MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 49


(KaQaD KaFaRa)
“Küfrettiler”
“Leqad” tekrar edilerek Hıristiyanların küfrettiklerini zikretmiştir.
“Ahmet geldi. O sözünde durur.” yerine, “Ahmet geldi, Ahmet sözünde durur.” ifadesinin kullanılması, Ahmet, Ahmet olduğu için sözünde durur demektir. Yani Ahmet’i Ahmet yapan sözünde durmasıdır. Sadece haber verme değil, haberin mutlak olduğu, başka türlü olamayacağı demektir.
“Meryem oğlu Mesih Allah’tır” diyenler küfrettiler.
Nasıl küfrettiler?
Allah üçün üçüncüsüdür demiş olmakla küfrettiler.
Kayseri’de staj yapıyordum. Müftü vaaz ediyordu. “Levlâke levlâke lema halaktü’l-eflâk” diye bir hadis nakletti. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben elbette kâinatı var etmezdim” diyor. “Gerçi bu hadis rivayet olarak zayıftır ama mânâ itibariyle sahihtir” dedi.
Bu hadis doğru bir hadis olarak kabul edildiği takdirde büyük çelişki vardır. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın” deniyor. Cümle içinde “fîhim” kelimesi olsaydı, cümleyi yorumlayabiliriz. Yani eğer insan olmasaydı, Biz kâinatı ne diye yaratacaktık, ne işimize yarardı? O halde insan olmazsa kâinat yaratılsaydı ne işe yarayacaktı ki. İnsan mükemmel insan olsaydı kâinatı yaratmazdı. O zaman Hazreti Muhammed benzeri kâmil insanlar olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Bunun makul yorumlanması mümkündür. Oradaki “fihim” zikredilmeyince, Hazreti Muhammed Tanrı’dan daha önce olmuş olur. Tanrı Muhammed’in bir hizmetçisi durumuna düşer. O zaman da Muhammed yaratılmamış olur.
Allah’tan başka kadim bir şey kabul etmek Ehli Sünnette küfürdür.
Hıristiyanlar “Allah Meryem oğlu Mesih’tir, başkası değildir” diyorlar. Bundan önceki âyette Hazreti İsa doğrudan tanrı olmuştur, tanrı Hazreti İsa olmuştur. Hiçbir Hıristiyan ben çok tanrıya inanıyorum demez. Herkes böyle inanır. Ne var ki Hazreti İsa’yı da Hıristiyanlar tanrılaştırır. Burada küfür ise bu çelişkidir.
İnsanların beyni bir bilgisayardır. İnsan beyninin en büyük özelliği sayı saymasıdır. Mantık ve matematik hata etmez gerçeklerdir. Üç sözü 3 sayıya tekabül eder. 3 tane 3 de 9 eder. 3 tane 3’ü yan yana koysak, sonra baştan saysak 9’a varırız. Bir kişi çıkıp da “Hayır, üç tane üç 9 etmez, 10 eder” dese, bu kişi kâfir olur. Çünkü hiçbir insanın aklı 3 tane 3’ün 10 ettiğini kabul etmez. Eğer böyle bir şey iddia ediyorsa o kimse kâfirdir. Bir kimse hem yaratılan hem yaratan olamaz. O halde “Sen olmasaydın kâinatı var etmezdim” sözüne inanıp ısrar eden küfretmiş olur.
Böylece “küfretmek” demek, bile bile bildiğinin aksini iddia etmek demektir. Hıristiyanlar bunun için küfrettiler deniyor.
Burada bir hususu daha açıklamamız gerekir. Bir kimsenin küfretmesi için onun kâfir olması gerekmez. Çünkü çoğu zaman bu küfür düşünmeden kabullere dayanır. Bilinçsiz uyulmaktadır. Söz küfürdür ama söyleyen onu bilerek söylememiştir. Kâfirleri taklit etmiştir. Onun için o kâfir değildir.
Uydurulan hadisi hatiplerimiz hâlâ söyleyip durmaktadırlar. Ama onlar bunun dil mânâsını bilerek değil, sadece onun kıymetini yüceltmek için bunu yapıyorlar. Dolayısıyla gerçekte “sen olmasaydın kâinatı var etmezdim” ifadesinin anlamı küfürdür. Ancak bunu savunanlar kâfir değildir.
Benim bu sözümden birçok mü’min kardeşimiz rahatsız olacaktır. Eğer Allah bu âyeti inzâl etmeseydi ben bu konudan hiç bahsetmezdim. Bu âyet Kur’an’da dururken, ben bundan söz etmezsem, ben de küfretmiş olurum.
Matematik ve mantık bilgilerimizi inkâr ettiğimiz zaman bizim yaşama şansımız kalmaz. Bazen matematiğe ve mantığa inanmak, bazen de kâle almamak ise; bazısına inanıp bazısına inanmamak anlamına gelir. Bunun da ne kadar zulüm olduğu yine Kur’an’da bildiriliyor.
Ben şeriata uymasam, o zaman benim bu sözlerimden rahatsız olun. Ama benim bu söyleneni yanış bulmamda bir çıkarım olmadığına göre herkes biraz düşünsün.
Evet III. bin yıl uygarlığı, İslâmiyet’i hurafelerden arındırmakla doğacaktır. Bunun tek miyarı vardır, Ehl-i Sünnetin usulü fıkhına göre Kur’an’ı anlamak, Kütüb-i Sitte’de olmayan hadisleri de hiç kâle almamak. Kütüb-i Sitte’de olan hadisleri de Kur’an’ın muhkem âyetlerine göre ayıklamak.
Bu sözlerimi özellikle Emin Saraç’a ve Hayrettin Karaman’a söylüyorum. Bunların ehl-i takva olduklarına tüm İslâm âlemi şahittir. Bunlar beni yakından tanıyorlar. Bu sözlerimi onların değerlendirmeleri gerekir. Allah’tan başka kimseden çekinmememiz gerekir.

(elLaÜINa QAvLUv)
“Kavl eden kimselere.”
Bakara’da iman eden kimseler (Ellezine yuminune bil gaybi) ve iman eden kimseler (Ellezine yuminune bima ünzile ileyke) “vav” ile atfedildiği için orada iki grup ayrı ayrı gruplardır. Burada ise “kavl edenler” kelimesi iade edilmiş ama aralarında “ve” harfi getirilmemiştir. Dolayısıyla ikisi de aynı gruptur. İkincisi birincisinin bedelidir. Yani Hıristiyanların kahir ekseriyeti Hazreti İsa’nın tanrılığına kanidir, onun tanrılığını izahta birbirlerinden ayrılmaktadırlar. “Ve Kâlû” denmemiş de “Ellezîne Kâlû” denmiştir.
