MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 43


(Va LaV EanNa EaHLa eLKiTAvBi)
“Eğer Ehli Kitab”
Bundan önce sadece Yahudilerden bahsetmiş ve onlar arasında kıyamete kadar bağda’ ve adaveti ilka ettik denmişti. Burada “Ve” harfi ile “Ehli Kitab” ile ilgili genel hüküm koymaktadır. Bu cümle bundan önceki cümleyi açıklamaktadır.
Yahudilerin ve Hıristiyanların yapacaklarını yapmaları gerektiğini ifade etmektedir.
Yahudiler anlatıldı.
Burada ise Yahudi ve Hıristiyanlar birlikte ifade edilmiştir.
“Ehli Kitab”dan kasıt Yahudi ve Hıristiyanlardır. “Kitab”ın marifesi “ehl”in de marife olmasını gerektirir. “Kitab”dan kasıt iki kitaptır. Marife gelmiştir. Çünkü aslında ikisi bir kitaptır. Şöyle ki; Tevrat şeriat kitabıdır, İncil ise ahlâk kitabıdır. Bu iki kitap ayrı ayrı peygamberlere gelmiştir. Ama aslında kitap birdir. İncil Tevrat’ın ahlâkî tarafını tamamlar. Hazreti Davut aleyhisselâm ise ekonomi tarafını tamamlar. İlim Hazreti İbrahim aleyhisselâmın sahifelerinde vardır. Burada kastedilen “Ehli Kitab”ın Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu bundan sonraki âyette anlaşılmaktadır.
“El-Kitab”daki harf-i tarif istiğrak için gelirse tüm hukuk düzenine sahip devletler de girer. Buna ateist sosyalistler de dahildir. Bunlar hakem kararlarına uymayı kabul ettiklerinde müşrik değildirler. “El-Kitab”daki harf-i tarif ahd için gelirse belli zümre kastedilir ki burada kastedilenler Yahudi ve Hıristiyanlardır.
1900’lara kadar birbirini yiyen Yahudi ve Hıristiyanlar bir olmuş ve İslâm aleyhinde bir asır kadar düşmanlıklarını sürdürmüşlerdir. 21’inci yüzyılda bu durum değişmektedir. Hıristiyanlar artık Yahudilerle bir olup müslimlere saldırma planı içinde değildirler. Kur’an öyle yapmadıklarını söylüyor. “Lev” kelimesi bunu ifade eder.
Evet, onlar iman edeceklerdi ve ittika edeceklerdi.
Öyle yapmadılar.

(EAvMaNUv Va EitTaQUv)
“İman etselerdi ve ittika etselerdi.”
“İman etme” dayanışma ortaklıkları kurup yeryüzüne güvenlik tesis etme demektir.
Bugün Birleşmiş Milletler var. BM’in görevi Yahudi ve Hıristiyanların yeryüzündeki hakimiyetlerini sürdürmektir. 1 milyardan fazla nüfusları olan Çin ve Hindistan ile nüfusu yarım milyondan az olan Lüksemburg orada yer alır. Sermaye böylece ekseriyet sisteminde istediği kararları aldırır. Bunun yanında “Güvenlik Konseyi” kurulmuştur. Burada beş devlet vardır; ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Çin’in dışındaki devletlerin hepsi Hıristiyandır. Hintliler ve Müslümanlar “Güvenlik Konseyi”nde temsil edilmemektedir. Oysa burada Müslümanlar, Hintliler ve Zenciler de temsil edilmelidir. Güvenlik Konseyi de Birleşmiş Milletler’de alınan kararları uygulayan devletlerdir. Adı iman edenlerdir. Güvenliktir. Ne yazık ki bunlar şimdiye kadar hep sermayenin jandarmalığını yapmışlardır.
“İman etselerdi” ifadesi, onlar da iman edebilirler demektir, yani onlar da dayanışma ortaklığına katılabilirler demektir. Yukarıda “siz onlara katılmayın” denmiştir. Demek ki onlar da kendi dayanışmalarını kuracaklardır.
İnsanlık yüze yakın devlete ayrılacaktır. Bu devletler kendi dayanışmalarını kurarak kendi yurtlarının güvenliğini sağlayacaklardır. Ayrıca uluslararası yargı kararlarıyla mahkum olan devletleri işgal edip dağıtmak için de gönüllü askerlerden oluşmuş birlikler oluşacaktır. Bunlar o devleti yıkacaklar ve topraklarını yağma edeceklerdir.
