MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 53


(TaRAy)
“Re’y edersin”
Bundan önceki âyette İsrail oğullarından bahsetmişti. Onların çoğunun Hazreti Davud ve Meryem oğlu İsa’nın dili ile lanet olunduklarını ve birbirlerini uyarmadıklarını anlatmıştı. Bu iki âyette yine onlardan bahsederek devam etmekte, onların davranışlarını anlatmaktadır.
Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke halkı ticaretle geçiniyordu. Yeryüzünde uygarlaşmış topluluklar vardı. İran’da Sasaniler süper güç olarak mevcuttu. Kuzey Afrika’da ve Avrupa’da Hıristiyanlar vardı. Çin ve Hint uygarlaşmış ülkeler idi. Gök Türkler de parlak dönemlerini yaşıyorlardı. Hicaz’da henüz devlet aşamasına ulaşmamış iki kent vardı, nüfusları 10 bin civarında idi; Mekke ve Medine. Arap Yarımadası’nda yine uygarlaşmış Yemen vardı, Irak vardı, Şam vardı.
Mekkeliler ticaretle geçindikleri için dünyanın bu ülkelerinden haberleri vardı. Kendileri uygar değildiler ama uygar dünyayı çok iyi biliyorlardı. Hattâ Mekke kenti Sümer ve Mısır uygarlıklarının köprüsü idi. Kızıldeniz’i gemilerle geçen Mısırlılar Mekke’de konaklayarak Mezopotamya’ya gider ve gelirlerdi. Arapların Tevrat ve İncil hakkında kulaktan dolma bilgileri vardı. Yahudileri fazla sevmezlerdi. Hıristiyanlık ise süper güç olarak mevcuttu, hattâ bugün ABD nasılsa o gün de böyle üstün güç durumunda idi. Bu durumda en çok bahsedilecek kavimler Hıristiyanlar, Çinliler ve Hintliler olmalıydı. Böyle yapılmamış, Kur’an’da kavim olarak yalnız İsrail oğullarından bahsedilmektedir. Diğerleri kavim olarak değil, din olarak veya tarihi topluluklar olarak anlatılmaktadır.
O gün bu anlayışa bakarak Kur’an’ın Arap geleneği içinde bir anlayış olarak İsrail oğulları ele alınmış gibi görünür. Tarihte İbrani uygarlığını, Yunan uygarlığını, Roma uygarlığını İsrail oğulları kurmuştu. Hazreti Davut aleyhisselâm zamanında tertip ettikleri deniz seferleri ile Akdeniz’i ve Karadeniz’i göl hâline getirmişlerdir. Sonra Batı Anadolu’da kurulmuş olan Yahudi sitelerinin öğretileri içinde Yunan medeniyeti doğmuştur. Bir Yahudi olan Kıbrıslı Zenon’un kurduğu Stoa ekolü ile Roma Tevrat hukukunu öğrendi. Böylece Roma imparatorluğu olarak onlar sayesinde oluştu. Ondan sonra Emeviler ve Abbasiler zamanında yeniden sahneye çıktılar. Babil’de olduğu gibi yeniden Tevrat’ı yaygın hâle getirdiler. İspanya’daki Endülüs uygarlığının oluşmasında katkılarda bulundular. Haçlı Seferleri ile Batı zenginleşirken Batı uygarlığına hakim olmaya başladılar. Endülüs sonrasında İstanbul’a taşınarak Osmanlıların oluşmasında katkılarda bulundular. Tarihin en büyük uygarlık hamlesi olan günümüzün uygarlığı onlar sayesinde oluşmuştur.
Demek ki İsrail oğullarının en zayıf oldukları, hemen hemen yok oldukları dönem Kur’an’ın geldiği dönemdir. Tarihi ve geleceği ile ise küçücük bir kavim en etkili kavimdir.
Bunların bu görevleri gelecekte de devam edecektir. Kur’an’ın alternatifi olan Tevrat varlığını sürdürecektir. İşte bu sebepledir ki Kur’an kavim olarak İsrail oğullarından bahseder, bu da Kur’an’ın mucizesidir.
Kur’an’da, Firavuna gönderdiğimiz resul gibi bir resulü size gönderdik denilmekle Hazreti Musa ile Hazreti Muhammed karşılaştırılmıştır. Hazreti Musa Tevrat’ı getirmiştir. Hazreti Muhammed de Kur’an’ı getirmiştir. Yeryüzünde sadece iki şeriat kitabı vardır. Yeryüzü kıyamete kadar bu iki kitabın getirdikleri ile uygarlaşmaya devam edecektir. İncil ahlak kitabıdır. Hukuk kitabı Tevrat’tır. İnsanın ahlakı uygarlaşmamaktadır. Yunan klasiklerini okuyun, din kitaplarını okuyun, insan ruhiyatı hep aynıdır. Hiçbir değişme ve gelişme olmamıştır. Oysa topluluklar devamlı uygarlaşmaktadır. Bu sebepledir ki Kur’an İncil’den çok Tevrat’tan ve İsrail oğullarından bahsetmektedir.
Kur’an hep bir örnek verir, gerisini kıyasa bırakır. Kavim olarak İsrail oğulları, ahlaklı din olarak da Hıristiyanlar örnek olarak anlatılmaktadır.
Bunlar okunurken diğer kavimler ve dinler de aynı şekilde kıyasla ele alınmalıdır. Her ulus kendi tarihini böylece ele almalıdır. Biz Türklerin de kendi tarihimizi öğrenmemiz ve tarihî görevlerimizi bilmemiz gerekmektedir.
Yeryüzünde Hazreti Nuh’un üç oğlu olmuştur; Ham, Sam, Yafes.
Biri (Sam) Mezopotamya’da kalmış ve Sami ırkını oluşturmuştur.
Biri (Ham) batıya gitmiş ve ham ırkını yani Hint Avrupalıları oluşturmuştur.
Biri (Yafes) de doğuya gitmiş, Moğol ve Çin ırkını oluşturmuştur.
Batıdaki kuzey ırkı Cermenler olmuştur. Doğudakilerin kuzey ırkı Moğollar olmuştur.
Moğollarla Cermenlerin karışımı İskitler ortaya çıkmıştır. Bunlar Slavlarla Türklerin ataları olan kuzey ırkıdır. Bunların Cermenlerle tekrar karışımı Slavları, Moğollarla olan tekrar karışımı Türkleri oluşturmuştur. Slavlar Hıristiyanlığı, Türkler İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. İşte bu tarihî ırk Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da zorla Hıristiyanlaştırılan ırklar vardı. Bunlar aslında doğulu ırklardan idiler. Bunlar tekrar Müslüman oldular ve sonunda Anadolu’nun halklarını oluşturdular.
III. bin yıl uygarlığını oluşturacak olanlar işte bu Anadolu halklarıdır. Türk ulusudur. Kürtler Avrupai dil konuşuyorlar. Ne var ki Selçukluların resmi dili de Farsça idi. Ama Kürtler Şiiliği değil Sünniliği kabul etmişlerdir. Yani Perslerden gelen ırk değildir. Bununla beraber İsrail oğullarının dışındaki kavimler ırka değil tarihî birliğe dayanmaktadırlar. Kendilerine özgü DNA karışımları vardır.
“Sen onları yani İsrail oğullarını görürsün” diyor. Bir kavim görülemez, onları bir yerde bulmak bile mümkün değildir. Ben hayatımda birkaç Yahudi ile karşılaşmışımdır. O halde buradaki görme gözle görme değil, onlardan bilgi edinmedir. Onların yaptıklarını görmedir. Bugün onları göreceğiz, hem de herkes onları görecek, öğrenecektir.
Demek ki İsrail tarihini iyi bilmemiz, onların fesatlıklarını ortaya koymamız gerekir.
İşte bu görevi Necmettin Erbakan yapmıştır, yazdıkları ve konuştukları ile onların neler yapmakta olduklarını ortaya koymuştur. Her şeyi bilmeye çalışmalıyız. Her şeyde iyilik ve kötülük vardır. İyilikten yararlanmak için onu bilmemiz gerekir, kötülükten korunmamız için de yine onu bilmemiz gerekir.

(KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çoğunu”
Buradaki “Hum” zamiri bundan önce adları geçen İsrail oğullarına racidir, yani Yahudilere racidir. Yahudi deyince daha çok Tevrat ehli anlaşılır. İsrail oğulları deyince Yakup aleyhisselâmın oğullarının nesli anlaşılır.
Kur’an’da kavim olarak tafdil edilen İsrail oğullarıdır. Yani Yahudilik Hıristiyanlıktan veya İslâmiyet’ten üstün değildir. Üstünlük olarak İsrail oğulları diğer kavimlerden üstündürler. Üstünlükleri kendilerine verilen görevlerin üstünlüğündendir. Sahabeler diğer insanlara nisbetle en çok üstün topluluktur ama bu üstünlük çocuklarına geçmemiştir. Sonra, bazı hususlarda İsrail oğulları, bazı hususlarda da mesela Türkler üstündür.
Sami ırkı gittikleri yerde halkı asimile eder, halkı kendilerine uydururlar, Araplaştırırlar. Hint Avrupa ırkı sınıf yaratır, yerlileri sömürürler. Türk ırkı ise yerli halkla kaynaşır ve birlikte yeni ulus oluştururlar. Türkiye bunun örneğidir. Anadolu’da din grupları birbirleriyle evlenmemişlerdir. Oysa Sünniler hep evlilik yaparak tek ulus oluşturdular.
“Onlardan çoğu”, ekserisi değil kesiri. Yani yüzde olarak fazla olmaları gerekmez.
“Kesir” kelimesi kalıp olarak değil kelime olarak çokluğu ifade ettiği için nekresinden teb’izi caizdir. Onlardan birçok kimse demektir.
Onlar ne yapıyorlar?
Çoğu İslâmiyet’e karşı oluyorlar.
Bundan önceki âyetlerde İsrail oğullarının Hıristiyanlarla ve Yahudilerle olan ilişkileri anlatılmıştı, onların peygamberleri tarafından lanet olunmuşlardı. Şimdi ise mü’minlerle olan ilişkileri anlatılmaktadır. Bugünkü tekel sermayeden bahsedilmektedir. Bugün yani son 500 senedir Yahudileri yönlendirenler din adamları değildir, sermaye sahipleridir. Bu sebepledir ki sermaye yalnız diğer dinlere karşı olmamış, aynı zamanda Yahudiliğe de karşı olmuştur. Papalığı dibe indirdiği gibi hahamlığı da etkisiz hâle getirmiştir.
Gelecekte İsrail devleti kendi ülkesine çekilecektir. Yönetim Müslümanların eline geçecektir. Ama diğer taraftan İsrail oğullarına zenginler değil hahamlar yön verecektir. “Adil Düzen” onların da ezilmişliğine son verecektir. Üzeyir Garih’i öldüren zihniyet ölecektir.

