MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 44


YAv EayYuHa elRaSUvLu
“Ey Resul”
Kur’an tüm insanlara gönderilmiştir. Tek başına okurken Kur’an o insana hitap etmektedir. Beraber okuduğumuzda başkanımıza hitap eder; biz onun cemaati olmamız sebebiyle bize de hitap etmektedir. Bu başkan beş vakit namazın imamı ise ona geçici hitap eder. Çünkü bir vakit namazını ben şimdi bu imamla kılarım, öbür vakitte başka imamla kılarım. Cuma namazı öyle değildir. Cuma namazı bucakta sadece bir yerde kılınır, belli yerde kılınır, yalnız Cuma günü öğle vakti kılınır, belli sayıdaki cemaatle kılınır.
İşte bu imam “resul”dür.
Hazreti Muhammed âlemlerin rabbi Allah’ın resulüdür.
Cuma imamı oradaki topluluğun resulüdür. Bir bucakta yalnız bir resul vardır. Nebi ise ilim adamıdır. Dört delile dayanarak hükümler çıkarır. Topluluğun isteklerini ortaya koyar. Milletvekilleri birer nebidir. Yahut parti başkanları birer nebidir. Her resul nebidir ama her nebi resul değildir. Bu sebepledir ki Kur’an’da “Ey Nebi” ifadesi 13 defa geçmektedir, “Ey Resul” kelimesi 2 defa geçmektedir ve ikisi de bu sûrede geçmektedir. “Ey Nebi” aynı zamanda “Ey Resul” demektir.
“Resul” bucak başkanıdır. Başkası değildir. Bu “Ey Resul” hitabı bucak başkanına aittir. Demek ki bir bucak içinde değişik kitap ehli bulunacaktır. Çünkü bundan sonra ehli kitaptan bahsetmektedir.
Şimdi bucakları tasnif edelim. Merkez bucaklar vardır, bunlara “ümme’l-kura” denmektedir. Taşra bucaklar vardır. Her bucak bağımsızdır, kendi bucağının hukukunu kendisi koyar. Merkezi kanunlar orada geçerli değildir. On kadar bucak bir araya gelerek bir ilçeyi oluştururlar. Bunlara ilçe merkez bucağı denir. On kadar ilçe bir araya gelir ve bir ili oluşturur, il merkez bucağını oluşturur.
İl merkez bucağının halkından bir kısmı taşra bucaklardan gelen temsilcilerden oluşur. Yüze yakın âlimlerden oluşmuş meclisi vardır. İl merkez bucağının kanunlarını il merkez bucağının halkı yapmaz, taşradan gelmiş olan bu mebuslar yaparlar. İlçe merkez bucaklarında da bu kanunlar geçerlidir. İlçe merkez bucaklarının başkanları biat ile gelmez, il merkez bucağının başkanı tarafından atanırlar. Yani “Adil Düzen”de merkezin yaptığı kanunlar taşra bucaklarında geçerli değildir ama merkez bucaklarının kanunlarını taşranın temsilcileri yapar. İşte demokrasi budur. Halk kendi kanununu kendisi yapar. İçtihat eder. Taşra bucakları kendi kanunlarını kendileri yapar. Merkez bucaklarının kanunlarını taşra halkının temsilcileri yapar.
Halk kendi bucağı içinde o bucağın başkanına biat etmiştir. Bucağını değiştirerek biat ettiği kimseyi değiştirebilir. Askerlik yaparken ve cizye verirken de o zaman merkez bucağının başkanına biat etmiş olur. İlini değiştirerek biat ettiği kimseyi değiştirebilir. Buna “hicret demokrasisi” diyoruz. Taşra bucağının başkanı başkan olarak il merkez bucağının başkanına tâbi değildir. Eşit başkanlığa sahiptir. Merkez taşraya hakim değildir.
On kadar il bir araya gelerek bölge oluştururlar. Bir il bölgenin merkez ilidir. Merkez ilinin il ve ilçe merkez bucakları ülke merkez bucaklarındandır. On kadar bölge bir araya gelerek ülkeyi oluşturur. Ülke merkez bölgesinin merkez ili ülke merkez ilidir. Merkez ilin merkez bucağı vardır. Bu bucak ülke milletvekillerinden oluşur. Bine yakın ailedir. Bunlar taşra bucaklarının ülke temsilcileridir. Ülke merkez bucaklarının kanunlarını bunlar yapar. Bölge merkez yöneticilerinin atanmaları merkezden olur. On bölgede onar merkez bucak vardır. Ülkede yüz ülke merkez bucağı vardır. İşte bu bucaklar ülke merkezinden yönetilirler. Bunların başkanları görevlidir. Devlet başkanını temsil eder. Halk nöbetli ve cizyeli olarak bu başkana da biat etmiştir. Kişi ülkesini değiştirmedikçe bu biattan kurtulamaz.
On kadar ülke birleşip bölge merkez illerini oluştururlar. Bu merkez illerinin merkez bucakları insanlık merkezinden yönetilirler. Onların resulü insanlık merkezinin resulüdür. Ayrıca Mekke ilinde dünya üniversitelerinin gönderdiği âlimler vardır. Bine yakın aileden oluşur. Bunlar Mekke’de ticaretle geçinir ve ilim yaparlar. Her ülkeye burada il kurmak için izin verilir. Halk Mekke’nin başkanına biat etmez. Çünkü o zaman hicret edecek yer bulamaz. Mecburi biat olur.
“Ey Resul” dendiği zaman işte bu bucak başkanlarından her birine ayrı ayrı hitap etmektedir. İl, ülke ve insanlık merkez bucakları da bunların içindedir.
Kur’an’a göre her bucak bir ümmettir, çünkü imamı vardır; her il bir ümmettir, çünkü imamı vardır; her ülke bir ümmettir, çünkü imamı vardır.

(BalLiĞ)
“Tebliğ et”
“Baliğ” olgun yaşa gelmiş insandır. Meyve vermeye başlayan ağaca da “baliğ” denir. Olgunluk anlamındadır. Bir yere kazasız belasız ulaşınca o da “baliğ olma” anlamındadır. Burada tef’il bâbı getirilmiştir. Ulaştırmak anlamındadır. Bir yükü ulaştırmak, bir mektubu ulaştırmak, bir haberi ulaştırmak anlamındadır. “İblağ” da aynı manâdadır. “Tebliğ” ise teksir içindir, yani devamlı ulaştırmak gerekiyor.