Kur’an’a göre çok az kimseye ceza verilir. Kesin yasaklar ve kesin ispatlar sonucu cezalandırılırlar. Ama cezalar ağırdır. Mesela hırsızın kolu kesilir. Bir asırda bir kesilir. İslâmiyet’te savaşın meşruluğu için ağır şartlar vardır. Örnek olarak ülke dışına çıkışa izin verse o devletle harb edilmez. Zulüm gören halk orasını terk etsin yani hicret etsin diye bu böyledir. Ama bir defa savaş başladı mı o devletin sonu yok olmaktır. Bütün dünya devletlerini yenmesi mümkün değildir. O halde yenileceklerdir. Böyle olunca da hiçbir devlet yargı kararlarının dışına çıkmaz ve çıkamaz.
İkinci Cihan Savaşı oldu, sınırlar değişmedi. Çünkü İkinci Cihan Savaşı’nı Yahudiler çıkardılar. Yahudileri İsrail’de toplamak için çıkardılar. Hitler ve Almanlar onların adamı idi. Almanya bugün Avrupa’nın en güçlü devletidir.
Kur’an düzeninde böyle olmaz. Eğer Almanlar hakemlerin kararlarına uymayıp da savaş çıkarsalardı şimdi Alman devleti olmazdı. Almanya’nın toprakları komşu devletler arasında paylaşılırdı. Bir daha kimse savaş çıkaramazdı. ABD Irak’ı işgal etti, şimdi çekiliyor. Bunu bilen Iraklılar savaşmadılar, Irak’ı savunmadılar. “Adil Düzen”de savaş sermayenin oyuncağı olamayacaktır.
“İman etseler ve ittika etselerdi” diyor. Klasik yorumcular ittikayı korkmakla açıklıyorlar. Bu âyet onlara cevaptır. Hem iman edecek hem korkacak.
Bu nasıl bir şeydir?
İman güvendir. Korku ise güvensizlik demektir. Güvenlik, hukuk dışına çıkıp isyan edenlere karşı alınmaktadır. İttika ise şeriata uyma demektir. İmanda yalnız yasaklar vardır. Oysa ittikada haramlardan kaçınma da ve ihsanlar da vardır.
Güven sağlanacak ama insanlar da güven içinde haramlardan sakınacaklardır, korunacaklardır. “Mena” evlerle çevrili güvenli yerlerdir. “Vıka” ise taşlarla örülmüş kulübedir. İmanda beraberlik vardır. İttikada ise nefislerin mücadelesi vardır. Kur’an iki kelimeyi yan yana getirerek oluşları tasnif etmektedir.
İman siyasi kuruluşların dayanışmasıdır.
İttika ise dini kuruluşların dayanışmasıdır.
Bu sebeple biz düzen manâsında olan dini, bugün kullanılan manâda dinin karşılığını takva olarak anlıyoruz, iman ve takva.
Siyasi dayanışmalar kursalardı, dini dayanışmalar kursalardı anlamındadır, bu ifadeler.

(La KafFaRNAv GaNHuM SayYıEAvTıHıM)
“Onların seyyielerini tekfir ederdik.”
Evet, bugün “Batı” olarak ifade ettiğimiz Yahudi-Hıristiyan topluluğu bugünkü uygarlığın mimarıdır. 15’inci asırdan beri başladıkları uygarlaşma hareketleri vardır. Tarihten gelen uygarlıkların sonuncusu Avrupa uygarlığıdır. Mezopotamya ve Mısır, İbrani ve Yunan, Hıristiyanlık ve Roma, İslâm ve bugünkü Avrupa peş peşe gelen uygarlıklardır. Hukukta ve yönetimde doğu uygarlıkları adımlar atmışlardır. Ekonomide ve teknikte batı uygarlıkları adımlar atmışlardır. İşte bu son batı uygarlığı İslâmiyet’in kuvvet medeniyetine dönüşmesi ile kurulmuştur. Bu medeniyeti kuranlar Yahudiler ve Hıristiyanlardır.
Teknolojide yaptıklarını ele alalım.
- Buhar makinesini icad ederek tren ve gemilerle yeryüzünü birbirine bağladılar.
