ADİL DÜNYA DÜZENİ485
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜNYA DÜZENİ YENİ BİR MEDENİYET PROJESİDİR.”
Haftalık Seminer Dergisi 15 Kasım 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR... ÇOĞALTABİLİR... DAĞITABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 485. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da C.tesi günü 18.00-21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Gayemiz ve Hedefimiz; Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunması, değerlendirilmesi, anlaşılması ve uygulanmasıdır. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*İŞLETME SEMİNERLERİ; 33. SEMİNER
MUHASEBE + DERGİ ÇALIŞMASI - 2
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ / YORUMLARI;
NUMAN KURTULMUŞ VE
BARAK HÜSEYİN OBAMA
CUMHURBAŞKANI A. GÜL, YÖK, YETKİ DEVRİ VE YENİDEN YAPILANMA
***
A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 6
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى(1) الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى(2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى(3) وَالَّذِي أَخْرَجَ الْمَرْعَى(4) فَجَعَلَهُ غُثَاءً أَحْوَى(5) سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6) إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7) وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8) فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتْ الذِّكْرَى(9) سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشَى(10) وَيَتَجَنَّبُهَا الْأَشْقَى(11) الَّذِي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرَى(12) ثُمَّ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13) قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى(14) وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى(15) بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا(16) وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى(17)
إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى(18) صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى(19)
18- Bunlar ilk yapraklarda vardır. 19- İbrahim ve Musa’nın yapraklarında.
18- Bunlar ûlâ suhufda vardır. 19- İbrahim ve Musa’nın suhufunda.
إِنَّ “Gerçekten”
Türkçe gibi dünyanın hemen her dilinde meramınızı daha çok ses tonuyla anlatırsınız, önem verdiğiniz cümlelere vurgu yaparsınız. Arapçada ise bu böyle değildir. Arapçada vurgu yerine uzatmalar vardır. Onlar bizdeki vurgu anlamlarını vermez. Bir misalle anlatalım.
“Ben dün Ankara’dan geldim” derseniz, dün nerden geldiğinize cevap verirsiniz. Burada vurgu yapmanıza gerek yoktur. Arapçada olduğu gibi kelimeyi fiile yaklaştırarak yaparsınız. Türkçede bunu Ankara üzerinde vurgu yaparak başa alabilirsiniz “Ankara’dan ben dün geldim” derseniz, yine nereden geldiğinize dair cevap cümlesi kurarsınız. Arapçada bunu yapmanız mümkün değildir. Biz vurguyu az veya çok yaparak meramımızı anlatırız. Oysa Araplar vurgu ile meramlarını anlatmazlar, vurgu harflerini değiştirir veya çoğaltırlar.
Burada ne gibi etkiler vardır?
a) Fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanılmıştır. İsim cümlesi tamim için kullanılır.
b) Başta “İNNE” getirilmiştir.
c) Sonra “Le” getirilmiştir.
İşte bu tekitlerle bu ifadeye önem verilmiştir.
Tekitler derece derecedir.
a) Karşı tarafın bilgisi yoksa o zaman tekitsiz cümle kullanırız. Bu İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde vardı deriz.
b) Karşı taraf yanlış biliyor ama iddiası yoksa bir tekit yaparsınız.
c) Karşı taraf yanlış biliyor, aynı zamanda savunucu ise üç tekit yaparsınız.
d) Bile bile muannit ise artık konuşmayı kesersiniz.
Burada iki tekit yapıldığına, hattâ isim cümlesi ile üç defa tekit yapıldığına göre, demek ki insanlar bunu bir türlü kabul etmemektedirler.
Şimdi kısaca tarihe dönelim. Sonra da bugünkü iddiaları ele alalım.
İnsanlar göçebe ve tarım kentleri dönemlerini yaşıyorlardı. Kuzeyde orman tarımını yaşayan Sümerler Dicle ve Fırat kenarlarında küçük sulama tarımı ile geçiniyorlardı. Halkı dağınık olarak yaşıyordu. Organize olmuş kabilelere sahip değildi. Kuzeyde ise avcılık ve çobanlıkla geçinen halk güçlü kabile disiplinine bağlı olarak organize olmuşlardı. Fırat ve Dicle’yi kolayca işgal ederek oraya yeni teknolojiyi getirdiler. Bu da büyük sulama barajları idi. Hem suları depolayıp yazın da kullanılacak hâle getiriyor, hem de çok daha geniş alanı sulayabiliyordu. Bu sayede verim bire yüzler seviyesinde artmıştır. Çevreden göç toplayarak kentler oluşmuştur. Kabile hayatında birbirini tanıyan insanlar bir arada yaşadıkları halde, kent hayatında ise birbirini tanımayan insanlar bir arada yaşamaya başladılar. Bu sebepledir ki kişi yönetimi yeterli olmamış, yazılı kuralların konmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur.
Hazreti Nuh peygamber insanlara kurtuluş yollarını göstermiş ama insanlar uyanmamışlar, Nuh Tufanı olmuştur. Tevrat ve Kur’an’da anlatılan Nuh Tufanı’nı Batılılar son asırlarda inkâr etmişlerdir. Onlara göre Kur’an ve Tevrat esatirlerden ibarettir.
Burada esatir (mitoloji) hakkında da bilgi vermemiz gerekir.
Esatir, destan demektir. Toplulukların şairleri geçmişteki olayları romanlaştırıp halka anlatırlar. Manas Destanı, İlyada Destanı gibi destanlar vardır. Bunlarda tarih vardır ama tarih sadece malzeme olarak kullanılmıştır. Tamamen değişmiş ve bozulmuştur. Truva veya İlyada destanları böyledir. İçinde doğa olayları dışında oluşlar anlatılır ve müsbet ilmin sahipleri bunları elbette kabul etmez. Son asır Avrupa alimleri böyle bir yol izlemiş, Tevrat ve İncil’i esatir kabul etmişlerdir.
Yirminci yüzyılda yapılan kazılarda Tevrat’ta bahsedilen vakaların gerçek olduğu ortaya çıkmıştır. En başta tufan hikâyesi Mezopotamya’daki tabletlerde anlatılmaktadır. Tarihî vaka olmasa da Tevrat’ın en eski kaynakları aktardığı ortaya çıkmıştır. Yani Tevrat Mezopotamya’yı bilmektedir. Ne var ki Tufan’ın da tarihî vaka olduğu anlaşılmıştır. Çünkü denizin rusubatı olarak bir çökelti bulunmuş ve değişik yerlerdeki rusubatın yaşı aynı olmuştur. Tevrat’ta anlatılan ve Kur’an’ca da teyit edilen Mezopotamya tarihi tuğla üzerine kazılan yazıtlarla aydınlanmış bulunmaktadır. Henüz tabletlerin çoğu okunmamış ve değerlendirilmemiştir. Okundukça Kur’an ve Tevrat’ın anlattıkları teyit edilmektedir.
Hazreti İbrahim Mezopotamya’daki Ur şehrinden çıkıp batıya gitmiş, Mısır’a gidip oradan dönmüştür. Sonra onun torunları Mısır’a gitmiş, orada asırlarca kaldıktan sonra Filistin’e dönmüşlerdir.
Tevrat burada inmeye başlamıştır. Uygarlık tamamen yeni hayat getirmiştir. Ama insanın inanışı ve anlayışı değişmemiştir. Bir Yunan edebiyatını ele alın, Herodot tarihini ele alın. Bugün onları okuduğunuz zaman insan mantığının ne kadar geri olduğunu görürsünüz. Ama Tevrat’ı ve İncil’i okuduğunuzda çok az mantık dışı açıklamalar vardır. Hele Kur’an’da ise böyle bir şeyi bulmak hiç mümkün değildir.
İşte buradaki “İnne” Tevrat, İncil ve Kur’an’ın İlâhi kaynaklı olmadığını iddia edenlere vurgu yapmak üzere getirilmiştir. Yirminci yüzyıla gelinmiş, gerçekler ortaya çıkmış ama tekel sermaye hâlâ küfründe ısrar etmektedir.
هَذَا “Bu”
Bu işaret zamiridir. Cümlenin başına gelmiş, vurgu amacıyla gelmiştir.
