MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 54


(La TaCiDanNa)
“Vücd edeceksin”
“Vucud” bir çukurda toplanan sulardır, yani gölcük demektir. İnsanlar yiyecek sıkıntısını daha az çekmişlerdir. Su ihtiyacı daima insanların en önemli sorunu olmuştur. Ararken suyu bulmak vecd etmek demektir. “Vucud” kelimesi buradan gelmektedir. Varlık anlamında kullanılmaktadır. Türkler bedene “vücut” demektedirler.
“Vücd” insanın mal varlığına denmektedir.
İnsanın iki türlü varlığı vardır.
Biri başkasına devredemez. Mesela insan gözünü başkasına vermez. İlmi de başkasına vermez, ilminden yararlandırabilir, elinden yararlandırabilir ama başkasına veremez. Buna bedenî kişilik denmektedir. Buna insanın ruhi varlığı da dahildir. Bu varlık bir bütündür, tecezzi etmez. Kolu insandan ayrılmaz, ayrılsa artık o kol olmaz.
Bunun dışında insanın ikinci varlığı daha vardır. Bu da mal varlığıdır. Bu kendisine aittir ama kendisinin dışındadır. Tecezzi eder. Yani koparıp başkasına devredebilirsin. Başkasından alabilirsin. Bu tür mal anlayışı yani devretme yalnız insanlara has bir şeydir. Diğer canlılarda da verip alma vardır ama bu bir bedel ile alıp verme şeklinde değildir. Oysa insanlar değiştirme şeklinde alıp verirler. Bu mal varlığı vücd ile ifade edilir.
“Vücd” aradığını bulma anlamını yitirmiş, bir şeyi bilmediğin halde onun varlığından haberdar olursan bulma demektir. Burada da “sen bulursun” derken, onların öyle olduğunu görürsün demektir. Bir şeyi ararken başka şeyi bulmak da bulmaktır. Dost ararken düşman olduğunu görmek de vücddür.
Âyete harfi atıfsız başlanmıştır. İki cümle arasında tam bir uyum varsa “ve” harfi getirilmez, tam ayrılık varsa da yine harfi atıf getirilmez. Aralarında ilgi var ama birlik de yoksa o zaman “ve” harfi gelir. O durumda beraber olduklarını ifade eder. “Gül ve cumhurbaşkanı geldi” denmez, “Cumhurbaşkanı Gül geldi denir. “Cumhurbaşkanı ve yaveri geldi” denir. Sıfatla mevsuf arasına, mübteda ile haber arasına “ve” harfi konmaz.
Tam ayrılık olduğu zaman da böyledir. Bakara Sûresi’nde önce mü’minleri anlatmaktadır. Mü’minleri ikiye ayırmaktadır. Tabii delillere dayanarak iman edenler ve kitaplara dayanarak iman edenler. Aralarına “ve” harfi getirmektedir. Sonra da iman etmeyenlerden bahsetmektedir, onlardan birileri kafir diğerleri münafıklardır. Onlar arasında da “ve” harfi getirmektedir. Mü’minlerle kafirlerin ayrı olduğunu belirtmek için aralarında “ve” harfi getirmemektedir.
Bundan önce Ehli Kitabın bazılarından bahsetti, kafir olanlarından bahsetti. Şimdi de Ehli Kitabın mü’min olanlarından, iman etmiş olanlara daha yakın olanlardan bahsedecektir. Onların bizimle olan ilişkilerini anlatacaktır. Konu değiştiği için “ve” harfi getirilmemiştir.
Arapçada eğer karşı tarafın bilgisi yoksa cümle yalın söylenir. Türkçede de öyledir. Eğer karşı taraf yanlış biliyorsa, Türkçede vurgu yaparak karşı tarafın dikkati çekilir. Arapçada ise bir tekit harfi getirilir. Karşı taraf yanlış bilginin savunucusu ise o zaman Türkçede daha çok vurgu yapılır, ses yükseltilir. Arapçada ise tekit harfi eklenir. Arapçada vurgu ile mânâ değiştirilmez. Çünkü Arapça Kur’an dili olarak hazırlanmıştır. Kur’an kitap dilidir. Kitapta vurgu yapılmaz. O zaman Kur’an’ın kitabeti eksik olurdu. Kur’an’ın Arapça olması bundan dolayıdır. Kur’an Arapça ile yazılmamıştır, Arapça Kur’an’a göre oluşturulmuştur. Bu da Kur’an’ın en büyük mucizesidir.
Burada kelimenin başındaki “Le” harfi ile sonundaki “şeddeli nun” harfi tekit harfleridir. Yani insanlar böyle zannetmezler ama bu böyledir, aksini iddia etseler de bu böyledir denmektedir.
Yahudileri dost kabul edip onlara güvenmek yanlıştır. Hıristiyanların görünüşüne bakarak onları düşman kabul etmek yanlıştır. O halde Yahudilerin askeri şeklinde olan ABD’yi dost edinip AB’ye surat çevirmemiz yanlıştır. Bu âyet bize AB yanlısı olmamızı emretmektedir. ABD’de de Hıristiyanlar tarafı olmamızı gerektirmektedir.
Kelimenin sonundaki “şeddeli nun” aynı zamanda fiili gelecek zamana hasreder. “Gelecekte bulacaksın” deniyor. Yani gelecek asırlarda bu olacaktır.
Zahirde bu âyet yanlış görülmektedir. Haçlı Seferleri, Osmanlı-Avrupa savaşları, İstiklâl Savaşımız Hıristiyanlarla olmadı mı? Yahudiler hep yanımızda olmadılar mı? İşte, Kur’an olayların perde arkasını bildirmektedir. Avrupa halklarını birbirine düşüren, Haçlı Seferlerini tertipleyenler hep Yahudilerdir. Bu âyet bunu anlatmaktadır, teşdit harfleri ile bize bunu bildirmektedir.

(EaŞadDa elNASı ADaVaTan)
“Adaveten nâsın eşşeddini”
Arapçada “en çok” ve “daha çok” anlamlarına gelen aynı kelime vardır. Eğer “Min” ile gelirse “daha çok”, “Min”siz gelirse “en çok” anlamlarını taşır. Burada “daha çok” değil de “en çok” mânâsındadır, çünkü “Min” getirilmemiştir. Bununla beraber bütün nâsın en çokları denmektedir. Yani Yahudiler dışında da adavet edenler vardır ama en çok onlar adavet etmektedirler denmektedir.