(YaTaValLaVNa)
“Tevelli ediyorlar.”
“Veli” arka demektir. Türkçedeki “bel” kelimesi ile akrabalığı vardır.
İnsanlar arkalarını göremez, arkadan gelecekleri bilemezler. Onun için sırt sırta verirlerse birbirlerine dayanışmış ve kendilerini korumuş olurlar. Hayvanlar öğle dinlenmesine geçtikleri zaman bir daire etrafında arkalarını vererek istirahata geçerler.
İlk insanlar çardaklarını veya kulübelerini kurdukları zaman daire etrafında kurdular, böylece güvenli alanlar oluşturdular. Velayet sonra dayanışma anlamına geldi. Kendilerini savunmaları için bir başkan seçtiler. Buna “veli” dediler. “İmam” önden giden demektir. Arkadakiler onlara uyarlar. “İmam”ın görevi yaptırmak, yönetmektir. “Veli”nin görevi ise korumaktır. Ordu “veli”dir. Hükümet “imam”dır. Toplulukta dayanışma ortaklık sorumluları velidirler. Kur’an’da bunlar nebi olarak adlandırılmaktadır. Başkanlar ise imamdırlar. Kur’an’da bunlar resul olarak adlandırılır.
Birisinin arkasına düşme tefeul bâbından “tevella” olarak ifade edilir. Arkaya almak tevliye bâbı ile ifade edilir. “Tevelli etmek” birisinin arkasına düşüp koşmak demektir.
Bizim şimdi Avrupa Birliği’ne koşmamız onlara tevelli etmektir.
Osmanlılar ve CHP hükümetleri batıyı taklit etmişler, onların her şeylerini almaya çalışmışlardır. Gayeleri onlara tevelli etme değil, onlardan aldıkları ile onları yenme idi. 1950’den sonra gelen DP izleyicileri ise Avrupalıları tevelli etmişlerdir. Avrupa Birliği’ne girme çabaları bu hükümetlerin işi olmuştur.
Osmanlıların ve CHP’lilerin yaptıkları hatalı idi. Düşmanın kuralları ile düşmanı yenmek, ondan aldığın silahlarla onunla savaşmak! Yarın o silahın mermisini göndermez, senin silahın elinde demir parçası olur.
Ne yapılmalıydı?
Batı’ya medrese mezunu ilim adamları gönderilmeliydi. Dersiamlar orada ne varsa alacaklardı. Sonra Türkiye medreseleri Latince değil Arapça o ilimleri geliştireceklerdi.
Abbasiler böyle yaptılar ve bunun sonucunda Yunanlılardan daha üstün uygarlığı oluşturdular. Avrupalılar İslâm uygarlığını Latince ile aldılar ve bugün ondan üstün uygarlık yaptılar. Osmanlılar kelimeleri Arapçadan türetmeye başladılar. Bu iyi bir gidişti. Ne var ki Kur’an Arapçası ile değil de kendileri uydurdular. Örnek vereyim. Bankaya “Masraf” diyorlar. Oysa “Masraf” kuyumcu demektir. Bankanın Kur’an’daki adı “Makraz” olur. “Reis” dediler. Oysa Kur’an “Reis” kelimesini sermaye anlamında kullanmaktadır. Kur’an başkanlar için “resul” kelimesini yani ulusun elçisi kelimesini kullanmaktadır. Okula “Mektep” dediler. Oysa “Mektep” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bulunduğu yer olabilir.
O halde Kur’an Arapçası ile bugünkü uygarlığı dillendirmediğimiz müddetçe muasır medeniyetin üstünde bir medeniyet oluşturamayız. Bunun için de Lütfi Hocaoğlu’nun oluşturduğu “Ruhu’l-Kur’an”ın daha geliştirilmesi gerektiği gibi ondan yararlanmaya başlayarak bu işin fidanlarını dikmemiz gerekir. “İstanbul Yenibosna Anayasa Çalışmaları”nda Kur’an’dan delilleri istidlal ederken bu kelimeleri bulmaktayız.
Osmanlıların ve CHP’lilerin yaptıkları hata bu olmuştur.
Ondan sonra gelen DP çizgisindeki hükümetler ise Batılılara tevelli ettiler ve şimdi onların arkasından koşuyorlar. Müzakereler temenni ile sürüp gidiyor. Buna karşı direnen Erbakan olmuştur. Baştan şiddetle karşı çıkmıştır. Sonra Siyonizm ile mücadelede Avrupa ile uzlaşma denemelerine girilmiştir. AK Parti şimdi iki arada bir derededir. Bir taraftan Demokrat Parti siyasetinin arkasından koşmaktadır, diğer taraftan da Millî Görüş’ün izlerini sürdürmektedir. Erbakan’ın istediği; Avrupalılarla, hattâ Amerikalılarla bir olup Siyonizm belasından insanlığı kurtarmaktı. Büyük bir şekilde bu iş başarıya doğru gitmektedir.
Burada fail olanlar İsrail oğullarından bazılarıdır. Yaptıkları küfür değil tevellidir.

