MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 45


(QuL)
“Kavlet.”
“Kul” emri hazırdır. Muhatap ehli kitaptır. Aşağıda belirtilmiştir.
Muhatap kimdir?
Kur’an’ın muhataplarını hatırlayalım: a) Bütün insanlar, b) müminler, c) nebiler (âlimler), d) resuller (başkanlar), e) Resul Muhammed.
Bunlardan her birini ayrı ayrı muhatap yani memurun bih olarak alabiliriz. Ne var ki burada emredilen tebliğ görevidir. Mü’min olmayanlar muhatap değildir. Demek ki muhatap olanlar mü’minlerdir. Siga müfret geldiği için her mü’min görevlidir. Diğer insanlarla karşılaştığı zaman onlara gerçekleri anlatmalıdır. İlâhi kaynağa dayanmayan ve sistem olarak o uygulanmadıkça bir şey üzerinde olmayacaklardır. İşte şimdi biz bunu yapıyoruz. Herkese anlatmakla yükümlüyüz. İlâhi kitaplara dayanmayan hiçbir şey düzenden değildir.
“Söyle” emri özellikle ilim adamlarına aittir. Ben âlimsem, sen âlimsen, görevin gereği herkese şunu anlatmakla mükellefsin. Şeriata dayanmayan, dört delile dayanmayan hiçbir sistem çözüm değildir, sistem değildir. Bu söz, bilhassa bugünkü anayasa çalışmalarında söylenecek yegane sözdür. Siz bir şey üzerinde değilsiniz. Sizin öneriniz, sizin teklifleriniz bir işe yaramaz. İlim adamları gerekçelerle bunları anlatmalı ve yazmalıdırlar. Televizyonlarda anlatmalıdırlar. Peygamberi sevmekle, tesbih çekmekle bu işlerin hallolmayacağını bilmelidirler. Bin sene önceki içtihatlarla bu sorunun çözülmeyeceğini bilmelidirler.
Bucak başkanları kendi bucaklarındaki müslimlere, il başkanları kendi illerindeki müslimlere, devlet başkanları ve başbakanlar kendi ülkelerindeki ehli kitaba, nihayet insanlık genel sekreteri tüm insanlığa hitap ederek söylemelidir; siz bir şey üzerinde değilsiniz.
Ne var ki bugün İslâm düzeni, şeriat düzeni kurulmamıştır. Mü’min devlet başkanları olmadığı için bu tebliğ işini yapmak sadece biz mü’min âlimlere ve her mü’mine düşmektedir. Bununla beraber mü’minler şimdi kendilerine bir sözcü seçmelidirler. Bu sözcü İstanbul’da olmalıdır. İstanbul’da bir site kurmalıyız. Burası “Bin Dil Üniversitesi” olmalıdır. Oranın yönetimine mü’min âlimler gelmelidir. Onlar birini kendilerine imam seçmelidirler. İşte bu imam bin dili konuşan üniversite mensuplarına söylemelidir. Onlar da kendi ülkelerinde güçlerinin yettiği kimselere söylemelidirler.
Bakınız, buradaki “Kul” emri sizlere yani mü’minlere neleri emretmektedir.
“Bin Dil Üniversitesi” kurulmalıdır. Oraya mümin âlimler getirilmelidir. Bu âyetteki emirler tüm bin dil konuşan ocaklara söylenmelidir.
Bu âyet başlangıçta Hazreti Muhammed’e hitap etti; o zamandan beri de tüm insanlığa hitap etmektedir. Bu görev birinci uygarlıkta başarılmıştır. Osmanlıların “i’layı kelimetullah” dedikleri işte bu “kul” emrini yerine getirmekten ibarettir. İslâm düzeninde dinde yani düzende zorlama yoktur; iman zorlaması, takva zorlaması hiç yoktur. Sadece baskının olmaması vardır. Baskının kalkması için Osmanlılar Viyana’ya kadar gittiler. Görevlerini başardılar. Çünkü Avrupa’da bugün baskıya karşı mücadele vardır.
Bizim neler yapmamız gerekmektedir?
- Önce internet sitemizi güçlendirmeliyiz. Oraya yazı yazarak katılmalıyız. Orada makaleler ve kitaplar yayınlamalıyız. Bu seminerlerin okunmasını sağlamalıyız. Biz okumalı ve yazmalıyız.
- Ondan sonra haftalık basılı dergi çıkarmalıyız. Bu sitede yayınlananları reklam etmeliyiz. Haftada 1 lira vererek bu çalışma desteklenmelidir. Onun için “kul” emrine uymak demek, haftada bir TL ver, dergiyi al ve komşuna oku, okut demektir. Bir milyon dergi sattığımız zaman haftalık gelirimiz 500 000 TL olacaktır demektir.
- Sonra bir televizyon merkezini alınız ve dergide yazılanları dünyaya görsel olarak duyurun demektir. Bunu yapmamız da “kul” emrinin içindedir.
- Ondan sonra “Bin Dil Üniversitesi”ni kurunuz. Oraya dünyadan her dilden insanları toplayınız, onlara rektör olanlar söylesin.
Burada emredilen sadece söyleme olduğu için bunları yaptığımız zaman bu emri yerine getirmiş oluruz. Bunun için Allah bize her türlü imkanı vermiştir. İşe başlamalısınız. Önce internet neşriyatımızı canlandırmalıyız. Sonra adım adım diğerlerini yapmalıyız.