Allah insanları yaratmış ama zayıf ve cahil yaratmış. Diğer bütün canlılar kendilerine gerekli olan her şeyi biliyor ve kendilerini savunma gücüne sahiptirler. Avı yakalayıp parçalamak için pençeleri vardır. Yırtıcı dişleri vardır. Oysa insanın elleri yazı yazmaya müsait ama elmayı bile âletsiz parçalayamaz. Dişleri ile ceviz kırmaya kalkışsa dişleri kırılır. Koşamaz ve kaçamaz. İnsan bu kadar zayıftır. Cahildir ve doğduğunda konuşmayı bilmez, sonra öğrenir. Ne yapacağını bilmez, sonra öğrenir.
İnsan böyle cahil ve zayıf yaratılmıştır ama bunu giderecek öğrenme ve yapma bilgisi ona verilmiştir. İlk insan düşünmeye, kendi cehaletini yenmeye ve ihtiyaçlarını keşfetmeye başladı. Yeraltı kazıları yaptığımızda, insanların yaptıklarının kalıntılarını tetkik ettiğimizde insanların nasıl evrimleştiklerini öğreniyoruz. Mağaralarda resimler bıraktılar, onların hayatlarını izleyebiliyoruz. Sonra yazı icad oldu, bize kendilerini tamamen anlatmaktadırlar.
Bugün insanlık bu seviyeye ulaşmıştır. Bize en yakın canlı maymunlardır. Maymunların hayatını tetkik ettiğimizde görüyoruz ki, biz de ilk yaratıldığımız zaman beceriksiz maymun kadardık. Bugün dünyaya belli derecede hakim bulunuyoruz. Yüzlerce katlı binalarımız var, yollarımız var. Denizlerde dağlar kadar büyük gemilerimiz var. Televizyonumuz var. Elektik ampulleri var. Saysak bitiremeyeceğimiz nimetler var.
Biz acaba bu seviyeye nasıl ulaştık?
Tarih ve elimizdeki eserler, başta Kuran, bize bu seviyelere nasıl ulaştığımızı öğretmektedir. Allah insanlara melekler gönderdi, onlarla bilgi verdi. Onlar o bilgiyi akılları ile öğrettiler ve uyguladılar. İşte 60 bin yıllık bu çalışma buraya kadar ulaştı. Tebliğ ile ulaştı. Peygamberler ve onların getirdikleri kitaplarla bu seviyeye ulaştı.
Bu arada meleklerin öğretisi olmadan da düşünürler geldi. Bu düşünürler felsefe yaptılar, ilim yaptılar. Onların katkısı da oldu. Onların katkısı parça parçadır. Oysa bugün dört büyük din vardır. Tarihi uygarlıkları onlar oluşturdu. Bugünkü Avrupa uygarlığı da tamamen bu kitaplara dayanmaktadır.
Önce Yunan uygarlığı İbrani uygarlığının devamıdır. Batı Anadolu’da İyonya’da başlamıştır. O zaman oraya hakim olan uygarlık İbrani uygarlığıdır. Ayrıca İranlılar da oralarda yönetime hakim idiler. Roma uygarlığı da önce Kıbrıslı Zenon tarafından lâikleştirilen Tevrat’ın Roma’da uygulanması ile gelişmiştir. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Ayasofya’yı yapan Jüstinyanus’un kodeksleri Roma hukukunu temsil eder. Avrupa böylece peygamberlerin öğretisi içinde gelişti.
Sonunda Haçlı Seferleri ile İslâmiyet’le iç içe gelen Avrupa, Osmanlıların Viyana’ya kadar gitmesi ile yani İslâmiyet’ten aldığı şarjla Rönesans yapmış, bugünkü uygarlık oluşmuştur. Avrupalılar uygarlıkta büyük hamleler yapmışlar, sanayide harikalar oluşturmuşlar, bir asır içinde inanılmaz işler yapmışlardır.
Birileri bir tohum elde eder. Mesela domates, patates, mısır bitkileri eski dünyada yoktu. Amerika’yı keşfedenler bunları orada buldular. Uzun maceralardan sonra eski dünyaya getirdiler. Karadeniz’de bir tarlada buğday ekseniz bir kilo alırsınız, mısır ekseniz on kilo alırsınız. Evet, biz tarlalarımızda on misli mahsul elde ediyoruz. Ama bunu bize hediye edenler atalarımızdır. Ağaçlara senelerce bakılır, korunur, büyütülür. Ağaçlar ancak beş altı sene sonra meyve vermeye başlar. Bir iki sene sonra ağaçtaki meyveler tonlara ulaşır. Bunu görenler bunlar o meyveleri kendileri oluşturdular sanırlar. Oysa onlar yedi veya daha çok senelik çilenin meyvesidir.
Evet, Avrupa bugün tonlarca uygarlık yemişlerini devşirmektedir ama bunlar insanlığın 60 bin yıllık çalışması sonucu elde edilmiştir. Hele son beş-on bin yıldır Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed peygamberlerin peş peşe yaptıkları hamlelerle buralara kadar ulaşılmıştır.
Kur’an’ın gelmesi ile artık melek gelmiyor. İnsanlara bir şey öğretilmiyor. Onun yerine gelişmiş olan ilimlerle insanlığın uygarlığı devam etmektedir. Şimdi uygarlık delikanlı seviyesindedir ama bütün bunlar kendiliğinden böyle olmadı. Tebliğ ile nesillerden nesillere ulaşmaktadır. İnsanlar ilk yıllarında öğrenirler, tebellüğ ederler, olgunluk yıllarında uygularlar ve katkılarda bulunurlar. Son yıllarında torunlarına öğretirler. Böylece insanlık adım adım varacağı yere doğru ilerlemektedir.
Kur’an’dan sonra herkes peygamberdir. Önce tebellüğ edecek, sonra uygulayacak, sonra da tebliğ edecektir. “Tebliğ et” emri bunu içermektedir.
Topluluk olarak yorumladığımızda başkanların bir görevi de tebliğdir, yani eğitimdir. İşte bunun için bugün YÖK var, Millî Eğitim Bakanlığı var.

(MAv EuNZiLa EiLaYKa)
“Sana ne inzâl olunmuşsa.”
“Nezele” kondu demektir.
“Enzele” yerleştirdi anlamındadır. Oraya kondurmak ve indirmektir.
Beynimize gelen bilgiler var, bu irsaldir. İnsanlığa İlâhi kitaplar inzâl olundu. Kur’an bunlara ‘el-Kitap’ demektedir. Son gelen kitap Kur’an’dır. Diğer kitaplarda olanlar onda vardır. Kur’an değişmeden ve bozulmadan bize gelmiştir. Kendisi mucizedir, İlâhi kitap olduğunu kendisi ispatlar. Ondan yani Kur’an’dan sonra kitap gelmemiştir, gelmeyecektir de. Ondan sonra beyan ilimleri doğmuştur ve insanlık devamlı olarak içtihat yapmaktadır.