(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseleri.”
Peşine koştukları kimseler belli kimselerdir. Bunların kötüleri de bellidir.
Peki, bunlar kimlerin peşinde koşuyorlar, kimler kafirdir, bunlar neden kafirdir?
Bunlar ateist solculardır. İsrail oğullarından bunların peşinde koşanlar vardır.
Bu âyet bize birçok gerçekleri bildirmektedir.
- İsrail oğullarının hepsi değil bir kısmı kafirlerin peşinde olmaktadır.
- İsrail oğullarının hepsi küfür içinde değildir. Kafirleri tevliye etmektedirler. Ehli Kitap kafirdir inanışı yanlıştır. Süleyman Ateş bu yanlışı düzeltmek üzere kitaplaştırmıştır. Sömüren sermayenin işine gelmediği için bu görüşü boğmaya çalışmıştır. Bunlara olan cevabımızı Süleyman Ateş yayınlamıştır.
- Küfredenler dinsiz solcular olduğuna göre, demek ki solculuğun mucidi İsrail oğulları değildir. Onu şeytan icat etmiş, sermaye de ona dört elle sarılmıştır.
- Solculuk şirk değil küfürdür. Marksizm şirktir. Burada onlardan bahsederken “küfretmiş olanlar” diye tavsif etmiştir.
Nasıl insanda mikroplar varsa, fırsat buldukça insanı hasta ediyorlarsa, yaşlı vücudu öldürüyorlarsa; bunun gibi uygarlıkların da yapısında mikroplar vardır. Bunlar kafirlerdir. Bunlarla savaşan kimseler vardır. Bunlar da mü’minlerdir. Diğer beden hücreleri de müslimlerdir.
Mezopotamya’da müşrikler vardı. Yunanistan’da safsatacılar vardı. Sokrat, Eflatun ve Aristo bunları yenmişlerdir. İslâmiyet’te de filozoflar vardır. Razi ve Gazali Kelam ilmiyle uygarlığı tedavi ettiler.
Geçmiş yüz yılımızda Marksistler vardır. Bunlar aileyi, dini, mülkiyeti ve devleti inkar ediyorlar. Bunların bir kısmı anarşist yani müşriktir. Marks bunlardandır. Bir kısmı ise sadece fikir bazında ateisttir. Kafir olanlar bunlardır.
Sovyetlerde Stalin’le Yahudi Beria arasında çatışma başlamıştır. Beria komünistti. Stalin sosyalistti. Stalin galip geldi. Sonra Gorbaçov Stalin’i de bertaraf etti.
İşte İsrail oğulları bunları tevelli etmişlerdir.
Bugünkü Batı uygarlığı Haçlı Seferleri ile başlamıştır. Türklerden barutu, pusulayı, astronomiyi ve coğrafyayı öğrenen Batı zengin olmaya da başlamıştı. Osmanlıların İstanbul’u fethetmesi ile Bizans uleması Roma’ya taşındı. Doğudan ümidini kesen Batı dünyası batıya yönelmiş, denizlere açılmıştır. İstanbul’un fethinden yirmi yıl sonra Amerika kıtasına varılmıştır. Roma’daki Rönesans ile yeni dünya bugünkü uygarlığı doğurmuştur.
Ticaretle geçinen İsrail oğulları Amerika’daki altınları Hindistan’a taşıyarak dünya pazarını oluşturdular. Buharlı gemiyi keşfettikten sonra dünyayı fethettiler. İsrail oğulları dünyadan ham madde topluyor, Avrupa’da mamul madde hâline getiriyor ve dünyaya pazarlıyordu. Avrupalıların el becerileri olmadığı için makine sanayii doğdu. Doğudan öğrendikleri tekniği geliştirdiler. Su enerjisini, rüzgar enerjisini, yakıt enerjisini makina sanayiinde kullanmaya başladılar. Böylece üretim yüzlerce, binlerce kat kolaylaştı. Gelişen makineleri ilimde kullandılar. Böylece müsbet ilim de süratle gelişti. Tarihteki en büyük uygarlık hamlesi yapıldı. Bundan sonra da daha fazla uygarlık hamlesini uzaya çıktığımız zaman yapmış olabiliriz.
İşte…
İsrail oğullarının sermayesi dünyaya hakim oldu. Karşılıksız para icad ederek insanlığı emeksiz sömürmektedirler.
Bugün devleti idare etmek bir aileyi idare etmekten çok kolaydır. Yılda yüzde 20 enflasyon yaptınız. Halktan hiçbir vergi almadan maliye bakanlığını tasfiye ederek devletinizi yönettiniz. İşte, İsrail oğulları sermayesi yani tekel sermaye bunu yapmaktadır. Doları çoğaltmakta, insanlığı vergiye bağlamaktadır. Dünyadaki herkes onun emrindedir.
İşte…
Sermayenin bu hakimiyetini elde etmesi için küfretmiş olanlara tevelli etmiş olması gerekir. Bugün tüm basın ve yayın ateizmin çığırtkanlığını yapmakta ve insanlığı dinsizleştirmektedir. Bugün bütün okullarda, ilkokuldan akademilere kadar herkes dinsizlik için yarışmaktadır. Ordular dinsizlik yarışında. Yargı dinsizlik yarışında. İnsanlık el ele vermiş, küfretmiş olanların arkasında Tanrı ile savaşta!
Ne hikmetse yine de Tanrı’yı yenemiyorlar.
Bir TV kanalında evleneceklerin bir sahnesine şahit oldum. Otuzları geçmiş bir erkek ve son derece açık saçık giyinmiş -daha doğrusu giyinmemiş- bir kadın erkeğe soruyor; Kur’an okuyor musun? Ona Kuran okumanın gerekliliğini anlatıyor. Programı yöneten hanım; ‘Böyle giyiniyorsun, namaz kılıyor musun?’ diyor. ‘Evet’ diyor. ‘Peki, neden böyle giyiniyorsun?’ diye soruyor. ‘Ben sanatçıyım, para kazanıyorum’ diyor. Erkek kadına soruyor, ‘Sigara içiyor musun?’ diyor. ‘Evet’ diyor, kadın. Erkek, ‘Bırakmayı düşünür müsün?’ diyor. Stüdyodaki seyirciler erkeğe soruyor, ‘Kalabalık aile ile beraber oturacak mısınız?’ diyor.
Bir hikâye anlatacağım. Bir hükümdar tarlada çalışan birinin yanına varıyor ve ‘Nasıl, geçinebiliyor musun?’ diye soruyor. ‘Şükürler olsun Allah’a, gelirim iyidir’ diyor. ‘Borcun var mı?’ diyor. ‘Var ama taksit taksit ödüyorum’ diyor. ‘Memnun musun hayattan?’ diye soruyor. ‘Mesudum’ diyor. Hükümdar diyor ki; ‘Ben ülkenin hükümdarıyım, sıkıntıdayım, sen nasıl oluyor da mesutsun?’ Hükümdara tarlayı gösteriyor ve ‘Bu benim tarlam, bir yıl çalışırız, bana ve aileme yetecek gelirim gelir, geçinir giderim, hiçbir ihtiyacım yok’ diyor. Hükümdar, ‘Ya borcunu nasıl ödüyorsun?’ diye soruyor ‘Beni anne babam büyüttüler, onlara borçlandım; şimdi de ben onlara bakıyor ve borcumu ödüyorum’ diyor.
Evet, sonunda ayrıldılar. Ama bu insanlar din ve ahlak kaygısı ile ayrıldılar. Kur’an’ı artık herkes okumaya başlamış. Açık saçık veya çıplak gezenler sosyal baskı nedeniyle öyleler. Demek ki bunlara bir gecelik karşı baskı yetecektir.
İşte, İsrail oğulları beşyüz senedir zenginleştiler. Zenginleştikten sonra onların içinden çok zengin olanlar dinsizleştiler, ahlaksızlaştılar. Onlara küfredenler tevelli ettiler. Kur’an şimdi bize bu haberi veriyor.

