’an ticareti serbest bırakmış, müdahaleyi yasaklamıştır, çünkü o tayyibdir. Buna karşılık faizi haram etmiştir, çünkü o habistir.
İşte insan aklı ile Kur’an arasındaki fark buradadır.
“Adil Düzen Anayasası”nda bununla ilgili maddeler vardır. Genel olarak anayasa kavrandıktan sonra Kur’an yeniden okunur ve kurallar içinde yorumlanırsa, eğer sistem doğru anlaşılmışsa Kur’an hep size deliller sunar. Bu sebepten dolayıdır ki Kur’an’ı ilimlerle birlikte yorumlamakla mükellefiz. “Biz onu ilimle tafsil ettik” denmektedir.
Şimdi karşılaştıracağımız ikinci husus da “helal” ve “tayyib” kelimeleridir. Gerek önceki âyette gerekse bu âyette bu iki kelime birlikte zikredilmiştir. Bunlar arasında da fark olmalıdır. Kur’an’ı yorumlamak demek, buna benzer sorular sorup cevaplar vermek demektir. “Ruhu’l-Kur’an” çalışmasında âyetler üzerinde yeni çalışmalar yapacağız. Örnek olarak, burada helal ve tayyib kelimeleri neden birlikte zikredilmiştir? Sonra, neden önce “helal” sonra “tayyib” olarak zikredilmiştir? İşte bu soruların cevaplarını ararsınız. Buna cevap vermeniz için hayatı bilmek gerekmektedir.
Konumuz rızık olduğuna göre ekonomi ile meşgul olmalıyız. Ekonomide reel ekonomi ile finans ekonomisi vardır. Bu ikisi arasındaki farkı bilebilmeniz için bir örnek verelim. Bir kilo buğdayda 3640 kalori vardır. Bu kalorilik buğdayı elde etmemiz için bir insanın 10 dakika çalışması gerekir. Şimdi ambarınızda 1 ton buğdayınız vardır. Havalandırmasak buğday çürür. İşte bütün bunlar reel ekonomidir. Bunlar doğa olaylarıdır. Allah halk etmiştir. İnsanlar ve hayvanlar için farklı değildir. Madde ve enerjiyi kullanırsınız, onlar o şekli alır. Burada da insan hayvandan farklıdır. İnsanın reel değerleri elde etmesi ile hayvanın reel değerleri elde etmesi farklı olabilir. İşte burada sağlıklı üretim ve sağlıklı tüketim yapma “tayyib” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Tıb” kelimesi ile akraba olan bu kelime sağlıklı mânâsına gelmektedir.
Kârlı ve zararlı olarak yukarıda zikretti. Kâr ve zarar parada kâr ve zarar değildir. İnsanın bedenine veya topluluğun yapısına kâr ve zarar söz konusudur.
Helal ve haram ise yalnız insanlar için söz konusudur. Şöyle ki, siz bir kilo buğdayı komşunuza verip karşılığında patates almak istiyorsunuz. Onunla pazarlık yaparsınız. Bir kilo buğday karşılığı iki taraf anlaşmıştır. İşte buradaki bire iki miktarı finansla ilgilidir, helal haramlıkla ilgilidir. Siz eğer zorla üç kilo alırsanız yahut çalarsanız size haram olur. Helal ve haram değerle ilgilidir. Oysa tayyib ve habis olması kendisi ile ilgilidir.
Ben bir elbise aldım. Filan markadır. Bu tayyib ile ilgili ifadedir. Şu kadar verdim dendiği zaman o da helallikle ilgili ifadedir.
Acaba neden “helal” kelimesini önce “haram” kelimesini sonra getirmiştir?
Çünkü insanlar sağlıklı besinleri kullanmakta dikkatlidirler. Onlarda aklî delil daha çok hâkimdir. Oysa helal ve haramlıkta daha gevşektirler. Naklî delile daha çok ihtiyaç vardır. Sonra sağlıklı olup olmadığının tesbitinde müsbet ilimler kullanılır. Oysa helal ve haramlıkta şeriat hükümleri geçerlidir. Kur’an daha çok şeriat hükümlerini öğreten bir kitaptır.
Kur’an burada başka itirazlara da cevap vermektedir.
Kur’an fizik kitabı değildir, Kur’an biyoloji kitabı değildir diyorlar.