İsmi tafdil olarak iki şekli vardır. Bir ismi tafdilin ef’al kalıbı vardır. Bu ef’al kalıbıdır. E’dâ-n nasi olarak gelir. Bu kalıp sadece sülasinin muttarid (düz) masdarlarına gelir, masdar isimlerine gelmez. Mezid masdarlara gelmez. Mezid masdar için bizdeki “çok” kelimesi karşılığı “şiddet”ten yapılan “eşed” kelimesi gelir.
“Adavet” kelimesi burada masdar değil isim masdardır. Bu sebeple “E’dâ” kelimesi değil de “Eşedd” kelimesi getirilmiştir. Ayrıca eğer bir fiilin birden çok masdarları varsa, hangi masdara ait olduğunu göstermek için de eşedde ile tafdil edilir. Arapçada Türkçeden farklı olarak bir fiilin birden fazla masdarı olmaktadır. Türkçede kök değişir. Arapçada kök değişmez, masdar değişir ve fiilden sonra masdar olarak zikredilir.
Biz bu yorumlarımızda Arapça kurallarını da izah etmeye çalışıyoruz. Çünkü Kur’an’ı yorumlayanların mutlaka Arapça kurallarla yorumlamaları gerekir. Bu okuyucuların anlamasını zorlaştırmaktadır. Ama ben bunları herkesin okuyup yararlanması için yazmıyorum. Ben bunları herkesin Kur’an’ı yorumlayabilmesi için yazıyorum. Dolayısıyla bu seminerlerden yararlanmak isteyenler, bu notlarımızı Arapça bilen biri ile beraber okumalı ve burada anlatılanları o değerlendirmelidir.
“Nâs” burada bütün insanlardır. Hıristiyanlar, Budistler, Hindular, hattâ bizzat Yahudiler de vardır. En çok düşmanlıkta Yahudileri bulursun denmektedir. Nâs ikiye ayrılmaktadır; İslâmiyet’e düşman olanlar, İslâmiyet’e dost olanlar. En çok düşmanları ve en çok dostları anlatmakta, geri kalan insanlar ise onlara derecelerle tâbi olmaktadırlar. Nâsın olarak zikredilmiş, “Min” kelimesi getirilmemiştir. Yani bütün nâsın adavette en çok eşeddi onlardır. Başka en çok eşeddi olan yoktur.
“Şüdde” sicim demektir. Eşyayı denk yaptıkları zaman sicimle sıkıca bağlarlar. Şiddetlisi o demektir. Kuvvetin ölçüsü şiddettir.
“Adavet” kelimesi masdar ismidir. Türkçede de masdar isimler vardır. Düz masdar Türkçede “-mek” ekiyle getirilir. Örnek olarak “Ahmet’in yapmağı” denmez, “Ahmet’in yapması” denir. Tükçedeki “-ma” ile yapılan masdarlar ismi masdardır. Arapçada “Mâ” hem nefy edatıdır hem de masdar edatıdır. Türkçede de öyledir. Türkçede sonuna gelir, Arapçada başa gelir. “Mâ câe / gelmedi”. Burada “Mâ câe”deki ma ile gelmedi deki me ikisi nefy edatıdır. Meciet deki mim ile gelmedeki me mastar edatlardır.
Diller böyle tahlil edildiği zaman bütün dillerin aynı kaynaklı olduğu ispatlanır.
“Adavet” kelimesi karşılıklı cephe kurup karşı tarafı ortadan kaldırmayı gaye edinir. “Husumet”te ise sadece hak alınır, karşı tarafın yok edilmesi istenmez. “Müsabıklar” ise yarışan kimselerdir.
Kainat denge üzerinde kurulmuştur. Denge demek iki zıt gücün birbirini itmesi ve çekmesi ile oluşur. Atomlarda ve yıldızlarda böyle denge vardır. Canlılarda denge oluşmuştur. Bitkiler üretirler, hayvanlar ürünleri kullanarak büyük işler yaparlar. Mikropların ve virüslerin işi ise temizlik yapmaktır. Ölen bir hayvanın leşini onlar yiyip bitirirler. Ölüm yeni hayata yer açmak için vardır. Yeni hayat da evrim için gereklidir.
Canlılarda mevcut olan bu kanun insan toplulukları için de sözkonusudur. İnsanları iki cepheye ayırmıştır; biri şeytan cephesi, bir de Allah cephesi. İkisini de Allah var etmiştir. Bunlar arasında denge oluşturmuştur. Allah’ın iradesi ile olmuştur. Yıkıcılar var, yapıcılar var. Esas olan yapıcılardır. Yıkıcıların birinci görevi temizlik yapmak, ikincisi de görevlerini yapamayanları ayıklayıp görevi yapanlara yer açmaktır.
Allah müslimlere yapıcılığı vermiştir. Mü’minlere de bu yapıcıları koruma görevini vermiştir. Şeytanlara ve onların dostu olan müşriklere de mikropluk görevini vermiştir. Yahudiler ikisi arasında oluşan bir kavimdir, adeta her ikisi arasında denge kurarlar. Bir bakıma kanser hücrelerine benzerler, genleri iyidir ama habis hâle gelmişlerdir.

(Li elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş olanlar için”
Bugün Kur’an ehline “Müslim” diyorlar, bu adlandırma yanlış adlandırmadır. İslâm dini Hazreti Adem’den başlayıp kıyamete kadar sürecek olan tek ilâhi dindir. Bütün vahye dayanan düzenler İslâmî düzendir, barış düzenidir.
Kur’an ehlinin Kur’an’daki adı “Ellezîne âmenû”dur.
Kur’an ehlinden bahsederken en çok adavet edenlerden bahsetmektedir.
“Ellezîne âmenû”nun mânâsını kavrayabilmemiz için insanlığın tarihi hakkında bir hatırlatmaya gerek vardır. İnsanlar başlangıçta kabileler hâlinde yaşıyordu. Her kabilenin kendi düzeni vardı. Kabileler arası bir dayanışma yoktu. Çatışma mevcuttu. Tarım dönemine geçilince yerleşik hayat doğdu. Site devletleri oluştu. Bunlarda şeriat yoktu. Şeriat Mezopotamya’da barajlar yapılıp geniş sulama ziraatı doğunca ortaya çıktı. Çünkü kalabalıklaşan halklar sözlü birliği sağlayamadılar. Yazı icad edildi. Yazılı kanunlar oluştu. Şeriat budur. Farklı ülkelerde farklı devletler doğdu. Aralarında kanlı savaşlar olmaya başladı.