- İçten yakıtlı motorlar icat ederek göklere çıkabildiler. Makina sanayiini geliştirdiler.
- Elektriği icat ederek gecelerini gündüze çevirdiler, enerjiyi kolayca işlettiler.
- Elektromanyetik dalgaları buldular ve uzaydan haberleşmeyi sağladılar.
- Bilgisayarları bularak düşünmeyi ve komutayı son derece kolaylaştırdılar.
Bu buluşların tamamı Yahudi ve Hıristiyanlarındır. Bu sayede insanlık büyük bir sıçrama yapmıştır.
Bu iyiliklerine karşılık birçok zulümler yaptılar.
- İşgal ettikleri yerlerde soykırım yaptılar.
- İnsanları dinsizleştirdiler.
- Savaşlar çıkararak yeryüzünü kan gölüne çevirdiler.
- Karşılıksız para ile hak hukuku payimal ettiler.
- Fuhşu meşrulaştırdılar.
İşte bunların böyle büyük günahları vardır. Bu günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Ama kendileri “Adil Düzen”i kabul edip yerinden yönetimi ve hakemlerden oluşan yargının üstünlüğünü kabul etselerdi o zaman bu günahlar tekfir edilecekti.
Ne yazık ki bunlar bunu yapmıyor, ısrarla zulümlerine devam ediyorlar.
Başta “Lev” kelimesi getirildiği için bunlar bunu yapmayacaklardır. Gerçi oradaki harf-i tarif bir dönemin Ehli Kitabını içermektedir. Ancak bu bundan sonra yapmayacaklar anlamına gelmez. “Lev” kelimesinde geçmişte olmadı anlamı vardır ama gelecekte olmayacaktır anlamı yoktur.
Demek ki Batı uygarlığını kuran bu topluluktan Kur’an’ın istediği şey iman ve ittikadır, güvenlik ve hukuk düzenidir.
Bugünkü Batı uygarlığı bunun böyle olması gerektiğini biliyor. Filozofları ve ilim adamları bunları hep ortaya koyup savunuyorlar. Ancak onlar iki sebepten dolayı yapılması gerekeni yapmıyorlar. Birincisi, çıkarlarına gelmiyor. Sömürü tatlı geliyor, bırakmak istemiyorlar. Diğeri ise nasıl yapılacağını bilmiyorlar. Bilemezler, çünkü bu hastanın ilacı ancak Kur’an medresesinde imal edilmektedir. Ne yazık ki yalnız Akevler eczanesinde bedava verilmektedir ama alan bulunmamaktadır. Erbakan aldı ve hamle yaptı. O kadar.

(Va La EaDPaLNAvHuM)
“Onları idhal ederdik.”
Batı bugün kendi sömürüsünü ve hakimiyetini neye dayandırmaktadır?
- Savaş ve ihtilallerle insanları kana boğmak, bununla hakimiyetini korumak istemektedir.
- Faizli karşılıksız parası ile dünyayı sömürmeye devam etmektedir.
- İnsanları ahlaksız ve dinsiz yaparak bu sayede onları geri bırakmak ve kendi hakimiyetini sürdürmek istemektedir.
- Gümrükler ve vizeler yoluyla gelen geçenlerden haraç toplamaktadır.
Oysa Batı istese kendi imkanlarını değerlendirerek dünyayı cennet yapabilir.
- Bugün yeryüzünde çok büyük çöller vardır. Bu çöller kum yığını hâlindedir. Bitkiler bile yoktur. Buralarda, bu çöllerde yeraltı suları vardır. Olmayan yerlerde dışarıdan getirilebilir. Batı bu tekniğe sahiptir. Batı dünyası savaşta harcayacağı gücünü buralarda harcar ve bugünkü nüfusun iki misli daha fazla insanın yaşamasına imkan verebilir. Buralarda bol güneşli hayat oluşur.
- Kutuplarda geniş bol alanlar vardır. Petrol kaynakları ve diğer doğal kaynaklar bulunmaktadır. Burada kışın çok az güneş gelir ama yazın daha çok güneş gelir. Buralarda yine tarım ve sanayi ülkeleri hâline getirebilir.
- Bugün yeryüzündeki imkanlardan yararlanılamıyor. Oysa halkın ürettiklerini ellerinden alıp mamul hâle getirip yine satmak gerekir. Bugün ise köyler boşaltılıyor.