Acaba neye işaret etmektedir? Yani eski sahifelerde olan nedir?
Sûrede bildirilenlere işaret etmiş olmalıdır. İşaret zamirlerinin sûrede daha önce geçmesi gerekmez. Mefhum veya kavramlara da işaret edilebilir.
Neye işaret edilmektedir?
Şimdi sûreyi baştan ele alıp tarayalım.
Önce sûre ikiye ayrılmaktadır. İki emir vardır; tesbih ve tezkir. Tesbih, metinleri lafızları ile tekrar etmektir. Okuduğumuz Kur’an tesbihtir. Tezkir ise o metinlerin manâsını anlatmaktır. Bu sûrede kendin tesbih et, başkasına tezkir emri verilmiştir. Peki, acaba burada hangisine işaret edilmektedir. İkisine birden işaret edilemez. Ya tesbihe ya da tezkire işaret edilmiş olur. “Zâ” yakına işaret olduğu için tezkire işaret ediyor demektir.
Zikranın menfaat vereceğini ifade ediyor. Tarihteki tüm uygarlıklar peygamberlerin zikraları ile oluşmuş ve gelişmiştir.
Anlatmanın ne yararı vardır?
a) Öğrenmek isteyenler öğrenmiş olurlar. Kimlerin öğreneceğini, kimlerin öğrenmeyeceğini baştan bilmediğin için sen herkese anlatmak zorundasın. Geçmişteki bütün peygamberler anlatmışlardır. “Resul” elçi demektir, gönderenin haberini gönderilene ulaştırır. “Nebi” ise haber getiren demektir. Demek ki gerek resul, gerekse nebi, zikrâ ile ilgilidir. Eski sahifelerde vardır. Çünkü eski sahifeler nebileri ve resulleri anlatmıştır.
b) Nebiler insanlara tebliğ ettikleri zaman onları dinleyenler olmuş, yanlarında yer almışlardır. Dinlemeyenler olmuş, onlar da helâk olmuşlardır. O halde eski sahifelerde mevcuttur.
c) Bütün peygamberler âhiretten, cennet ve cehennemden bahsetmiştirler. İnsanlar bu dünyaya âhiretlerini mamur etmek için gelirler. Yani, eski sahifelerde Allah’a iman olduğu gibi âhirete de iman vardır. Allah’a iman ve âhirete iman saadetin şartıdır. Bütün peygamberler bundan bahsetmişlerdir.
d) İmanın şartlarını altı olarak sayarlar. Diğerleri imanın rükünleridir. Ama iki şey imanın temel unsurudur; Allah’a ve âhirete iman etmek. Allah’a iman demek, hak ve vecibeleri kabul etmek demek, şeriat içinde yaşamak demektir. Âhirete iman da sorumlu olduğumuzu kabul etmek demektir. Peygamberler hep bu iki şey üzerinde durdular, ondan sonra da iki kurum getirdiler; toplanma/namaz ve bütçe/zekât. Uygarlık ancak bu sayede oluştu. Hazreti Adem’den gelen ve âhirete kadar sürecek olan temel inanç budur: Allah’a yani topluluğa inanmak, âhirete yani sorumlu olduğumuza inanmak. Buna göre davranmak ve buna göre yaşamak. Ondan sonra da toplantılara katılmak, ortak bir zaman oluşturmak; bir de zekât vermek, ortak bütçe oluşturmak. Kur’an ne yapıyor? Kur’an önce bunların fikriyatını oluşturuyor, ondan sonra uygulatıyor.
لَفِي “İçindedir.”
Bu tezkir önceki sahifelerin içindedir.
“Le” harfi tekit için gelmiştir. İnsanlar vahye inanmamakta, peygamberin sözlerini filozofların sözlerine benzetmektedir. Oysa tarihte birçok düşünür gelmiş ve kendi kafasından birçok sözler söylemiştir. Bunlar hep tümden gelenleri tarif etmişler, yüksek düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Bunların içinde en etkin olanı Marks’tır. Sermayenin verdiği destekle dünyayı zorla düşüncelerinin peşinde sürüklemiştir. Ancak ömrü yarım asır sürmüş, sermayenin desteği de onu kurtaramamıştır. Bugün hâlâ zorla sosyalizmi benimseyen Çin gibi ülkeler vardır; ama Çin halkı ve yöneticiler artık bu rejimi benimsemiş değildirler.
Oysa peygamber basit işlerle halkı çağırmağa başlar.
Nedir bu basit iş?
Tesbihtir... Tezkirdir...
Nitekim tarikatlar da böyle yaparlar. Bir kimse tarikat ehlinin cemaatlerine katıldı mı, ona basit bir şekilde görev verirler, her gün sabah kalkınca 50 defa “Allah” de derler. Kişi bunu söyledi mi kedisinde değişiklikler ortaya çıkar. Söyleyip söylemediğini şeyhi anlar. Söylemişse ‘devam et’ der. Sonra gittikçe daha fazla ama yine basit görevler verir.
Kur’an da bunu yapmaktadır. Önce ‘tesbih et’ diyor. Kendi kendine ‘sübhanellah’ de, kendi kendine ‘elhamdülillah’ de, kendi kendine ‘Allahu Ekber’ de, kendi kendine ‘estağfurullah’ de diyor. Ondan sonra ise ‘namazını kıl’ diyor. Daha sonra ‘zekâtını ver’ diyor. Böylece kişiyi olgunlaştırıyor.
Sonra da; ‘Anlat, başkalarına gerçekleri anlat’ diyor. Öğrendin, yaptın. Bundan sonra başkaları ile birlikte yapmaya çalış. Kur’an böyle diyor.
Bu sûre bize İslâmiyet’e geçişi, “Adil Düzen”e geçişi anlatmaktadır. Basit, sade, küçük, kolay davranışlarla cemaat olunacaktır.
Geçmişteki peygamberler de böyle yapmışlardır.
Bediüzzaman da böyle yapmış, ‘Risaleleri okuyun’ demiştir.
“Adil Düzen”e de okumakla geçilecektir. Kur’an okunacaktır, ama bugünkü sorunları çözen yorumları ile okunacaktır. Benim yaptığımı, bizim yaptığımızı birçok insan yapmaya başlayacaktır. Kur’an’ı yorumlayarak okuyacaklar, sonra bizim yaptıklarımızı yapacaklardır... Basit ekonomik faaliyetlerde bulunacaklardır... Sonra insanlar onların etrafında toplanacaklardır...
Eski sahifelerde olanlar ile bizim sahifelerimizde olacaklar arasında şu fark vardır. Onlar peygamberlerin etrafında toplanıyorlardı. Başkanlarını Allah göndermişti. Oysa bize peygamber gelmeyecek. Biz kendimiz cemaatimizi oluşturacağız. Başkanımızı kendimiz seçeceğiz. Böylece aşiretler oluşturacağız. Sonra aşiretler birleşecek ve kabileler olacaklardır. Başkanımızı yine biz kendimiz seçeceğiz. Sonra kabileleri birleştirerek şa’bları yani illeri oluşturacağız. Sonra birleşeceğiz ve kavimleri, tekrar birleşeceğiz ve insanlığı oluşturacağız. Bu insanlık ilk sahifelerin içinde yer alacaktır.
الصُّحُفِ “Sahifeler.”
“Sahf” üstünde yemek yenen tahta parçası yahut taş parçasıdır. Sahife yapraktan farklıdır. Yaprak iki sahifeden oluşur. Safha ise tek yüzlü olabilir. Üstünde yazı yazılan kayanın yüzü de sahifedir, tuğlanın bir yüzü de sahifedir. Bununla beraber çoğul olarak kullanıldığı zaman ciltlenmiş sahifeler demek olur.
“Sahife” “safha” kelimesi ile de akrabadır. Safha safha, adım adım demek olur. Ayrıca insanların musafahası da Kur’an’da zikredilmekte, affetme ile birlikte zikredilmektedir. Affetmek, kusurlu olması hâlinde kusurunu silmek demek ulur. Musafaha ise, kusur olmasa bile, ilişki kurmama, uzak durmadır. Uzak durmayınız, birbirinizle görüşünüz demek olur.