İşte… “Sana inzâl olunan” demek senin yaptığın içtihattır. İçtihadına göre amel edeceksin demektir. Bildiklerini de başkalarına aktaracaksın.
Bugün öğretmenlere maaş vermektedirler. Oysa herkes öğrenecek ve aynı zamanda öğrendiğini öğretecektir. Bir anne baba çocuklarını yetiştirirken bana maaş verin, çocuğuma bakıyorum diyemez. Çünkü onlar çocuklarını yetiştirirken anne babalarına olan borçlarını ödüyorlar. İnsanlar da öğrendiklerini öğretirken ücret isteyemezler, kendilerine öğretenlere olan borçlarını öderler. Bu sebepledir ki paralı dershaneler İslâmiyet’te yoktur. Herkesin öğrenme hakkı vardır. Öğretmesi de vazifesidir. Öğretmenlerin maaşları kamuca karşılanır, öğrencilerden alınan para ile karşılanmaz.
Fırsat eşitliği ilkesini savunanlar zenginlere daha çok imkan sağlıyorlar. Paralı okumak moda olmuş, herkes büyük sıkıntılar içinde çocuklarını paralı okullara göndermektedir. Evet, Müslümanlar okul açmalıdırlar ama okul vakıf şeklinde olmalıdır. Vakfın gelirliği olur ve maaşlar oradan karşılanır. Öğrencilerden ve velilerden para alınmaz. Başvuranlar imtihanla alınırlar. Bu imtihan da bilgi imtihanı olmaz, kabiliyet imtihanı olur, çalışkanlık imtihanı olur.
Devlet ben yapmayacağım, özel sektör yapsın diyorsa, resmi okulları kapatmalıdır. Özel okullar açılmalıdır. Öğrenci hangi dershaneye giderse devlet onun öğrenme bedelini oraya ödemelidir. Hastahaneler için de durum budur. Resmi hastahaneler özelleştirilmelidir. Hastadan ücret alınmamalıdır. Ücreti devlet ödemelidir. Hastahaneleri devlet yapmalıdır.
İşte…
Herkese görev verilmiş oluyor, bildiğini bildir, bildiğini anlat.
Evet…
Tebliği yapan bucak başkanıdır. Onun olduğu yerde söz onundur. Her kafadan ses çıkmaz ama bucak başkanının bulunmadığı yerde herkes onun yerindedir. Her mü’min resuldür. Kamuyu temsil eder. İçtihat yaparken halifedir, uygularken âmildir.

(MiN RabBiKa)
“Rabbinden”
Bugün tartışma yapılıyor; evrim var mı yok mu?
Mutlak evrim yoktur. Kendiliğinden evrim yoktur. Ama terbiye vardır. Yani eğitim vardır. Aksi halde insan kırk yaşında yetişmiş olarak yaratılabilirdi.
Bir fabrika araba çıkardığı zaman mükemmel olarak çıkarıp satar. Sonradan yavaş yavaş araba oluşturmaz. Bu hilkattir. Ama fabrikanın içinde parçalar ayrı ayrı yapılır, o parçalar birleştirilir ve sonunda araba olur.
Kâinat başlangıçta bir yumurta veya ceviz büyüklüğünde idi. Patladı. Bugünkü büyüklükte bir kâinat oldu. Evrimleşti. Bu böyle devam etmeyecektir. Kâinat aynı zamanda yaşlanmaktadır. Tekrar o hâle gelecektir. Yeniden patlayacaktır.
Bir topu havaya attıktan sonra yere düşer ama tekrar yukarıya çıkar. Eğer sürtünme olmasa top her zaman yüksekliğe çıkar ve iner, bu böyle devam edip durur.
Atomların bir özelliği vardır. Birbirlerini çekerler ama çarpıştıkları zaman da bu sefer iterler. Böylece kâinat toplanıp çarpışan, sonra dağılan, belli uzaklığa gittikten sonra bu sefer toplanmaya başlayan, sonra toplanınca tekrar patlayan bir mekanizmadır.
Bugüne kadar 13.7 milyar yıl geçti, genişledi, daha da genişlemektedir. Bir gün gelecek kâinat toplanmaya başlayacaktır. Demek ki daha yarı ömrünü doldurmamıştır.
Bu arada kâinat soğumaktadır. Ama küçülmeye başlayınca ısınacaktır.
Sonra canlılar yaratıldı. İlkin tek hücre yaratıldı. Zamanla çoğaldılar, değiştiler, bugünkü canlılık âlemi doğdu. Bir gün gelecek, canlılığın ömrü bitecek, hayat yok olacaktır.
Aynı şey insan türü için söylenir. İnsan 60 bin yıl önce yaratıldı. Belki bir milyon sene sonra insan nesli inkıraz edecektir. İnsan da böyle değil midir? Tek hücre olarak yaratıldı ve gözü kulağı olan varlık oldu. Sonra yaşlanacak ve ölecektir.
İşte… Her şey doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Ne var ki bu gelişme, uygarlaşma, evrimleşme şeklinde olur. Sadece büyüme ve dağılma şeklinde olmaz.
İşte… Tüm bu olayları ayrıntılı bir şekilde oluşturma, ortaya çıkarma, geliştirme, yaşlandırma ve sonra ortadan kaldırma, onun yerine başka benzerini ama daha ilerisini getirmek terbiyedir. Allah rabdir. Burada bu sıfat kullanılmıştır. Çünkü tebliğden maksat evrimdir, uygarlıktır. Ölüm yok olma değildir, daha iyi hayata yer açmadır.

(Va EiN LaM TaFGaL)
“Ve fiil etmezsen.”
Tebliğ bir amel değildir, bir fiildir. Amel olsaydı “Ve İn Lem Ta’mel” olurdu.
O halde fiil ile amel arasında ne fark vardır?
Amel daha çok üretmedir. Eşya üzerinde yapılır. Ücreti istihkak eder. Başkasına veya topluluk için yapılır. Fiil ise ameli de içine alır, her türlü davranıştır. Fiilin cezası vardır. Amelin ücreti vardır. Allah amel edenin ücretini zayi etmez denmektedir. Sâlihatı amel edeceksin. Burada “Fiil” kelimesini getirerek bu amel değildir, fiildir diyor.
Niye?
Biz tebliğ ettiğimiz kimseden bir ücret istemiyoruz. Hattâ biz lehimizde de bir şey istemiyoruz. Tebliğ ettiğimiz kimsenin lehine onun için de yararlı olan şeyi söylüyoruz.