- Sermaye istese deniz tarımına girişebilir, deniz kentleri kurulabilir.
Bulundukları yerleri cennet yapardık denmiyor da onları cennetlere sokardık diyor.
Yani sermayeye yeni yerler vaat etmektedir.
Kur’an’ı yorumlayanlar işin kolayını bulmuşlar, bir helakten bahsederse âhirette olacaktır derler, bir nimetten bahsederse âhirette olacaktır derler.
Oysa Kur’an bizi âhirete hazırlamaktadır. Bunda şüphe yoktur. Hepsini âhiretimiz için yaptırmaktadır. Ama unutmamamız gereken bir şey vardır, o da bu dünyada bizi âhirete hazırlamaktadır.
Dolayısıyla âyetler bu dünya hayatında yapacaklarımızla yorumlanmalıdır. Bu sebepledir ki biz burada dünya hayatında idhal etme şeklinde anlıyoruz.

(CanNAvTın eLNaGIyMın)
“Nimet cennetlerine”
Arapçada cennet hadikadır. Cennet daha çok kapalı ve dışarıdan görülmeyen bahçedir. Başka bir ifade ile seralardır. Âhiretteki bahçeler böyle kapalı seralar şeklinde olduğu için cennet olarak ifade edilmiştir.
Şimdi âhiret hayatını biraz düşünelim. Âhirette de yeme ve içme olacaktır. Bedenimiz bugün yediğimiz meyveleri ve diğer yiyecekleri yiyerek yaşayacaktır. Bunlar da diğer canlılardan elde edilecektir. Yani bitkiler ve hayvanlar olacaktır. Biz onları yiyerek yaşayacağız. Şimdi güneş enerjisini harcayarak yaşıyoruz.
Âhirette acaba ne enerjisini harcayacağız?
Bitkiler özümleme yapacak ve biz o bitkilerin enerjisiyle yaşayacağız. İşte bu enerji yine hidrojen enerjisi olacaktır. Ama bu enerji güneşten değil bizim kontrolümüzde üretilecektir. Bugün büyük israf vardır. Güneş enerjisinin milyarda birlerinden yararlanıyoruz. Âhirette israf olmayacaktır. Bizim ihtiyacımıza yetecek kadar enerji yayınlanacak ve üretim yapılacaktır. Bunun için enerjilerin seralarda üretilmesi ve seralarda harcanması gerekir.
Aslında dünyamız da bir seradır. Enerjisi dışarıdan gelmektedir.
“Cennet” kelimesini sera olarak adlandırıyoruz.
Acaba neden “Cennât” olarak zikretmektedir?
Çünkü seralar arasında işbölümü olacak. Bir serada domates üretilecekse, ikinci serada patates üretilecektir. “Altından ırmaklar akan” deyince, suların borularla dağıtılacağını ifade etmektir.
“Na’îm” ne demektir?
Deveye yem verince etlenirse o “en’am”dır. “Na’îm” demek verdiğine nankörlük etmeyen demektir. Verdiğinin karşılığını iade eden demektir. Evcilleşmiş hayvanın adı “nimet”tir. Bu da verdiğini fazlasıyla veren demektir. “Na’îm” kelimesi burada davarlı bahçeler anlamına gelebilir. Seralar yapıyorsun, ot üretiyorsun ve hayvanları besliyorsun. İşte size yeni sera tipi.
Çok kısa bilgi verelim. Seranın altına beş altı metre derinliğinde kum havuzu yapıyorsunuz. Şeffaf çatıdaki yağmurları oraya dolduruyorsunuz. Kurak zamanlarda o suları kullanıyorsunuz. Yağmurlama suretiyle suluyorsunuz. Hayvanlar sulanmış yerlerde otluyor, öbür taraflarda otlamıyor. Böylece hayvanlar 360 gün yer değiştiriyorlar. Onlar otluyorlar. Büyüyorlar yahut süt veriyorlar. Ot biçmenize, hayvanları bağlamanıza ve gübre yapmanıza gerek yok. Kendi gübreleri ile kendileri yaşıyorlar. Bitkiler ne kadar karbondioksit harcıyorsa hayvanlar da o kadarını üretiyor. İşte böyle her şeye yani kendisine yeter bahçelere “Cennât” denmektedir. İstenirse buralarda ağaçlar da yetiştirilebilir. Belki de yılda birkaç defa meyveler de alınabilir.