İşte, Allah İbrahim aleyhisselâmı insanları barıştırma görevi ile görevlendirildi. Her kavmin bir tanrısı vardı. Onlar adına savaşılıyordu. Hazreti İbrahim tek Tanrı olduğu ve tüm insanların bir olduğu tezi ile ortaya çıktı. Allah Hazreti İbrahim’in zürriyetini bunun için görevlendirdi. Katura ismindeki hanımından doğan çocukları doğuya gittiler, Brahmanizm ve Budizm’i oluşturdular. Hacer’den doğan oğlu İsmail Mekke’ye gitti, orada insanları barışa çağırdı. Kur’an’ı getiren peygamber onun torunlarından ortaya çıktı. Sara’dan doğma İshak’ın torunlarından Yakup’un çocukları İsrail oğullarını oluşturdular.
Yahudilere insanlığı uygarlaştırma görevi verildi. Bu görevi başarı ile yerine getirdiler. İbrani uygarlığı, Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı ve Hıristiyanlık onların eseridir.
Kur’an gelinceye kadar dünya üzerinde barışı sağlama, insanlığın güvenini oluşturma görevini İsrail oğulları yüklendiler. Kur’an’dan sonra bu görev İsrail oğullarından alındı ve gönüllülere verildi, gönüllülerden oluşan ordulara verildi. İşte bunların adı “iman etmiş olan kimseler”dir. Bunlar bütün peygamberlere ve kitaplara inanırlar.
Bu Yahudilerin mü’minlere düşmanlıkları, görevlerin mü’minlere verilmiş olmasıdır. Allah görevi onlardan almış, başkasına vermiş. Veren de Allah, alan da Allah; bundan dolayı adavete gerek yok ama insanın yapısı böyledir.
Yahudilerin kışkırtmasıyla dünya Kur’an ehline düşman olmuş ve bugün tüm dünyada zavallı duruma getirilmişlerdir. Görünürde bize düşmanlık edenler Hıristiyanlardır, Hindulardır, Çinlilerdir; oysa bize asıl düşman olan Yahudilerdir. Çünkü bütün bu fitnenin kaynağı onların fesadıdır. Biz bin sene Yunanlılarla ve Ermenilerle beraber barış içinde yaşadık. Ama onlar ne yaptılar? Tüm bunları, tüm bu sadık tebaaları devletimize karşı kışkırttılar ve sonunda Anadolu’dan gitmek zorunda kaldılar. Ermeniler 1915 sürgününün hesabını Osmanlılara değil, Osmanlılar yıkıldığından ve Anadolu’da mübadele ilkesiyle onları yok eden Yahudilerden sormaları gerekmektedir.
Bizim Ermeni halkı ve Rum halkı ile herhangi bir düşmanlığımız yoktur. Yöneticilerde vardır. Bunu Yahudiler için söyleyemeyiz. Yahudiler tüm Hıristiyanları birbirine kırdırmış, insanlığı kana boyamıştır. Bunun kader olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Tarih kaderde yazılmış ve akıyor... Kader bize ne yazmışsa biz onu oynarız. Bunu iyi oynayıp oynamadığımız üzerinde durmalıyız. Allah bizi görevlerin en büyüğüne görevli kılmıştır. Bunu bilerek hamd etmemiz ve gece gündüz çalışmamız gerekmektedir. Görevin büyüklüğü sorumluluğun da büyüklüğü ile ilgilidir. Görevimizi yerine getirmediğimiz zaman cezamız da büyük olacaktır.

(eLYaHUvDa Va elLaZIyNa EaŞRaKUv
“Yahudi ve işrak edenler.”
Kur’an’da İsrail oğulları “Hud” olarak geçmekte, “Ellezîne Hâdû” olarak geçmekte ve “Yehud” olarak geçmektedir.
Bir kavmin farklı adlarla adlandırılması onun farklı yönlerini ifade eder. Kavim adları ismi cem olarak geçer. Topluluğu ifade eder. Müfret zamirle işaret edilebilir, çoğul zamir olarak da işaret edilebilir. Nisbet ismiyle de mensup olan kişiler kastedilir. “Türkler” dediğimiz zaman topluluk anlaşılır, “Türk” dediğimiz zaman bir tek Türk anlaşılır.
“Yahudi” kelimesi bir yerde Yahudi nekre olarak ve nisbet ya ile geçmektedir. “İbrahim Yahudi değildi” denmektedir. “Ellezîne Hâdû” “Ellezîne Âmenû” karşılığı olup “Ellezîne Âmenû” karşıtı olarak geçmektedir. Onların dinlerinin adı olmaktadır. “Beni İsrail” de kavim olarak geçmektedir. “Yehud” ve “Hud” kelimeleri ise başka hallerini ifade etmektedir. Davut aleyhisselâmdan sonra İsrail ve Yehuda devletleri kurulmuştur. Yani Yakup aleyhisselâmın izinden gitmeyenler anlamındadır. Yani İsrail oğulları ikiye ayrılmaktadırlar; biri Hazreti Yakub’un izinden gidenler, diğerleri de ona muhalefet edenler. Yani Hazreti Yusuf’un yolundan gidenler ve ona muhalefet edenler. Bunlar birbirleriyle evlendikleri için ırk olarak farklı değildirler ama din olarak farklıdırlar. “Yahuda” Hazreti İsa’yı ihbar eden havarinin adıdır. İsrail devleti ikiye bölündüğünde güneyde kalan kabileler arasında Yahuda’nın çocukları çoktu ve hakimdi, kendilerine Yahudi devleti dediler. Tevrat’ı tahrif ettiler. Babil’de yeniden Tevrat yazılırken o Tevrat’ın etkisi çoktur. Tevrat’ın muharref olması buradan gelmektedir. Kuran’da Yahudilerin herhangi iyi taraflarından bahsetmemektedir. Hudlerin ise kötü taraflarından bahsetmemektedir. Bize göre araştırılması gereken görüşle:
- “İsrail oğulları” seçilmiş bir kavmi ifade eder.
- “Ellezîne Hâdû” Tevrat’ı benimseyen din mensuplarını ifade eder. İsrail oğullarından olması şart değildir.
- “Hud” Tevrat’ın müntesiplerini ifade eder. Bizdeki mü’mine tekabül eder.
- “Yahudi” de kanserleşmiş hücre misali kötü Yahudileri ifade eder.
Yani burada gelen harfi tarif istiğrakı içerir ama bütün İsrail oğullarını veya Tevrat ehlini değil, sadece kötü olanları içermektedir. Bu inceliklere bakmadan bütün Yahudileri düşman görmek hatalıdır.
“Ve işrak eden kimseler” denmektedir; “müşrik” değil “işrak eden kimseler” denmektedir. Nasıl “iman etmiş olanlar” ile “mü’minler” farklı ise, biri bir topluluğu diğeri ise örgütü ifade ediyorsa; “müşrikler” topluluğu, “işrak edenler” de onların teşkilatını, kurumunu ifade eder. Bir topluluğun kötü olması o topluluktaki fertlerin hepsinin kötü olmasını gerektirmez. Bir topluluğun iyi olması o topluluktaki bütün fertlerin iyi olmasını gerektirmez. Yahudi topluluk ismidir. Yöneticilerin daveti yeterlidir.