(La BiESa)
“Ne beis oldu.”
“Bi’se” kelimesi Kur’an’da “Mâ” ile gelmektedir. “Ma” yer isimlerine muzaf olarak gelmektedir. Derra ve be’sa, bi’se ve sae, bais ve fakir, be’s ve meta’la birlikte gelmektedir. Ma ile geldiklerinde bir fiil onu takip emektedir.
“Be’sa” ve “Darra” yakın kelimelerdir. “Be’sa” çevrenin şartlarının kötü olması, “Darra” ise kişinin kendisinin kötü olmasıdır. “Üli’d-Derrai” de vardır, “Üli’l-Be’s” de vardır. “Üli’d-Derrai” mef’ul olarak darlık demektir. “Be’s” ise fail olarak be’sli yani başkasına be’s olan demektir.
“Bi’se” ile “Sev’et” kelimeleri de aynı mânâda beraber zikredilmiştir. Hesabın sev’inden sevabın be’sinden zikredilmiştir. Biri çevre diğeri ise hâldir.
Bu açıklamalardan varacağımız sonuç, “Bi’se” demek kötü şartlar, kötü çevre demek olmuş olur. Yani bugünkü dünya düzeni ne kadar kötü ve çirkindir demektir.
İnsanlar için dört çeşit düzen vardır; hukuki düzen, ekonomik düzen, ilmî düzen ve siyasî düzen. Bugün bunların hepsi sömürü düzeninin emrindedir ve insanlık için bi’sedir.
Okullar insanları sermaye düzeninin emrine sokmak için faaliyettedir.
Dinler sermaye düzeninin hatırı için tahrif edilmektedir.
Ekonomi zaten sermayenin emrindedir.
Siyasi ordular da onun bekçiliğini yapmaktadır.
Sistem, dışarıdaki düşmanlarla savaşmaktan ziyade içeride sermaye düzenine karşı çıkanları nasıl tepeleyecekleri üzerinde oturmaktadır. Rusya’nın ordusu Rus halkını bastırmak için vardır. Bugün dünya bir cehennemdir. Kelimenin tam ifadesi ile bi’sedir.

(Mav QadDaMaT)
“Takdim ettikleri.”
İnsanlar hayvanlardan farklıdırlar. Hayvanlar o gün için çalışırlar. Bazı hayvanlar ve insanlar geçmişte çalışıp biriktirdiklerini şimdi tüketirler. Gelecekte tüketecekleri için de şimdi çalışırlar. Geçen sene ekip yetiştirdiklerini şimdi tüketirler, gelecek sene tüketeceklerini şimdi üretirler. Bu sebepledir ki insanlar için daima gelecekte olanlar kıymetlidir. Çünkü hallerine etki edemezler.
Batı mantığında ise hâl kıymetlidir, geleceğin kıymeti azdır. Faiz onun için değer ifade etmektedir. Geçmişte sermaye bir düzen hazırladı. Kendisi açısından iyi olacağını zannetti. Kafirlere uydu. Kapitalizm ve sosyalizm diye iki gruba ayırdı. Güçlü ordular kurdu. Bu ordular halkı baskı altına aldı. Böylece keyif çatmaya başladı. Bu güçler göstermelik olarak birbirine karşı idiler ama esas işleri kendi halkını sermayenin emrinde tutmak idi.
Kafir olanlara tevelli etmeleri de bundandır. Zalim olanlara sırtlarını dayayarak yaşayacaklardı. Yani CIA (ABD istihbaratı) ve KGB (Sovyet istihbaratı) sayesinde de ilelebet dünyayı yöneteceklerdi. Ama bugün Sovyetler sermayenin emrinden çıkmıştır. ABD de artık bağımsızdır. Kötü dünya onların başına dönmüştür.

(LaHuM EaNFuSuHuM)
“Kendilerinin kendilerine takdim ettikleri.”
Kendi sömürü dünyalarını kurdular.
Bununla dünyayı sömürecek, kendileri de rahat yaşayacaktı.
Sonunda ne oldu?
Bugünkü dünyada en huzursuz ülke İsrail ülkesidir. İran’da biri öksürse Tel Aviv’de korkudan sıçrıyorlar. Bugün en çok sıkıntıda olan sömürü sermayesidir. Dolar sallanıyor. Değeri bir gecede sıfırlanabilir. Geceler uykusuz geçmektedir. Kendilerinin kendileri için hazırladıkları kendilerine kötü olmuştur. İsrail oğulları bunu devamlı yapmaktadırlar. Bulundukları yerlerde fesat çıkarmakta, güya kendilerine yarar sağlamaktadırlar. Ama sonra en büyük kötülükler başlarına geçmektedir.
Bu yalnız İsrail oğullarına ait bir şey değildir. Her ulus yaptığı kötülüğün karşılığını kendisi çeker. Sovyetlerin yıkılması ile Ruslar en büyük sıkıntı ve perişanlığı çekmişlerdir. Şimdi yavaş yavaş toparlanmaktadırlar.