“Sohbet” de bunlara akraba kelimedir.
“Suhuf” demek, birbirine arkadaş olan yazı parçaları demektir.
الْأُولَى “Evvelkiler”
“eL-Ûlâ” ilk sahifeler anlamına gelmektedir. En ilk sahifeler, yahut daha önceki sahifeler denmiş olur. Kelimenin dişil gelmesi sahifelerin çoğul olmasından ileri gelmektedir.
Daha önce sahifeler şeklinde yazılar yok mu idi?
Mezopotamya’da kâğıt yoktu, tuğla üzerinde yazarlardı. Bunlar levhalar şeklinde idi. Bugün onlardan kütüphaneler yapılmıştır. Mısır’da papirüs vardı, kâğıt şeklinde idi. Ama sahife yapmaz, rulo yapar ve sararlardı. Bugünkü kitaba benzeyen sahifelerin Hazreti İbrahim’den başlamış olduğu anlaşılmaktadır. Bunun dışında vahiy Hazreti Adem’le başlar. Cebrail gelir ve peygamberlere anlatacağını anlatır, onlar da topluluğu idare ederlerdi. Hazreti Nuh’a kadar yazı yoktu. İlk yazı Mezopotamya’da Sümerler arasında yaygınlaşmıştır. Mısırlılar da başka türlü yazıyı geliştirmişlerdir. Ayrıca henüz okunamayan eski yazılar vardır. Hindistan’da ve Çin’de yayılmıştır. Anadolu’da Hititler kullanmışlardır. Henüz okunamayan ilk Girit yazısı da böyledir. Buna şekil yazısı denmektedir. Bu dönemde peygamberlere kitaplar gelmemiş, sadece şifahi vahiy gelmiştir. Bizim sünnete benzer şekilde şeriat oluşmuştur. Hazreti Nuh zamanında kanunlar vardı. Ancak bu kanunlar peygamberlerin yazılmış sözleri idi, Allah’tan gelen sözler değildi, onların manâsı idi.
Allah’tan gelen sözlerin ilk yazılmaya başlandığı dönem Hazreti İbrahim dönemidir. Bunlar Allah’ın sözlerini ihtiva ederler. Ancak tahrifattan masun değildirler. Çünkü insanlığa tahrifattan masun tek kitap gönderilecek, o da Kur’an olacaktı. Allah onları ikinci derecede bırakmak için tahrif edilmelerine izin vermiştir. İslâmiyet’te de sünnetler böyledir. Tahrif edilmekten korunmamıştır. Değişik rivayetler yer almaktadır. Allah eski kitapları ve sünneti kısmen korumuştur. Onlar sayesinde biz Kur’an’ı anlarız. Onlar bize Kur’an’ın nasıl anlaşılacağını öğretir. Bir de onlar Kur’an’ın Allah sözü olduğuna şehadet ederler. Ancak dinler ve mezhepler arası vahdet sağlansın diye tahrif edilmeden korunmuş yalnız ve yalnız Kur’an vardır.
Fıkıh kitapları vardır. Bunlar dört delile dayanarak hükümler çıkarırlar. Malik’in Muvatta’sı, Şafii’nin Ümmi’si, Ahmed’in Müsned’i, Hanefilerin Mebsut’u bu tür kitaplardır. Bu kitaplarda delile dayanmayan hükümler yoktur. Sonra delilsiz mezhep fıkıhları çıktı. Burada da fıkıh bütün olarak alınır. Kadıların uygulamaları için yazılmışlardır. Bir tür kanunlar gibidirler.
Ayrıca halkın ibadetlerini yapmaları için sadece hareketleri öğreten ilmihaller yazılmaya başlanmıştır. Bunlar pratik el kitaplarıdır. İçinde birçok uydurma hükümler vardır. Müçtehidin değil de, din adamlarının kendi tarikatlarını gösterir. İlim dünyasında bunların herhangi bir yeri yoktur.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu’nda fıkıh ilminin delilsiz hükümlerini toplamıştır. Bu fıkıh kitabı değildir, çünkü fıkıh delilsiz olmaz. Üniversitenin basması için ibadet bölümlerini çıkarmış, onları da ayrıca ilmihal olarak yayınlamıştır. Böylece lâik bir İslâm külliyatını oluşturmak istemiştir.
Oysa tüm fıkhın iki çeşit hükümleri vardır; dinî hükümler ve kazaî hükümler. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Hepsi birdir. Sadece dinî hükümlerin karşılığı Allah’a aittir. Yargı karışmaz. Kazaî hükümler ise hakemlerce tesbit edilir, hükümetçe icra edilir.
İslâmî ilimleri bilmeyen mücahitler vardır. Bunlar İslâmiyet için savaş vermişlerdir. Amelleri meşkurdur. Halk onları ululaştırmıştır. Cahil oldukları için ilme düşmandırlar; ‘bize ilmihal yeter’ diyorlar. Oysa ilmihal İslâmî eserlerden bile değildir. Kur’an’ın dışındaki bütün eserler ilk sahifelerdendir. Tahrif edilmeye müsaittirler.
O halde vahyi şöyle sıralayacağız:
1) Şifahi vahiy. Hazreti Adem’den Hazreti Nuh’a kadar gelmiş, birkaç nesil sonra unutulmuştur. Ancak yakınlara tebliğ edilmiştir.
2) Sünnet, şifahi vahyin yazıya dönüşmüş şeklidir. Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen peygamberlerin sünnetleri yazılmıştır. Onların kitapları yoktur.
3) Hazreti İbrahim’den sonra gelen kitaplar yazılmıştır. Bunlar İbrahim’in sahifeleridir. Musa’nın sahifeleri de bunlardandır. Bunlar Allah’ın sözleri olarak gelmiş ve yazılmıştır. Mushaf hâline getirilmiştir. Ne var ki bunlar tahrifattan korunmuş değildirler. Zamanla farklı şekillerde yazıldılar. Kelimeler değiştirildi, kelimeler eklendi, kelimeler çıkarıldı, kelimelerin manâları değiştirildi. Daha da ilerisi oldu, bunların dilleri unutuldu. Sadece başka dillerde tercümeleri kaldı.
4) Dördüncü vahiy ise kitap hâline getirildi. Kendileri sahifelerde değiştirilmedi, korundu. Sadece sözleri korunmadı, aynı zamanda manâları da yani dili de korundu. Bu tek kitaptır. O da Kur’an’dır.
Eski kitaplarda Kur’an’ın tamamı yoktur. Tesbih yoktur. Tezkir vardır. İşte bu sebepledir ki “HâZâ” kelimesi müfret müzekker gelmiştir.Eski kitaplarda tesbih yoktur, sadece tezkir vardır. Tesbih lafzîdir. Tezkir ise manâdır.
Sonra “Fî” ile gelen istiğrakı içermez. “Ahırda koyunlar vardır” dediğimiz zaman, bütün koyunlar ahırda vardır anlamına gelmez. O halde eski sahifelerde zikrin tamamı vardır anlamına gelmez. Kur’an eski kitapların tamamını ve kıyamete kadar olacak zikrin tamamını içerir ama hiçbir dönemde Kur’an zikrinin tamamı gerçekleşmez.
Bizim zamanımızı düşünelim. Kur’an’ın bir kısmını anlayacak, o anladığımız kısımlar zikir olacak, bizim için zikir olacaktır. Ama çağımızda, hattâ bin yılımızda anlaşılan zikir Kur’an’ın içerdiği zikrin çok küçük bir cüzüdür.
Kur’an çobanlık dönemini yaşayan Arapların içine inmiştir. Kur’an tarım uygarlığı içinde birinci uygulamasını yaşamıştır. Şimdi sanayi dönemine geçilmektedir. Kur’an bugünün bütün ihtiyaçlarını tezkir etmiştir. Bu dönemden sonra denizlerde hayat başlayacak, Kur’an oranın hayatını da düzenleyecektir. Ondan sonra göklere çıkılacak, Kur’an o hayatı da düzenleyecektir. Sonra uzaya gidilecek, Kur’an o hayatı da düzenleyecektir. Eski sahifelerde mevcut olan zikir, Kur’an’ın içerdiği zikrin küçük parçasıdır.