Burada kastedilen bütün Yahudiler ve bütün müşrikler değildir. “Ve” harfi ile birbirine bağlandıklarına göre ikisi bir oldukları zaman iman etmiş olanlara adavette en baştadırlar. Yani tek başına müşriklerin, tek başına Yahudilerin adaveti olmayabilir.
Harfi tariflerle gelen ve birlikte iman etmiş olanlara en çok adavet besleyen kimlerdir?
Komünist Yahudilerdir. Dünyayı fitneye veren, fesadı üreten, faizi meşrulaştıran Yahudilerdir. Burada kastedilen komünist Yahudilerdir, müşrik Yahudilerdir. Yahudilerden müşriklerle bir olan Masonlar gibi kimselerdir.
Bütün İsrail oğullarını bunlardan saymak yanlıştır. İsrail devleti kendisine “İsrail” adını koymuştur. Yani kendilerini kuzeydeki İsrail devletinin devamı olarak görmüşlerdir. Bugün büyük düşmanlık yapmaktadırlar. Bize göre bu durum geçicidir. İlerde İsrail yönetimi İslâm ordularını ülkesine davet edecek ve huzurlu bir İsrail topluluğu oluşacak, İsrail illeri olacaktır. İç düzenleri tamamen kendilerine ait olacaktır. Tüm dünya ile irtibatı olan bir İsrail sermayesi oluşacak. Bu sermaye faizsiz sermaye olacaktır. Burası ilmin merkezi olacaktır. Mekke dinin merkezi olacaktır. İstanbul ekonominin merkezi olacaktır. Siyasetin merkezi için henüz bir delil bulunmamaktadır. Siyasetin merkezi demek süper güç demektir. Hangi süper güç “Adil Düzen”i benimserse orası süper güç olacaktır. Hakemlik sistemini kabul etmiş olacaktır. Bugün ABD, AB, Rusya; Çin ve Hint aday olarak görülüyor. Güney Amerika ve Afrika da olabilir. Ama şimdilik onlarda bir hareket yoktur.
ABD’deki 200 ailelik sömürü merkezi ve onların yaygınlaşmış örgütü olan Masonlar faizli sömürü düzeninden tevbe ederlerse, gizliliklerine son verirlerse, Üçüncü Bin Yıla hizmetleri çok büyük olur. Ne var ki şimdilik onlarda böyle bir meyil görülmemektedir.
Adil Düzen Çalışanlarının kimseye düşmanlıkları yoktur, kinleri yoktur. Olanı olduğu gibi ifade etmekteyiz. Yanlışları göstermekteyiz. Amerika’da otel odalarında alınan 28 Şubat kararını Türkiye’deki otel odalarında uygulayarak milletimize ve “Adil Düzen”e yaptıklarını gördükten sonra bizden nasıl dostluk bekleyebilirler. Şu şekilde beklerler; sadece ve sadece “gerçek anlamda tevbe etmeleri” ile bizim gibi olurlar.

(Va La TaCiDanNa EaQRaBaHUM MaVadDaTan)
“Ve meveddet olarak akrabını vecd edeceksin.”
“Vav” harfi ile atfetmiş ve “LeTecidenne” kelimesini iade etmiştir. Eğer onları bir yerde aynı zamanda bulsaydık “LeTecidenne”yi tekrar etmezdi. Ama Yahudilerin düşmanlıkları ve Hıristiyanların dostlukları ayrı ayrı zamanda oldukları için “LeTecidenne” kelimesi iade edilmiştir.
Batı beşyüz senedir hem Hıristiyanlara hem de Müslümanlara düşmanlık yapmaktadır. Tamamen İsrail oğullarından “Yahudi” olanların fitnesi ile bu düşmanlık devam etmektedir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarının merkezlerinde Fransızlarla Almanlar yer alıyordu, asıl savaşlar bunlar arasında oluyordu. Ne vardı aralarında? Sermayenin tezgahı ve fitnesi. Sermaye ülkeler arasında düşmanlığı koyar, onu devamlı savaşmalarına sebep yapar.
Türkiye’nin çevresinde Hatay, Halep, Musul, Nahcivan, Batum, Batı Trakya, Kıbrıs böyle sorunlu yerlere çevrilmiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları Yahudinin bu oyununu bildikleri için bütün bunlardan vazgeçerek ülkemize barışı getirdiler.
Hindistan’daki Keşmir de böyle bir fitne merkezidir. Fransızlarla Almanlar arasında Alsas-Loren (Alsace-Lorraine) savaşmalarının sebebidir. Ne var ki Charles De Gaulle Almanlarla anlaştı. Avrupa Birliği’ni kurdular. Fitne sona erdi. Şimdi Avrupa’daki çıban başı İngiltere’dir. Türkiye AB’ye girer de İngilizlerle bir olursa Avrupa yeniden ikiye bölünür ama Türkler tarih boyunca Almanlar tarafı olmuşlardır. AB’ye girsek bile bize en yakın Almanlar olacaklardır. Çünkü biz step diyarlarının çocuklarıyız. İskitler döneminden kalma akrabalığımız vardır. Bu sebepledir ki Avrupa’daki en çok Türk işçisi Almanya’dadır, Almanya’da da en çok yabancı işçi Türklerdir. Birinci Cihan Savaşı’nda Almanlarla beraber olduk, İkinci Cihan Savaşı’nda da tarafsız kaldık.
“Adavet” kelimesine karşılık “Meveddet” kelimesi getirilmiştir. Bu da mimli masdardır. “Adavet” masdar ismi idi. Bu ise masdar kalıbındandır. Mimli masdar olduğu için eşedde ile değil “Ekrab” ile getirilmiştir. “Eşed” karşılığı “Ekrab” kelimesi getirilmiştir. “Ekrab” kelimesi yakınlığı ifade eder. Kardeşler, yakınlar “akraba” olarak adlandırılır. Demek ki mü’minlere en yakın din mensupları Hıristiyanlardır.
Bu kaderin tayin ettiği bir şeydir.
İbrahim milleti ikiye ayrılır, doğu ve batı dinleri. Doğuda Hindular ve Budistler de var. Brahma ilk dindir. Kavmî dindir, sınıf dinidir. Buda ise Hazreti İsa gibi Brahmanizmi beşerileştirdi. Hindistan Budist oldu. Budizm sınıfları kaldırıyordu. Hintliler bunu sindiremediler. Çinliler Budizm’i kabul ettiler. Hintliler tekrar Brahmanizm’e döndüler. Oralardaki kast sistemi devam etmektedir. Batıda ise Hud dinini Hazreti İsa beşerileştirdi. Hıristiyanlık böylece doğdu.