Bununla beraber bütün seralar na’îm nimet veren bahçelerdir.
Allah bu kainatı insanlar ve melekler yetişsin diye yaratmıştır. Âhirette vaat edilen her şeye insanlar bu dünya hayatında öğrenerek ulaşacaklardır. Kıyamette de eskiden gelen insanlara öğretilecek, ondan sonra insanlar cennete gideceklerdir.
Bugün kapalı evlerden oluşan kentler yapıyoruz. Bizim “Yüz Dairelik Apartman Projesi” de sera olarak düşünülmektedir. Balkonlar camla kaplanacak. Isınma tek yerden olacak. Klima ile ısıtılacak. Evler değil de apartman kışın ısıtılacak, yazın serinleştirilecek. Oksijeni ve karbondioksiti ayarlanacaktır.
İşte, Batı uygarlığına bunları yapmanız gerekir demektir.
Bize verilen görev teknikte değil hukukta ve yönetimdedir. Teknik ve sanayi ise Batılıların işidir. Biz bunları onlara anlatmalıyız.

(Va Lav EnNaHuM)
“Eğer onlar”
Buradaki zamir bundan önceki Ehl-i Kitaba gitmektedir, “âmenûya ve ittikaya” atfedilmektedir. Burada izhar edilmemiş, izmar edilmiştir. Dolayısıyla işaret edilen onlardır. İstiğrak için değil de ahd için gelmiştir.
“Lev” kelimesi tekrar edilerek atıf olduğunu ama farklı grup olduğunu ifade eder. Yalnız “ennehum” getirilseydi az farklı anlamı çıkardı. İman edip ittika etmek için Tevrat ve İncil ehli olmaları gerekmez. Oysa Batı uygarlığını kuranlar, Tevrat ve İncil’in hükümlerini de yerine getirmelidirler.
Şimdi burada mü’minlerden ve Hıristiyanlardan bahsetmektedir, Budist ve Hindulardan bahsetmektedir. Bunun hikmeti şudur ki, III. bin yıl uygarlığını Hıristiyanlar ve Müslümanlar kuracaklardır. Demek ki burada bilhassa günümüz III. bin yıl uygarlığından bahsedilmektedir. Onlar da ilerde ye’cuc ve me’cuc döneminde kurarlar.

(EaQAvMUv)
“İkame etselerdi.”
“İkame etme” demek ayağa kaldırma demektir.
Tevrat ve İncil vardır. Onları hayata geçirdiğiniz zaman ikame etmiş olursunuz. Bilhassa belli dönemlerde uygulanmış, bugün ise uygulanmaz hâle gelmişse, onu yeniden hayata geçirme ikame etmedir.
Tevrat ve İncil ne gibi hususları içermektedir, ne yapılırsa ikame edilir?
İnsanlığın dört melekesi vardır; his, fikir, irade ve ünsiyet. Fikir doğruyu yanlıştan ayırır, his iyiyi kötüden ayırır, irade zararlıyı faydalıdan ayırır, ünsiyet ise adili zalimden ayırır. İşte, Tevrat ve İncil insanlara bunların nasıl yapılacağını öğretmektedir. Siz bunları öğrenir ve hayata geçirirseniz Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmiş olursunuz.
Bunlar sekiz temele dayanır. Barış ve güvenlik, hicret ve cihad, eğitim ve yasaklar, aile ve anlaşmalar. İşte bunlar yapılırsa Tevrat ve İncil ikame edilmiş olur.

(elTaVRATa Va eLEiNCİyLa)
“Tevrat ve İncil’i”
Burada Tevrat’ı ikame etselerdi, İncil’i ikame etselerdi denmiyor da, ikisini birden ikame etselerdi yani “Tevrat ve İncil’i ikame etselerdi” deniyor. Yani ikisi birden ikame edilecektir. Tek başına Tevrat, tek başına İncil ikame edilemez. İncil gelmeden önce İncil’in hükümleri Yahudiler tarafından bilinmekteydi, bunları yürütüyorlardı.
“Tevrat” “töre”den gelmektedir, “tavır” kelimesi ile akrabadır. İnsanların topluluğa ait düzenini düzenler. Şeriat kitabıdır.