(EaN SaPıTa elLAvHu GaLayHiM)
“Allah’ın onlara suht etmesi”
Kur’an’da “SHT” kökü dört defa geçmektedir. Arapçada ise çok az kullanılmaktadır. Ğadab etmek, Kerih olmak, Mekir kelimelerine yakın anlamlar taşır. Bir de nekir kelimesi vardır. Bu fiiller kalbî fiillerdir. Azab zahiri fiildir. Yani doğa kanunları aracılığı ile gerçekleşir. Oysa kalbî fiiller beyinde yer alır. Gadab kelimesinin çıkışı kızarıklıktır. İnsan kızınca yüzü kızarır. Kızmakla kızıllık arasında kök birliği vardır.
Mekir ise irin demektir. Çıbandan çıkan kan ve benzeri şeydir. Kürh ise sancı demektir, ağrı demektir.
Bu kelimeler arasında bunların zıt mânâlarını da düşünmemiz gerekir. Rıza var, Hub var. Rahn var, Meveddet var. Rıdaya Kürh, Rahmete Gadab, Muhabbete Meveddet, Hubba da Suht tekabül edebilir. Bunların üzerinde çok çalışmak gerekmektedir. Demek ki bir kelimenin mânâsını bulmak için ilk yapacağımız iş o kelimenin karşıtını bulmaktır. Sonra eşini bulmanız gerekir, dördüncü kelime ortaya çıkar. O üç kelime üzerinde durmanız gerekmektedir.
Tabii ki bunları iyi anlamak için psikolojiyi bilmek gerekir.
Kelimelerin böyle mânâlarını ortaya çıkarmak yeterli değildir. Onları saht etmesi acaba sosyal olarak neyi ifade eder, toplulukta ne oluşur?
Buradaki “Allah” kelimesi O’nun halifesi olan topluluğu ifade ediyorsa o topluluğun başına ne geleceğini anlatmaktadır, “saht” kelimesinden bahsetmektedir, bir de “azab” kelimesinden bahsetmektedir. O halde bunları birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Allah onlara kinin nefretini ve kızgınlığını yağdırmıştır.
Demek ki “saht” kelimesi kin anlamına da gelebilir. Tüm insanlığın nefretini ve kinini kazanmışlardır. Gerçekten böyledir. Dünyada herkes Yahudilerden nefret etmektedir, kin kusmaktadır. İşte bu onların kafirlerine tevelli etmeleridir.
Türk milletinin CHP’ye karşı duyduğu hisler dinsizlere tevelli etmeleridir. Eğer bugün doğuda hâlâ CHP oy alırsa, biliniz ki yalnız dinsizlerin dostu olmuştur.
Size bir gerçeği belirtmiş olayım. Sosyalizm kapitalizmden çok ileri bir düzendir. Babam Numan oğlu Süleyman Karagülle bir köy hocasıydı, İstiklâl Savaşı’nda Ruslarla savaşmayı organize eden birisi idi. Şapka örtmemek için bucak müdürlüğü görevinden ayrılmıştır. Sovyetlerin yaptıkları son derece iyidir ama dinsizlikleri onları en kötü hâline getirmiştir diyordu. İşte Sovyetlerin suhta düşmeleri kafirlere tevelli etmeleridir.
Kimdi bu kafirler?
Bugünkü sömürü sermayesidir.
Sovyetler sermayenin istediklerini yapmasalardı şimdi yeryüzü başka dünya olurdu.
Örnek vereyim. Ticareti yasakladı. Ticaret yasaklanınca üreten ve kendi ürettiğini tüketen topluluk oldu. Oysa arz ve talep kanunlarını denge formülü çalıştırdığı zaman devlet alır ve satardı. Zaten o zaman kaçakçılığa gerek kalmazdı. Ama onlar öyle yapmadı, ticareti faiz gibi kötü saydı.
“En” burada “LiEn” mânâsındadır. “Lam” hazfedilmiştir. “En” harfi masdar harfidir. “Li” ta’lil için ve temlik için gelir. Fiillerde temlik olması iktidar anlamına gelir, yani ben bunu yapabilirim değil, böyle yaptım anlamı çıkar. Burada onlar topluluğu nefret ettirmek için yapmadılar ama kendi istekleri dışında topluluk onlara kızmıştır. Bu sebeple “Lam” hazf olmuştur. “Lam” gelseydi onların da arzusu o olurdu.

(VaFIy eLGaZAvBı HuM PaLiDUvNa)
“Ve onlar azabda haliddirler de.”
Bi’se cümlesi fiil cümlesi değildir. Bu cümleyi hâl olarak mânâlandıramayız. “Vav” atıf vavıdır. “Bi’se”ye atfetmektedir. “Bi’se” haberdir, “Mâ Kaddemet” ise mübtedadır. “Hum Hâlidûn” cümle olarak haberdir. “Fi’l-Azabi” mübtedadır. Nahiv âlimleri “Fi’l-Azabi”yi mübteda kabul etmiyorlar. Ben onların bu anlayışına iştirak etmiyorum. “Zeydün âlimün” cümlesi “Âlimün Zeydün” demektir. Haber mübtedaya takdim edilir. Ama “Âlimün huve Zeydün” dendiği zaman “âlimün” mübteda olmuş olur.
“Azab” kelimesi marife getirilmiştir. Bu azabın âhiret azabı olması gerekir. “Hâliddir” ifadesi de bunu teyit etmektedir. Dünyada onlar hem kötü iş yaptılar hem de kendilerine kötülük ettiler; âhirette de azabda hâliddirler denmektedir.
Kur’an dünya hayatını düzenlerken gayenin âhiret hayatı olduğunu sürekli olarak hatırlatır. Kur’an şeriat kitabı olduğu kadar aynı zamanda bir tarikat kitabıdır. Bu sebepledir ki Kur’an yasa değildir. Yani Kur’an’ın hükümleri devletçe teminata alınmaz. Kur’an’ın hükümleri inananlara tavsiye şeklindedir. Müeyyidesi uhrevîdir. Kur’an’da devlet yoktur diyenler burada doğru söylemiş olabilirler. Kur’an insanların kendi iradeleri ile kendi yasalarını oluşturmalarını istemektedir. Kur’an’ın hükümlerini ona inanan mü’minler uygulamakla yükümlü olurlar. Müslimlerden isteyenler uyarlar.
***

(Va LaV KAvNUv)
“Ve eğer olsalardı.”
“Lev” geçmişte olmamış bir şartı ifade eder. Cevabı da olmamıştır demektir. “Dün kahvaltıyı yapsaydın yolculuğun rahat geçerdi.” Bu tür cümleleri “Lev” ile yaparsın. “İn” ile getirirseniz mazi de muzari de gelecek zamanı bildirir. “Bugün kahvaltı yaptınsa yolculuğun rahat geçecektir.” şartında geçmiş, “Kahvaltı yaparsan günün rahat geçer” şartında gelecek ifade edilmiş olur.
“Bize gelseydiler biz onu görürdük.” “Bize gelecek olsaydılar hazırlıklarını yaparlardı.” Bu cümleler arasında ne fark vardır? Yani onlar kasten gelmediler. İkinci cümledir. Bile bile gelmediler, yoksa gelemediler değil. Oysa birinci cümlede onların gelmemeleri kasıtlarına makrun olup olmadığı belirsizdir.
Burada “Lev” değil de “Lev Kânû” getirilmiş olması bu işi kasden yapmadıklarını ifade etmektedir. Yani inanmadıkları için böyle yaptılar.
Biz onların kitaplarına ve peygamberlerine inanıyoruz. Onlar ise bizim kitabımıza inanmıyorlar. Onların bizi sevmeleri, bizim ise onları sevmememiz gerekir. Oysa tam tersi olmaktadır; biz onları dost yapmak istiyoruz, onlar ise bize düşmanlık etmektedir.