(YAv EaHLa eLKiTaBı)
“Ey kitap ehli.”
“Kitap” kanun demektir. Hukuki hükümleri içermeyen yazılara kitap denmez. Hat denir, esatir denir, mushaf denir, sifr denir. “Kitap” ise şer’î hükümleri içeren yazılardır, kanunlardır, kararnamelerdir, yönetmeliklerdir. Bunlara genel olarak “mevzuat” denir. Bunların bir kısmı ilâhidir, yani gökten inen kitaplardır. Bir kısmı ise insanların kendilerinin yaptığı sözleşmelerdir. Kur’an sözleşmelerin hükümlerini düzenlemiştir. Dolayısıyla Kur’an bütün kitapları içerir.
Arapçadaki “EL” harfi dört anlam taşımaktadır. Biri ahdi zihnidir. ‘O adama söyle, beni kızdırmasın’ dediğinizde o adam bellidir. Burada “o” yerine Arapçada “el” harf-i tarifi getirirsiniz. ‘Dün ben bir adam gördüm, o adam beni çok kızdırdı’ derseniz, muhatap o adamı görse tanımaz ama zikirden dolayı tanımıştır. Dün söyleyenin gördüğü adamdır. Buna da ahdi zikri denir. Biri de istiğrak için gelir. El Kitap deyince bütün kanunlar, mevzuat, yönetmelikler, tüzükler anlamına gelir. Dördüncü olarak da cins için gelir. Ehl-i Kitap kanunları olan topluluktur dediğimizde burada mevcut olan kitap ehli olanlar da zihnimizde oluşmuş tek Ehl-i Kitap tipidir.
Ehl-i Kitap burada ahdi zihnidir. Bizim bildiğimiz Hıristiyanlardır. Yahudiler bile dahil değildir. Bunu nerden biliyoruz? Bundan sonra Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmedikçe denmektedir. Tevrat’ı ve İncil’i kendilerine şeriat kitabı kabul edenleri biliyoruz. Bunlar Hıristiyanlardır. Yahudiler Tevrat’ı kabul ediyorlar ama İncil’i kabul etmedikleri için onlar buradaki ehli kitap içine girmemektedir.
Hıristiyanların bugün Tevrat ve İncilleri bir arada bastırdıkları kitap vardır, Kitab-ı Mukaddes olarak basılmıştır. Türkçeye Osmanlılar zamanında tercüme edilmiş ve basılmıştır. Şimdi de basılmakta ve satılmaktadır. Bu Tevrat alenidir. Oysa Yahudilerin Tevrat’ı gizlidir. Sadece Yahudiler tarafından bilinmektedir. Piyasada satılmaz.
“Kitap” burada marifedir ve kastedilen işte bu Kitab-ı Mukaddes kitabıdır, yani Hıristiyanların bir arada bastırdıkları Tevrat ve İncil kitabıdır.
Tevrat ve İncil tahrif edilmişse de bugün resmen kabul edilen tek Tevrat vardır, resmen kabul edilen dört İncil vardır. Bugünkü Hıristiyanlar için o kitaplar söz konusudur. Evet, onlar o kitabın ehlidirler. Hıristiyan deyince o kitabı kendilerine kitap edinenlerdir.
Biz de o kitapların ilâhi kitaplar olduğunu kabul ederiz. Ancak biz o kitaplara göre amel etmeyiz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, o kitapların aslı yoktur. Tahrif edilmişlerdir. Aslını bulsak bile nâzil oldukları dilleri bilemiyoruz. İkinci olarak, o kitaplar nâzil oldukları çağlara aittir. Bugünkü sorunları çözecek hükümler eksiktir. Bu sebeple Kur’an’sız o kitaplar yeterli değildir. Bununla beraber o kitaplar da hidayettir.
Hitap bizedir. “Yâ Ehle’l-Kitabi” denmeyip de “Kul Yâ Ehle’l-Kitabi” denmiş olması, kıyasla diğer bütün ehli kitapları içine almaktadır. Yani Hıristiyanlar örnek olarak muhatap alınmıştır. Biz Hıristiyanlara söylediğimiz gibi Budistlere de söyleyeceğiz. Ne var ki ayrı ayrı söyleyeceğiz. Biz merkez olacağız. Çünkü bugün kitaplara inanan ve son kitaba sahip olan biziz. Ehli kitaplara, Hıristiyanlara, Budistlere, Hindulara ve Yahudilere de tebliğ yapma görevi biz mü’minlere verilmiştir. Bunu yapabilmemiz için “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmamız gerekmektedir. Bütün dünya dillerinden onların eserlerini tercüme etmeliyiz. Çünkü onlara kitaplarınızın üzerinde durun diyebilmemiz için onların kitaplarını bilmemiz gerekir. Onların dillerini bilmeden onlara nasıl bir şeyler söyleyeceğiz.
Burada Ehl-i Kitap olarak Hıristiyanlar alınmıştır. Kıyas yoluyla bütün Ehl-i Kitap muhataptır. “Kul” kelimesi bunun için irad edilmiştir. Yani sosyalistlere de diyeceğiz ki, kitaplarınıza yani kanunlarınıza göre amel edin. Kapitalistlere de diyeceğiz ki, kitaplarınıza göre amel edin.
3000 ile 10 000 arasında olan topluluklar birer kabiledir, birer bucaktır. Her bucağa bu bilgi ulaşacaktır. Her bucak kendi kanunlarıyla, kendi kurallarıyla yönetilecektir. Aklî olsun naklî olsun sözleşmeler yerine getirilecektir.
Bu sûrenin başında “akitleri ifa edin” denerek başlanmıştır.
Sonra da Mekke bucağı örnek alınarak avlanmalarla ilgili hükümler konmuştur.
Şimdi de oradaki halkı yani bucak halkını muhatap almaktadır.