“İncil” “necl” kökünden gelir. Türkçedeki “nacak” kelimesi buradandır. Doğrama yapma, marangozluk etme demektir. Ahşaptan yapılmış ev demek olur. İncil topluluğu değil de insanı eğitip yetiştirir. Yapıyı oluşturma işi İncil’in işidir. Yapıyı kullanma işi ise Tevrat’ın işidir. Bir yapı kullanmak için yapılır. Yapı yapılmadan onu kullanamazsınız. Yapılan yapıyı kullanmazsanız bir manâ, bir şey ifade etmez.
Batı uygarlığını kuranlar, İslâm uygarlığından aldıklarını Tevrat ve İncil’in hükümleri içinde yorumladılar ve Batı medeniyetini öyle kurdular. Çünkü İslâmiyet’te Tevrat ve İncil’e uymayan bir şey yoktu. Tevrat ve İncil’de uymayan bâtıl inanışlar vardı. Onunla mücadele ederlerdi. Onlar öyle yapmadılar. Onlar beşyüz senedir Tevrat ve İncil’le mücadele ediyorlar. Onların hükümlerini nasıl bertaraf edeceğiz diye uğraşıyorlar.
Yahudiler bunu dünyaya hakim olsunlar diye yaptılar, Hıristiyanlar da İslâmiyet gelmesin ama uygarlık gelsin diye böyle yaptılar.
Bu yaptıkları onları huzura götürmedi, saadete götürmedi.
Önce İslâm âlemi Viyana’lara gitti. Endülüslüler Fransız sınırlarına kadar dayandı. Sonra kendi içlerinde ihtilaller, isyanlar, yüz sene savaşları; komünizm, sosyalizm, faşizm belaları; daha neler de neler oldu. Bunların hepsi Tevrat ve İncil’i terk etmelerinden oluşmuştur.
İnsanlık hâlâ gücünün büyük kısmını ya bürokratik yönetimlerde ya da savaşlarda ve terörü bastırmada kullanıyor. Böyle yapmayıp da Adil Düzencilerin ileride yapacakları gibi Kur’an ve Tevrat hükümlerini ikame etselerdi, bu beşyüz yıl böyle geçmezdi. İki dünya savaşında Avrupalılar birbirini kırdılar. Şimdi de Filistin’de Araplarla boğaz boğaza ölüm travmalarını geçirmektedirler. Çünkü Yahudiler hâlâ İncil’i kabul etmiyorlar.

(Va MAv EuNZiLa EiLaYHiM)
“Kendilerine inzâl olunanı da ikame etselerdi.”
Tevrat ve İncil’e bir de “inzâl olunanı” eklemektedir.
Acaba onlara neler inzâl olunmuş, Tevrat ve İncil dışında onlara inzâl edilen nedir?
“İnzâl etmek” demek, indirmek değil de kondurmak, yerleştirmek demektir. Onların beyinlerinde ne yerleştirdiyse işte o kastedilmektedir.
Batılılar uygarlığı kurarken ilk yaptıkları iş İslâmî eserleri Arapçadan Latinceye tercüme etmek olmuştur. Batılıların Yunanlılardan haberleri yoktu. Avrupa Hıristiyanlaşınca Yunan mirasını reddetti, onları çoktan unuttu. Tevrat ve İncil uygarlığını kurdu.
Yunan uygarlığı ancak Suriye’de ve Irak’ta devam etti. O da şöyle oldu. Onlar buradaki kiliselere, Bizans kilisesine veya Roma kilisesine tâbi olmadılar. Kendileri Yunancadan klasikleri çevirdiler. İşte Müslümanlar Yunanı bunlardan öğrendiler. Sonra Rumca’dan da tercümeler yaptılar. İşte, kendilerine ilk inzâl olunan Arapça eserlerdir. Sonra Yunancadan da tercümeler yaptılar.
Avrupa sanayileşmeye başladığı zaman Avrupa’da sanatkar yoktu. Avrupa üretimi beceremiyordu. Allah onlara makina teknolojisini verdi ve birçok inzâl geldi. Bugünkü tüm sanayi Allah’ın inzâli ile olmuştur. Edison ampulü Allah’ın ona öğretmesiyle yapmıştır. Demek ki ikinci inzâl olunan teknolojidir.
Hukuk alanında, İslâm şeriatı hakkında da birçok çalışmalar yaptılar.