Kur’an birer örnek alır ve ona dair hüküm koyar, diğerleri ona kıyas edilir.
Burada Hıristiyanlar örnek alınmıştır. Her topluluğun kendine göre küfrü vardır. Kıyas yoluyla onlar da kendi küfürlerini bulmalıdırlar.
Yeryüzünde bugün ilâhi din olarak beş din vardır:
Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve İslâmiyet.
Bunların hepsi tek Tanrı’ya inanıyorlar. Bunların hepsi âhirete inanıyorlar. Dolayısıyla cennetin kapıları hepsine açıktır.
Ne var ki bunların hepsine hurafeler karışmış, içlerinde bâtıl itikatlar yer almıştır.
Bugün elimizde tüm İslâm dinini yani tüm ilâhi dinleri hurafelerden ayıklama gücümüz ve imkanımız vardır.
Bunun için Allah bize iki imkan vermiştir.
Birincisi Kur’an’dır ve onun beyan ilmidir.
Diğeri de müsbet ilimdir. İnsanların her günkü hayatta elde ettikleri kesin sonuçlardır. Üç liradan 3 kilo patates alan kimse 10 TL vermez. Kişi olarak da iki yüzlü olmamalıyız, münafık olmamalıyız. Hayatımızda kabul etmeyeceğimiz bir mantığı dinde de kabul etmemeliyiz. Çok iyi bilmemiz gerekir ki, beynimizdeki matematiği de bize öğreten Allah’tır.
Dinlerden hak dinler vardır, bâtıl dinler vardır.
Acaba hangi din haktır, hangi din bâtıldır; bunun ayıracı nedir?
Babalarımızın dinini hak olarak kabul etmek küfrün kendisidir.
O halde başka aracımız nedir?
İşte, başka araç müsbet ilimdir. Müsbet ilimce teyit edilmiş dinler hak dinlerdir. Müsbet ilmin verilerine uymayan dinler bâtıl dinlerdir. Peygamberlerin mucizelerini görerek onlara inanmak da müsbet ilmin verisidir. Hazreti İbrahim peygamber eğer ateşte yanmamışsa, bu onun peygamber olmasından dolayıdır. Evet, biz Hazreti İbrahim’in ateşte yanmadığını görmedik ama biz Kur’an’ı gördük. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gördük. Kur’an ondan böyle bahsetmektedir. O halde biz de inandık. Bu ilme aykırı değildir. İlme aykırı olan peygamber olmayanların da ateşte yanmayacaklarını söylemektir. Yani peygamberin mucizesini mucize olmaktan çıkarmaktır.
Büyük dinler bir araya gelip ortak üniversiteler oluşturmalıdırlar. Bunlar kendi dinlerinin kitaplarını ilmin ve Kur’an’ın ışığı altında yeniden yorumlayıp ona göre metinler oluşturmalıdırlar.
Bugün artık dinler birbirlerini tanımalıdırlar. Müslümanlar diğer dinleri, diğer dinler de İslâmiyet’i tanımalı, hak din olduğunu kabul etmelidirler. Dört büyük din ve Tevrat dini insanlığın hidayeti olması gerekir. Bunu yapmak zorundayız. Yoksa ateizm mikrobu cenazemizi kaldırtır. Bediüzzaman ve Fethullah Gülen bu adımları attılar. Papalık da bu adımlara katıldı. Diğer dinlerin buna karşı çıkacaklarını sanmıyorum. Şimdi yapılacak iş İstanbul’da dinler arası diyalog için bir kurultay oluşturup yeni adımlar atmadır.
Bunu ilim yapacaktır.
Bana sorarsanız bunu Akevler yapacaktır. Çünkü müsbet ilme göre Kur’an’ı yeniden yorumlayan yalnız Akevler’dir. Akevler bu dinlerin hak dinler olduğunu kabul etmektedir. Hayrettin Karaman ve Emin Saraç buna katılırlarsa, onlar maddi imkanı bulurlar. Kur’an’ı okuyup okuyup geçmemeliyiz. Artık uygulamalıyız.
Bir gün (Ensar Vakfı Genel Merkezi’nde, Vakıf Başkanı / RNE) Ahmet Şişman’ın davetlisi olarak Hayretin Karaman’ın, Sabahattin Zaim’in ve İstanbul Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu bir toplantıdaydık. İslâm âlemini aydınlatacak 100 âlimi bir araya getirelim, onlar da 5 veya 10 âlimi seçsin. Onlar bir dergide yazılar yazsın. Herkes kendi görüşünü yazsın. İslâmiyet artık ele alınsın demiştim.
Benim bu önerim “Demokrasi Kongresi”ne çevrildi, bizi de davet etmediler, sulandırıp önerimizi tarihe gömdüler! Yukarıdaki önerimi de yine tarihe gömmek isterler. Emin (Saraç) ve Hayrettin (Karaman) beyler bu tür münafıkça hareketlere meydan vermemelidirler. Verirlerse Akevler’i katmazlar ama zaten katılmamalıdır da.

(EinNa elLAHa ÇaLiÇu ÇaLaÇaTin)
“Allah üçün üçüncüsüdür.”
Ebu Hanife Allah’ı tarif ederken, Allah birdir ama sayılardan bir değildir. Ondan sonra devam ediyor; Allah’ın sağı solu, yukarısı aşağısı, önü arkası yoktur. Allah’ın geçmişi ve geleceği de yoktur. O her yerde vardır ama O mekân içinde değildir. O’ndan başka her şey zaman ve mekân içindedir ve mahluktur.
Bu söylenenleri anlamak zordur. Ne var ki bugün varılmış sonuçlar vardır. Bundan 14 milyar yıl önce kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu, madde yoktu, enerji yoktu. Dolayısıyla Allah’a zaman ve mekân izafe etmek mümkün değildir.
Sayı kavramına göre sayıları biz icad ediyoruz. İki türlü sayı vardır. 1+1=2 eden matematikteki sayı vardır. Kur’an’da buna “vahit” deniyor. Bu sayı ile Tanrı’nın bir ilgisi yoktur. Çünkü o tektir ama çoğalan tek değildir. Mantıkta tarif edilen 1+1=1 dir şeklindedir. Tanrı bu birlerden birdir, sayılamaz.
İnsanlar, sayılmayan, ehad olan bir kavramı kolayca kavrayamadıkları için onu çoğaltmışlardır. Kâinatı Allah olarak gören tabiatçılar bu ayırımı bilememektedirler. Allah bir bütündür. Parçaları yoktur. Oysa kâinat atomlardan oluşmaktadır. Bugün kâinatın atomlardan oluştuğu da kesinleşmiştir.