(LaSTuM GaLay ŞaYEin)
“Bir şey üzerinde değilsiniz.”
İnsan oğlu birlikte üretip ayrı ayrı tüketecek şekilde yaratılmıştır. Siz bir kilo domates üretirseniz onu dünyadaki bütün insanlığın ürettiği imkanlarla üretirsiniz. Sonra onu tüm dünyaya arz edersiniz, satarsınız. Sonra tüm dünyadan ona karşı istediğiniz malı alıp tüketirsiniz. Bu işin başarılabilmesi için yani ortak üretimin yapılabilmesi için sözümüzde durmamız gerekir, kurallara uymamız gerekir. Sözde durmazsanız, kurallara uymazsanız ortak üretim olmaz, bölüşme olmaz ve insanlar artık yaşayamaz.
Bu durum yalnız ekonomide böyle değildir. İnsanlar birer ikişer çalışır ve ilim üretirler. Sonra herkes kendisi içtihat ederek bu ortak üretimden yararlanır ve kendisi hükümler üretir, ona göre amel eder. Biz Hıristiyanlarla bir iş yaptığımız zaman onların şeriatının hükümleri ne ise ona göre yaparız. Yani herhangi biri bir Hıristiyan bucağına girerse onların şeriatına tâbi olur. Hangi mezhebin içtihatlarını kabul etmişse ona göre ilzam olunur. Bunun için herkesin kendi içtihatlarına göre amel etmesi gerekir.
Bu şekilde amel edilmezse ortak üretim ve hayat mümkün olmaz. Yani onlar hiçbir şeyin üzerinde olmazlar. Okyanus üzerinde gemisiz salsız kalırlar.
Herkes kendi içtihatlarına ve icmalarına uyarsa, o zaman sağlam bir gemiye binmiş olur ve okyanus içinde gark olmaktan kurtulur.
İnsan tek başına yaşayamaz. Mutlaka topluluk içinde olması gerekir. Topluluğu oluşturan da sözleşmelerdir, kanunlardır, mevzuattır. İşte buna ‘hukuk düzeni’ denmektedir.
Allah bütün insanlara bir şey emretmiştir; sözünde durmak. Sözlerinde durmayan topluluklara karşı savaş meşrudur. Savaşın ana sebebi sözde durmamaktır.
Bir şey üzerinde olmamak demek insan olmamak demektir.
Ne yazık ki çağımızda insanlar sözlerinde durmayı unutmuşlar, o anda ne yaparlarsa yapmaktadırlar. Oysa insan ile hayvan arasındaki fark sözünde durmaktır. Hattâ kendi kendine verdiğin sözde de durulacaktır. Karar verdikten sonra onu yerine getireceksin. Kararı değiştirebilirsin. Yeniden içtihat yapar, yeni karar alırsın ama içtihat etmeden içtihadına aykırı amel edemezsin.
Tevrat ve İncil’in inzâlinden bir defa, Tevrat ve İncil’in taliminden iki defa, Tevrat ve İncil’in ikamesinden de iki defa zikretmektedir. Bu beş zikrin üçü bu sûrede geçmektedir. İkame etmenin ikisi bu sûrede geçmektedir, bir de talim geçmektedir.

(XatTAy TuQIyMUv)
“İkame etmedikçe”
“İlâ” da “Hattâ” da son sınırı gösterir. “İla” ile “Ankara’ya git” derseniz, Ankara’nın içine gitmesi gerekmez. Ankara’nın sınırına varması yeterlidir. “Hattâ” ile söylerseniz, Ankara’nın içine gitmeniz, merkezine varmanız gerekir. Çünkü “Hattâ” gitmenin son cüzüdür.
Burada da Tevrat ve İncil ikame edilecektir. Tevrat ve İncil’i ikame etmek demek aynı zamanda Kur’an’ı da ikame etmektir. Her topluluk kendi içtihat ve icmalarını ikame etmektedir. Yaptığı sözleşmelerde durmalıdır. Ancak bu sayede hayat mümkün olur. Burada Tevrat ve İncil’in hükümlerine göre amel et denmektedir. Tevrat ve İncil’in ve inzâl olunanın ikame edilmesinden bahsetmektedir.
“İkame etmek” durdurmak, ayakta tutmak, onu müessese olarak yaşatmaktır. Bir arabayı sürebilmek için onun bütün sistemlerini harekete geçirmeniz gerekmektedir. Tek başına aküyü çalıştırmak, tek başına motoru çalıştırmak tekerlekleri çevirmez, arabayı hedefe götürmez. Bazen paramparça eder. Kanunlar ve mevzuat da böyledir. Bütününü birlikte birbirine uyumlu bir şekilde çalıştırmak gerekmektedir. İşte “ikame” kelimesi bunu anlatmaktadır. Parça parça hükümler değil, bütün hükümler birlikte uygulanmalıdır.
Fıkıhçıların ittifak ettikleri bir usul vardır. İçtihat yapmadan ne âyetle ne de hadisle amel edilemez. İçtihat yapmak gerekir.
İçtihat ne demektir?
Başka âyet ve hadislerle birlikte değerlendirmedir. İşte bu ikamedir. Yani Tevrat ve İncil’e göre amel etmek değil, Tevrat ve İncil’i ikame etmek gerekir. Yani onlara dayanarak içtihat ve icma yapmak gerekir. Varılan sonuçlara göre amel etmek gerekir.