Demokrasiyi, lâikliği, sosyalliği ve liberalliği de öğrendiler. Ne var ki bu öğrendikleri ile amel edeceklerine onu istismar ettiler.

(MiN RabBiHiM)
“Rablerinden.”
Bütün bu oluşları tesadüflerin veya kişilerin gayretleri olduğunu sanırlar.
Oysa bütün bunlar, uygarlaşma Rabbin bir uygulamasıdır.
“Rab” olan yani terbiye eden yani evrimleştiren Allah’ın onlara sağladığı imkanlardır.
“Rab” herkesin rabbi olduğu halde, “onlar”ın izafetle getirilmiş olması, inzâl olunanın onların terbiyesi için olduğunu bildirmesi içindir.
İnsan haklarını ortaya koydular.
1) Demokrasi halk yönetimidir dediler. İslâm’daki içtihadı kabul ettiler. Ne yazık ki bunu dejenere ettiler ve ekseriyet demokrasisine çevirdiler.
2) Lâiklik dediler. İslâmiyet’teki “silm”i benimsediler. Ne var ki bunu dinsizlik için kullandılar.
3) Liberallik dediler. Liberallik deyip adaleti sağlamak istediler ama onu tekeller oluşturmak için kullandılar.
4) Sosyallik dediler. Sosyallik deyip insanları sosyal güvenceye kavuşturmak istediler. Ne var ki bunu sömürmek için araç yaptılar.
Allah uygarlaşmanın olması için gerekli imkânları insanlara sağlamaktadır. İnsanlar onu yapmaktadırlar ama kerhen yapmaktadırlar. Oysa tav’an yapsalardı kendileri için çok daha iyi olurdu.

(La EaKaLUv)
“Ekl ederlerdi.”
“Taam etmek” karnını doyurmaktır.
“Ekl etmek” ise tüketmektir.
Taamda yalnız yiyeceklerin yenmesi vardır. Eklde ise bir elbiseyi kullanıp eskitmede ekldir. Yani buradaki eklden maksat her türlü imkanların tüketilmesidir.
“Le” harfi ile tekit edilmiştir. “Lev”den sonra “Le” gelir.
Bütün canlılar doğadan yararlanarak ihtiyaçlarını temin ederler. Sonra kendileri de başkalarına yem olurlar. İnsanlar da böyledir. Tüm ihtiyaçlarını dışarıdan aldıklarını tüketerek varlıklarını korurlar. Kendileri sağ iken başkalarına yem olmazlar. Öldükten sonra bedenleri yem olur. Tevrat ve İncil ve onun dışında gelmiş olan her türlü bilgiler insanların ihtiyaçlarını gidermek içindir. Allah’ın insanlara ihtiyacı yoktur. Tüm emirler ve haramlar insanların kendi çıkarları içindir; saadetleri, refahları, huzurları içindir.

(MiN FaVQıHıM)
“Fevklerinden”
“Fevk” yukarı demektir. “Fevka ruûsihim” derseniz tam baş anlaşılır. “Fevkihim” derseniz yukarısı anlamına gelir.
Burada kastedilen “Fevk” gökyüzüdür. Gökyüzünden yeryüzüne iki şey inmektedir. Biri su, biri de güneştir. Bununla beraber su yeryüzünden çıktıktan sonra gelmektedir. Asıl dışarıdan gelen ise gün ışığıdır. Güneş yeryüzüne gelmektedir.
Güneş dört iş yapmaktadır.
- Yeryüzünün aydınlanmasını sağlamaktadır.
- Yeryüzünü ısıtmaktadır.
- Yeryüzünde yağmurların yağmasını sağlamaktadır.
- Bitkilerde enerjinin depolanmasını sağlamaktadır.
Bunlardan yararlanarak ihtiyaçlarımızı gidermekteyiz. Ne var ki bu ihtiyaçların sağlanabilmesi için bir düzene ihtiyaç vardır. Bu düzen sosyal ve ekonomik düzendir.
Sabahleyin kalkan insan işe gitmekte, diğer insanların ona verdiği işi yapmaktadır. Akşam üstü ücretini almakta, bakkala uğrayarak ihtiyaçlarını alarak eve gitmektedir. Bunlarla hayatını sürdürmektedir. Aldığı şeylerde madde vardır, enerji vardır.