İşte, kelamcılar hâlik ile mahluku ayırmışlardır. Hâlik ehaddır, mahluk ise vahitlerden oluşmaktadır. Yani sayılan şeylerden oluşmaktadır. Sayıların başka bir özelliği de kesir sayılar olmasıdır. Her sayının cüzü vardır. Cüzlerin toplamı bir etmektedir. 3*1/3=1 eder. 0 ile sonsuzun çarpımı =1 edebilir. Zihnimizde 0 ve sonsuz vardır. Ama gerçekte kâinatta ne sıfır vardır ne de sonsuz vardır. 0 yokluk değildir. Yok olsa bile yokluk diye bir şey yoktur. Onun için Kur’an’da yok anlamında bir kelime yoktur.
Kur’an’da deniyor ki; evvel O’dur, âhir O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur. Nerede olursanız olun sizinle beraberdir.
İşte bu âyeti yorumlayan Hint felsefesi her şeyin Tanrı olduğunu iddia etmiş ve birin tezahürü kabul etmiştir. Haklı tarafı, her şeyde Allah’ın varlığı ve birliği görülmektedir. Madem ki mahluk vardır, o halde hâlik de vardır. Madem ki mahluklar arasında büyük ahenk ve birlik vardır, o halde hâlik tektir.
Buraya kadar Hıristiyan ve Hindular ile aramızda fark yoktur.
Fark nerde başlar?
Fark mahluku tanrı kabul etmekle başlar. Maddiyun mahluku hâlik kabul eder, ruhiyyun ise hâliki mahluk kabul eder. Aslında onlar birleşmiş olurlar. Marks ile Muhyiddin-i Arabi’nin iddia ettikleri şey aynıdır. Marks kâinatı şuursuz bir tanrı olarak görür. Tanrıdır çünkü her şeyi eksiksiz var etmiştir. Ama şuuru yoktur. Kendiliğinden öyle yapmaktadır. Muhyiddin-i Arabi de her şeyi Tanrı’nın cüzü görür, Tanrı’yı şuurlu kabul eder. Burada da fazla ayrılıkları yoktur. Çünkü şuur kelimesini farklı tarif edersin, şuur var veya yok dersin.
Ehl-i Sünnetin anlayışına göre ise hâlik hâliktır, mahluk mahluktur. Her şeyin hâlikı Allah’tır ama mahluk hâlikın cüzü değildir. Cüz olabilmesi için ondan kopup ayrılması gerekir. Oysa kâinat O’ndan kopmuş değildir. Kâinattaki tagayyür O’nun tagayyürü değildir. Cüzü olsaydı O’nda tagayyür olması gerekirdi.
Hâlikiyetin tarifi şöyle yapılır: Kendisinde bir şey değişmeden başka şeyler yapan hâliktır. Böyle bir varlığın var olduğunu kâinatı görerek biliyoruz. Bir başka kanun da; değiştirmeden bir şey değişemez. O halde Allah değişebilen bir şey olsaydı O’nu değiştiren bir şeyin bulunması gerekirdi. Bu sefer tanrı o olur, bu ise mahluk benzeri olurdu.
Hıristiyanlar, Allah üçün üçüncüsü olan birdir demekle 3’ü 1’e eşit kıldılar. Dolayısıyla bu çelişkidir. Çelişkiyi insan aklı kabul etmez. Kabul eden küfretmiştir.
Tevrat’ta İsrail oğullarının Yahudilerin oğulları olduğu zikredilmiştir.
İnsan oğlu kâinatta Allah’ın halifesidir. Cinler, melekler ve ruhlar da böyledir. Peygamberler Allah’ın resulleridir. Başkanlar da topluluğun resulleridir.
İnsanlar, Allah’ın halifesi ve elçisi olmayı kolay bir şekilde anlayamazlar.
Elçi kimdir?
Oğul babanın halifesidir. Bu şekilde teşbih yapılması küfür olmaz. Nitekim rahim ana demektir, rauf da baba demektir. Allah’ın bütün sıfatları mecazidir. Bu sayede O’nu değil O’nun yapıklarını benzeterek anlarız. Ebu Hanife şöyle devam ediyor: O’nun gözleri var ama bizim gözlere benzemez, O’nun elleri var ama bizim ellere benzemez, O’nu sözleri var ama bizim sözlere benzemez.

(Va MAv MiN EiLAvHin)
“Ve ilâhtan hiç kimse yoktur.”
Buradaki “Ve” oysa demektir. “Mâ” “Leyse”ye müşabih “Mâ” değildir. Çünkü illa ile istisna edilmiştir. İsim cümlesidir.
Buradaki “vav” beyan vavı olabilir. Yani onlar böyle dediler ama söyledikleri doğru değildir. Ben size haber veriyorum, bir olan ilâhtan başka ilâh yoktur. Yahut da bu cümle hâl cümlesi olabilir. Oysa bir olan ilâhtan başka ilâh yoktur mânâsı çıkar.
İki mânâ arasında büyük fark vardır. Bir olan Tanrı’nın tekliğini biz aklımızla biliriz. Çok Tanrı’nın olması aklen muhaldir demektir. Diğeri ise; aklen üç tanrının olması da mümkün ama siz bunu bilmiyorsunuz, şimdi size haber veriyorum, bir olan Tanrı’dan başkası yoktur. Matüridi ve Mu’tezile, ilâhın tekliği aklın zaruri sonucudur diyorlar. Yani Tanrı’nın tek olması gerektiğini zaten akıl bilir diyorlar. Hıristiyanlar da bunu biliyorlar. O sebeple üç tanrı var demiyorlar, üçü bir tanrıdır diyorlar.
Nefiy Ması umumini nefyeder. Hiç yok, asla yok demektir.
“Min” gelmesi, hiçbir türünden hiçbir cinsinden yok demektir.
“İlâh” kelimesi “ELH”den “LVH”den gelmiş olabilir. Her ikisi de bir şeyin görünmemesi için örtülen örtü demektir. Her yerde her zaman var olduğu halde görünmemesinden dolayı ilk insanlar O’na görünmez anlamını vermişlerdir.
Vedalar’da O’nun her yerde olduğu ama görünenlerin O’nu örttüğü, görünmez olduğunu belirtilmektedir. Tanrı bu görünen âlemin dışındadır, verâsındadır. Bizim gözlerimiz ise ancak bu âlemde olanları görebilmektedir. Dolayısıyla, nasıl birbirimizin ruhunu bedenimiz örtmüştür, ancak bedenlerimizle görüşebiliyorsak, Allah’la bizim aramızı da kâinat örtmüştür, onun aracılığı ile görüşüyoruz.