Bununla beraber, Kur’an’da anlatılanların anlaşılması için onların bilinmesi gerekmektedir. Allah insanlara uygarlaşma imkanını sağlamıştır, ama ruhi yapılarını değiştirmemiştir. Yunan klasiklerini okuduğunuz zaman sanki biz orada yaşıyormuş gibi oluruz. Bundan elli sene önceki hayat bugünden çok farklıdır. Cep telefonu yoktu. Telli telefonları da halk kullanamıyordu. Şimdi nefes alıp verir gibi hemen herkes cep telefonu taşıyor. Ama bizim ruhi yapımızda bir değişiklik olmamıştır.
“Sahifeler” harfi tarifle gelmiştir. İstiğrak için gelmiştir. Bu bütün eski sahifelerde vardır. Demek işaret edilen şey öyle bir şeydir ki, İlâhî sahifelerin hepsinde o mevcuttur. Yahut Kur’an’da olanlar eski kitaplarda dağınık olarak vardır demektir.
Şimdi bunun manâsını daha iyi anlamanız için yine tarihe dönelim.
İnsanda dört meleke vardır; his, fikir, irade ve ünsiyet.
Hisler, iyiyi kötüden ayırır. Fikirler, doğruyu yanlıştan ayırır. İrade, zararlıyı yararlıdan ayırır. Ünsiyet, haksızlığı zulümden ayırır.
Hisler ne yapılacağını tesbit eder. Fikirler nasıl yapılacağını tesbit eder. İrade ne zaman yapılacağını tesbit eder. Ünsiyet yapılanlardan nasıl yararlanılacağını tesbit eder.
Hisler sanatla ifade edilir. Fikirler dil ile ifade edilir. İrade teknikle gerçekleşir. Ünsiyet hukukla sağlanır.
Bunların da dört sosyal müesseseleri vardır.
Din, hislerin sanatla içtimaileşmiş şeklidir. İlim, fikirlerin dille içtimaileşmiş şeklidir. Ekonomi, iradenin teknikle içtimaileşmiş şeklidir. Yönetim, ünsiyetin hukukla içtimaileşmiş şeklidir. Din sevgiye, ilim tartışmaya, ekonomi çıkara, yönetim güce dayanır.
Din ne yapılacağını tesbit eder. İlim nasıl yapılacağını tesbit eder. Ekonomi kimin yapacağını tesbit eder. Yönetim ise hâsılanın kimlere ait olacağını tesbit eder.
Başlangıçta insanlar henüz uygarlaşmamış, insanlık olarak henüz rüşte ermedikleri için hislerle yani dinlerle yönetiliyordu. Mezopotamya ve Mısır’da gelişen uygarlıklardan sonra insanlar artık müesseselerini dinden ayırmak zorunda kalmışlardır.
Önce ilim dinden ayrılmıştır. Sonra yönetim dinden ayrılmıştır. Sonra ekonomi dinden ayrılmıştır. En sonunda din kendi sahasına çekilmiş, diğer müesseselerle eşit hâle gelmiş, böylece lâik düzen gelmiştir.
Hazreti İbrahim ilmi dinden ayırdı. Hazreti Musa şeriatı dinden ayırdı. Hazreti Davut ekonomiyi dinden ayırdı. Hazreti İsa da lâikliği getirerek dini bağımsız hâle getirdi.
Din kişileri yetiştirecek, ilim kişileri yetiştirecektir. Yönetim ve ekonomi de bu yetişkinlerle düzen kuracaktır.
Görülüyor ki, Kur’an’dan önce gelen kitaplar insanlığa değişik çağlarda ayrı ayrı lâik düzen getirmişlerdir. Kur’an ise yeni bir inkılâp yapmamıştır. Kur’an sadece bu ayrı ayrı yapılanları birleştirip bir barış düzeni olarak birlikte uygulamıştır. İşte bu gözle baktığımızda geçmiş sahifelerin tümünde Kur’an’da olan düzen vardır. Ama ayrı ayrı yoktur. İşte bu sebepledir ki çoğul marife gelmiştir. Hepsinde birlikte onlarda vardır. Ama ayrı ayrı onlarda yoktur. Hepsi birden yalnız Kur’an’da vardır.
O halde çok kolaylıkla şunu anlıyoruz ki, bu yani Kur’an’da olan zikir bütün eski kitapların hepsinde vardır. Kur’an onların tümünü birleştiren son ortak metindir. Bunu şöyle izah edebiliriz. Eğer Hazreti İbrahim usulü fıkhı bilseydi ve kendisine Kur’an inzal edilmiş olsaydı, İbrahim’in sahifelerinde olan fıkhı istidlâl ederdi. Çünkü Kur’an o devrin hükümlerini de içermektedir.
Bunu şöyle açıklayalım. Çarpmayı bilmeyen tüccar yanına muhasip alır. Yaptığı alışverişin sonunda ‘kaç lira tuttu’ der ve muhasibinin söylediği ile karşı tarafın istediği tutarın parasını öder. Kur’an’dan önce gelen peygamberler insanların muhasibi idiler. Tüccar yeter derecede olgunlaştıktan sonra o muhasibinden çarpmayı öğrenir. Ondan sonra artık muhasibe maaş vermekten kurtulur. Aldığı malların bedelini kendisi hesaplar. İşte, Hazreti Muhammed aleyhisselâm insanlığa muhasip olarak değil, öğretmen olarak gönderildi, insanlara hesabı öğretmekle görevlendirildi. O da insanlara içtihat ve icma yapmayı öğreterek vazifesini yaptı. İnsanlık şimdi kendisi hesaplar yaparak borcunu ve alacağını bilmektedir.
Kur’an bu ifadeyle, bu Kur’an eski sahifelerin yanında vardır diyor.
صُحُفِ “Suhufunda”
“İbrahim ve Musa’nın suhufunda.”
“Suhuf” burada bedeldir. İlk sahifelerden maksat İbrahim ve Musa’nın sahifeleri. Birincisinde tavsif edilmiş, burada izafe edilmiştir.
İlk sahifeler hangileridir?
Hazreti İbrahim’den önce yazılı metin gökten inmemiştir. Gerçi İslâm geleneğinde Hazreti Adem’den beri sahifelerin indiğini ileri sürerler. Ancak bu ilmî gerçeklere aykırıdır. Çünkü Hazreti Nuh’tan önce yazı bilinmiyordu, gerek de yoktu.
Kur’an ise İbrahim’in sahifelerine ilk dediğine göre, yazılı metinler Hazreti İbrahim zamanında inmeğe başlamıştır. Böylece müsbet ilim ile Kur’an birbirini teyit eder.
Uygarlığın büyük buluşlarından biri olarak da kâğıt kabul edilir. Hazreti İbrahim Mısır’a gitmiş ve orada papirüsü ya da parşömeni öğrenmişti. Oysa Mezopotamya’da levhalar vardı. Kâğıdı levhalar hâline getirirseniz sahifeler çıkar. İşte Mısır papirüsünü parçalar da ciltlerseniz, mushaf çıkar. Bunu başlatan da Hazreti İbrahim aleyhisselâmdır.
إِبْرَاهِيمَ “İbrahim’in sahifeleri”
Hazreti İbrahim Mezopotamya’da yetişmiş, Azeri bir aileye mensup bir kimsedir. Babasını ve çevresini puta tapar bulmuştur. Onlarla aklî yoldan mücadeleye girişmiştir. Her kabile gökteki yıldızlardan birini seçer ve onu kendisine tanrı yapardı. Her kabile kendi tanrısının galip geleceğine inanırdı. Hazreti İbrahim de işe Tanrı’sını seçmekle başlamış ve halkına demiştir ki; “Bu en parlak yıldızdır. O halde bu tanrıdır, ben ona tapacağım!” Böylece halkı tek Tanrı’ya ısındırmağa başlamıştır. Yıldızların yanında ay daha parlak olduğu için; “Hayır, ben aya tapacağım!” demiştir. Bunlar kaybolup güneş gelince; “Diğerleriyle ne işim var, bu onlardan daha parlak, ona tapacağım!” demiştir. Ancak o da batınca, “Ben bunlara tapamam!” demiş ve onları da var eden tek Tanrı’ya yönelmiştir.