İslâmiyet tüm dünya dinlerini barıştırma ve birlikte yaşama sistemini getirdi. Sabiiliği de Hıristiyanlığı da kaldırmadı, onlar arasında barışı getirdi. Ne var ki İslâmiyet bu barışı önce Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında sağlamak durumundadır. Kur’an Budistlerden değil Hıristiyanlardan bahsetmektedir. Onlarla kuracağımız yakınlığı sonra diğer dinlerle de kurmuş olacağız.
Kur’an Hazreti İsa’ya; “Sana tâbi olanları kıyamete kadar küfredenlere üstün tutacağız” diyor. Hindulara üstün tutacağız, müslimlere üstün tutacağız demiyor; küfredenlere üstün tutacağız diyor.
Bugün yeryüzünü Batı medeniyeti sarmıştır. Bu medeniyet ateist medeniyettir. Bu medeniyet Hıristiyanlığı da mahvetmiştir ama şimdi mü’minlerle Hıristiyanlar bir oluyor.
Yukarıda saydığımız İsrail oğullarından olan Yahudiler işrak edenlerle bir olarak beşyüz senedir adavet edenler olarak artık son günlerini yaşıyorlar. Yeniden mü’minlerle Hıristiyanlar işbirliği yapacak ve yeryüzünü kaplayan zulüm son bulacaktır. Yani biz diğer dinlerle değil dinsizlerle savaşmaktayız. Diğer dinleri de dinsizlikten kurtarmış olacağız.
Bediüzzaman risalelerinde, geçici de olsa biz Hıristiyanlarla bir olarak şirki ve küfrü yenmeliyiz diyor. Bu işaretine uyarak Fethullah Gülen Papa’yı ziyaret etmiştir. Yarın bizim Kur’an’dan istidlal ettiğimiz işaretlerin gerçek olduğu görülecektir. Biz yanılırız ama Kur’an yanılmaz. Bediüzzaman’ın gösterdiği bu ileriliği Mehmet Akif gösterememiş, ileride ezanlar sussun da nakus mu inlesin demiştir. [“Ne zillettir ki: Nakus inlesin beyninde Osman’ın; / Ezan sussun, fezalardan silinsin yadı Mevla’nın!” (“Bülbül” şiirinden)] Evet, yeryüzünde ezanlar okunacak, çanlar çalınacak, borazanlar ötecektir. Bunların hepsi hak dindir.
“Meveddet” merhamet benzeri bir kelimedir. Merhamet annenin çocuğuna duyduğu duygudur. Meveddet ise babanın çocuğuna duyduğu duygudur. Bunlar birbirinin benzeridir ama farklıdır. Anne çocuğunun o günkü durumu ile ilgilenir, geleceğini düşünmez. Oysa baba çocuğun ilerisini düşünür, geleceğini düşünür. Topluluk merhamet üzerinde değil meveddet üzerinde oluşur. İnsanlığın geleceği bakımından düşünüp kararlara varma işinde Hıristiyanlar mü’minlerle beraberdirler.
Bugünkü Batı uygarlığı meveddet üzerine kurulmuştur. Anadolu’ya gelen Türkler Viyana’ya kadar vardılar, hiçbir yerde halkın direnişi ile karşılaşmadılar. Anadolu’da beylik kaleleri Müslümanlar tarafından kuşatılır, teslim olmak isteyen tekfur kızını kapıya gönderir, kalesini teslim eder, kızını komutanla evlendirir, yine kentin beyi olarak kalırdı. Bizanslılar bile kentlerini korumak için Osmanlıları yardımlarına çağırmışlardır. Kosova muharebeleri Bizans’ı Katoliklerden korumak için yapılmıştır. Türk hükümdarları ile Rus çarları arasında savaş olur, bir yer diğeri tarafından alınır, halkta hiçbir değişiklik olmaz, aynı vergiyi galip gelene vermeye başlarlardı. Viyana’dan geriye çekildiğimizde bıraktığımız yerlerde Hıristiyanlar vardı ve hemen hakim oldular. Biz onları soykırımına uğratmadık, onlar da bizi uğratmadı. Mü’minlerle Hıristiyanlar arasındaki savaş Yahudi kışkırtması ile ırkçılık yaygınlaşması ile başladı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında meveddet vardır. Her yerde vardır. Amerika’da da vardır. Obama böylece başkan oldu. Obama’yı Yahudiler aday yaptılar, Demokratlar kazanmasın diye, ama ABD Hıristiyanları zenci bir Müslümanın çocuğuna oyunu verdi. Bu onların mü’minlere olan meveddetini ifade eder.

(Li elLaÜIyNa EAMaNUv)
“İman edenler için.”
“İman etmiş olanlar” ifadesini tekrar etmiştir. Çünkü birinci iman edenler başka, ikinci iman edenler başkadır. Yahudilerin düşmanlık ettiği iman etmiş olanlar Osmanlı mü’minleridir. Hıristiyanların meveddet edeceği ise Cumhuriyet döneminin Adil Düzencileri olacaktır, Risale-i Nur şakirtleri olmaktadır.
Türkiye’de iki türlü mü’min vardır. Biri Osmanlı mü’minidir, o devrin imanı ile yaşamaktadır. Diğeri de günümüzün mü’minleridir. Cumhuriyetle barışmış mü’minlerdir. Bunlar başlangıçta Süleyman Tunahan ile Risale-i Nur şakirtleri şakirtleridir. Bunlar Türkiye’de halifeliği ihya için değil, İslâmiyet’i yaşatmak için faaliyetlerine geçtiler. Biri Kur’an Arapçasını öğretti, diğeri ise Kur’an’ın çağımız yorumunu yaptı.
İkinci hamle ise İzmir Akevler’de başladı. Akevler’de gelişen İslâm ve Batı uygarlıklarını sentez şekli Fethullah Gülen tarafından din cephesiyle, Erbakan tarafından siyaset cephesiyle dünyaya yayıldı. Akevler ise ilmî çalışmalarına devam etti.
İşte bu sentezci ve yenilikçi grup Hıristiyanların meveddet ettiği gruptur. Fethullah Gülen Cemaati Hıristiyanların yakın dostu hâlindedir. Aynı dostluk Millî Görüş’ün sürdürücüleri olan AK Parti tarafından yaşatılmaktadır.