(elTaVRAyTa Va elEinCIyLa)
“Tevrat ve İncil’i ikame etmedikçe”
Burada Tevrat ve İncil birlikte ikame edilecektir. Yoksa “Tukîmû” kelimesi tekrar edilirdi. Tevrat ve İncil bir bütündür. Tevrat şeriat hükümleri içerir, İncil ise tarikat hükümleri içerir. Yani biri bir kumaşın dış yüzüdür, diğeri iç yüzüdür. Nasıl iki yüzü olmayan kumaş olmazsa, tarikatı ve şeriatı olmayan da düzen olmaz, din olmaz.
Batılılar hukuk ve ahlâkı birbirinden ayırmakta, düzeni yalnız hukuka göre kurmaktadırlar. Böyle bir düzen olmaz.
Hukukta bir kimse adam öldürse ama öldürdüğü sabit olmasa cezalandırılamaz. O halde yakalanmamak üzere adam öldürmek meşrudur demektir. Yakalanmayan suç işlememiş olur. Oysa yakalanmayana ceza verilmez ama yakalanmadan adam öldüren de suç işlemiş olur. Yani cezası ahlakidir. Diğer taraftan sonunda ceza verenlerin adil ceza vermedikleri zaman onları cezalandıracak bir merci bulmak mümkün değildir. Çünkü ceza verenleri de cezalandıracak bir yer bulmak gerekir. Sonunda bu vicdana, ahlâka yani Allah’a dayanır. Lâik hukuk olmaz. Bu sebepledir ki tek başına Tevrat, tek başına İncil değil, Tevrat ile İncil birlikte ikame edilecektir. Burada “ev/veya” değil de “ve” getirilmiştir. İkisinin birlikte olması gerekmektedir.
“Tevrat” töreler demektir.
“İncil” ise içtihatlar demektir, yani parçalar demektir.
Bir duvarı yapmak için önce taşlar yontulur ve duvara uygun hâle getirilir. İnsanlar içtihat yaparlar ve kendilerini topluluğa uydururlar. Sonra da bu içtihatlar birleştirilir ve ortak içtihatlar doğar ki bu da icma ile ifade edilmiştir. Böylece insanlar içtihatları ile hürriyetliklerini ve kişiliklerini korurlar, icmaları ile de topluluğu oluştururlar, topluluğun ferdi olurlar. Her topluluk ayrı ayrı icmalar yapar ve kendi topluluklarını oluştururlar. Sonra toplulukların icmaları daha büyük topluluk oluştururlar. Bucağın icmaları il içinde bucak içtihatları gibidir. İl icmaları da ülke içinde il içtihatları gibidir. Nihayet ülke içtihatları insanlık içinde ülke içtihatlarıdır.
İcmalar dahilde icmadır, hariçte ise içtihattır. Kişinin içtihadı kendisi için icmadır, topluluk içinde içtihattır. İnsanlık içinde ise yalnız icma vardır.
Tevrat ve İncil’i Hıristiyanlar ikame edeceklerdir. İnsanlık içinde bu Hıristiyanların içtihatları gibi olacaktır. Her topluluğun icmaları insanlık içinde içtihat mesabesinde olacak, insanlık icmaları ise herkesi bağlayan şeriat olacaktır.

(Va MAv EuNZiLa EiLaYKuM)
“Ve size inzâl olunanı”
Tek başına Tevrat ve İncil’i ikame etmek emr olunmuyor.
“Ve onlarla beraber ne inzâl olunmuşsa.”
“Mâ” burada mâ-i umumidir. İnzâl olunanların hepsi birden kastedilmektedir. Ama kendilerine inzâl olunandan bahsedilmektedir.
Burada sana değil size inzâl olunandan bahsetmektedir. Bu da o toplulukların içtihat ve icmalarıdır. Tevrat’ı ve İncil’i okuyacaklar. Herkes kendisi içtihat yapacaktır. Bu içtihatlar farklı olacaktır. Ama o toplulukta içtihatlar mevcut olacaktır. Hiç olmazsa birinde o mânâ vardır. Dışarıdan bakan kişi bu toplulukta bu vardır der. O dışarıdaki kişi için hepsinde olması gerekmez, birisinde olması yeterlidir. Hattâ içerde de aramızda bir doktorun, bir mühendisin, bir hukukçunun olması yeterlidir. Çünkü ondan hepimiz yararlanırız.
İşte, buradaki “İleyküm” kelimesi onların bütün içtihatlarını da içerir.
Mantıkta buna toplama denir.
Diğer taraftan icmalar vardır. O da herkesin Tevrat ve İncil’i aynı şekilde anlamasıdır. Mesela dil böyledir. Bir topluluğun dilini bütün fertleri bilir.
Buna icma diyoruz.
“Size inzâl olunan” demek, Tevrat ve İncil’den ittifakla anladığınız mânâ demektir.
Mantıkta bu çarpımla ifade edilir.
Size inzâl olunan içtihatlar = İçtihat1+İçtihat2+İçtihat3+…
Size inzâl olunan icma = İçtihat1*İçtihat2*İçtihat3*…
Bir toplulukta kanunlar vardır. Kanunlar içtihatlarla uygulanır. İçtihat demek yorumlar demektir. Kanunları kim yorumlayacak? Uygulayanlar yorumlayacaklardır. Her uygulayan kendisi yorumlayacak ve uygulayacaktır. Niza hâlinde ise kanunları hakemler yorumlayacaklardır. Böylece yorumlar zamanla birleşecek ve aynı şekilde yorumlanacaktır. Buna “icma” denmektedir. Yani topluluk geliştikçe içtihatlar çoğalır, icmalar da çoğalır. Bir gün gelir o topluluğun tüm sorunları içtihatlarla çözülür. Artık duraklama devri başlar. İcmalar artmaya başlar; yani içtihatlar azalmaya başlar. Farklı görüşler ortadan kalkar. Bu da özgürlüğü ortadan kaldırır. Gelişmiş toplulukların yeni sorunlarına cevap vermez olur.
İşte o topluluk ihtiyarlamış olur.
Yeni topluluk ve yeni uygarlık oluşur. Yeni içtihatlar, yeni icmalar ortaya çıkar.
Yaşlanmış ağacın yıkılıp yeni fidanın ağaç olması buna benzer.
Bu ya aynı kökten yeni filiz şeklinde olur. Bu devletin yıkılıp yeni devletin kurulmasıdır. Selçuklulardan sonra Osmanlıların gelmesi böyledir.
Yahut yeni tohumdan yeni uygarlık doğar. Ayrı iki uygarlığın çiftleşmesinden oluşur. İslâm uygarlığı böyledir. Osmanlılardan Cumhuriyete geçme de böyle olmalıdır.