Hazreti İbrahim bir gün kralla tartışmaya girişmiş; “Benim Rabbim öldürür ve diriltir.” demiş. Kral da insanlardan birini öldürmüş, birini hayatta bırakmış. Hazreti İbrahim ise; “Öyleyse, Rabbim güneşi doğudan doğuruyor, sen batıdan doğur.” demiştir.
Hazreti İbrahim ölülerin temsili dirilmesini de şöyle öğrenmiştir. Kuşları kendisine alıştırıyor. Onları çağırınca kendisine geliyorlardı. Böylece deneme yoluyla, benzetme yoluyla tekrar dirilmeyi ortaya koyuyordu.
Hazreti İbrahim en açık mücadeleyi putları kırmakla yapmıştı. Onlara göre putlar zarar vereni çarpacaktı, ama çarpmadı. Halk olanları soruşturunca da, Hazreti İbrahim, “Onları bu büyük put kırdı!” demişti. Böylece onları düşündürmeğe başlamıştı.
Hazreti İbrahim’i yakmak üzere odun yığınlarının ortasına koydular. Çevresinden ateşe verdiler. Alttan hava akımı başladı ve Hazreti İbrahim’in olduğu yer soğuk bir yer oldu. Odunlar kül oldu ama Hazreti İbrahim’e bir şey olmadı. Onlara doğa olaylarında da Allah’ın nasıl insanlara hükmettiğini gösterdi.
Şimdi şu sual sorulabilir:
Hazreti İbrahim neden ilimle işe başladı da, mesela ekonomi ile başlamadı?
Bunun sebeplerini şöyle özetleyebiliriz:
1- Mezopotamya -her şeyden önce- sulama tarımı yapan bir ülkedir. Sulama tarımı yapan ülkenin takvimi iyi bilmesi gerekir. Bu sebeple Mezopotamya’da astronomi ve diğer ilimler doğmuştur. Mezopotamyalılar akılları ile bunu anladılar.
2- Hazreti İbrahim insanlığı vahyin yönetiminden çıkarıp aklın yönetimine götürmenin temelini atmıştır. Bu da ancak ilmî düşüncenin mahsulü olabilir. Nitekim bundan sonra Mezopotamya ilminin Yunan düşünürlerine etkisi ile uygarlık o çizgide devam etmiştir. Hazreti İbrahim peygamber bu sebeple ilimle tebliğe başlamıştır.
3- Başlangıçta yönetime din hakimdi. Gelecekte dünyaya ilim hakim olacaktır. Bu sebeple uygarlığa geçiş ilim ile başladı. Önce ilim dinden ayrıldı. Sonra yönetim ayrıldı. Sonra ekonomi ayrıldı. En sonunda din kendi sınırlarını çizdi.
4- İnsanların dinleri, yönetimleri, ekonomileri farklıdır. Fraklı sosyal gruplar oluştururlar. Ama ilim gruplara göre değişmez. Hazreti İbrahim tüm insanları birleştirmek istediği için ilimle işe başlamıştır.
“İBRAHİM” kelimesi “İF’ALİL” kalıbındadır. İsmail ve İsrail de bu kalıptandır. İbranice olmakla beraber Arapçada bir kalıp olmuştur. İbrahim “BRH”den, İsmail” SMG”den, İsrail “SRY”den türemiştir. İsmail, söz dinleyen olduğu için bu adı almıştır. İsrail ise göç eden anlamındadır.
“BRH” kökü/kelimesi “burhan”dan gelmektedir. “BRH” ise “berk”ten gelir, şimşek demektir. Birden ortalığı aydınlattığı için burhan da ışık ama birden ortaya çıkan delildir. Hazreti İbrahim insanlığa burhanı öğretmiştir. İlim de burhana dayanmaktadır.
1- Yıldız, ay ve güneş kıssasında insanları doğru yola götürmek için baştan reddetme yerine, onların taptıklarına o da ‘rabbim’ demiştir. Burada onlar hangi yıldızın rab olduğunu tartışıyorlardı, yıldızlardan başkasının rab olacağını düşünmüyorlardı bile. Onların içinde aramış fakat ayda karar kılmıştır.
2- Ay yıldızlardan daha parlaktı, daha büyüktü. Yıldızların değil onun tanrı kabul edilmesi gerekirdi. Onların mantıklarına göre onları düşündürmektedir. Öyle ya, madem güçlü ve büyüğe ibadet edilecek, küçücük yıldızlara niçin tapılsın. Burada o zaman Mezopotamyalılar yıldızların daha büyük olduğunu bilmiyorlardı.
Usulde bu mucibun bi’l-kavl ile tefsir edilir. Yanlış da olsa, onların kabul ettiğini onlara delil olarak sunmaktır. Ay yıldızlardan daha büyük değildir, ama siz onu yıldızlardan büyük kabul ediyorsunuz. O halde sizin mantığınıza göre aya tapılması gerekmez mi? Böylece onları düşündürmeye başlamıştır.
3- Sonra da sıra güneşe gelmiştir. Böylece güneş çok daha büyüktür.
4- Bütün bunlardan sonra ben uful edenlerden hoşlanmam dedi ve bunları rab değil de bunları yaratanı rab olarak kabul ettiğini bildirmiştir. Bu mantık bugünkü ilmin vardığı sonuçtur. Yaratanı biz yaratılanlar ile biliyoruz. Ama yaratılanlar sonradan yaratılmış, sonunda da kaybolacağı için onlar rab değil de onları var eden rabdir. Nasıl insan baş veya beden değilse, insan onları hareket ettiren ruh ise; kâinatta olanlar da Allah değildir, onları var eden Allah’tır.
Hazreti İbrahim aleyhisselâm bundan başka kralla yaptığı tartışmada yarışmak için yapılanlara sahip çıkma değil, yapılmayanları yapmıştır. Rabbim güneşi doğudan doğurmuştur, sen batıdan doğur dediğiniz zaman, aslında o da ona batıdan doğursun diyebilirdi. Ama diyemedi. O takdirde tanrısız yani rabsiz kâinatı kabul edecek, her şeyin kendiliğinden olduğunu iddia edecekti. Bu İbrahim’in Rabbini ortadan kaldırırdı ama o zaman onun rablığı da ortadan kalkardı. O halde tartışmada karşı tarafın varsayımları üzerinden yürümek gerekir.
Hazreti İbrahim Peygamber başka bir şey yaptı. Putları kırdı ve ‘bunu büyükleri yaptı’ dedi. Bu mantıkla ne yapmış oluyordu?
a) Putlara dokunan çarpılır iddiası vardı. Bu iddia boşa gitmişti. Çünkü Hazreti İbrahim’e bir şey olmamıştı.
b) Sonra büyük putun yanında küçük putlar varsa, bu tanrılık demek değildi. Demek ki büyük put bir şey yapamaz. Yani şirk demek aslında Tanrı’yı inkârdır. Tanrılar sonradan yaratılmışlarsa onlar tanrı değildir. Tanrılar beraber varsalar, o zaman aralarında mücadele olacak ve yok olacaklardır.
c) Hazreti İbrahim putların saçmalığını anlatmakla değil, fiili darbe ile sorunu çözmüştür. Çünkü tüm inançlar böyle berhava olmuştur.
d) Putperestlik, heykel tapıcılığı yirminci yüzyıla kadar uzamıştır.
Mustafa Kemal müsbet düşünen bir kimsedir. Hiçbir zaman hiçbir yerde kendisinin üstünlüğünü iddia etmemiştir. O ilmî ilkelere dayanmıştır. a) Hakimiyeti Milliye, b) Kuvvayı Milliye, c) Vahdeti Kuvva, d) Müsbet ilim ilkeleri onun Kurtuluş Savaşı ilkeleridir. Mustafa Kemal milliyetçiliğini de dört ayak üzerinde oturtmuştur: Türk vatandaşı olmak, Türkçe bilmek, Müslüman olmak ve ben Türküm demek. Mustafa Kemal İslâmiyet’le değil hurafelerle savaşmıştır. Burada hatalı olabilir. Hurafe olmadığı halde kendisi hurafe sanmış olabilir. Ama o hurafelere karşı çıkmıştır. Mustafa Kemal tamamen aklî ve ilmî olan altı oku kendisine rehber edinmiştir. Cumhuriyet ile lâikliği, inkılâpçılık ile milliyetçiği, devletçilik ile halkçılığı dengeleyerek İslâmî düzeni doktrinleştirmiştir.