Bir insanla karşılaştığınızda onun dilini bilmezseniz işaretleşirsiniz. İnsanlar olarak da Allah’tan gelen işaretleri alıyoruz ve veriyoruz. Madem ki bu satırları yazıyorum, bana bunları yazma gücünü veren biri vardır. Doğayı görüyorum ve alıyorum, doğaya da etki ediyorum. Ama O’nu göremiyorum, O Tanrı’dır.
İşte O görünmez kimsenin tek olduğunu da bu âyet ifade etmektedir. Kur’an’ı tetkik ettiğimiz zaman onun bir beşere ait söz olmadığı çok açık olarak görülmektedir. Kur’an’da da bir tek ilâhtan başka ilâh olmadığı ifade edilmektedir. O halde O ilâh tektir.
“Câe Raculün” derseniz, iki mânâsı vardır. Tanımadığımız bir racül geldi demiş olursunuz. Yahut bir racül geldi, iki racül değil demiş olursunuz. “Câe raculün vahidün” dediğiniz zaman onun bir olduğunu tasrih etmiş olursunuz. Burada da “İlâhun Vahidun” ile tek ilâhlık ifade edilmiştir. Kendisinin nekire olarak zikredilmesi görünmez olmasından ileri gelir.

(EilLAv EiLAHun VaXıDun)
“Bir tek ilâhtan başka”
Bir odaya girdiğimizde, kenarda örtülü bir şey gördüğümüzde, örtünün altında bir şeyin olduğunu biliriz, hattâ şeklini ve büyüklüğünü de tahmin edebiliriz ama ne olduğunu bilemeyiz. Yaşadığımız kâinat da böyledir. Bir örtüdür. Tanrı’yı örten bir örtüdür ama içindekinin ne olduğunu bilememekteyiz. Ama her zerre hem O’nun varlığını bildirmekte, hem de aynı varlığın olduğunu bildirmektedir. Çünkü görünen kâinat içinde tam bir uyum vardır, küçük bir çarpıklık bile yoktur. Bu durum bize O’nun tek Tanrı olduğunu gösterir.
Örnek olarak, kâinat kütlesi 0.911/ 10^32 gr olan parçacıklardan oluşmuştur. Her biri bir fabrikadan çıkmıştır. Çevremizde gördüğümüz tüm varlıklar hep onların oluşmasından ibarettir. Bu parçacıkların hareketleri de hep bir sayı ile olmaktadır. Bu parçacıkların ulaşabilecekleri en büyük hız 3*10^10 cm/saniyedir. Bütün parçacıklar için aynıdır.
Planck sabiti = 6.626 * 10^-34 J s dir.
Tüm kâinat bu parçacıklardan örülmüştür. Bunların 1638’i birleşir, hidrojen atomunu yapar. Tüm madde hidrojen atomlarının birleşmesinden elde edilmiştir. Sonra bunlardan karbon ve hidrojenden oluşan DNA’lardan tüm canlılar oluşmuştur. Her insan ayrı bir varlıktır ama hepsinin yapıları aynıdır.
Artık kimse kâinatın iki ayrı varlığın eseri olduğunu söylemiyor.
Bugün müsbet ilimlere akılları ermeyenler müsbet ilme değil de Marks’a inanıyorlar.
Demek bir tek görünmeyen varlık vardır.

(Va EiN LaM YaNTaHu)
“Ve intiha etmezlerse.”
İnsanlar kendileri iyi olsunlar da Hazreti İsa’nın tanrı olduğuna inansınlar, yahut Hazreti Muhammed’i tanrılaştırsınlar, ne fark eder, diyebilirsiniz. Ne var ki insan aklı eğer müsbet düşünmezse şeriatı kenara atar, Allah’tan başkasına ibadetle dalalete düşer.
İnsanlık son iki, hattâ üç asırdır, Avrupa’da büyük mücadele geçirmiştir. Kilisenin bâtıl inancı ile aydınların ateist lâiklik anlayışı arasında kalmış ve bocalamıştır. Ateistler doğru bir şey yakalamışlardı, müsbet düşünme anlayışı. Ama aynı zamanda çok yanlış bir anlayışları vardı, Tanrı’yı dışlama. Bu çatışmada kilise mağlup oldu. Ne var ki müsbet ilimle Kilise’nin savunduğu Tanrı ve âhiret anlayışı da ispat edildi. Bugün müsbet ilmi kavramış kimse ne Tanrı’yı ne de âhireti inkâr eder. Âhiret hakkında az şeyler söylenmiştir ama âhiret de Tanrı kadar açıktır.
- Önce dört boyutlu, beş boyutlu uzay ispatlandı. Geçmişte olanlar yok olmadı, orada kaldı. Gelecekler var olmuyor, ilerde duruyor. O halde âhiret de gördüğümüz dünya kadar gerçektir.
- Kâinatta hiçbir şey yok olmamakta ve yeniden var olmamaktadır. Bedenimiz parçalanıyor ama yok olmuyor. Kilomuz azalmıyor. Ruhumuz tektir, parçalanamaz, yok olmaz ama bedenden ayrılıyor, başka yerde bulunuyor. Ruhun tekrar bedene dönmesi için bir engel düşünülemez. Yeniden dirilme uykudan uyanma kadar basittir.
- Kâinatta gelişme kanunu vardır. Yapraklar dökülür ki yazın daha iyisine yer açılsın. Daha iyileri gelsin diye ölme vardır. Nitekim canlılarda evrim vardır. Kâinat da doğmuştur, gelişmektedir, yaşlanacaktır ve ölecektir. O halde ondan daha ileri bir kâinat doğacaktır.
- İnsan beyni hep öldükten sonra yaşamayı istemektedir. Buna ilk yaratılıştan beri inanmış, ona göre mezarlık yapmıştır. Canlıda aldatmaca yoktur. Böyle bir arzu böyle bir şeyin olacağına delildir. Büyük dinlerin kitapları hep bunları söylemektedir.
Yirminci yüzyıl müsbet ilimlerin kemale erdiği bir asırdır. Artık müsbet ilmin kanıtlamadığı bir şeyi bugün kabul etmemiz mümkün değildir.
Mucizeler dönemi Kur’an’dan öncesine aittir. Onun da müsbet ilme aykırı bir tarafı yoktur. Tanrı’nın insanlara lütfettiği delillerdir.