Evet, Kur’an fizik kitabı değildir, biyoloji kitabı değildir. Ne var ki fizikî olayların ve biyolojik olayların şer’i hükümlerini koyan kitaptır, biyolojiyi ve fiziği bilmektedir. Aksi halde onlara dair hükümleri nasıl koyacaktır. Eğer Kur’an fizik ve biyoloji ilimlerinden habersiz ise koyduğu hükümler de afakidir, sokak söylentilerini çuvala doldurmadır, sentez değil karmadır. Hâlbuki biz iddia ediyoruz ki Kur’an günümüzün sorunlarını çözmektedir. Yani Kur’an bütün ilimlerin âlimi tarafından tedvin edilmiştir. Kur’an’da sık sık “Allah her şeyi bilir” şeklinde geçmektedir. Bu âyet bunun en açık delilidir. Kur’an yalnız helal ve haramla ilgili hükümler koymaz, tayyib ve habis olanları da bildirir. Tayyibi helal, habisi haram kılar. Yani finans ekonomisi reel ekonomiyi düzenler. Karşılıksız para çıkmaz.
Burada rızıktan bahsetmektedir. Mefhumu muhalefeti kabul edersek giyimde helal ve haram yoktur, giyimde tayyib ve habis yoktur. Biz mefhumu muhalefeti değil kıyası tercih ederiz ama mefhumu muhalefeti hepten terk etmeyiz.
- Karine varsa karineye göre hareket ederiz. Mefhumu muhalefeti tercih ederiz. Birisi size ‘Ahmet geldi mi’ derse, siz de ‘Mehmet geldi’ derseniz; karşınızdaki insana Mehmet’in geldiğini söylemiş, Ahmet’in de gelmediğini ifade etmiş olursunuz. Asgari olarak onun gelip gelmediğini bilmiyorum demiş olursunuz. ‘Yılmaz kardeşler geldi mi’ sorusuna, ‘Ahmet’i gördüm’ derseniz, aynı zamanda ‘onlar geldi’ demiş olursunuz. Buralarda karineler vardır, karinelere göre hareket edilir.
- Karine yoksa işte ihtilaf orada başlar. Hanefiler ve Şafiiler kıyası tercih ederler, Malikiler ve Hambeliler mefhumu muhalefeti tercih ederler. Biz de kıyası tercih ediyoruz.
O halde rızık için söylenen bu hükümler, illetin birliği ve insanın ihtiyacını gideren şeyler oldukları için giyeceklere, barınaklara ve yolculuğa ait kazançları ve harcamaları da içerir.

(Va itTaQuv elLAHa)
“Ve Allah’a ittika ediniz.”
Sıradan mütercimler bu ifadeyi “Allah’tan korkunuz” diye tercüme ederler. Kur’an’ın birçok kelimeleri böyle cümleye uygunluğu düşünülerek mânâlandırılmıştır. Bu sebepledir ki bizim Kur’an’ın bütün kelimelerini klasik Arapça içinde yeniden ele almamız gerekir. Kimileri klasik Arapça ile değil de uydurma Arapça ile mânâlandırırlar. Kimileri de kendileri mânâlandırmazlar, geçmişteki mânâları tekrar eder dururlar.
Bizim usulümüze göre biz klasik Arapça kuralları içinde mânâlandırıyoruz.
Önce burada “Ve” harfi gelmiştir, getirilmiştir, atfedilmiştir. Bu âyetler “Ey iman edenler” diye başlamıştır. Helali haram yapmayın denmiş, sonra da i’tida etme denmiştir. Burada ekletme emredilmiştir. Sonra “Ve” harfi ile “İttika” getirilmiştir. “İ’tida” kelimesi ile “İttika” kelimesi karşılaştırılmıştır. O halde şimdi de “i’tida” ile “ittika” kelimelerini karşılaştırmamız gerekmektedir.
“İ’tida”da kendinizi kendinize düşman yapmayın yahut kendinize düşman üretmeyin, barışçı olun, dışarıdakilerle ilişkide bulunurken hakka ve hukuka riayet edin, onlara kötülükler yapmayın onların haklarını yemeyin denmiş olmaktadır. Çevre ile barışıklık içinde olun denmiş olur. “İttika” ise “vikaye”den gelen kelimedir. Kendinizi koruyun demektir. Üşümemek için elbise giymek ittikadır. Yemek yerken çiğnemek ittikadır. Topluluğu dış saldırılara ve iç karışıklıklara karşı korumak ittikadır. Kurallar içinde hareket etmek ittikadır. Arabanızı sürerken trafik kurallarına uymak ittikadır. Arabayı sürme, yemek yeme “ekl”dir.