Sonra ne oldu? Bu ilkeler çiğnendi ve havaya atıldı. Yok edildi. Yerine batı taklitçiliği ortaya çıkarıldı. Ama kendisi tanrılaştırıldı. Ülke onun resim ve heykelleri ile dolduruldu. Anıtkabir’de Kâbe gibi ziyaret ettirildi. Saygı duruşları ile heykellerine tapıldı. Sağmış gibi kendisine hitap edilmeye başlandı. Bunlar küfürdür, şirktir.
İşte Hıristiyanlık da böyle yapmıştır. İncil’i kenara itmiş ama İsa’ya tapılmaya başlanmıştır. Kur’an buna şiddetle karşı çıkmaktadır.
İşte Hazreti İbrahim’in savaş açtığı bu heykel tapıcılık idi. Tevrat şirki çok büyük suç saymaktadır. Kur’an ana cihadını buna oturtmuştur.
Bu husustaki savaşı o kadar güçlü ve etkileyicidir ki, sermaye sözcüsü âlim taslakları, tek tanrıcılığı Hazreti İbrahim’in getirdiğini iddia etmektedirler. Tek Tanrı Hazreti Adem’den beri vardır. Hazreti İbrahim tek milliyetçiliği getirmiştir. Tüm insanların barış içinde yaşamalarını istemiştir. “Barışanlar” manâsında “milleten müslime” demiştir.
Mülle, ağzı dikilmiş dolu çuvaldır. Millet de insanlığın en büyük ümmetidir. Hazreti İbrahim tüm insanları tek millet olarak birleştirmekle görevlidir. Bu birliğin kaynağı ise barıştır. Barışı da ancak hakemler tesis edebilir.
وَ “Ve”
“Ve Musa’nın” demektedir. İbrahim’in sahifeleri ayrı, Musa’nın sahifeleri ayrı olsaydı “ve suhufi” derdi. Demek ki Musa’nın sahifeleri ile İbrahim’in sahifeleri ayrı değildir. Eğer tamamen aynı olsaydı ve harfi getirilmezdi. O halde sahifeler hem birdir hem de ayrıdır.
Şimdi elimizde Hazreti İbrahim’in sahifeleri yoktur. Ama Tevrat’ta o sahifeler tanıtılmıştır. Dolayısıyla Tevrat’ta Nuh Tufanı’ndan bahsediliyor. Demek ki bu Hazreti İbrahim’in sahifelerinde de vardır.
مُوسَى “İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde vardır.”
Hazreti İbrahim’de ilim vardır, Hazreti Musa’da şeriat vardır. Tevrat şeriat kitabıdır.
İnsanlar binlerce yıl dinle yönetildi. Şeriat dönemine geçmek sanıldığı kadar kolay olmamıştır. İnsanlar alışkanlıklarını kolay kolay bırakmıyorlar.
Hazreti İbrahim önce insanların düşüncelerini lâikleştirmek istedi. Yirminci yüzyılda bile, yani dört bin senedir insanlık henüz bu seviyeye ulaşamadı. Oysa fıkıhçılar bin sene evvel müsbet düşünceyi tamamen yerleştirmişler.
Batılıların hukuku hâlâ keyfî kabullere dayanıyor, saçma saçma kurallarla hukuku oluşturmaya çalışıyorlar. Elektriğin kanunları vardır. Siz o kanunlara dayanmadan bir motor yapsanız, bir tanesindeki aksama motoru çalıştırmaz. Bir kızak böyle değildir. Basit olduğu için parçalanıncaya kadar at onu çeker. İlkel topluluklarda hesapsız kitapsız işler yapılabilir. Ama günümüzde devlet düzeni artık sosyal kanunlara tâbidir. Bir somunun, bir cıvatanın gevşemezi tekerleği yerinden fırlatır ve araba parçalanır. Batı sanayi devrimini yaptı ama daha hukukta ve yönetimde devrim yapamadı. O bunu yapamaz. Çünkü bu devrim ancak vahye dayalı olarak yapılabilir.
Hazreti Musa Tevrat’la bir proje getirdi. O proje uygulandı da Roma doğdu. Roma hukuku Tevrat hukukudur. Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı lâikleştirerek Stoa okulu olarak Roma’ya aktarmıştır. Roma’nın on iki levha kanunu, Tevrat’ın beşerileştirilmesinden oluşan bir hukuktur. Sonra Roma Hıristiyan olunca Jüstinianos (Jüstinyen, 482-565) iyi bir Hıristiyan olarak Roma hukukunu tamamen Tevratlaştırdı.
Hazreti Musa lâik hukuku getirdi. Şöyle ki, Tevrat’ta cennet ve cehennemden bahsedilmez. İsrail oğullarının o günkü din işlerini kardeşi Harun yüklenmişti. Tevrat dışında tüm inançlar vardı. Tevrat’ta yoktu ama İsrail oğullarında âhiret inancı mevcuttu.
Tevrat’ta âhiretten neden bahsedilmez? Bahsedilmez çünkü Tevrat lâik hukuktur. Yalnız Yahudileri değil bütün insanları yönetecektir. Orada inanç değil tarafsız akıl hakim olacaktır. Böylece Tevrat’ta lâik yönetim gelmiş bulunmaktadır. İnsanlığın lâikliği öğrenmesi için başka bir yol daha uygulanmıştır. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyor, başka kavimlerin dini olmuyordu. Böylece İsrail veya Yahuda devletleri diğer halkların dinlerine karışmıyordu. Bu sayede lâik yönetim öğrenilmiştir. Sonra bunu Persler uygulayacak ve yeryüzünde lâik devlet yönetimi doğacaktır.
Hazreti İsa ise müritlerine Hazreti Musa’nın aksine şeriatı değil tarikatı öğretti. Müritlerine, ‘kralınkini krala Allah’ınkini Allah’a veriniz’ dedi. Böylece lâikliği kesin olarak sistematik bir biçimde ortaya koymuştur.
Kur’an ise emirlerin bir kısmını kazai teminat altına almış, bir kısmını ise âhirete bırakmıştır. Böylece lâiklik İslâmiyet’le daha sistematik olarak başarılmıştır. Medine’ye geldiklerinde ilk yazılı sözleşme yapılmıştır. Burada lâikliğin ilkeleri konmuştur. Herkes inancında serbest bırakılmış, sonraları cizye verenler savaşa katılmaktan da muaf tutulmuşlardır. Böylece başlayan lâik yönetim Osmanlıların yıkılmasına kadar aksamadan sürmüştür.
Osmanlı devletinde lâiklik nasıl oluşmuştur?
a) Osmanlı yönetimi nüfusları yüzde 50’lerden daha fazla olan ekalliyetlerin (azınlıkların) dinî faaliyetlerine asla müdahale etmemiştir. Tam tersine aralarındaki kavgaya son vermiştir. Her mezhep mensubu kendi hukuku ile muhakeme edilmiştir. Osmanlılar yalnız zimmîleri dinlerinde serbest bırakmamış, aynı zamanda İslâm mezhebinde olanların hepsini kendi dinlerinde tamamen serbest bırakmıştır. Herkes kendi mezhebine göre muhakeme edilmiştir. Osmanlılar dinde kimsenin çalışmalarına katılmamış, tekkeler, zaviyeler, manastırlar hep devlet denetimi dışında kalmıştır.
b) Medreseler de tamamen serbest olup devlet asla müdahale etmemiştir. Mescitlerin civarında oluşan medreselerde talebeler ve hocalar oturur, mescidin içinde ise rahle üzerinde ders yaparlardı. Ders aleni idi. Namaza gelenler rahle rahle dolaşır ve kimin dersini isterlerse onu dinlerlerdi. İstediklerinin de devamlı talebesi olur ve ondan icazet alırlardı. Devlet onların diplomasını kabul eder veya etmez. Ama ayrıca resmi diploma bile yoktu. Medreseler tamamen bağımsız idi.
c) Osmanlı devleti esnaf teşekküllerine de karışmazdı. Halk kendileri ahi teşkilatı kurar, kendi çarşılarında kendi koydukları kuralları uygularlardı. Vergi dışında devletin onlardan istediği bir şey yoktu. Vergi de fıkıhta belirtilmişti. Yönetim halktan istediği vergiyi alamazdı. Şer’an ne konmuşsa veya baştan cizye olarak ne belirtilmişse o alınırdı.
d) Siyasette de tam lâiklik vardı. İsteyenler bedel vererek askere gitmezler, savaşa katılmazlardı. Asker olanlar da kendi seçtikleri komutanlara tâbi olarak askere giderlerdi. Böylece askerin işine dahi karışmazlardı.