Dedeler torunlarına öğretirken kendilerine yarayacak şeyleri değil de onlara yarayacak şeyleri öğretirler. Dolayısıyla amel etmezler, fiil ederler.
“İn Mâ Fealte” denmemiş de, “İn Lem Tef’al” denmiştir. Şart sigası olduğu için geleceği içerir. “Mâ” ile gelirse bir defa yapmazsan anlamı çıkar. “Lem Tef’al”de sürekli yapmazsan anlamı çıkar. Muzari sigasının devamlılık anlamı burada çok daha açık şekilde anlaşılmaktadır.
Burada muhatabın tekil sigasını kullanmış, siz denmemiştir. Siz dendiği zaman toplulukça mükellef olurduk. Ayrı ayrı olmazdık. Şimdi ise hepimiz kıyas yoluyla da olsa tebliğ ile mükellefiz. Yani öğrendiklerimizi öğretmek zorundayız. Karşılıksız öğrendik, karşılıksız öğretmek durumundayız. Bu sebepledir ki kitaplarda yazılı ilim sayılmaz, sadece kâğıt ve basım bedeli alınabilir. “Adil Düzen Anayasası”nda bu sebeple diyoruz ki yazarların ücretleri kamu tarafından ödenir. Basın organları sadece kâğıt ve basım parasını alabilirler.

(Fa MAv BalLaĞTa)
“Tebliğ etmemiş olursun”
Burada “İn” şartından sonra “Fe” getirilmiştir. Her tebliğ etmediğin zaman anlamındadır. Bugün yemezsen karnın doymaz, yarın da yemezsen yine karnın doymaz. Oysa “Fe” harfi getirilmeden cevap gelseydi bir defa yemezsen karnın doymaz ama bir defa yedin mi artık yemen gerekmez anlamı çıkabilirdi.
Aşılar vardır, ömründe bir defa oldun mu yeterli oluyor.
Oysa öyle aşılar vardır ki her yıl olman gerekir.
Tebliğde tekrar vardır, devamlılık vardır.
“Belliğ” if’al değil de tef’il bâbı ile gelmiştir.
“Mâ belleğte” denerek umumulik ifade edilmiştir. “Lem tübelliğ” denmemiştir. Bir de burada “Fe” getirilmiştir. Böylece emrin önemi anlatılmıştır.

(RiSAvLaTaHUv)
“Risalesini”
“Risale” elçi ile gönderilen haberdir. Umumiyetle mektupla beraber gönderilir. Bu sebeple mektubun Arapça adı risaledir. Türkçede kullanılan mektup kelimesi değişik manâdadır. Buradaki zamir “Rabbin” kelimesine gitmektedir.
Allah’ın risaleti Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında başlamış, Kur’an’la tamamlanmıştır. Rabbin risalesi Kur’an’dır. Kur’an okuyan her mü’mine vazife verilmiştir. Herkes Kur’an’ı okuyacak ve anladığı ile amel edecektir. Ondan sonra onu kendisinden sonrakilere ulaştıracaktır.
Benden önce gelenler söz ile veya yazı ile risalesini ulaştırmasaydılar, ben de size şimdi bunları anlatamazdım. Siz bunu okuduğunuz zaman bu ne yanlışlar yapmış, neden yaptı, yazmasaydı demeyeceksiniz; size göre yanlışları düzeltip siz de tebliğ edeceksiniz.
Sizlere nelerle karşılaştığımı anlatmak isterim.
Siz de böyle şeylerle karşılaşacaksınız.
Muhterem bir ilâhiyatçı profesörle çok yakın birliktelik ve çalışma içinde idik. İstanbul’da bir vakıf yönetiyordu. Akevler çalışmalarını ve beni destekliyordu. Ben de onu ilim adamlarımız arasına alıp Erbakan’ın ilmî çalışmalarına katılmasını Erbakan’dan istedim. Almanya’ya beraber gittik. Otelde Müslüman bir Alman vardı. Arapça öğrenmiş ileri bilgiye sahip biriydi. Ben de ona Allah emrettiği için mi iyidir yoksa iyi olduğu için emretmiştir konusunu anlattım. O da ses çıkarmadan dinledi. Sonunda Alman gidince bana döndü ve dedi ki; sen medrese icazetlisi değilsin, ilâhiyat fakültesinden de diploman yoktur. Sen bu konuları konuşma ve yazma! Ben ona epeyce konuştum, açıklama yaptım. Sesini çıkarmadı. Ben açıklamalarımdan tatmin olduğunu sandım. Arkadaşlarıma anlattım, tatmin olduğunu sanırım dedim. Sonra o da anlatmış: Süleyman tatmin oldu, artık konuşmayacak ve yazmayacak demek istemiş! Bu olay 1985 yılı civarında olmuştur.
O kardeşimize kulak verseydim sizlere şimdi bunları yazmamış olacaktım.
Yüz sene sonra demiyorum, bin sene sonra bile bu yazdıklarımız okunacak...
“Adil Düzen” III. bin yıla damgasını vuracak ve bu yazdıklarımızın katkısı olduğu belirtilecek… Ben öyle zannediyor ve o zan içinde çalışıyorum...
O kardeşlerimiz bizi susturarak S. Demirel’i desteklemek istiyorlardı, bunu da Allah rızası için yapıyorlardı. Beni sustururlarsa Erbakan da bitecekti. Demirel’e ümit bağlamışlardı. Ondan sonra ne oldu? K. Evren duruma müdahale yaptı. Erbakan beraat etti. Bizim İzmir adayımız T. Özal başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. Demirel saldırdı, saldırdı... Özal “Adil Düzen”e göre bir adım attı ve gitti...
Sonra Erbakan başbakan oldu...
Sonra da AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu...
Onların desteklediği S. Demirel ne oldu? Eriyip gitti. Yüzde 5’in de altına indi. Sonunda ANAP’ın bakiyesi ile CHP’ye devretti. “Bölünmeyelim, parçalanmayalım!” diye bu kardeşlerimiz bizi susturdular. O arta kalanını da bölerek oraya teslim ettiler!
“Risalet” Kur’an’dır diyoruz. Ama sadece Kur’an değildir. Çünkü resul mektup getirir, mektubun içeriğini da anlatır. Şifahi tebliğ de yapar. O halde risalet yalnız Kur’an değildir. Onun tüm muhtevasıdır. Yani hadislerdir, icmalardır, kıyaslardır; istihsan, istishab, örf ve maslahattır. Aklî ve naklî bütün bilgilerdir. Büyük bir İlâhi nehir akıp gitmektedir. Tüm mü’minleri bu nehre götürmektedir.