Osmanlı siyaseti Hıristiyanlık düşmanlığına ve emperyalist siyasetine dayanmakta idi. Bizim hedefimiz Hıristiyanlık dostluğuna ve insanlığa hizmete, onlara Allah’ın nurunu ulaştırmaya dayanmaktadır. Bizim Hıristiyanlık dediğimiz zaman anladığımız, Yahudilerle işbirliği hâlinde olan ABD yönetimi ile ateist olan AB yönetimi değildir. Biz Katolikleri, Ortodoksları, Protestanları ve diğerlerini kastediyoruz. Ak Parti yönetimi bunların amellerine izin vermektedir.
Başlangıçta buna cephe alan Demirelci ilahiyatçılar şimdi Ak Parti’ye gelmektedirler. Yarın “Adil Düzen”e de geleceklerdir. Çünkü usulde beraberiz.

(elLaÜIyNa QAvLUv EinNAv NaÖARAy)
“Biz Nasarayız demiş olan kimseler.”
Hazreti İsa; Allah’a giderken bana yardım edecekler kimlerdir demiştir. Havariler; “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” dediler. İşte Hıristiyanlar buradan gelen isimle “Hıristiyan”dırlar. Bugün Pavlus Hıristiyanlığı vardır, Havari Hıristiyanlığı vardır. Pavlus Hıristiyanları değil, Havari Hıristiyanları meveddet olarak mü’minlere yakın olacaklardır.
İki Hıristiyanlık arasında temelde farklar vardır.
Pavlus Hıristiyanlığı güçlü ile bir olarak dünya saltanatına ulaşma Hıristiyanlığıdır. Düzenle ilgili bir din olarak ortaya çıkar. Buna mukabil havariler düzenle değil de takva ile ilgili Hıristiyanlığın yayıcılarıdır. Düzenle değil halkla ilgilendiler. Din/düzen siyasetle ilgilidir. Takva ise halkın terbiyesi ve imanı ile ilgilidir. Hıristiyanlık insanları eğitmek için gelen bir dindir, ahlaklı olmayı telkin eden bir dindir. Şeriat düzeni değildir. İnsanların iman ve ahlakları ile ilgilenmiştir. Böyle olunca da bütün dünya devletleri Hıristiyanlığa kolayca intibak ederler. Herkesin kendi düzeni yani yönetimi olacak, sadece iman ve ahlakta Hıristiyan olmuş olacaktır. Kur’an ise daha çok düzendir, hem tarikat hem şeriat vardır. Ne var ki İslâm da yerinden yönetimi kabul etmiştir, yerel yönetimlerin iç işlerine karışmamaktadır. Dolayısıyla Hıristiyanlıkla çelişki hâlinde değildir. Birbirini tamamlamaktadırlar. Biri makroda İslâm düzenini getirmektedir, diğeri kişileri İslâm düzenine hazırlamaktadır.
Hıristiyanların mü’minlerle uzlaşması için Havari Hıristiyanlığını kabul etmiş olmaları gerekir. Bunun için şeriatta Kur’an şeriatını kabul etmeleri gerekmektedir. Kur’an şeriatı icma ve içtihatlara dayanmaktadır. Kur’an insanlara doğrudan şeriat getirmemektedir, şeriatın nasıl tedvin edileceğini getirmektedir. Avrupa’nın demokrasiye doğru attığı adımlar bunu ifade etmektedir.
Şimdi Avrupa’da iki Hıristiyanlık çatışmaktadır.
Biri Roma hukukunun devamı olan ve Bizans yönetimini koruyan Hıristiyanlık, yani Pavlus Hıristiyanlığı. Bu Hıristiyanlık tarih olmuştur ama o zaman için ileri bir uygarlık idi. Ancak bugün bu düzen uygulanamaz. Nitekim Avrupalılar bu düzeni terk ettiler. Bu terk edenlerin kendileri laiklik düzenini getirdiler.
İşte Avrupa’da çatışan bu iki düzen vardır; Roma Hıristiyanlığı düzeni ve dinsiz laiklik düzeni. Bunlardan birileri müşrik, diğerleri de Pavlus Hıristiyanları oldukları için her ikisinin de geleceği kapalıdır.
Pavlus bir Yahudidir, Hıristiyanların azılı düşmanıdır. Hıristiyanlığı yenemeyeceğini anlayınca koyu Hıristiyan olmuş, anlayışı 2000 yıl Hıristiyanlara hakim olmuştur. Hıristiyanlardan müşriklerle bir olanlar İslâm düşmanlığı yapmaktadırlar. Oysa havarilerin takipçileri olan Hıristiyanlar mü’minlerle meveddet içindedirler.
Adil Düzen Çalışanlarının işi zordur; bir taraftan Türkiye’de Osmanlı Müslümanlık anlayışı ile boğuşmaktalar, diğer taraftan Avrupa’da Pavlus Hıristiyanları ile boğuşacaklardır. Ama Türkiye’de de “Adil Düzen” taraftarları vardır. Erbakan’ın cenazesi bunu göstermiştir. Görünüşte “Adil Düzen”e karşı olsalar da içten içe artık onu tasdik etmeye başlamışlardır. Avrupa’da da büyük uyanış vardır. Avrupa müktesebatının işe yaramadığını görmeye başlamışlardır. Sorun bizim yani Adil Düzen Çalışanlarının sorunudur. Ne zaman Adil Düzen Çalışanları kendilerini Kur’an’a verir, mallarını ve canlarını Allah’a satarlarsa, o gün bunlar on kişi de olsalar galip gelecekler, tüm insanlık onların arkasından gidecektir.
Bugün Havari Hıristiyanları için mü’minlerin yani “Adil Düzen”in yanında olmasını sağlamak son derece kolaydır. Papalık bunun için Hıristiyanlık konsülünü toplayacaktır. Bu konsül şu kararı alacaktır: “İncil şeriat kitabı değildir, tarikat kitabıdır, kralların işlerine karışmaz. Tevrat ve Kur’an İncil’i gönderenin kitaplarıdır. Şeriat kitapları onlardır. Tevrat İsrail oğullarına hastır. Kur’an tüm insanlığa gelen şeriat kitabıdır. Hıristiyan yöneticiler Kur’an’a göre hareket ettiklerinde İncil’e uymuş olurlar.”
Bundan sonra Hıristiyan yöneticiler mü’min yöneticilerle daha yakın ilişki kuracaklardır.