İşte Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa’nın kadim şeriatı ile sonradan gelen şeriatların arasındaki fark budur. Kadim şeriat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyordu. Hıristiyanlık ve Müslümanlık tüm insanlara hitap etti.
Burada bir şeye daha temas etmemiz gerekir. O da şudur. Hazreti İbrahim’in dört oğlu daha vardı. Hazreti İbrahim onları doğuya gönderdi. Onlar Hindistan’a gittiler ve Brahmanizmi kurdular. Brahma, İbrahim dini idi. Ne var ki onlar da sadece kendi çocuklarını dinlerine aldılar ve sınıf oluşturdular. Bugün Hindistan’da mevcut olan kast sistemi bu lâiklik ilkesinden doğdu. Batıda İsrail oğulları, doğuda da Brahmanlar üst sınıfı, yönetici sınıfı oluşturdular. Batıda Hazreti İsa Tevrat’ı beşerileştirip tüm insanlığı Allah’ın dinine İncil’le davet etti. Doğuda da Buda aynı şeyi yaptı. Çin’de Budizm yayıldı ve beşeri din oldu.
Demek ki Tevrat ve Brahman Vedaları Suhufi Ûlâyı teşkil eder. İncil ve Budistlerin Burkanları ise Ahdi Cedidi oluşturur. Kur’an tüm bunların sonuncusudur. Yani insanlık Kur’an ile kemale erdi. Artık yeniş kitap gelmeyecek ve yeniden peygamberlik olmayacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-485/ADİL DÜZEN DERSLERİ-315 İstanbul, 15 Kasım 2008
NUMAN KURTULMUŞ VE
BARAK HÜSEYİN OBAMA
2008’de inkılap olacağı hususunda Akevler “Adil Düzen” dergisinde beş altı sene önce bir yazımız çıkmıştı. Amerika’da başkanlık seçimlerinde değişiklik olacağını belirtmiştik. 2008’in sonlarına geldiğimizde neler olmuştur? İki mühim olay olmuştur. Biri Numan Kurtulmuş’un Saadet Partisi Genel Başkanı olması, diğeri de Barack Obama’nın ABD Başkanı olması. Bunların ikisi de insanlık tarihi, III. Bin Yıl Uygarlığı için önemli adımdır.
Belki siz Numan Kurtulmuş’un seçilmesi ile Obama’nın seçilmesini nasıl karşılaştırırsınız diyebilirsiniz.
Oysa insanlığın III. bin yılını “Adil Düzen” oluşturacaktır.
Amerika’daki seçim “Adil Düzen”in rahat çalışması için atılan bir adımdır.
Numan Kurtulmuş’un seçilmesi “Adil Düzen” için atılmış bir adımdır.
Saadet Partisi on yıldır iki tarafın çekişmesi içindedir. Adil Düzen karşıtı olan grup vardır, bu grubun başını Oğuzhan Asiltürk (Durmuş Durdu) çekiyordu. Erbakan ise Adil Düzen taraftarı idi. Ne var ki Erbakan adeta etkisiz hâle getirilmişti. Numan Kurtulmuş dahil “Adil Düzen”i ağzına alan yoktu. Ama aleyhinde canla başka faaliyet gösterenler vardı. Bu çatışma “Adil Düzen”in çıkış yeri olan Akevler ile Saadet’in arasını açmıştı. AK Partililer Akevler’e karşı tavır takınmıştı. Adil Düzenci olarak Saadet Partilisiniz diyorlardı. Saadetçiler de Adil Düzenciyiz diye tavır takınmıştı. Böylece biz adeta iki arada bir derede kalmıştık. Hattâ bu yüzden bir ara yeni siyaset arama içine bile girdik.
Millî Görüşün akıbeti ANAP’a benzeyebilirdi. Erbakan’dan sonra dağılır ve unutulup giderdi. Bundan önceki başkan seçiminde Adil Düzen usulüne yakın bir seçim yapılmış, üç aday gerektiği gibi bir sırayı alarak dağılmaktan kurtulmuştu. Bu sefer de Erbakan’ın müdahalesi ile tek adayla kongre yapılmıştır. Böylece Millî Görüşün başkan seçme geleneği oluşmuştur. Bu olay büyük bir olaydır. Bundan sonraki seçimlerde çekişmesiz bir şekilde başkanlarını seçebilecekler demektir. Bu büyük bir gelişmedir. “Adil Düzen”in artık kökleştiğini anlatıyor. Partinin kendi iç düzenini zamanla Adil Düzene göre ayarlayacağına alamettir.
Seçilen fazla önemli değildir, seçenler önemlidir. Seçenler iradelerini belirlemişlerdir. Seçmenler Erbakan’a karşı çıkmadan dediklerini kabul ettirmişlerdir. Erbakan da Adil Düzene karşı olmayanlar arasından seçmenlerin istediğini seçmiştir. Adil Düzene göre çok büyük adım atılmıştır. Bundan sonra Numan bey ne yapacaktır? O da onu seçenlerin anlayışına bağlıdır. Onlar Adil Düzen karşıtı değilseler, başkanlarını Adil Düzen Çalışanları olan Akevler ile işbirliği yapmaya zorlarlar ve sonu selamet olur. Erbakan yıllarca Adil Düzencilerle çalıştı, Adil Düzeni birlikte oluşturdular. İstişareyi ayıp sayanlar hüsrana uğrarlar.
Barack Obama’nın durumu aynıdır. Obama’nın başarılı olup olmaması, iyi adam olup olmaması ayrı şeydir, Amerikan halkının Obama’yı seçmesi ayrı bir şeydir. Gerçek şudur ki, bugünkü Batı uygarlığın oluşmasında ABD’nin büyük payı vardır. Ne var ki takip ettiği büyük kötü siyaset sebebiyle son zamanlarda itibarını yitirmiştir. Tekel sermayenin dünyayı sömürme jandarmalığını yaptığı için onların yanında olamıyor, onları sevmiyorduk. Ama şimdi ABD halkı bu seçimde bağımsızlığını ilan etmiş, sömürü sermayesinin emri dışına çıkmıştır. Böylece ABD’nin de Adil Düzene büyük katkıları olacaktır.
Kur’an, III. Bin Yıl Uygarlığını Hıristiyanlarla Müslümanların kuracağını haber veriyordu. Avrupalılar için bunda ümitli, oysa Amerikalılar için ümitsiz idik. Ama bu seçimde Amerikan halkı bizi son derece ümitlendirmiştir. Artık ABD halkını da AB halkı kadar kendimize yakın buluruz. Artık Avrupa-Amerika savaşı son bulacak, insanlar cehaletle ve ilkellikle savaşta birleşeceklerdir. Artık dünyaya tahakküm eden Amerika yoktur, dünyaya hizmete hazırlanan Amerika vardır.
Şimdi Millî Görüşçülere düşen görev, Akevlerle işbirliği yaparak Adil Düzen çalışmasını dünyanın saadeti için hazırlayıp “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı ABD başkanına ulaştırmaktır. Davettir, tebliğdir. Bu gerçekleşirse, Kurtulmuş’un seçilmesinin Obama’nın seçilmesi kadar önemli olduğu kendiliğinden anlaşılmış olacaktır.