(MıN RabBiKuM)
“Rabbinizden”
Buradaki “Min Rabbiküm” car ve mecruru inzâlın mef’ulün fihidir. Sizi uygarlaştıran, geliştiren, yetiştiren kimseden gelen içtihat ve icmalar.
Görülüyor ki içtihat ve icmalar da Allah’tan gelmiştir. Hata etsek bile O hata etmemize müsade etmiş olduğundan bizi sorumlu tutmayacak, bizi içtihat ve icmalarımıza uymadığımız için sorumlu tutacaktır. İnsan vücudunda genler vardır. O genler atadan miras yoluyla intikal etmiştir. O genler hücreden hücreye değişmez, zamanla değişmez. Ama genler şartlara ve göreve görev başka başka işler yapar. Kimi göz olur, kimi kulak olur. Gen uyur veya aktif olur.
İşte…
Tevrat ve İncil böyle değişmeyen genlerden ibarettir. İçtihat ve icmalar yere ve zamana göre değişir. İnsan evrimleşen ve uygarlaşan bir varlıktır. Bu evrim içtihat ve icmalarla oluşmaktadır. İçtihat ve icmalar olmazsa değişme olmaz, evrim olmaz. Bundan dolayı içtihat ve icmalar “Min Rabbiküm” ile vasıflandırılmıştır. Yaşlanan topluluklar ortadan kalkar, yerine daha gelişmiş ve daha ileri topluluklar ortaya çıkar, bu içtihat ve icmalarla. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur.
Cumhuriyet Batı modeli içinde kurulmuştur.
Oysa Batı modeli iki bakımdan bize uygun değildir.
1) Birincisi, Batı modeli bize yabancıdır. Hakka değil kuvvete dayalı bir uygarlıktır. Oysa bizim uygarlığımız hakka dayalıdır.
2) Batı modeli düzen olarak artık yaşlanmaya başlamıştır. O düzen yenilikler yapamaz. O düzen yeni uygarlık doğuramaz.
Yeni uygarlığı ancak iki uygarlığı sentez eden bir kavim doğurabilir. Bunu da bugün yapacak olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye bunu yapmazsa Cumhuriyet yıkılır, yeni cumhuriyet gelir, onlar yapar.
Burada Hıristiyanların örnek ehl-i kitap kabul edilmesi, yeryüzünde ilk beşeri hukukun Roma hukuku olmasındandır. Roma hukuku lâikleştirilmiş Tevrat hukukudur.

(Va LaYaZiDanNa)
“Ziyade edecek.”
“Kul/Söyle” emrinden sonra, onların tavırlarını izah etmektedir. Sonunda gelen “Nun” harfi fiili gelecek sigasına çevirir. Ziyade edecektir. Sen onlara Tevrat, İncil ve size inzâl olunanı ikame edin diyorsunuz. Onların bir kısmının küfür ve tuğyanını artıracaktır.
Kur’an’ın bir özelliği vardır. Kur’an bir insanı mü’min yapmaz, kâfir de yapmaz. Kur’an mü’minin imanını artırır, kâfirin de küfrünü artırır. Kur’an insanı kâfir veya mü’min yapsaydı o zaman Kur’an’ın kendilerine ulaştığı kimselere Allah ayrıcalık yapmış olurdu. İnsan, mü’min veya kâfir olarak kendisi kendi kararı ile mü’min veya kâfir olmuş olur. Kur’an insanların küfrünü ve imanını artırır. Kur’an’ı okumağa başladığınız zaman ben doğruyu arıyorum, Kur’an hakikatse bana doğru görünsün ve ona tâbi olayım, Kur’an bâtılsa bana gerçekler görünsün, ben ondan uzak olayım derse; bunu diyen mü’mindir. Hakka inanmak budur. Kur’an’ı okudukça onun imanını artıracaktır. Tevrat ve İncil’i ve kendilerine inzâl olunanı bu amaçla okursa, onun da imanını artıracaktır. Böyle değil; insanları nasıl sömürürüz, insanlar arasına fitne fesadı nasıl koyarız diye onu o amaçla ikame edenlerin de küfrünü ve tuğyanını artıracaktır.
Bugün bazı Yahudilerle bazı Hıristiyanlar bir olmuş, Yahudiler İsa Mesih değildir, yeni Mesih gelecektir diyorlar; Hıristiyanlar da İsa Mesih’tir ama bir daha gelecektir diyorlar. Oysa Hazreti İsa ben geleceğim demiyor, beni gönderen başkasını gönderecek diyor.
Hazreti Muhammed’i gönderecektir. Artık ne Mehdi ne de Hazreti İsa gelecektir. Kitap getiren ulu’l-azm resuller bitmiştir. Bundan sonra âlimler nebilerin görevini görecek, başkanlar resullerin görevini görecektir.
Ne acayiptir ki, bu Hıristiyan ve Yahudi inançlarına Müslimler de katılmaktadırlar.
İşte şimdi Hıristiyanlar ve Yahudiler birleşmişler, biz İsrail’de ne kadar çok kurban verirsek, fitne fesadı ne kadar büyütürsek, İsa Mesih çabuk gelir deyip insanlığı kana boğuyorlar. İşte Tevrat ve İncil’i ikameye bu niyetle kalkışınca Allah da onların küfrünü ve tuğyanını artıracaktır.

(KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çok kimselerin”
Burada “Eksera Minhüm” denmeyip “Kesiran Minhüm” denmesi, onlardan daha çoğunun anlamında değildir, onların içinde çok kimse vardır demektir. Bunlar on kişiden fazla kimselerdir ama sayıları iyi insanlardan çok değildir. Bugün gerek Katolik kilisesi, gerek Ortodoks kilisesi İslâm’a ve Kur’an’a karşı değildirler. Bunlar küfür ve zulümle mücadelede bizimle beraberdirler.
1980’lerde Süleyman Akdemir ile birlikte Almanya’ya gittik. Hıristiyan bir din adamı ile sohbet ederken “Faizsiz Adil Ekonomik Düzen”den bahsettik. Kendilerinin Papa’ya bağlı olmayan Güney Amerika Katoliklerinin merkezi olan Bonn’daki kiliseye mensup olduğunu söyledi ve şunları anlattı, Katolik oldukları için de Roma ile yakın ilişkileri olduğunu söyledi.
“Rahipler meclisimiz geçenlerde önemli bir karar aldı. Güney Amerika’daki krizlerin sebebinin faiz olduğuna hükmetti. Faizsiz bir ekonomi düzeni kurmak için çalışmaya başladı. Aldığı kararlar içinde bu hususta Müslümanlardan yararlanmayı da derc etti. Ben sizi bizim ekonomistimizle görüştüreyim.”
Biz bir gün ekonomistin kendi evinde Adil Düzen ekonomisini anlattık.
Papa, Türkler İbrahim dinindendirler, onları AB’ye alalım diye fetva verdi. Yani Kur’an’ı tasdik etti, mü’min oldu demektir.
İzmir’de bir Yahudi âlimi bize; biz İsa’yı ve Muhammed’i inkâr etmiyoruz, sadece Zekeriyya’dan sonra İsrail oğullarına yeni peygamber gelmeyecek diyoruz, başka uluslara elbette gelecektir demiştir. Böyle mü’min Yahudiler de vardır.
İşte, “çoğu” deyince, “hepsi” anlamında olmadığı gibi “ekserisi” anlamında da değildir; onlardan pek çok kimse demektir.
Bunlarla ilişki kurduğumuzda bunların hangilerinin kâfir hangilerinin mü’min olduğunu nasıl anlayacağız, miyarımız ne olmalıdır?
Hıristiyan, Budist, Müslim ve Yahudi’sini ayırt etmeden bizim miyarımız hakemlerdir. Hakemlik müessesesini kabul eden herkes müslimdir ve barış içinde hak yolunda cihada devam ederiz. Hakemliği kabul etmeyen işte bu “kesiran” içine girer. Filistin’i ve İsrail’i değil, hakemleri tutanı tutacağız. Onun yanında olacağız.

(MAv EuNZiLa EiLaYKa MiN RabBiKa)
“Rabbinden sana inzâl olunan.”
“Kur’an ve sana inzâl olunan” denmeyip sadece “Rabbinden sana inzâl olunan” denmektedir. Önce “Mâ” umum Mâ-sı olduğu için Kur’an da dahil olmuş olur. Diğer taraftan hükümler iki çeşittir. Bir, usul olarak adlandırılan esas hükümlerdir, kurallardır. Kur’an esas hükümleri ortaya koyar, füru dediklerimizin kıyasla sabit olacak hükümlerin nasıl istihraç edileceğini öğretir ama teker teker saymaz.
Örnek olarak Kur’an domuz etinin haram olduğunu söyler ama ondan sonra diğer hayvanları saymaz. Biz ona kıyasla maymun etinin haram olduğunu biliriz, meyvecil hayvanların eti haramdır deriz. Etçil hayvanların eti evleviyetle haramdır.
Oysa Tevrat böyle yapmaz, o zaman, onların zamanında yaşayan hayvanlardan eti yenenleri sayar, yenmeyenleri de haram olarak sayar. Hadisler de bunu yapar. Kur’an ise ikinci bir hayvan daha zikretmez.
Demek ki Kur’an’da usul vardır ama füru yoktur.
Bunun anlamı şudur. Kur’an’ın hükümleri doğrudan uygulanmıyor, içtihat ve icmalarla uygulanıyor. Sünnet de içtihat ve icmaların içindedir. Oysa diğer kitaplarda füru da vardır. İşte bundan dolayı, “Kur’an ve sana inzâl olunan” denmemiş, sadece “Rabbinden sana inzâl olunan” denmiştir.
Onlara biz söylerken, “Tevrat ve İncil’i ve size inzâl olunanları ikame etmedikçe” denmiş, “Rabbinizden” denmiş, burada da “Rabbinden” kelimesi zikredilmiştir. Onların Rabbi ayrı, bizim Rabbimiz ayrı imiş gibi izhar edilmiştir. Burada açıkça şu ifade edilmiştir.
İnsanların farklı içtihat ve icmaları olacaktır. Her topluluğun kendi şeriatı olacaktır. Her aşiret kendi içtihat ve icmaları ile, her kabile kendi içtihat ve icmaları ile, her şa’b ve her kavm kendi içtihat ve icmaları ile, merkez kabile kendi içtihat ve icmaları ile yaşayacaktır, amel edecektir. Allah her topluluğun ayrı ayrı rabbidir, bütün insanların bir rabbi değildir. Kendisi birdir ama rab olarak ayrı ayrıdır.
“O gökte bir ilâhtır, yerde ayrı bir ilâhtır.” (43/84) ifadesi bunu açıkça ifade eder.