Ben ve sen yani biz burada birer cüzi adım atarız. Evet, biz atmazsak bu görev yine yerine gelir ama hepimiz yapmazsak görev yerine gelmez. Nasıl sandığa gidip oyumuzu kullanıyorsak, bu yolda hepimiz görevimizi yerine getirmiş olmalıyız. Her mü’min görevlidir. Başkalarına kulak verip en iyisini arayacak, sonra da elde ettiği sonuçları ile birlikte başkalarına bilgisini ulaştıracaktır. Böylece Kur’an kıyamete kadar ulaşacaktır. Böylece herkes elde ettiği bilgileri tebliğ etmiş olacaktır.
Burada asıl muhatap olan bucak başkanlarıdır. Başta Mekke bucağının başkanıdır. Ama tüm mü’minler de görevlidirler.
Burada bir konu kalır. Kur’an’ı herkes anladığı gibi mi anlatacaktır?
Evet, herkes kendi içtihadına göre anlatacaktır. Ne var ki önce bu benim Kur’an’dan anladıklarımdır diyecektir. Sen ise benim gibi olanları dinleyeceksin. Sonunda sana ne ulaşmışsa onu kendi beyninde geliştireceksin ve onu anlatacaksın diyecektir.

(Va elLAHu YaGÖıMuKa)
“Allah sana ismet eder”
Rabbinin risaletini tebliğ et, tebliğ etmezsen tebliği ulaştırmamış olursun dendikten sonra, izhar ederek “Allah seni korur” diyor. Orada “Rab” burada “Allah”.
“Rab” kelimesi daha çok kişileri ifade etmektedir. Seni terbiye eden anlamındadır. “Allah” ise geneldir. Yani Allah kendi düzenini getirmek isteyenleri korumaktadır.
Tebliğ yaparken rahatsız olanlar vardır, düşmanlık yapanlar vardır.
Erbakan tebliğine devam etmiş, Allah da sonuna kadar onu korumuştur. İlk bakışta Erbakan’ın söyledikleri basit gibi görünür. Oysa tekel sermaye tezgahını kurmuş, dünyayı gayet rahatlıkla idare etmekte idi. Dünyayı ikiye bölmüştü; sosyalizm ve kapitalizm.
Kapitalistler para ile insanları dinsiz ve ahlâksız hâle getiriyordu. Yayın organları, tüm okullar dinsizliği ve ahlâksızlığı aşılıyordu. Dindarlık ayıp hâle getirilmişti. Üst tabakadan olmak için namaz kılamazsın, cenazen varsa gidip beklersin. İçki içmek zorundasın. Eşini kıskanamazsın.
Sovyetlerde yani sosyalistlerde ise halkın elinden zorla malları mülkleri alınmış, halk işçi yapılmış ve işçilere de dindarlık yasaklanmıştı.
Oradan firar eden Batum’un başkanı anlatmıştı. Emekli olmayanlar camiye gidip namaz kılamazlar. Yaşlılara bir şey denmiyor. Onlara göre yaşlılar öldüklerinde her şey bitmiş olacak, din ve dindarlık sona erecekti. Bir gün caminin yanından vilayet erkanı ile geçiyorduk. Baktım, insanlar Cuma namazı kılıyor. İçimden bir hasret duydum; âh ben de kılabilsem dedim. Bakışımdan ve yüzümün renginden çevremdekiler hemen anlamış, şikâyet etmişlerdi. Biri bana haber verdi, seni yakalayacaklar dedi. Ben de kaçtım. Peşime düştüler ama kaçmayı başarabildim. Böylece Türkiye’ye geldim demiştir.
İşte, dünya bu şartlar içinde iken Erbakan ortaya çıktı, İslâm düzenini bir profesör olarak savundu...
Sonra ne oldu?
İran’da Humeyni çıktı…
Sovyetler’de Gorbaçov çıktı…
Bugün artık o düzenler yıkılmıştır.
İşte bu düzen Erbakan’ın tebliği ile yıkılmış, Allah da onu sonuna kadar korumuştur.
Allah’ın düzeni vardır. Kıyamete kadar bu savaş devam edecektir. Bir taraftan canlıyı oluşturan hücreler vardır. Hayatı onlar meydana getirmektedirler. Bir taraftan da mikroplar vardır. Onların görevi de işe yaramayan hücreleri bertaraf etmektir. Topluluk içinde birileri topluluğu yaşatmak için uğraşırlar. Allah bunlara “hizbullah” diyor. Diğer taraftan bir grup vardır. Bunlar mikrop gibidir. Toplulukları yıkmak için uğraşırlar. Savaş canlılarda da insanlarda da kıyamete kadar sürüp gidecektir. İkinciler şeytan hizbidir.
Aslında mikropları yaratan da şeytanı yaratan da Allah’tır. Ama mikropları ve şeytan taifesini, canlının hücreleri ile toplulukların fertlerini korumak için var etmiştir. Doğal ayıklamanın oluşması için var etmiştir. Gaye varlık hücreleridir. Onun için Allah’ın hücreleridir. Bir torunum hoşuma giden bir iş yaparsa benim torunum budur derim. Hepsi torunum ama ben onu tutarım. İşte hepsi de Allah’ın kulu ama birileri Allah’ın istediği işi yapmakta, diğerleri ise yapılması gereken ama kötü olan işleri yapmaktadırlar. Buradaki koruma da bu sebepten dolayı gelmektedir. Yani O’nun düzeni olduğu için düzenini koruyacaktır. “Huve” zamiri getireceğine “Allah” denmiştir. Bu seni korumak için değildir. Düzeni korumak için seni korur.
Risaleti tebliğ ile meşgul olanlar hep galip gelmişlerdir. Onları Allah korumuştur. Hazreti İbrahim ateşe atılıyor ama ateş onu yakmıyor. Hazreti Musa’nın, Hazreti İsa’nın hayatı da öyledir. Hazreti İsa’yı öldürdüklerini sanmışlar ama öldürememişlerdir.
Bediüzzaman’a hayatında hapsetmek dışında bir şey yapmadılar ama vefat edince hınçlarını ölüsünden aldılar. Bediüzzaman’ın mezarını yok edenlerin mezarları var ama Bediüzzaman’ın risaleleri bugün tüm dünyaya nurunu saçıyor. Toprak olmuş mezar mı kıymetli yoksa risaleler mi?