ABD şimdi Batı dünyası için Osmanlıların yerine geçmeye başlamış gibidir. Osmanlılar nasıl yaşlanmış İslâm uygarlığını kendi dinamizmleri ile 500 sene daha dünyaya etkili kılmışlarsa, ABD de yeni dinamizm ile 500 sene daha insanlığa hizmet edebilecektir. III. Bin Yıl Uygarlığı 2008 yılında şekillenmeye başlamıştır. ABD de görev almaya hazırlanmaktadır. ABD’ye düşen görev şudur. Dünya ülkelerinden işgal ordularını çekmelidir. Tahakkümle değil, hizmetlerle insanlığa hakim olacaktır. Bunu da Adil Düzenden öğrenecektir. ABD’nin ikinci görevi de henüz uygarlaşmamış Afrikalıları III. Bin Yıl Uygarlığının en etkin kıtası hâline getirmektir. Burada Adil Düzenin söyleyeceği çok şey vardır. ABD’nin başka bir görevi de Güney Amerika kıtasını kuzeyin seviyesine çıkarmak için gerekli hizmeti vermektir.
Obama ve Kurtulmuş bunları belki yapmayacaklardır. Ama yapmazlarsa kısa zamanda giderler ve yerlerine bunları yapacaklar gelir.
Ben bu seçimlerin sonuçlarından son derece ümitliyim.
Allah Millî Görüşçülerden ve ABD halkından razı olsun.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-485/ADİL DÜZEN DERSLERİ-315 İstanbul, 15 Kasım 2008
CUMHURBAŞKANI A. GÜL, YÖK, YETKİ DEVRİ VE YENİDEN YAPILANMA
Canlılar hücrelerinde kromozom denen irsî kayıtları taşırlar. Biyolojik evrimle bu irsî kayıtlar değişir. Bir türde ise asla değişmez. Milyonlarca yıldır arı ne idiyse bugün de odur. İnsan en üstün varlık olduğu için artık biyolojik evrim yoktur. Bunun yerine diğer canlılardan farklı olarak sosyal evrime geçilmiştir. İnsanlık sosyal evrimle bugünkü uygarlığa ulaşmıştır.
Nasıl bir çocuk doğar, anne babasının koruması altında büyür, on beş yaşına geline kendi kendine yaşamaya başlarsa; insanlık da doğmuş ve gelişmiş, vahiy sütüyle büyümüştür. İnsanlık peygamberlerin ve filozofların dadılığında olgunlaşmış ve on beş yaşına gelmiştir. Artık yeni kitap gelmemekte, yeni peygamberler ortaya çıkmamaktadır. Yeni filozoflar da yoktur. Vahyin yerini müsbet ilim almış, peygamberlerin yerini de seçkin âlimler almıştır.
Büyük sanayi devrimi ile insanlık artık kendi kedine yaşama gücüne ulaşmıştır. Halkın kendi kendisini yönetmesine “demokrasi” diyoruz; Kur’an buna “şeriat” diyor. İnsanlık bilgisayarlarla sanayi devrimini tamamlamış gibidir. Ancak henüz demokratik devrimi gerçekleştirememiştir. Soydan gelenlerin yönetim şekli olan krallık yönetimi alışkanlığı bir türlü atılamamış, diğer taraftan tekel sermayenin sömürüsü sebebiyle insanlık demokrasiye yani şeriata karşı direnmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1920’lerde cumhuriyet yönetimine geçmiştir. 1950’lerde de demokrasiye geçilmiştir. Ancak bilgisizlik, alışkanlık ve daha başka sebeplerden dolayı demokratikleşmeyi henüz başaramamıştır. Askerler, 1980’lerde anarşi yuvaları hâline gelen üniversiteleri bu durumdan temizlemek için devlet başkanına büyük yetkiler vermişler, adeta zorla seçtirilmiş başkanlarına krallara verilen yetkiler tanımışlardır.
A. Necdet Sezer’i halk seçmemiştir, Sezer seçtirilmiştir; hem de askerler tarafından değil, dış güçler tarafından seçtirilmiştir. Abdullah Gül ise halk tarafından seçilmiştir. Halk tarafından seçilen A. Gül, atanmışların yetkilerini kullanamıyor. Çünkü onun arkasında baskı gücü yoktur. Atadığı rektörler Sezer’inkiler kadar da millî iradeye saygılı olmamışlardır. Çünkü karşı baskı ile seçilmişlerdir.
İnsanlık demokrasiye doğru gidiyor...
Sanayi devrimini tamamladığı gibi, insanlık demokratik devrimini de tamamlayacaktır. Hangi ülke erken demokratikleşirse, o ülke geleceğin uygarlık kaynağı olacaktır. Süper güç olmayacaktır, çünkü demokraside süper güç yoktur. Ama süper merkez olacaktır.
Adil düzende çözüm farklıdır. Meclis seçilmiş ilim adamlarından oluşur. Parti başkanları aynı zamanda rektördürler. Bu çözüm bugün ütopik gibi görünür. Ancak geçici bir çözümde herhangi acayiplik yoktur.
Türkiye’nin bir de Tevhidi Tedrisat sorunu vardır. Devletin birliğini sağlamak için Tevhidi Tedrisat Kanunu getirilmiştir. O zaman tek parti vardı, o sisteme o kanun elbette çok uygundu. Ama altmış senedir çok partili sisteme geçtik. Sendikalar kurduk. Hâlâ Diyanet İşleri vardır. Tek mezhep sultası vardır. Hâlâ Tevhidi Tedrisat Kanunu vardır. Yani devlet bedeni ile demokratlaşmıştır, ama ruhu ile hâlâ baskılı rejimle yönetilmektedir.
Devletin parçalanması önlenmelidir. Ama ilimde ve dinde baskı da kalkmalıdır. Artık ilkel, baskıya dayalı, anti demokratik yönetim şekliyle devletimizi yaşatamayız. Birlik yapacağız derken, birliğimizi parça parça ederiz.
Bu durumda biz şu çözümü öneriyoruz:
1- Ülke yüze yakın ile bölünsün. Bu illerin nüfusları 1 milyondan fazla olmasın. Orta öğretimi onlara bırakalım. Her ilde tek eğitim sistemi olur. Ama iller arası farklı eğitim sistemlerine izin vermiş oluruz.
2- Her il yüze yakın bucağa bölünsün. Bir bucağın nüfusu 10 binden fazla olmasın. İlk öğretimi bucaklara bırakalım. Böylece bucaklarda birlik sağlanır. Ama bucaklar arası eğitim farklı olsun. Yerinden yönetim ilkesi çalışsın.
3- Bucaklar öğrencilerini liseye gönderebilmek için ister istemez il eğitimini benimseyeceklerdir. İller de çocuklarını üniversiteye gönderebilmek için ister istemez ülke eğitimini benimseyeceklerdir. Dolayısıyla bir taraftan eğitim serbestliğini getiriyoruz, kanuni baskılarla birlik sağlama yoluna gitmiyoruz, ama diğer taraftan okuma imkanı sayesinde tedrisatta birlik sağlıyoruz.
4- YÖK varlığını sürdürmelidir. Ancak YÖK üyelerini siyasi partiler her yüzde beş oy için atamalıdırlar. Atama seçim devresinin yarılandığı yıllarda yapılmalı ve her devre yenilenmelidir. İmtihanları YÖK yapmalı, diplomaları YÖK vermelidir. Ama tedrisat fakültelerde yapılmalı ve fakülteler tamamen bağımsız olmalıdır. YÖK ne eğitim sistemine ne de eğitimin içeriğine karışmalıdır. Sadece yaptığı imtihanlarla tedrisatta birlik sağlamalıdır. YÖK başkanını cumhurbaşkanı atamalıdır, gerektiğinde de görevden alabilmelidir. Başkan sadece YÖK’ün toplantılarını yönetmelidir. Uygulama nisbî sistemle demokratik olmalıdır.
Fakülte ve üniversiteleri halk kendileri kurmalıdır. Öğrenciler istedikleri fakülteye gidebilmelidir. Fakülteler de istediği öğrenciyi almalıdır. Devlet fakültelere öğrenci sayısına göre ve ortak imtihanlardaki öğrencilerin başarılarına göre bütçeden pay ayırmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92