Burada “Allah’a ittika ediniz” denmektedir. Yani topluluk içinde kendinizi koruyunuz. Kişi tek başına yaşayamaz. Görünürde hürdür, gerçekte hürdür. Tek başına yaşayan insanı bağlayan sosyal kurallar yoktur ama insanın tüm özgürlüğünü yok eden tabii şartlar vardır. Özgürsünüz ama yol olmadığı için yaya bile gidemezsiniz. Oysa topluluğa katıldığınız zaman özgürlüğünüz gider. Kurallara, şeriata uymak zorundasınız. Buna karşılık artık uçağa binip Amerika’ya gitme özgürlüğünüz vardır. Yani siz topluluğa girince özgürlük kazanıyorsunuz. Artık korunuyorsunuz. Yalnız eğer topluluk hukuk düzeni içinde ise ittika etmiş olursunuz. Askeri düzende özgürlüğünüzü kaybediyorsunuz.
İşte, “Allah’a ittika ediniz”in manâsı “hukuk düzeni içinde olunuz” demektir, kişi yönetimlerinden hukuk yönetimlerine geçiniz demektir.
Hukuk düzeninin korunması için askeri düzene gerek vardır. İşte bunu yüklenenler askerlerdir. Orada üste itaat vardır ama onun şahsında yine topluluğa itaat vardır. Kim resule itaat ederse o Allah’a itaat etmiş olur.
Kur’an’da “ittika” kelimesinin başka bir anlamı daha vardır, o da içtihat ve icmalarda müçtehitlere tanınan takdir yetkisidir. İnsanlar Allah’ın halifesidirler, O’nun adına şeriat yaparlar, yani kurallar koyarlar. Bu kuralları koyarken kendilerine takdir yetkisi verilmiştir. Bu hâliyle İslâm fıkhı pozitif kuralları içerir.
Batı’da tartışma vardır; kanunlar iyi olanları mı ortaya koyar, yoksa kanunlar koyduğu için mi iyidir? Napolyon tabii hukuku benimsemiştir. Yani kanunlar iyi olanı açıklayıcıdır, vazedici değildir. Bugünkü Batı hukukunda ise kanunlar iyiliği icat edicidir; yani kanun iyi dediği için iyi olur, kötü dediği için kötü olur.
İslâmiyet’te bunun uzun uzun tartışması vardır. İyi olduğu için mi Allah emretmiştir, yoksa Allah emrettiği için mi iyi olmuştur?
Bize göre kanunları yaparken iyi kanun yapılmalıdır. Orada iyilik önce kanun sonradır. İşte bu esnada ittika etmek gerekir. Yani gelişigüzel kanunlar yapılmamalıdır, kanunlar helal ve tayyib hükümleri içermelidir. Ama kanunları uygularken artık kanunlara uyulur. Çünkü kanunlar sözleşmelerdir. Sûrenin başında “akitleri yerine getirin” hükmü vardır. Kanunlar kötüyse, kanunlar yanlışsa, o zaman ne yapılmalı? O zaman da yargıya gidilmeli, yargı yasamanın da üstünde olmalıdır. İttikada eksiklik olmuşsa yargı onu düzeltmelidir. Onun için yargı adil olmalıdır, adil olması için de hakemlerden oluşmalıdır.
Burada “ittika ediniz” demek, helal ve haramı tesbit ederken, tayyibi ve habisi tesbit ederken takdir yetkinizi kullanacaksınız ama ittika ederek bu işi yapacaksınız demektir.
Başka bir bakışla; şeriat hükümlerini ortaya koyarken kendinize zarar verecek hükümleri koymayacaksınız, ittika edeceksiniz, başkasına zarar veren hükümleri de koymayacaksınız. Çıkar çatışması yerine çıkar paralelliğine gideceksiniz. Bu da “Adil Düzen Anayasası”ndaki çıkar paralelliğine bir delil teşkil eder.

(elLaÜIy EaNTuM BiHIy MuEMiNuvNa)
“Siz onunla kendinizi güvene aldığınız Allah’a ittika ediniz.”
Daha önce, Allah’ın size helal ettiğini siz başkalarına haram etmeyin, yani kendinizi başkalarından ayırıp farklı haklara ve yetkilere sahip olmayın denmişti. Burada da siz O’nun sayesinde güvendesiniz deniyor. O halde güveni bozmayın. İhtilal yapıp da kendi devletinizi kendiniz yıkmayın. Hukuk dışı davranmayın. Hakemlerin kararlarına karşı çıkmayın. Yani şeriata göre hareket etmek askerlerin de görevidir. Yani askerler de yargı denetimindedirler.