Allah’ın yolunda olanlar da elbette şehit olmaktadırlar. Ne var ki bu şehadet içtihat farkından doğar. Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali şehit edilmiştir. Hazreti Hüseyin şehit edilmiştir. Ama bunlar görevlerini tamamlamıştır. Bir de yaşamalarında topluluk için de kendileri için de yarar yoktu. Hazreti Ali son derece muttaki ve fıkhı bilen bir zat idi. Ne var ki insanlık şimdilik onu yaşayacak seviyeye gelmemişti. Gitmesi ve yerine zalim Emevilerin gelmesi gerekiyordu. Sosyal evrim kanunu gereği böyle olması gerekiyordu. Bize emredilen takiyye yapmamaktır. Risalet ancak böyle gerçekleşir.

(MiNa elNASı)
“Nâsdan”
Risaletin bir özelliği vardır. Yani Kur’an’ın ve Kur’an’dan anlaşılanların bir özelliği vardır. İnsanlara yanlışlarını ve hatalarını gösterir, onlardan bundan vazgeçmelerini ister. Oysa kurulu düzen vardır. Herkes o düzen içinde yaşamakta ve yararlanmaktadır.
Örnek olarak faizli müesseseleri ele alalım. Bugünkü dünya iletişim kolaylığı sayesinde adeta bir köy gibi olmuştur. Bir günde dünyanın istediğimiz yerine gidebilmekteyiz. Bizi oraya götüren faizle kurulmuş şirketlerdir. İstediğimizle anında telefonla konuşabiliyoruz. Bu imkan da faizli sistemin ve faizli şirketlerin eseridir. Şimdi gece vakti gündüzmüş gibi bilgisayar üzerinde yazıyoruz. Bu da faizli şirketlerin eseridir. Şimdi faizin kalktığını düşünün. Bu şirketler yok olacak, karanlıklar içinde kalacağım. Köyümde eşekle yolculuk yapacağım. Köyüme gidebilmem veya bir haber ulaştırmam için birkaç ay geçmesi lazım. Böyle bir hayata döneceğime varsın faizli şirketler bizi ezsin, sömürsün.
O halde sen bundan vazgeç.
İşte, Başbakan Erdoğan ‘faiz dünyanın gerçeğidir’ diyor. Böyle dediği içindir ki on senedir başbakandır. Gittikçe dünyadaki itibarı artmıştır. Erbakan ise sadece onbir ay başbakan kalabildi. Çünkü o faize karşı çıktı.
İşte insanlar böyledir; tutucuları, mikroplarla iyi geçinenleri göklere çıkarırlar, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
Ne var ki Erbakan’ın anlatması ile sonunda dünya faizin ne olduğunu ve ne gibi büyük bir musibet olduğunu öğrendi. Sonra da ‘faiz dünya gerçeğidir’ diyen aynı başbakan ‘reel faizi sıfırlayacağız’ diyor. Çünkü dünya bu gerçeği öğrendi, başka çare olmadığını bildi.
Dünyanın saldırmasına aldırış etmeyeceksin. Sen tebliğini yapmaya devam edeceksin. Sana tebliğ imkanını Allah verir. Tebliğ olduktan sonradır ki insanlık da tebliği kabul eder veya kurtulur ya da helâk olur. Orası bizim işimiz değildir. Bizim işimiz tebliğdir.
Nâsın bir özelliği vardır. Askerlik yapanlar bilirler. Birisi erken terhis yalanını atar. Maksat gırgır geçmektir. O yalan yayılır. Birkaç gün sonra herkes erken terhisten bahseder. Sonunda o yalanı söyleyen de inanır. Senin söylediğin yalanın o kadar büyüyebileceğini zannetmezsin. Topluluk söylentilerden ibarettir, işine gelen söylentilerin peşine düşer.
Şimdi siz faize karşı mı çıktınız, çok evliliği mi savundunuz; herkes size düşman olur.
Neden düşman olur?
Düşman olur çünkü herkesin zalim düzende de olsa kurulu bir düzeni vardır; o düzen bozulacak. Evlilik dışı ilişkiler kurmuş olanlar; ya o kadınlar evlenmek isterse diye korkarlar. Evli olan kadınlar; ya kocam ikinci eş alırsa derler. Erkekler ise; ya eşim bundan rahatsız olursa derler. Siz işte bu gibi sebeplerden kurulu “zalim düzen”e alternatif “Adil Düzen” gibi şeyler söyleyemezsiniz, söylememelisiniz; söyletmezler...
Çünkü o söylediğiniz durum onların aleyhinedir. Çünkü şimdi gizli yaptığı işi o zaman hukuk yani şeriat çerçevesi içinde yapacaktır. Şimdi kocası birçok kocasız kadına takılabilir ve onu terk edebilir. Oysa çok evlilik gelince kocasız kadın kalmayacaktır. Dolayısıyla evli erkekler başka kadın bulamayacaklardır. Çünkü zina haramdır, yasaktır. Zaten bir erkeğe bir kadın düşmektedir.
İşte nâsın saldırıları böyledir.
O halde bizim görevimiz anlatmak ve gerçekleri bildirmektir. Zamanla o iş olur. Bize bir şey yapamazlar ama rahat da ettirmezler. Kur’an ehli bunları bilmelidir. Başkanla halk arasında daima böyle gerilimler olur. Başkan topluluğun çıkarını düşünerek kişilerden çok topluluğu korur, ona göre kararlar alır, ona göre hükümler verir. Halk ise kendini düşünür. Çıkarları birleşince halk bir olup başkana karşı cephe alır. Onun aleyhinde bulunur, onun aleyhinde konuşur. Ama adil olan başkanı herkes sayar, fiiliyatta ise daima onun aleyhinde olur.
İzmir Akevler’de bunları yaşadık. Herkes aleyhimizde konuşur, yaptıklarımızı tenkit eder. Kongre günü yine aleyhimizde konuşmalarla geçer. Bazen, bu sefer bizi seçmeseler de kurtulsak dediğimiz olmuştur. Ama seçime gelince yüz kişiden ya dört ya da sadece beş kişi aleyhimizde oy verir. Siz doğru söylediğiniz zaman rahatsız olanlar olur. Ama onların size karşı olan güveni ve saygısı artar.