D-8’leri Erbakan’a sermaye kurdurmuştur. Gayesi AB ile D-8’leri çatıştırıp keyif çatmak idi. Erbakan bunu benimsedi, D-8’leri kurdu; hedefi İslâm ile Hıristiyanlığı birleştirip Yahudi sömürüsüne son vermekti. Bunu fark eden sömürü sermayesi Erbakan’ı başbakanlıktan indirdi. Şimdi aynı rolü R. Tayyip Erdoğan’a vermektedir. Böylece insanları savaştırıp hakimiyetini sürdürmektedir. Arap Baharı da bu amaçla ortaya konmuştur. Erbakan’ın siyasetini gütmek gerekir. Ortadoğu birliğini sağlayıp sonra ABD, Rusya, Çin ve Hint ile bir olup insanlığı faizli sömürü sisteminden kurtarmak gerekmektedir.
Bunlar Adil Düzen Çalışanlarının işi değildir.
Adil Düzen Çalışanları örnek bir Adil Düzen işletmesini oluşturmak zorundadırlar.
Ötesini bütünü ile Allah hazırlamıştır.

(ÜAvLiKa)
“Bu”
Yani Havari Hıristiyanlarının mü’minlere en yakın olmalarının sebebi, onların içinde gerçekleri görenlerin olmasıdır. “Zalike” kelimesi bundan öncekine işaret eder. Yahudilerin en çok aduv/düşman olmasına da işaret edebilirdi. Ancak bundan sonra gelen özellikler Yahudilerde olmadığı için işaret zamiri sadece Havari Hıristiyanlara raci olacaktır.
Kişiler olarak her toplulukta eşit seviyede iyi ve kötüler vardır. İnsan genetiği hep aynıdır. Doğuştan bütün insanlar arasında eşit seviyede iyi ve kötüler vardır. Eğitim sayesinde değişik seviyede insanlar oluşur. Kişiler aldıkları eğitim kadar sorumludur. Kimseye zerre miskalince haksızlık yapılmayacaktır. Dolayısıyla bu dünyadaki bütün sıkıntılar âhirette sevap defterine yazılmış olacaktır. Allah’ın adil olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki adalet gereği herkese eşit rahmette bulunacaktır iddiası yanlıştır. Canlıların kimini insan kimini böcek yaratmıştır. Başka türlü herkes halik olurdu.

(BiEanNA MiNHuM)
“Çünkü onlardan”
Buradaki “Hum” zamiri Havari Hıristiyanlara racidir. Onlar mü’minlere meveddet itibariyle daha yakındır, çünkü onlarda iyi insanlar vardır. “Min” teb’iz içindir. Çünkü topluluk içinde önderler vardır. Onlar iyi iseler halk da iyidir, onlar iyi değilseler halk da iyi olmaz. Onların kötülükleri ve iyilikleri bu dünyaya göredir, yaptıkları işe göredir. Yoksa kötü topluluklarda iyi olan insan çok daha yücedir. Herkes içtihadı ile amel ederse iyidir. Aldığı eğitim, yaşadıkları şartlar ve çevre insanı değişik içtihatlara götürür.
Bunu şöyle izah edelim. İki arkadaş hırsızlık yapıyorlar. Yaptıkları bu iş kötüdür. Haram işliyorlarsa elbette bunun cezasını çekeceklerdir. Diyelim ki 1000 TL çaldılar. Bu çalınan haram malda hakları 500 TL iken biri diğerinden ya gizleyerek ya korkutarak 600 lira aldı. Bu dünyada bizim mahkemeye geldiklerinde biz bu davaya bakmayız. Çünkü o para onların değildir. Ahirete vardıklarında ise defterlerinde borç ve alacak hesapları yapılacaktır. Çaldıklarından dolayı hırsızlık cezası olarak diyelim ki 1000 lira karşılığı 5000 liralık ceza verilecektir. Sonra 100 lira fazla alanın diğerine borcu olacaktır, hesabından 100 TL düşülecektir. Yani herkesin defterinde her yaptığı için ayrı sevabı veya günahı olacaktır, borcu ve alacağı olacaktır. Bu defter yalnız mü’minlere değil herkese tutulacaktır, müşrik olsa da kafir olsa da tutulacaktır ve ona göre cezalandırılacaktır. Bu ahiretin hesabıdır. Biz bu dünyada kimsenin cennete veya cehenneme gideceğini söyleyemeyiz. Ama İsrail oğullarında daha çok âlim veya asi vardır diyebiliriz. Bu, bu dünya ile ilgili hükmümüzdür.
“Bi” harfi sebebiyet için gelmiştir. Yani onların içinde şunlar şunlar vardır. Ondan dolayı mü’minlere meveddet edilmektedir.

(QısSıSIyNa)
“Kıssisler vardır.”
“Minhum” “İnne”nin ismidir. “Minhum” da haberidir. İsim mensub olur, haber merfu olur. Burada “kıssîsîn” mübteda yerine geçen isimdir. “Minhum” ise “İnne”nin haberidir. Haber takdim edilmiştir. Bu âyet “Fi’l-Beyti Ricalün” dendiği zaman, “Fi’l-Beyti” haber, “Ricalün” kelimesinin mübteda olduğunu ifade der. Oysa mübteda nekre olmaz. Onun için nahivciler kurala istisna getirmişlerdir. Tehir edilirse o zaman mübteda nekre olur demişlerdir.
Biz bunun yerine “Fiha” kelimesini mübteda olarak kabul etmeyi tercih ediyorduk. Bu âyet bizim tercihimizin yanlış olduğunu göstermektedir. Başka kanıtlayıcı delil bulamadığımız takdirde nahivcilerin görüşlerine uymak durumundayız. Eğer bize delil bulursak bunu tevil ederiz. Kur’an’a mânâ verirken oradaki delâletine göre mânâ verirsiniz. Tefsir böyledir. O sebepledir ki tefsirlerde tearuz olur. Yani bu âyet böyle delalet eder, diğer âyet başka türlü delalet eder. Onları karşılaştırarak tercih yapılır, esas delalet odur.
Kur’an’da tenakuz yoktur, tearuz vardır. Tenakuz tevil edilemeyenlerdir. Usulde bununla ilgili bahisler mevcuttur. Kimileri tenakuzun da var olduğunu, bunun nesih ile giderileceği görüşündedirler. Biz, Kur’an’ın içinde tenakuz yoktur, nesh de yoktur diyoruz.
“Kıssis” sıfatı müşebbehedir. “QSS” kökünden gelir. Bu kök Türkçedeki kesme anlamındadır. Sadsa “QÖÖ” de bu anlamdadır. “Kudde” de yırtılmak anlamındadır. “Kıst” ise ortadan kesmedir. Hükmetmek yani davada hakla haklıyı denkleştirmek de kesmek fiili ile ifade edilir. Mahkeme kararlarını uygulayanlar kıssislerdir, askerlerdir.
Kur’an’da velayet bahsi vardır. Bu dayanışma ortaklığıdır. Aşağıdaki cetvelde karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir.