Tanrı yapamaz değil, Tanrı gelişigüzel iş yapmaz diyoruz. Bu müsbet ilmin ortaya koyduğu gerçektir. Hikmeti olmayan bir şeyi Allah yapmaz, abesle meşgul olmaz. Böylece Kilise’ye ve Hıristiyanlara artık Hazreti İsa’nın ilâhlığı iddianızdan vazgeçin diyor.

(GanMAv YaQUvLUvNa)
“Kavl ettiklerinden”
Kur’an bize haber veriyor, “kavl ettiklerinden” diyor, yani onlara bu hususta taviz vermememizi emrediyor.
Benim Kilise ve Hıristiyanlığa büyük saygım vardır. Onların başarıları beni mutlu etmektedir. Onlara yapılanlar Müslümanlara yapılanlar kadar beni üzmektedir. Bu âyet olmasaydı, onlar hakkında ve mü’minler hakkında bu konuları hiç açmazdım. Uzlaşmaya çalışırdım. Ne var ki Kur’an şiddetli bir şekilde bunlara bu hususları anlatmamızı istiyor. Evet, Hıristiyanlar ve diğerleri bu şekilde insanı tanrılaştırmaktan vazgeçmezlerse diyor, Kur’an. Burada şuna dikkat etmemiz gerekmektedir.
Söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse diyor. Kendilerine ne olacağını bildirmektedir. Yaptıklarından değil söylediklerinden diyor.
Evet…
Mü’minlerin yapacakları şey vardır. Tanrı’dan başka mukaddes hiçbir şey yoktur. Tanrı’nın dışında her şey O’nun kanunlarına tâbidir. O’nun sünnetinde tebdil veya tahvil bulunmaz. Tanrı ise her şeye kadirdir. Beyninizden ne geçerse onların hepsini O yapabilir.
Evet…
Tanrı tanrıyı yapamaz. Ama bizim düşündüğümüz tanrıları hep var etmiştir. Her insan kendisini tanrı görebilir. Yalancı tanrıları zaten var ediyor. Gerçek olan Tanrı’yı zaten biz düşünemiyoruz. O zaten var edilmesi de düşünülemeyendir.
Evet…
Açık ve net olarak Kur’an diyor ki; artık Hıristiyanlar Hazreti İsa’nın tanrı olduğuna, üçün biri olduğuna dair iddialarından vazgeçsinler.

(La YaMasSanNa elLaÜIyNa KaFaRUv MiNHuM)
“Onlardan küfretmiş olan kimselere messedecektir.”
Evet…
Bu iddialarından dolayı Hıristiyanlara elim azab isabet etmiştir.
Hıristiyanlar dünyada kimsenin görmediği azabı daha Pavlus zamanında Romalılar tarafından görmekteydiler. Sabrettiler. Sonunda Roma dize geldi ve Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra Germenler tüm Avrupa’yı istila ettiler. Hıristiyanlar sabrettiler. Germenler Hıristiyan oldu. Ondan sonra en büyük bela Aydınlanma Çağı dedikleri son beş yüz yıl içinde oldu. Dünyaya hükmeden Kilise küçüldü, küçüldü, Vatikan’a sıkıştı. Şimdi yeniden Kilise ortaya çıktı. ABD’de Protestanlık, Avrupa’da Katoliklik, Rusya’da Ortodoksluk yeniden etkili olmaya başladı. Bu yeni dirilişin başarıya ulaşması için kiliselerin rönesans yapmaları gerekmektedir. Bunun için artık müsbet ilmin ışığında dinlerini hurafelerden ayıklamaları, sonradan dine giren Pavlusvari Hıristiyanlıktan vazgeçmeleri gerekir. Vazgeçmezlerse, Kur’an, onlardan küfreden kimselere elim azabın çarpacağını bildirmektedir.
Âyette tekit vardır. Başta “Lam” vardır, sonra tekit “Nun”u getirilmiştir. Yani bu iddialarından vazgeçmedikleri zaman mutlaka cezalandırılacaklardır.
Burada gelecek sigası kullanılmıştır. Kur’an gelecekten haber vermiştir. Kur’an nâzil olduğu zaman Bizans süper güç idi. Bu âyet indiği zaman da İranlıları yenmişti. Roma’da henüz yenilik hareketi yoktu ve Papalık dini imparatorluğun zirvesinde idi. Onlara bu tebliği yaptı ve “elim azabın messedeceğini” bildirdi. Sonra ne oldu? Müslümanlar önce Kuzey Afrika ve Endülüs’ü aldılar. Germenler istila ettiler, Avrupa’da inkılâplar oldu, dinsizler siyasette başarı elde ettiler. Kilise küçüldü, neredeyse yıkılacak hâle geldi. Demek ki Kur’an’ın o zaman verdiği haber tahakkuk etti.
“Ellezîne Keferû”yu burada tekrar etti. Bilmeden Allah’ın üç olduğunu söyleyenlere azab isabet etmeyecektir. Asıl azabın isabet edeceği kimseler küfredenlerdir. Bile bile küfürde olanlardır. Bu sebepledir ki teb’iz ederek “minhüm” denmiştir.
Son beşyüz yıldır Hıristiyanlar büyük zulüm görmektedirler. Ama bir taraftan da dünyaya yayılmışlardır. Bugün insanlığın üçte biri Hıristiyandır. Yani görünürde Hıristiyanlık yok oluyormuş gibi olmuş ama gerçekte zafer kazanmıştır.
Bu durum neyi gösteriyor?
Allah Kilise’ye diyor ki; Hıristiyanlar doğru yoldadırlar ama siz yanlış yoldasınız. Çünkü Hıristiyanlar size bakarak Allah üçtür diyorlar. Onlar bunu bilmeden yapıyorlar. Allah da onların önlerini açıyor. Ama siz küfrediyorsunuz, bile bile bunu yapıyorsunuz. Onun için size elim azap gelmektedir.
Bu uyarı dünden daha çok bugün yapılmaktadır.
Kur’an geldiği zaman uyarı sadece vahyî idi. Kur’an’a inanmayan kilise mensupları mazur idi. Bugün ise ikinci uyarı gelmiştir. Müsbet ilim uyarısı gelmiştir. Hazreti İsa Tanrı’nın oğlu olamaz. Üç bir olamaz. Bu bilgiyi başka kavimler keşfetmedi, bizzat kendileri keşfetti. O halde kendilerine Allah’tan doğrudan uyarı gelmiştir. Artık hak olan doğruları söyleyin. Benzer uyarı Şiilere de gelmiştir. Mehdi gelmeyecektir. Ehli Sünnet de hiçbir delilleri olmadığı halde içtihadı nesh etmekle bugünkü duruma düşmüştür. Şiilerin de hiçbir delilleri olmadığı halde Mehdi hikâyesini uydurmuşlar ve bugünkü duruma düşmüşlerdir.