Onlar sadece görevlerini yaparken, eğitimlerini yaparken, güvenliği tesis ederler, savaşırken askeri düzen içinde olurlar. Diğer zamanlarda onlar da hukuk düzeni içindedirler. Askeri mıntıkalarda askeri düzen uygulanır. Bir asker hukuk düzeninin uygulandığı yere gelince orada o da hukuk düzenine tabidir, ayrıcalığı yoktur.
Birlik içinde askerlik vardır ama birlik hukuk düzeni içindedir.
Devletin en büyük sorunu savaşma kararını kim alsın sorunudur. Devlet başkanlarına, meclise bu kararları alma yetkisi verilmektedir. Ordu hakem kararları ile savaşa girer. Savaş içinde hukuk düzeni yoktur. Ordu hukukun izin verdiği yerde savaşır.
Devlet yıkılmaya doğru gittiği zaman ordu müdahale eder. Buna yetkisi vardır. Ama durum düzelince hemen kışlaya çekilir. Nitekim Türk Ordusu müdahaleler yapmıştır ama akabinde seçim yapmış ve kışlasına çekilmiştir.
Türkiye’deki eksiklik, müdahale edilmesi gerektiğine yine askerlerin karar vermeleridir. Oysa müdahale edilmesi gerektiğine asker kökenli devlet başkanı karar verecektir. Başkanın karşısında da yargıya gidilecektir.
Bugün Kenan Evren muhakeme edilmektedir. Oysa önce o günkü şartlarda müdahale gerekli miydi, o gün müdahaleye karar verecek merci var mıydı; önce soruşturma ile bunlar tesbit edilecektir. Sonra müdahale ne yaptı, zarar verdi mi, yararlı mı oldu; bu tesbit edilmelidir. Müdahale meşru ise o zaman yapılmalıdır. Askeri düzen içinde olacağı için suçlanamaz.
Kur’an’ın yönetimle ilgili hükümlerini öğreniyoruz. Bu hususta yorumlar yapıyoruz. Biz devlet değiliz. Mecliste “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” vardır. Bizim bazı üyelerle görüşmemiz oldu. Sonra bize haber geldi; sizi kırk dakika dinleyecekler diye haber geldi. Sonra haber geldi; kooperatifleri değil de dernekleri ve vakıfları dinliyorlarmış!
Ne kuralı bu? Kim koymuş bu kuralı? Komisyon üyesi bu kuralı bilmiyor!
Demek ki bunlara kuralları empoze eden yer var; orası karar alıyor, burası uyguluyor!
Üyelerin bilmediği kuralları kim koyuyor?!
Yasama ile yürütme onun için birbirinden ayrılır. Demek ki komisyonu kurarken o komisyonun uyacağı kurallar konmalıdır. Kurallara göre o komisyon çalışmalıdır. Hem kural koyma hem çalışma durumunda olursa, işte o dışarıdan aldığı telkinlerle kurallar icat eder.
Olaylarda kimseyi suçlamamamız gerekir. Hazreti Yusuf’u kuyuya atan kardeşler suçlu değiller. Çünkü o suçu Allah işletti. Şer bir iş yaptılar ama hayr oldu. Bizim siyasetle, makro ile uğraşacak vaktimiz yoktur. Biz kendi küçük dünyamıza dönmeliyiz. Bir semtin nasıl olması gerektiğini öğrenmemiz, sonra da onu hayata geçirmemiz gerekir. Öğrendikten sonra Allah bize imkânları verecektir.
Bu âyetin bize öğrettiğine göre, koyacağımız kurallara ve yapılacak olan işlere önce biz uymalıyız, başkalarından beklediğimizi önce biz yapmalıyız. Sonrası bize değil Allah’a ait olacaktır. “İ’tida etmeyin” nehyini mutlak getirdi, bir açıklama getirmedi. Oysa “ittika edin” emrine Allah’a ittika kaydını getirdi. Allah’ı, onunla eman içinde olduğunuz vasfını getirdi. İttikaya i’tidasızlıktan daha çok yer vermiştir. Hukukun konusu iç düzendir. Şeriatta nehiylerden çok emirler yer alır. Çünkü nehiyler varlık değildir. Varlık emirlerdir. Emirlerin korunması için nehiyler vardır. İ’tida nehyini önce getirdi ama ittikayı da çok vurguladı.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92