İnsanın Melekeleri | His | Fikir | İrade | Ünsiyet |
Miyarları | İyi-Kötü | Doğru-Yanlış | Yararlı-Zararlı | Adalet-Zulüm |
İşi | Ne yapılsın | Nasıl yapılsın | Ne zaman yapılsın | Neye kullanılsın |
Araçlar | Sanat | Dil | Teknik | Hukuk |
Kurumlar | Din | İlim | Teknik | Yönetim |
Dayanışma | İhmal | Bilgisizlik | Beceriksizlik | Kasıt |
Eğitim | İrşat | Tedris | Terbiye | Talim |
Yerler | Salavat | Savami’ | Biye’ | Mesacid |
Ortaklıklar | Minhac | Şir’a | Mensek | Viche |
Amiller | Ruhban | Ahbar | Rabban | Kıssis |
Kur’an’da dayanışma ortaklıkları velayet ile ifade edilir. Evliya dayanışma ortakları demektir.
Diğer taraftan bu müesseselerin değişik uzuvlarından bahsetmektedir. Burada kıssislerden ve ruhbanlardan bahsetmektedir. Bu müesseseler hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmamıza baş vurmalıdırlar.

(Va RuHBANan)
“Ve rahipler”
Çünkü kıssisler ve rahipler oradadırlar veya orada kıssisler ve rahipler vardır. Takdim tehir ile bu iki mânâ verilir.
Burada ahbar ve rabbandan bahsetmektedir. Gerek ilim gerek ekonomi sosyal amaçlı müesseseler değildir. İnsanları eğiten ahlâkî ve siyasî müesseselerdir. Biri imanı diğeri de silahı kullanır. Topluluklar rızaları ile hukuk düzenini yaşarlar, silahları ile askeri düzeni oluştururlar. Askerler eğer hakemlerin emrinde olursa, onların kararlarını icra ederse, o zaman kıssis olurlar. Bugün ordu siyasilerin emrindedir. Yargı da bağımsızdır. Oysa durum şöyle olmalıdır. İnsanlar ülkede ilmî, ahlaki ve meslekî faaliyetleri hukuk düzeni içinde yürütürler. Nizalarda hakemlere giderler. Hakemlerin kararlarına herkes kendi isteği ile uyar. Uymayanları siyasi güç yola getirir. O halde ordu bağımsız olmalıdır, hakemlerin emrinde olmalıdır, yani doğrudan başkana bağlı olmalıdır. Sermaye istediğini yaptırmak için ekseriyet partisine her şeyi teslim etmektedir.
Bugün Avrupa’da kilise vardır. Orada Allah’ın rızasını arayan ruhbanlar vardır. Siyaset adamları vardır. Adaleti arayan kıssisler vardır. Onun için onlar iman edenlerle meveddet içindedirler. Bugün bunlar yaşanmakta ve görülmektedir.
Kur’an’da korku anlamına gelen havf, haşyet, faza’ ve ruhb vardır.
“Havf” bir tehlike esnasında duyulan korkudur.
“Haşyet” ise ileride olacaklara karşı duyulan endişedir.
“Faza’” insanın ümidini kaybettiği ve korkunun sonunda doğan cesaretli korkudur.
“Ruhb” ise hata etmekten korkmaktır. Günahkar olmaktan korkmak, haksızlık yapmaktan korkmaktır. Rahipler işte bu korkuyu yaşayanlardır. Her adımda Allah’ın emrinden dışarı çıkmamaya çalışanlardır.

(Va EanNaHuM LAy YaSTaKBiRUvNa)
“Ve onlar istikbar etmezler.”
“Ennehum” burada tekrar edilmiştir. “Minhum”daki “Hum” zamiri havari Hıristiyanlara gitmektedir. Buradaki zamir ise ruhban ve kıssislere gitmektedir. Makam sahibi olamayanlara istikbar etmezler. Hakkı üstün tutan yönetimle kuvveti üstün tutan yönetimin en büyük farkı budur. Kuvveti üstün tutan yönetimde görevliler kendilerini halktan üstün tutarlar ve onlara hükmederler. Oysa Hakkı üstün tutan yönetimde görevliler kendilerini “hakim” değil “hadim” yaparlar.
Resulümüz aleyhisselam diyor ki: Benden sonra birçok sözleri bana istinaden uyduracaklardır. Kur’an’la karşılaştırın, uyarsa kabul edin, uymazsa onu reddedin.
Biz şimdi bu yorumları yaparken hadisleri rivayet etmiyoruz. Kur’an’ı yeni öğrenenler hadisleri baştan okumamalıdırlar. Çünkü hangilerinin uydurma olduğunu hangilerinin uydurma olmadığını bilemezler. Kur’an’ı yorumlayıp öğrendikten sonra, diğer iki delile yani icma ve sünnete gidilecektir. Yaptığınız içtihatları hadislerin tasdik ettiğini görünce hem Kur’an’a daha çok inanacak hem de resulün gerçekten peygamber olduğunu göreceksiniz.
Burada kıssis ve ruhbanların istikbar etmediğini zikretmektedir. Yani yöneticiler kendilerini halktan farklı ve üstün görmeyeceklerdir. Evet, dokunulmazlık yoktur; ancak hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı varsa yoktur. Siyasilerin atadığı hakimlerin yargılamasında görevliyi korumazsanız görev yapılamaz hâle gelir.
Hazreti Resul şöyle diyor: Kavmin seyyidi onların hadimidir.
Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedince, Mısırda Cuma namazını kıldıran hatip Yavuz için “Harameyn’in seyyidi” deyince, Yavuz Sultan Selim ayağa kalkar ve “Hayır!” der; “Harameyn’in hadimi”.
Kur’an bize yaşanmış örnek olarak gelmiştir. Bize ulaşan hadisleri Kur’an’la karşılaştırıp uyuyorsa almalıyız, uymayanları atmalıyız. Bunun için önce Kur’an’ı öğrenecek, sonra hadislerle ve icmalarla meşgul olacağız.
Ben Arap gramerini öğrendikten ve Usulü Fıkıh ilmini tetebbu ettikten sonra Kazi Beydavi tefsirini okudum. Sonra Hidaye’yi okudum. Ondan sonra da hadis kitaplarından Tac’ı okudum. Ehli Sünnet’in ne olduğunu orada gördüm ve onlara hayran kaldım. Sizlere de böyle yapmanızı tavsiye ederim. Kur’an’ı okumadan ve anlamadan hadis kitaplarını okumak sizin Kur’an’ı doğru anlamanızı engeller. Çünkü uydurma hadislerin etkisinde kalırsınız. Birçok kardeşimiz bu sebeple bizi sevmekle beraber sözlerimizi sindiremiyor...