Evet…
İnsanlık bâtıl inançları terk etmeli, insanlar aklıselime ve müsbet anlayışa gelmelidir. Türkiye’de Diyanet İşleri ve din eğitimi müsbet düşünmeyi benimsemiştir, ne var ki müsbet düşünmeyi henüz kavrayamamıştır.

(GaÜAvBun EaLIyMun)
“Elim bir azab”
“Sıkıcı bir azab.”
İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı; diğer canlılar ya topluluk hâlinde yaşarlar, üyelerin kişilikleri kaybolmuştur, ya da ayrı ayrı yaşarlar, bu sefer de toplulukları yoktur. İnsanlar ise hem topluluk hâlinde yaşarlar hem de kişiliklerini korurlar. Gündüz birlikte çalışıp üretirler, sonra ürettiklerini bölüşüp evde birlikte tüketirler. Hayatlarının bir kısmını topluluk içinde, bir kısmını ise kendi başlarına geçirirler.
Bundan başka, diğer canlıların oluşturduğu toplulukta örgütlenme yoktur. Bir kovanda bir ana arı vardır, hep o yönetir. Oysa insanlar kendi içlerinde topluluklar oluşturmuşlardır. On aileden oluşan aşiretler (ocaklar) kabileleri (bucakları), kabileler şa’bları (illeri), şa’blar kavimleri (ulusları) ve kavimler da insanlığı oluşturur.
Demek ki insanlık hem bağımsız ayrı ayrı yaşamakta, hem de tümü birden bir topluluk oluşturmaktadır. Ocaklar birlikte yaşamayı, bucaklar birlikte çalışmayı, iller iç güvenliği, ülkeler dış savunmayı ve insanlık da uygarlaşmayı sağlar. Aralarında işbölümü vardır. Birbirlerine hükmetmezler, sadece dayanışma içinde olurlar.
Yirminci yüzyıla kadar insanlığın tek topluluk hâline gelmesi imkansız gibi idi. Ulaşım, haberleşme, elektronik, bilgisayar teknolojileri henüz gelişmemişti. Bugün ise artık dünya tek köy gibi olmuştur. İşte, müsbet ilimde artık kimsenin inkar edemeyeceği bir kesinliğe ulaşılmıştır. Şimdi yapılması gereken iş, her dinin kendi varlığını koruması ama diğer dinlerle insanlık içinde uzlaşmaya çalışmasıdır.
Tüm insanlar inançta bir olacaklardır. Çünkü müsbet ilmin verilerine göre inanacaklardır. İnsanlığın icması imanın dayanağı olacaktır. İnsanlar ikiye ayrılacaklardır; mü’minler ve kâfirler. Mü’minler Allah’a ve âhirete inanıp salih amel işleyecekler. Salih amelden maksat, insanlığın birlikte yaşaması için gerekli amel demektir. Herkes öyle iş yapacaktır ki yaptıkları diğerlerinin yaptıklarını tamamlayacaktır. Ortak ürün ortaya çıkaracaklardır. Bunu kabul edenler müslimdirler. Bu birliği sağlayabilmek için de müsbet ilmin verilerine uymaları gerekir. Buna uymayanlar da olacaktır; onlar kâfirdirler.
Sonunda bu âyetler bizi bir yere getirmiştir.
Kâfir demek, müsbet ilim verilerine inanmayan kimse demektir. İşte onlara “elim bir azap” ulaşacaktır. Sıkı ayakkabı giyerseniz size eziyet verir ama sizi helâk etmez. O halde Allah’ın burada bildirdiği azap öldürücü azap değil, üzücü azaptır. Nitekim Hıristiyanlık âlemi pek çok üzücü azap içinde kalmıştır ama helâk olmamıştır. Aksine çok güçlenmiştir.
Şimdi Said-i Nursi’nin yorum usulünü uygulayalım.
Burada azabın hafif olacağına dair işaretler vardır.
a) “Messetmek”ten bahsetmektedir. Mess fiili kullanılmadan onlara elim azap vardır denebilirdi. Demek ki şöyle dokunup geçecektir. Tarihte hep böyle olmuştur.
b) “Ellezîne Keferû”yu iade ederek sadece küfredenlere messedeceğini, bilmeden buna kail olanlara dokunmayacağını ifade etmiştir. Tarihte de böyle oldu, Hıristiyanlar refah içinde yaşadı.
c) “Minhum” denmiş, küfredenleri etmeyenlerden ayırmıştır. İnsanlık Hıristiyanlığın zulmünden yararlanmış ve uygarlaşmıştır. Hıristiyanlık insanlığa rahmet olmuştur.
d) “Azab” kelimesi tatlı demektir. Demek ki aslında tat veren bir azab. Yok eden, helâk eden bir azab değil, iyileştiren bir azab. Elinize diken battığı zaman acı duyarsınız. Dikeni çıkar anlamındadır. Dikeni çıkarınca da rahat edersiniz. Buradaki acı sizin iyiliğinize olan bir acıdır. Size eziyet için verilen acı değildir.
e) “Azab” nekre gelmiştir. Nekrelerde asgarisi kabul edilir. En az azab demektir.
f) “Elîm” demek, sıkıcı ve öldürücü olmayan azab demektir.
Allah Hıristiyanların tüm bâtıl inanç içinde olan inançlarından ve bu anlayışlarından vazgeçmelerini istemektedir. Yoksa dertten başlarını kurtaramayacaklarını bildirmektedir.
Erbakan’ın bazı konulardaki başarısızlığının bir sebebi de kendisinin kutsallaştırılmasıdır. Aslında Erbakan’ın istediklerinin hepsi olmaktadır. Ama Allah onları yapmayı ona nasip etmedi. Bir de Tayyip Bey kadar başarılı olsaydı, o zaman Millî Görüşçüler Hıristiyanlardan da beter olurlardı. Allah ne yapmıştır? Millî Görüşçülere elîm azabı tattırmaktadır. Çünkü onlar bazı tutumlarıyla putperest oluyorlar.
***

(EaFaLAv YaTUvBUvNa)
“Tevbe etmeyecekler mi?”
Allah adeta onlardan rica ediyor. Artık günü geldi. Siz bize tevbe edin ki biz de size tevbe edelim. “Fa” harfini getirerek, durum bu iken, tarihte defalarca bu azapları tatmış iken, simdi size rica ediyorum. Gelin, inat etmeyin, tevbe edin. İnsanlık artık üçüncü bin yılın aydınlığına ulaşsın. Ne duruyorlar, tevbe etsinler diyor. Bize soruyor, hâlâ tevbe etmeyecekler mi diyor. Bizim onlara tebliğ yapmamızı, bunu haber vermemizi emrediyor. Ben bunu yani bu emri size ulaştırıyorum, siz de tanıdıklarınıza ulaştıracaksınız, onlar da Hıristiyanlara ulaştıracaklardır. Böylece tebliğ onlara varacaktır.