Kur’an’ı aktarırken, yorumlarken çevre ne der, tepkisi ne olur diye düşünmeyeceksin. Şimdi vaaz yapan hocalar, imamlar, tarikat mensupları hep böyle bir hata içindedirler. TV5’de bizim bir arkadaşımız yönetici olmuştu. Ben ona öneride bulundum. Bir program yapalım, dört mezhebi ve bugünkü medeni kanunu karşılaştıralım dedim. Her akşam bir mezhebin avukatı olsun, tartışalım. Kendisini tanıyorum, bu teklifim çok hoşuna gitmiştir. Ama çevre itiraz etti. Neden? Müslümanların kafası bozulur, ihtilafları halka götürmeyelim dediler. Benim önerimi değerlendiremedi. Bir müddet sonra da oradan ayrılmak zorunda kaldı. Şimdi de AK Partinin organlarında yazıyor. Oysa o arkadaş dediğimi yapsaydı, oradaki programla insanlığa gerçekleri tebliğ etmiş olacaktık, İslâmiyet’in ne olduğunu gösterecektik. Şimdi halkımız İslâmiyet’i değil, Ebu Hanife’ye isnad edilen birtakım masalları İslâmiyet zannediyor. Doğrudur, insanların kafası bozulacaktı ama aynı zamanda düzelecekti. Çünkü bu arada revizyon yapılacaktı. Ama olmadı!
Allah ile Allah’ın halifesi olan topluluğu da bu iki kelime ile ayırmış olmaktadır. Halkın iki yanı vardır. Biri kişi olma, diğeri de topluluğun üyesi olma. İnsan üretirken topluluğun üyesi olur, evine döndüğü zaman kişi olur. Bundan dolayıdır ki insan tek başına olduğu zaman başka insandır, topluluk içinde olduğu zaman başka insandır. Topluluğun içinde toplulukla birlikte iken Allah’ın halifesidir. Buna Allah denmektedir. Tek başına iken ise nâstan biridir. Dolayısıyla seni koruyan kişidir, topluluktur.
Erbakan’ı fert olarak sevmeyenler cenazesine akın akın geldiler. Çünkü o zaman fert olarak değil de topluluğun üyesi olarak hareket ettiler.

(EinNa elLAHa)
“Kesinlikle Allah”
Atıf harfi getirmeyerek “Allah” demiştir. Bundan önceki “Allah” halife olan topluluğu ifade ediyordu. Şimdi ise âlemlerin rabbi Allah ifade edilmektedir. Yukarıda düzen içindeki olayları anlatmıştı. Şimdi genel kanunları anlatacaktır.
Allah’ın koyduğu temel kanunlar vardır. Kader vardır. Bu değişmez. İnsanlar o kaderin içinde akıp giderler. Gelişen döngüyü vazetmiştir. Doğacaklar, büyüyecekler, yaşayacaklar, yaşlanacaklar ve öleceklerdir. Yerlerine yenileri gelecek, bu döngü böyle devam edip gidecek. Burada gelişme olacak, yeni gelenler eski gidenlerden daha ileri olacaklardır. Bu durum değişmez doğa kanunudur. Kimse bunu değiştiremez.
Demek ki insanın davranışını oluşturan dört güç vardır. Biri kâinatı var eden Allah’ın gücü, diğeri topluluğun Allah’ın halifesi olması sebebiyle ortaya koyduğu güç. Biz bugün buna ‘devlet’ diyoruz. Üçüncüsü kişinin topluluğun ferdi olarak düşündüğü ve aldığı kararlar; topluluk içinde fert olarak yaptıklarıdır. Dördüncüsü ise kendi başına bir insan olarak taşıdığı güçtür. İnsan kendi başına kaldığı zaman tam hürdür. İstediğini yapar. Daha doğrusu kâinatı var eden Allah’la baş başadır. Diğer insanların etkisi yoktur İnsan topluluk içine girdiği zaman yine hürdür ama topluluğun kuralları içinde topluluğun kabı içinde hürdür. Topluluk kendisini oluşturan kişilerin etkisindedir. Ama buna karşılık kâinatı var eden Allah’ın şeriatı içindedir. Allah ise bir taraftan toplulukla diğer taraftan her fertle ayrı bulunmaktadır.


(La YaHDIy elQaVMa eLKaFiRIyNa)
“Allah kâfir kavme hidayet etmez.”
Burada hidayet edilmeyen topluluktur. Dolayısıyla hem fail hem mef’ul olamayacağı için fail olan Allah kâinatın rabbi olan Allah’tır, O’nun halifesi olan topluluk değildir. Doğa kanunu olarak ifade edilmektedir.
“Hidayet”ten maksat yol bulmadır, istenen hedefe ulaşmadır.
Onlar istenen hedefe ulaşamazlar. Kendi başlarına yol alacaklarını sanırlar. Ama serap içinde kalırlar. Onların belki yaktıkları mum vardır ama bir rüzgar eser ve karanlığın içinde kalırlar. Bugün gün gibi aydınlık olan bir ışıkları vardır ama bir zelzele olsa yahut bir savaş çıkıp atom bombasını kullansalar o ışık söner ve zifiri karanlıkta kalırlar.
İşte…
Allah’ın hidayet etmediği yani Allah’ın yol göstermediği başarılar böyledir.
Bugün dünya çıkmazdadır...
Türkiye de çıkmazdadır...
Çözüm aranıyor...
Türkiye’de yüzden fazla üniversite varmış; sadece İstanbul’da 42 üniversite varmış!
Güzel de…
Bizim üç kişilik bir kadro ile ürettiğimiz “Adil Düzen”i üreteni bırakın, anlayan var mıdır?!. “Alternatif FAİZSİZ BANKA / Selem ve Kredileşme” kitabımızı yayımladık; üniversiteler gördüler, birileri çıkıp da yahu şu ne saçmalık dedi mi?!. Alternatif “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” iki ciltlik kitabımızı yayımladık; hiç okuyan var mı?!.
O halde bu kadar bütçeye yük olan eğitim niçin?
Türkiye’yi ABD’nin yani sömürü sermayesinin pazarı olarak hazırlamak için...
Peki, Allah nasıl oluyor da bu kadar büyük ilim sahibi olan insanlara hidayet etmiyor, çok basit şeyleri nasıl oluyor da anlamıyorlar?
Para nedir?
Satıcılarda bulunan malların alıcılardaki satın alma gücüdür. Bende para vardır. Sende de araba vardır. Ben parayı sana veririm, araba benim olur. O halde para karşılığı mal vardır. Fiyatların buna göre hesaplanması gerekir. Batı ekonomistleri fiyatları paranın hareketini hesaba katarak hesaplıyorlar. Oysa paranın hareketi üretime sebep olur. Üretim tüketime eşit olursa fiyatlar değişmez.
Kur’an 1400 sene evvel nâzil olmuştur. Faiz yasak/haram, ticaret serbest/helal denmiştir. Evet, kârda da emek yoktur ama kârda zarar var, riziko var, alırken ve satarken zarar edersin, edebilirsin. Zararı karşılayacak kim var?
İşte, sosyalizm başarıya ulaşamadı, çöktü; kırk milyon insanı öldürdüler ve çöktü...