“Hüve” mübteda olarak müfret olduğu için iki ilâh değil tek ilâhtır ama ilâhlığı ikidir.
“Rab” kelimesinin burada iade edilmesi ve birinin çoğul diğerinin de tekil olarak zikredilmesi her topluluğun kendi şeriatı ve kendi kanunları olacaktır demektir. Büyük Millet Meclisi’nde yapılan kanunlar illerde geçerli değildir, ilde yapılan kanunlar bucaklarda geçerli değildir demektir. İnsanlığın kanunları illerin iç işlerini bağlamaz demektir.
Yukarıda emir müfret olarak verilmiştir. “Kulû” denmemiş, “Kul” denmiştir.
Burada da “Rabbike” kelimesi söylenerek müfret hitap edilmiştir. Muhatabın “Kul”daki muhatap olduğuna işaret etmiştir. Burada başka bir incelik daha vardır. Mü’minlere nâzil olan yalnız mü’minlere değildir, tüm insanlığadır. Yani Kur’an tüm insanlığa nâzil olduğu gibi Hazreti Muhammed tüm insanlığa rahmettir. Onun halifesi olan Mekke imamı da tüm insanlığın imamı olacaktır. Burada “Rabbiküm” denseydi onlar dışarıda kalırdı. Diğer taraftan Mekke imamı emir değildir, yani silahlı gücü yoktur.
Bunun anlamı şudur ki, Birleşmiş Milletler’in silahlı güçleri yoktur. Tek imamları olduğu için insanlık tek ümmettir. Ama kıyam yani mukavemet silahlı güç olan kavimlere aittir. İnsanlıkta tek silahlı güç olsaydı, o zaman kıtal olmazdı, sadece harb olurdu. Harb terör olayıdır. Cephe savaşı değildir. Kim suçlu ise sadece onlar katledilirler. Oysa kıtalde karşı cephede kim varsa onlar da katlolunur.
O halde Mekke emirinin emrinde silahlı güç yoktur. Hattâ Mekke’nin güvenliği de dışarıdaki mü’minler tarafından sağlanır. Mekke emiri sadece hakemdir. Uluslararası ihtilaflarda geçici hakemlik yapar. Mağdur olanlar hakemlere gidebilirler. Hakemlere uymayanlara karşı savaş ise uluslararası gönüllülerden oluşacak güçler tarafından yapılır, o devlet yıkılır ve yağma edilir.
Yukarıda içtihat ve icmaları beraber saydık.
Burada “Ke” olduğuna göre icma dahil midir?
Evet, icma dahildir. Çünkü icma olduğuna karar verecek olan başkandır.
Ramazan Bayramı’nda icmalar ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar itiraz eden olmazsa icmalar kesinleşir. İtiraz eden olursa icma akdedilmez.
O halde icmalar da resule inzâl olunmaktadır. Yani ilân etme yetkisi resulün görevidir.
İşte bu âyet bizim bu içtihadımıza delil olmaktadır.
Rahmetenlilâlemîn olma bu demektir.

(OuĞYAvNan Va KuFRan)
“Tuğyan ve küfür”
Kur’an’da mukayeselerin yapılabilmesi için kelimeler karşılaştırılarak zikredilmelidir. Burada “tuğyanı ve küfrü” birlikte zikretmiştir, hem de “ev/veya” ile değil de “ve” ile zikredilmiştir. Yani bunların çarpımı sözkonusudur.

Sağdaki daire tuğyan, soldaki daire küfürdür. İkisi bir arada tuğyan veya küfürdür. İçteki ortak parça tuğyan ve küfürdür. Burada “ev/veya” ile değil de “ve” ile getirildiği için ikisinin bir arada olmasını ifade eder. O halde mânâ verirken küfür ve tuğyan beraber olmalıdır. Küfürsüz tuğyanı artırmaz, tuğyansız da küfrü artırmaz. Küfürle beraber tuğyanı birlikte artırır.
Burada tuğyan önce küfran sonra zikredilmiştir. Çünkü onların küfrü tuğyan sebebiyledir. Yani onlar tuğyan etsin, anarşi çıkarsın, karışıklık olsun diye küfrediyorlar. Onların hedefleri tuğyandır.
Bunu niye yapıyorlar, yani Hıristiyanlar neden tuğyan ve küfürde bulunuyorlar?
Bunu yapıyorlar çünkü onlar muttaki değildirler. Onların bu durumları Hıristiyan olmalarından değil, tam tersine onlar zaten tağidirler, kâfirdirler. Hıristiyanlığı âlet olarak kullanıyorlar. Bizim Hıristiyanlara düşman olmamız gerekir, onlara buğuz etmemiz gerekir. Çünkü onlar bizim peygamberimizi kabul etmiyorlar. Oysa biz onların peygamberlerini de kendimize peygamber olarak kabul ediyoruz, bizi sevmeleri gerekir.
Oysa Kur’an diyor ki; siz onları seversiniz, onlar sizi sevmezler.
Onların sevmemeleri dini duygulardan değil, tuğyan ve küfürlerindendir.
“Küfür” nankörlüktür. Ne bedenen ne de mâlen savunmalara katılmamaktır. Oysa biz onları güven içinde yaşatıyoruz. İslâm diyarına geldiklerinde onlara kimse saldırmıyor ama kâfirlerin küfürleri kendilerine kalıyor. Bu yetmiyormuş gibi onlar bize saldırıyorlar.
Allah yeryüzünü böyle yaratmıştır. Kıyamete kadar iman ve şirk devamlı cidal içinde olacaktır. Nasıl hastalık ve sağlık varsa öyle de sosyal mikroplar da yok olmayacaklardır.
Bunun hikmeti şudur. İnsan evrimleşen bir varlıktır. Doğar, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yerine daha genci ve daha ileri olanı gelir. İşte yenilere eskilerin yer açması gerekir. Bu yeri canlılara açan mikroplardır, virüslerdir. İnsanlarda da bunu yapan kâfir olan azgınlardır.
Denebilir ki; madem ki bu onların görevleridir, cezalandırmaları nelerdir?
Allah iki takım kurmuş, biri yapıcılar takımıdır, diğeri de yıkıcılar takımıdır. Allah yapıcılara katılanları mükafatlandırmış, yıkıcılara katılanları da cezalandırmış ama asla zulmetmemek üzere. Hepsi yapıcı olsaydı ne olurdu? Allah bunun için bir şey söylemiyor. Ya hepsi yıkıcı olsaydı ne olurdu? Yenilerini getirirdi ve onlar yapıcı olurdu diyor. Yani melekler olurdu. Yıkıcılar olmasaydı o zaman da şeytanları getirirdi, onlar o işi yaparlardı. Onlar için cehennem azabı olmazdı. Çünkü onlar ateşten var edilmişlerdir.