“Tevbe” kelimesi Kur’an’da üç şekilde gelmektedir. Biri günahlardan tevbe anlamına gelip vazgeçmek, bırakmak demektir. Lâzım bir fiildir. Kalkmak, oturmak gibi tevbe etmek de öyledir. Nasıl odadan çıkılır ama oda harf-i cersiz mef’ul olarak gelmezse, günahlar da terk edilir. Ama gaye günahların yok edilmesi değildir. Gaye bizim günahlardan uzak olmamızdır. Yani kötülükler kalkacaktır. Biz kötülüklerden uzak olacağız. Gaye bizim iyi olmamızdır, yoksa kötülüklerin yok olması değildir.
“Tevbe” kelimesi ikinci olarak da “ilellahi” olarak gelmektedir. Yani kötülükleri bırakıp iyiliklere gitme asıldır. Burada tevbe kötülükleri bırakmaktan çok iyilikleri yapmadır. Bir partiden ayrılıp başka partiye gitmektir. Gaye partiden ayrılmak değil, daha iyi partiye gitmek olmalıdır. Parti kötü olduğu için değil, diğeri daha iyi olduğu için ayrılmadır.
Bugün ne yapılıyor, bir parti tutuluyor. Kötü de olsa ondan ayrılmak ihanet sayılıyor. Oysa partiden ayrılmak için bulunduğun partinin kötü olması gerekmez, yeni partinin daha iyi olması yeterlidir.
“Tevbe” kelimesi bir de “Alâ” ile kullanılmaktadır. Bu da bize gelenlere doğru bizim de gitmemizdir. Yani gelenlere siz sonradan geldiniz, bize tâbi olun değil, eşit şartlar altında kabul görme anlamındadır. Birisinde “İlâ” birisinde “Alâ” getirilmiştir. Bu Allah’ın yüceliğini göstermektedir. Allah da insanı kendisine muhatap alıyor ve onun gelişini karşılıyor.
Allah kâinatta her şeyi çift yarattığı gibi Kur’an’da geçen kelimeler de çifttir. “Tevbe” kelimesinin eşi “rücu”dur. İkisi de dönme anlamındadır. İkisi de “İlâ” ile kullanılmaktadır. Bunlar arasında bir fark olmalıdır. Rücu fiilîdir. Tevbe ise kalbîdir. Tevbede ona doğru yönelme vardır. Rücu ise doğrudan ona varmadır. Tevbe eşya için getirilmez, rücu ise eski duruma dönülmesi anlamında eşyada getirilir. Müracaatta soru sorma vardır, bir talepte bulunma vardır. Tevbede ise soru yoktur, talep de yoktur.

(EiLa elLAHi)
“Allah’a”
Allah’a dönülecektir. O’na doğru yönelinecektir.
O’na yönelme nasıl olacaktır?
Allah Batılılara çok büyük ihsanlarda bulunmuştur. Önce Hıristiyanlığı baştan insanlığa onlar yaymışlardır. Ondan sonra müsbet düşünme mantığını onlar götürmüşlerdir.
Gerçi müsbet düşünme usulü Hazreti İbrahim aleyhisselamdan itibaren başlamış, Yunanistan’a intikal etmiş, bütün kuralları ve anlayışı Kur’an’ın öğretimi ile İslâmiyet’te ortaya konmuştur. Ancak insanların bir şeye inanmaları için onu göstermek gerekir. Müsbet ilim Mezopotamya’dan beri vardır. Müsbet ilim sanayide meyvesini ancak yirminci asırda elde etmiştir. Ulaşım, haberleşme, aydınlanma, hesaplama ancak yirminci yüzyılın sonlarında insanların eline geçmiştir. Şimdi cepteki hesap makinesini herkes kullanmaktadır. Okuma yazma bilmeyenler bile rakamları hesap makinesine yazmadan sonuçları elde etmektedir. Bu durum insanları müsbet düşünmeye inanmak zorunda bırakacaktır.
Uygarlığa değişik uluslar katkıda bulunmuşlardır. Iraklılar, Mısırlılar, İbraniler, Çinliler, Hintliler, Tükler. Daha ileride daha da bulunacaklardır. Ama uygarlaşmanın meyvesini Avrupalılar devşirdiler. Tarihte bu açıdan en çok anılacak kimseler onlar olacaklardır. Ama onların başarıları kadar pislikleri de vardır. İnsanları tanrılaştırmak, tanrısız bir uygarlığı kurmak, karşılıksız para çıkarmak, faizi meşrulaştırmak, zinayı takdis etmek gibi; başka hiçbir uygarlıkta meşru sayılmayan âdilikler de onların eseri olmuştur.
İşte, artık bu saçmalıklardan rücu etmeleri gerekiyor; Allah’a yani şeriata yani “Adil Düzen”e dönmeleri gerekiyor.

(Va YaSTağFiRUvNaHUv)
“Ve ona istiğfar etmeyecekler mi?”
“İstiğfar etmek” demek, geçmişte yaptıkları yanlışlıkları düzeltmek demektir.
Batı birden değişmelidir. Önce Kilise yeniden ortaya çıkmalı, geçmişte yapılan yanlışları düzeltmelidir. Batının geçmişte yaptığı en büyük hata müsbet ilme cephe almasıdır.
Kilise iki büyük hata yapmış, ikisini de İsrail oğullarının fitnesi ile yapmıştır.
Bunlardan birincisi Pavlus’un saptırması ile Allah’ı üçlemesiyle yapılmıştır. Bunun günahından kurtulması için Papalık ilmî bir araştırma yaptırmalıdır. İncil’de böyle bir şey olmadığını ortaya koyduktan sonra, doğrusu ne ise onu ortaya koymalıdır. Bunu yaparken Kur’an’ı tasdik etmelidir. Hıristiyanlığın Hak dini olduğunu kanıtlamak, Hazreti Meryem’i ve Hazreti İsa’yı kendi gerçek yerlerine oturtmak için Kur’an’dan yararlanmalıdır. Bu çalışma Hıristiyanlığı bozmaz, küçültmez, aksine kendi aslî yerine getirir. Bugünkü Papalık bunu yapmıştır. Son Papa Türklerin İbrahimî dinden olduğunu söylemiştir. Bu Kur’an’ın dediğini tasdikten başka bir şey değildir. Papa Benedikt de İstanbul Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiş, “Ben âlemlerin rabbine dua ettim” demiştir. Bu da camilerin ilâhi mabetler olduğunu tasdik etmedir. İşte bu gerçeğe dayanarak Hıristiyanlar aydınlanmalı ve artık teslis inancı çelişkisinden kurtulmalıdırlar.