(YüEMiNUvNa BielLAHı)
“Allah ile iman etmek.”
“Allah” kelimesi burada tekrar edilmiştir. “Saht eden Allah” ile “İman etmedikleri Allah” farklı olmaktadır. Her ikisi de iki mânâya da gelebiliyorsa yine Allah kelimesi tekrar edilir.
“Ahmet imtihana girdi ve Ahmet geçti” dediğimizde; sınıftaki Ahmet’lerden biri imtihana girmiş, diğeri de sınıfı geçmiş olur. Her ikisi de imtihana girmiş ve sınıflarını geçmiş olarak anlayabiliriz.
Yukarıdakini “âlemlerin rabbi olan Allah”, buradakini de “O’nun halifesi olan topluluk” şeklinde anlarız. Aksi mânâ da verebiliriz. Her iki mânâyı birden vermemiz de mümkündür. İkisi de doğrudur.
Demek ki burada üç değişik mânâ vermemiz mümkündür.
- Âlemlerin rabbi olan Allah.
- Tüm insanlık.
- İsrail oğulları.
Kendilerini bunlarla güven altına alsalardı anlamını verebiliriz. Yani onlara güvenselerdi demektir. İmanın topluluk içindeki anlamı askerlik hizmetine katılma şeklindedir. Psikolojik mânâ ise bilmek anlamında anlaşılmaktadır. Oysa şeytan Allah’ın varlığını bilmektedir ama kâfirdir. O halde halifesi inansın şeklinde anladığımız zaman bile bugün kabul edilen bilme mânâsı yine doğru değildir. İman etmek demek onu benimsemek ve ona güvenmek demektir, ona göre amel etmek demektir, ona göre ibadet etmek demektir.

(Va elNaNiyYa)
“Ve nebiye”
“Nebi” burada marife gelmiştir.
Bu nebi kimdir?
Bunun da üç mânâsı vardır.
- Kendi nebileri olan Hazreti Musa aleyhisselâmdır, yahut Hazreti Davut aleyhisselâmdır. Allah’a inanmadıkları gibi kendilerine gelen nebiye de inanmadılar.
- İkinci olarak Hazreti Muhammed aleyhisselâmı anlamış oluruz. Yani son nebiye inanmadılar. Oysa o nebi onlara da nebidir. Nitekim sonraları Hıristiyanlarla bir oldukları için bugün dünyaya zulm edebiliyorlar.
- Üçüncü nebi ise Adil Düzen nebisi olacaktır. Adil Düzen yönetimi dünyaya yayılınca “Adil Düzen”e katılan topluluklar önce hakemliği kabul edeceklerdir. Hakemlik sistemiyle “Adil Düzen” oluşacaktır. İkincisi ise bu devletlerin Mekke’de oturttukları bir imam olacaktır. İnsanlar arasında çıkan ihtilafları başlangıçta o çözecek ve ona göre hareket edilecektir. Ne var ki mağdur olan varsa sonra hakemlere gidebilecektir. Bu kimsenin imamlığını kabul edenler “Adil Düzen”e girmiş olurlar. İsrail oğulları gelecekte o imamın korumacılığını kabul edeceklerdir. Nitekim Medine’ye hicret edildiğinde Medine Anlaşması’nı onlar da kabul etmişlerdir.

(Va MAv EuNZiLa EiLaYHi)
“Ve ona nâzil olana.”
Burada da inzâl olunan üç şeriat vardır.
- Hazreti Musa’ya ve Hazreti Davud’a gelmiş olan kitaplar. Ahdi Atik. “Mâ” getirilmesi bütün Tevrat külliyatını içermiş olmasındandır. Orada emredilen kafirlere tevelli etmeleridir. Orada emredilen Kur’an’da emredilenden farklı değildir. O halde onlar eğer kendi kitaplarına inansalardı böyle hareket etmezlerdi.
- Hazreti Muhammed’e gelen dört veya sekiz delile inansalardı. Buradaki “Mâ”nın gelmesi bütün delilleri içermesidir. Kitap, sünnet, icma ve kıyastan başka istihsanı (ilmin ahsen kabul ettiklerini) istishabı (halkın benimsediği nehy edilmemiş kuralları), örfü (sözleşmelerle oluşturdukları kuralları), maslahatı (insanların sorunlarını çözen kuralları) benimser ve ona göre hareket ederlerdi.
- Üçüncü olarak Mekke imamı zamanında Mekke meclisinin oluşturduğu şeriat anlaşılır.
Mekke meclisi şöyle oluşacaktır.
- Her bucakta ehli zikir âlimler olacaktır. Bunlar ilkokul öğretmenleridir. Halkın bunları öğretmen kabul etmesiyle öğretmen olurlar.
- Bir ilde on bucak âliminin danışmanı olan il âlimi olur. İl âlimleri orta öğrenimin hocalarıdır. İl şeriatını bunlar oluştururlar.
- Bir ülkede il âlimlerinden onunun danışmanı olan ülke âlimi olur. Bunlar yüksek öğrenimi yaptırırlar. Her yüz âlim bir üniversite kurar. Üniversite rektörü aynı zamanda o ülkenin ilmî şurasına üyedir.
- Her rektör kendisine göre en büyük âlim olarak gördüğü kimseyi Mekke’ye gönderir. Orada insanlık meclisi oluşur ve insanlık üniversitesi kurulur. Bunlar dünyadaki icmaları birleştirir ve insanlık şeriatını oluştururlar. İşte ona inzâl olunan bu şeriattır.
Burada verdiğimiz üç mânânın üçü de doğrudur.
Kur’an böyle bir ifade ile çok mânâları ifade etmiş olur.
Bugün “Avrupa müktesebatı” deyip dünyaya dayattıkları şey nedir?
Birileri hazırlar, kendi kendilerine bir araya gelir, “insan hakları” diye Siyonistlerin uydurdukları kuralları kabul ederler. “Vicdani ret” deyip devletleri çökertme sistemleri Avrupa müktesebatı olur. Oysa Kur’an’ın istediği müktesebat iki temele dayanmaktadır. Âlimler aklî ve naklî delillere dayanarak şeriatı oluşturacaklardır. İkinci kural olarak da, bu âlimler tüm insanlığın danışman olarak kabul ettiği kimseler olmalıdır. İslâmiyet bu iki kuralı “icma” ve “biat” sistemi ile tedvin etmiştir.