(Fa LAv TaESa)
“Meyus olma.”
Sana inzâl olunan onların küfür ve tuğyanlarını ziyade ediyor.
“Sen meyus olma” yani ümidini kesme demektir.
“Ye’s” kadının hayızdan kesilmesidir. Artık çocuk olmayacak anlamındadır.
O duruma düşme, yani ben içtihat yaptım, biz icma yaptık, onların lehine hükümler ortaya çıkardık. Bunlar hiç kulak vermiyorlar. Sen meyus olma. Çünkü onların hepsi bir değildir. Bir gün senin içtihatlarına ve sizin icmalarınıza geleceklerdir.
Örnek olarak AK Parti’ye teklifte bulunduk.
- Asker-sivil ilişkisi ancak ordu komutanlarının doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması ve askerlerin sivillerin, sivillerin de askerlerin işlerine karışmaması ilkesiyle;
- Terör ancak iç güvenliğin il yönetimlerine bırakılması ile;
- Yargı bağımsızlığını hakemler usulü ile;
- Basının millileşmesini Basın Kooperatifleri ile;
- Dokunulmazlığı Yüksek Hakemler Kurulu ile;
- Dış borçları kredileşme yoluyla;
- İşsizliği “Çalışana/Emeğe Kredi” ile;
- Köylerin boşalmasını “Tarım Semtleri” ile;
- İmardaki yolsuzlukları devletin arsa ve projesi ile ve inşaat iştiraki ile;
- Enflasyon maldan kâr ile çözülebilir diyoruz.
Kulak vermiyorlarsa bundan meyus olup ümitsiz olmamalıyız.
Bir gün bu sorun çözülecektir.
Bugün birçok kimseler “Adil Düzen”den meyus olmuşlardır. AK Parti’nin gelmesi ve başarılı olması ile “Adil Düzen”in gereksiz olduğu ortaya çıkmaktadır görüşünde olanlar vardır. On sene önce “Adil Düzen”in öldüğünü zanneden kardeşlerimiz vardır.
Bu kardeşlerimize sadece şu soruyu sorun: Sizce rüşvet haram değil midir, vergi kaçırmak ve yalan beyanda bulunmak haram değil midir?
Bunları yapmadan bugün yaşanır mı?
O halde bunlarsız bir düzene ihtiyaç yok mudur?
“Adil Düzen” on sene evvel öldü ise; demek ki Allah dünyayı zulümle idare edecektir!!!
Evet, Kur’an diyor ki; ne kadar “Adil Düzen” öldü diyorlarsa da sen meyus olma, ümidini kesme, “Adil Düzen” dipdiridir.

(GaLay eLQaVMi eLKAvFiRiYNa)
“Kâfir kavim üzerinde meyus olma.”
Kâfir olarak vasıflandırılanlara marife kavim tanımı/kelimesi getirilmiştir. Bu istiğrak için olabilir. Bütün kâfir olan kavimler üzerinde sen meyus olma.
Bununla beraber burada Hıristiyanlardan bahsetmektedir.
Hıristiyanlardan, ayrıca böyle olanlardan dolayı sen meyus olma.
Bu âyetler Yahudileri değil, sadece Hıristiyanları muhatap almamızı söylemiştir.
Yapacağımız işler nelerdir?
- “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmalıyız... On daireden oluşan her katta ayrı bir dil konuşan onar aile yerleştirmeliyiz... Bunlar sorularını soracaklar... Kur’an’dan istidlâl edilerek sorunlar çözülecektir.
- Bütün mevzuat fıkhın hükümlerine göre yazılacaktır, mevcut maddeler fıkha göre yazılacaktır.
- Anayasa;
- Borçlar Kanunu;
- Medeni Kanun;
- Ticaret Kanunu;
- Kooperatifler Kanunu;
- İş Kanunu;
- Sosyal Güvenlik Kanunu;
- Hukuk Usulü Muhakeme Kanunu;
- Ceza Usulü Muhakeme Kanunu;
- İdare-i Muhakemeler Kanunu.
Bu kanunlar tüm dünya dillerine çevrilecek. “Adil Düzen” insanlığa tebliğ edilecek.
- Üniversitemizden mezun olan kimseler işletmeleri işletecek şekilde yetiştirilecektir. Onlar aynı zamanda on sene içinde kendilerine gerekli olan sermayeyi de burada biriktirmiş olacaklar, gidecekleri memleketlerinde “Adil Düzen İşletmesi”ni kuracaklardır.
İşte böylece tüm insanlığa tebliğ yapmış olacağız. Yani bu âyetin başında söylenen “Kul/söyle” emri yerine getirilecektir.
Bunun için ne yapmalıyız?
Önce biz çalışmaya başlamalıyız…
Ondan sonra da bununla ilgili kooperatif kurmalıyız... Bu kooperatif vakıfları kurmalıdır... Kooperatif gelirlerini bu vakıflara verecektir…
Türkiye’de pek çok vakıf vardır.
Bu vakıflar bu faaliyete yönlendirilmelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92