Kilise ikinci hatasını da müsbet ilme cephe almakla yapmıştır. Kiliseyi yıkmak için sermaye papazları satın almış, onlara müsbet ilme cephe aldırmıştır. Kilise mensupları âlimleri yakmışlardır. Bu hatasından dolayı Kilise nerdeyse yok olacak duruma gelmiştir. Bu tutumundan bugün fiilen vazgeçmiştir ama müsbet ilimlere henüz sahip çıkmamıştır. Artık müsbet ilme sahip çıkmalıdır.
Ne yapmalıyız?
Bugün dünyada müsbet ilim hâlâ din aleyhinde kullanılmaktadır. Din kitapları Darwin’in evrimine karşı çıkmaktadırlar. Oysa Darwin’in evrim teorisi Kur’an’ı ve İncil’i tasdik etmektedir.
Ne diyor bu kitaplar?
Kâinat yoktu. Altı devrede yaratıldı. En son insan yaratıldı. Tevrat bunu çok açık bir şekilde söyler. Kur’an’da, “Ben yeryüzünde halife yaratacağım” dendiğine göre, demek ki yeryüzü varmış. İnsan en son yaratılmış. Yunan filozofları ve ateistler ise insanın hep var olduğunu iddia etmişler ve yaratıcısına gerek görmemişlerdir. Oysa Darwin canlıların ilkel durumdan bu duruma geldiğini ispatlamıştır. Bundan üç milyar yıl önce canlının olmadığı ortaya çıkmıştır. Darwin insan yaratılmamış demiyor, insan canlıların evrimi sonunda yaratılmıştır diyor. Demek ki ihtilafımız varsa yaratılış şekli üzerindedir, yoksa yaratılışta değil. Bizim davamız Tanrı’nın varlığının ispatıdır. Madem ki kâinat yaratıldı, öyleyse Tanrı vardır. Kalan ise bilgi hatası olur.
İşte, yeni kuracağımız ilim merkezleri ile insanlığa müsbet ilmin ilâhi kitapları nasıl tasdik ettiği öğretilecektir. “Bin Dil Üniversitesi” bunu sağlayacaktır. Bin Dil Üniversitesi aynı zamanda İlâhî kitaplar üniversitesi olacaktır.
Kilise’nin ikinci istiğfarı ise müsbet ilimdeki hata istiğfarıdır. Gülen Cemaati bu mantığı yenmiştir. Çünkü dini cemaat olarak örgütlenmemiştir, okullar ve üniversiteler olarak örgütlenmiştir. Kilise ilim adamlarının buluşlarını ödüllendirmelidir. Böylece ilim adamlarının buluşlarına sahip çıktığını göstermelidir. İlk ödüllendireceği kimseler de Adil Düzen Çalışanları olmalıdır.
Hattâ bu ödüllendirme sadece papalığın ödüllendirmesi olmamalıdır.
İstanbul’da bir kooperatif kurmalıyız. Bu kooperatif bir vakıf olmalı, sadece çalışması ortaklık şeklinde olmalıdır. Bu vakfa dünyanın tüm dinleri ortak olmalı, buraya katkıda bulunmalıdır. Bu vakıf araştırma merkezi gibi çalışmalıdır. Buluşu olan buraya baş vurmalı ve Nobel benzeri mükafatlar almalıdır. Böylece dinin ilme karşı olduğu intibaı sona ermelidir. Artık insanlar gerçekleri dinsizlerden değil dindarlardan öğrenmelidirler.
İstiğfar böyle sağlanır. Bu çalışmaların sonucu şudur. Allah bize bildirmekle kıyas yoluyla tüm insanlığa ulaştırmamızı istemektedir. Ortak üniversite kurun demektedir.
Bunları yapmak için büyük büyük oylara veya paralara gerek yoktur.
Örnek olarak Saadet Partisi bunları kolaylıkla yapabilir.
Onlar ne yapıyorlar?
Bizi nasıl susturacaklarına dair çalışıyorlar. Bir de AK Parti’ye saldırıyorlar.
Asıl tevbe ve istiğfar etmesi gerekenler Millî Görüşçülerdir.

(Va EalLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Allah gafurdur, rahimdir.”
“Allah’a tevbe edin ve O’na istiğfar edin” diyerek Hıristiyanlara ve tüm büyük dinlere mensup olanlara, kâinatın rabbi olan Allah’ın emirlerini yerine getirin demektedir.
“Allah” kelimesi ise insanlığı kastetmektedir. Yani siz eğer bu inkılâbı yaparsanız zannetmeyin ki Hıristiyan âlemi dağılacaktır. Hıristiyan âlemi ve diğer din mensupları gevşeyeceklerdir. Tüm insanlar şunu bilmelidir ki siz hak yoldasınız. Allah vardır ve âhiret de haktır. Ama sizin diğer söyledikleriniz yanlıştır ve gericiliktir. Bu sebeple sizi bırakmıyor ama onları da bırakamıyor. İki doğru arasında ve iki yanlış arasında gidip geliyor. Eğer siz Kur’an’ı tasdik eder ve müsbet ilmi kabul ederseniz tüm Hıristiyanlık âlemi ve insanlık bayram yapacaktır. Allah’a ve âhirete olan imanları ziyadeleşecektir.
Bunun için artık isyandan da vazgeçilmelidir. Başta faiz kaldırılmalı, karşılığı olan para çıkarılmalıdır. Sonra zina kaldırılmalı, İslâmî aile müessesesi getirilmelidir. Tek evlilik, boşanma zorluğu, zina serbestliği, mihir ve miras sorunları İlâhi şeriata göre çözülmelidir. Böylece ekonomik ve sosyal yapısıyla üçüncü bin yıl uygarlığı huzur içinde yaşanmış olur.
“Gafur” ve “Rahim” kelimelerinin nekre olması bize bu mânâları verdiriyor.
Papa, “Türkler İbrahimî dindendir” dedi. Avrupa Parlamentosu üçte iki oranında tasdik etti. Tüm insanlık halk olarak dünyaya yeni bir ışık bekliyor. Bu ışığı yakmayı da Allah Vatikan’daki Papa’ya emretmektedir. Bizim görevimiz de bunu ona ulaştırmak olmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92