(MAv itTAPaÜuHuM EavLİYAvEa )
“Onları evliya ittihaz etmezlerdi.”
“Evliya” demek dayanışma ortaklıkları demektir, biz böyle diyoruz. Bu âyet bizi teyit etmektedir. Yukarıda “tevelli ederler, onların peşine düşerler, onları kendilerine veli kabul ederler” demişti. Burada “onları evliya ittihaz etmektedirler” diyor.
Tevliye etmek vali tayin etmedir, tevelli etmek demek valiyi seçmek demektir.
Mü’minler kafirlere tevelli edemezler, yani onlara biat edemezler.
Kafirler kimlerdir?
Yine bizim tanımımıza dönelim. Müşrik, hakem kararlarını kabul etmeyendir. Kafir, hakem kararlarını kabul ettiği halde savunmayan, ne mâlen ne de bedenen katılmayan demektir. Müslim, savunmaya mâlen katılanlardır. Mü’min ise bedenen katılandır.
Kafirlerin yönetme yetkisi yoktur. Biz onlara dokunmayız ama onlara başkaları dokunursa korumayız. Müslimlerin siyasi yönetme yetkileri yoktur ama eğer biat alırlarsa mü’min olmuş olurlar. Kafirler ise mü’min olduktan sonra biat alabilirler.
İsrail oğulları komünistlerle bir olmuşlar ve Hıristiyanlara, Müslümanlara, Budistlere çok büyük zulümler yapmışlardır. Yani burada Allah bize diyor ki; bugünkü yeryüzünün fesadı İsrail oğullarından bir kısmının yani Amerika’daki sömürücü sermayenin eseridir. “Minhüm” diyerek hem onlardan bir grubun yaptığını ifade etmiş hem de onların maruf olduğunu belirtmiştir. Amerika’daki 200 sermayedar dışında böyle bir kimse yoktur.
Yarın “Adil Düzen” gelince bütün İsrail oğullarıyla değil yalnız onlarla hesaplaşacaktır. Onlar tevbe eder de faizden, fitneden, ifrattan, kafirlerle muvalattan vazgeçerlerse Allah elbette onların tevbesini kabul edecektir. Ama küfürlerinde ısrar eder ve fasıklıklarına devam ederlerse, onların akıbetleri Allah’ın onlara suht etmesidir, yani topluluğun onlara gerekli cezayı vermesidir. Allah’ın vermesi demek, hakemler kararı ile verilecektir demektir.
Şimdi bizim fıkıhta tesbit edeceğimiz cezalar vardır. Gazab cezası, suht cezası, azap cezası, tenkil cezası. Bunlar eski fıkıh kitaplarında tazir olarak geçmekte ve takdiri hükümdarlara bırakmaktadır. O gün bunu iki sebeple yapmışlardır. Birincisi, yönetici hükümdarlar mütegallibe oldukları için onlara söz geçiremedikleri için böyle yapmışlardır. İkincisi ise kamu hukukunu oluşturan meclisler oluşmadığı için bu hukuku tedvin edecek bir merci bulunmamakta idi.
Bugün ise bu yetki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılmaktadır.
“Adil Düzen”de de meclis olacaktır.
Farkı ne olacaktır?
- Meclisler ilim adamlarından oluşacaktır. Ekseriyetle değil biat yoluyla seçilecektir. Yani yeter oy toplayan kişi milletvekili olacaktır. Oyunu başkasına aktarabilecektir.
- Meclis kararlarını ekseriyetle değil içtihat ve icma usulleri ile alacaktır. “Adil Düzen Anayasası”nda 25 karar alma şekli ortaya konmuştur. Bunlar içinde ekseriyet kararı yoktur.
- Meclis yasama erkini yürütecektir. Devlet başkanını seçecek, hükümeti ve yönetimi oluşturacaktır. Ondan sonra yasaların uygulaması yargı denetiminde olacaktır.
- Yargı hakemlerden oluşacaktır. Taraflar birer hakem seçecek, hakemler de baş hakem seçeceklerdir. Davayı mecliste oluşan şura üyeleri açabilecektir.
Böylece bugün meclislerin yürüttüğü yasama erkini yine meclisler yürütecektir. Biz olanları yıkmıyoruz, olanları meşrulaştırıyoruz.

(Va LavKiN)
“Velakin.”
“Ben onu dövmedim lakin Ahmet dövdü.”
“Ben onu dövdüm lakin Ahmet dövmedi” dediğimizde, birincisi menfi ise müspete, müspetse menfiye çevirirsiniz. “Lakin” kullanırsınız.
“Ben onu dövmedim velakin onu tehlikeden korudum.” “Ben onu gördüm velakin konuşmadım” deseniz, o zaman da “velakin” kelimesini kullanırsınız.
Yani “lakin” kelimesi olmadığını, zıddının olduğunu söylersiniz.
“Velakin” ile eski yapılanlardan başka bir şey olduğunu söylemiş olursun.
Burada “Velakin” kelimesi getirilmiştir. Onlar mü’min olsaydı kafirleri veli edinmezlerdi. Velakin mü’min olmadıkları için kafirleri veli ittihaz ettiler, ayrıca onların çoğu fasıktır. Yani kafirleri veli ittihaz etmeleri ötesinde onların çoğunun fasık olmasıdır.

(KAÇIyRan MıNHuM FaSıQUNa)
“Onlardan çoğu fasıktır.”
Buradaki “Hum” zamiri üç gruba gidebilir.
- İsrail oğulları kastedilmiş olabilir.
- Kafirler kastedilmiş olabilir.
- Kafirleri veli ittihaz edenler kastedilmiş olabilir.
Her üç mânâ aslında doğrudur. İkinci mânâyı verdiğimizde İsrail oğullarının fasıklığı sözkonusu olmaz. Üçüncü mânâda ise kafirleri veli ittihaz edenlerin hepsi fasık olmaz. Demek ki her toplulukta mutlaka iyiler de vardır kötüler de vardır. Bu sebeple bir topluluk toptan kötülenmez, toptan ibra da edilmez. Bu sebepledir ki toplulukların masharaya alınması yasaklanmıştır. Millî Görüş’ün iyi veya kötü olması başka, Millî Görüş’te herkesin kötü veya iyi olması başkadır. Kişiler hakkında biz karar vermeyiz. Topluluğun yapmakta olduğunu eleştiririz yahut destekleriz.
“Fasık” demek, örgütlü olarak şeriatı çiğneme demektir.
Mafya ve rüşvet şebekeleri bunlardandır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92