Oysa İslâmiyet 1400 sene önce kurallar koydu. Bu kurallar bin sene hiç aksamadan çalıştı. Bugün de onun koyduğu kurallarla hidayete erebiliriz...
Oysa insanlar kâfir oldukları için hidayete eremiyorlar…
Kur’an’daki kelimelerin mânâları çoktur. Siz ne olarak okuyorsanız o da size ona göre cevap verir. Örnek olarak 3*4=12 eder. Bunun uygulamada değişik yerleri vardır. Bakkala gittiğiniz zaman 4 kg patates alırsanız, patatesin kilosu 3 lira ise 12 TL ödersiniz. Bir mekanın bir kenarı 3 diğer kenarı 4 metreyse, mekanın büyüklüğü 12 metrekare eder. Üçer kilo gelen dört karpuz 12 kilo eder. Saatte 4 kilometre yürüyen bir eşek 3 saat sonra 12 kilometre yol almış olur. Görülüyor ki 3*4=12 eder genel kuraldır. Siz onu nerede isterseniz orada kullanırsınız. Kur’an bu formülleri verirken bir örnekle beraber verir. Ancak o sayede formülleri anlarız. Bu örneğe “asıl” denir. Diğerleri hep ona kıyas edilir.
Kur’an’ın böyle farklı mânâ taşıması ona çok büyük uygulama çeşitliliği sağlamıştır. Bilhassa düzen ile ilgili mânâsı vardır. Bir de inançla ilgili mânâsı vardır.
“Kâfir” böyle bir kelimedir. Düzen içinde kâfir demek, mahkeme kararlarını kabul eden ama savunmaya ne bedelle ne de nöbetle katılan kimseler kâfirdir demektir. Hakem kararlarını kabul ettiği için biz ona dokunmayız. Savunmaya katılmadığı için de onun hukukunu başkalarına karşı korumayız. Bunun dışında kâfirin inançta başka mânâsı vardır. Bile bile gerçeği gizleyen anlamındadır. Sizin doğruyu söylediğinizi bilir ama başka sebeple size değil yalana sarılır, onu savunur. İşte bu da “kâfir”dir.
Önce şunu belirtelim ki bir toplulukta herkesin iyi olması gerekmez. Bir grup inanmışsa, adil davranıyorsa ve o grup iktidarda ise o topluluk adaletle yönetilir. Çünkü yöneticiler adil olunca alttakiler zorunlu olarak adalete uyarlar. Sorun iktidarda olanların adaletli olup olmaması sorunudur.
Sosyalistlerin düşüncesi şudur. Yönetime iyilikle geçilemez, ancak savaşla geçilir, zorla geçilir. Bu söz doğru ise zorbalıkla iktidar olunca iktidarda kalmak için zor kullanmayacaklar mıdır? O halde zorla iktidara geçenler de adalet getirmezler.
Marx bunu biliyor, bu iş tatlılıkla hallolmaz, işçiler isyan edecek, iktidar olunmayacak. Devlet olmayacak. Halk komünizm hâlinde yaşayacak. Kötülük nasıl def edilecek? Marx kötülüğü yapan dindir, ailedir, devlettir, mülkiyettir diyor. Onlar kalkınca kötülük olmaz diyor. Dolayısıyla devlete gerek kalmaz.
Marx tabii ki bunun böyle olmadığını biliyordu ama gayesi mevcut düzeni yıkmaktı. Sonra yeni düzeni sermaye getirecekti. Faizli sistem içinde sermaye hakimiyeti doğacak ve insanlar yeni düzene gideceklerdi. Onun için sosyalistlere 40 milyonu öldürttüler ki onlar ümitlerini kessin, kapitalizme razı olsun.
Başarabildiler mi?
Başaramadılar. Sovyetler zulüm yaptı ve yıkıldı gitti ama sermaye devleti oluşamadı, kapitalizm gelemedi.
Sermayenin dayandığı temel şudur. Devletler kalkacak, hapishaneler kalkacak. Kimin sermayesi varsa dünyayı o idare edecek. Tetikçileri kullanacak, karşı gelenleri öldürecek. Bunun için idamı kaldırdı, hapishaneleri de otel yaptı. Ama başarıya ulaşamadı. Devletleri yıkamadı, aileleri yıkamadı, dini yıkamadı, mülkiyeti unutturamadı.
Yani Allah kâfirlere hidayet etmedi. Onlar küfürlerinde başarılı olamadılar.
Elli sene önce biz bunların başaramayacaklarını söylediğimizde herkes edebiyat yaptığımızı zannetti. Bugün ise artık başarısızlıkların alametleri dünya üzerinde yaygın olarak ortaya çıkmıştır.
Başbakanı dinlediğimiz zaman Türkiye’nin artık cennet olduğunu sanırsınız. Tüm sorunlar çözülmüştü. İki gün geçmedi 24 askerimizi şehit verdik, iki hafta geçmedi zelzele oldu, Van Depremi oldu, yüzlerce vatandaşımız öldü. Evler çöplüğe dönüştü.
Zelzele için “Adil Düzen” ne diyor?
Allah insanlara ihtiyaçları kadar ilim vermiştir. O ilmi kullanarak yenilik yapmalılar. Bizim yüz dairelik zelzeleye dayanıklı apartman projesi önerimiz var. Arkadaşlar istemeye istemeye hatırımız için çalışma yapmaktadırlar.
Zelzeleye dayanıklı binanın yapılması için tek tip proje üzerinde çalışılmalıdır. Her katta on daire bulunan on katlı apartman. Akslar arası dörder metre olacaktır. Arsaya göre proje yerine projeye göre arsa üretilecek. Arsa seçilirken zemin etütleri yapılacak, zemini sağlam olan yerlerde bina inşa edilecek.
Şimdi zemine göre proje yapılmakta, bu da tip projenin gelişmesine mâni olmaktadır. Oysa tek tip proje üretilirse zelzelede meydana gelecek bir çatlağın sebebi incelenir, sonrakilerde aynı hata yapılmaz.
Yaptığımız hesaplara göre Türkiye’de yüzde 50 işsiz vardır. Bunları harekete geçirsek her aileden bir inşaat işçisini bulacağız demektir. Bu evler işyerleri ile beraber imal edilmektedir. 200 metre karedir. Burada emek ve malzemenin payı üçte bir kabul edilse, 36 ayda Türkiye’nin tüm evleri yüz dairelik apartmanlara dönüşür. Yani 3 senelik program yeterlidir. Zelzele olacak ama aparmanlar yıkılmayacak; yıkılsa bile insanlar ölmeyecek.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92