İşte, enerji kısmını gökten gelen güneşle almaktayız.
Bu imkanlardan yararlanmak için sosyal düzene ihtiyaç vardır. Şeriat bu düzeni oluşturmaktadır. Tevrat ve İncil bu düzenin bir örneğini vermektedir, Kur’an’ın Kur’an gelmeden önceki bir uygulamasıdır. Onlar İslâmiyet’ten öğrendikleri ile Tevrat ve İncil’i yorumlasalardı, insanlık bugünkü ıstıraplara uğramadan bu uygarlığa ulaşacaktı.

(Va MiN TaXTı EaRCuLiHim)
“Ayaklarının tahtından”
Burada sadece “Tahtından” demeyip “Min Tahti Ercülihim” denmektedir. Dünya döndüğü zaman tüm uzay fevkinizde olmaktadır. Yerin bir tarafı tahtınızdadır, yani gökyüzü bazen fevkinizdedir, bazen ayaklarınızın altındadır. Dolayısıyla gökyüzü her zaman fevkinizde değildir. Oysa yer daima ayaklarınızın altındadır. Bu sebeple yukarıda sadece fevklerinde demekte, burada ise ayaklarının altlarında demektedir.
Kastedilen yer arzdır. Enerji güneşten geldiği gibi madde de yerden gelmektedir. Enerji dışında neyimiz varsa hepsi yerin bir parçasıdır.
Şimdi şu sorulur:
Tevrat ve İncil’e uysaydılar nasıl olurdu da üstlerinden altlarından yerlerdi?
Bunu şöyle izah edebiliriz. 7 milyar insan vardır. Diyelim ki bunun 3 milyarı çalışır durumdadır. Bugünkü imkanlarla çalıştıkları zaman bunun 2 milyarı ile 7 milyar yaşamaktadır. 1 Milyar insan boş kalmaktadır. İşte bu 1 milyar insan aç kaldığı için toklarla savaşmaktadır. Savaşın kaynağı budur. Yeryüzündeki bütün fesat bölüşümün uygun ve adil olmamasından ileri gelmektedir. O kadar milyar insanın iş yapmasından ve emeğin boşa heba edilmesinden ileri gelmektedir.
Eğer Tevrat’ın ve İncil’in istediği düzen kurulmuş olsaydı savaşa gerek kalmazdı. Amerika’ya varan Avrupalıları Amerikalılar birer peygamber gibi karşıladılar. Onların kitaplarında doğudan gelecek bir kavmin uygarlık getireceği yazılı idi. Eski dünyada mesih ve mehdi nasıl bekleniyorsa, onlar da doğudan gelecek kurtarıcıları bekliyordu. Amerikalılar onları görünce bayram yaptılar. Eğer oraya giden Avrupalılar Tevrat ve İncil’e inansalardı, yerlilerle birleşir, onlara iş verir, o insanlar refaha ve saadete ererlerdi. Bunlar da kıtadaki zenginliklerden yararlanırlardı. Nitekim Kızılderilileri soykırıma uğrattıktan sonra arazileri işlemek için bu sefer Afrika’dan hayvan avlar gibi siyah derilileri avlamış ve işçi olarak Amerika’ya götürmüşlerdi. Yetmedi, zencileri köle olarak çalıştırırken birden sanayileşme başladı. Bu sefer güya köleliği kaldırdılar ve onları işçi olarak çalıştırmaya başladılar. Sonra da zencileri hor görmeye başladılar. Oysa bugün Avrupa’da olduğu gibi Tevrat ve İncil’e dayanarak zencileri Amerika’da çalıştırsalardı, Afrika zencilerini köleleştirmeye gerek yoktu, kendiliğinden giderlerdi. O zaman da hem Afrika kalkınır hem de Amerika kalkınırdı. Nitekim Türkler barışla Avrupa’ya işçi olarak gittiler, elde ettikleri sermaye ve bilgilerle Türkiye’ye geldiler, iş kurdular. Bundan hem Almanlar hem Türkler yararlandı.
Gümrükler ve vizeler insanlığın sefaleti ve ıstırabı için kaynaktır. Sömürü sermayesi iki kuruş kazanacak diye insanlık işsizlik, yoksulluk, açlık ve hastalık içinde sefalet hayatı sürmektedir. Aç insanlar ülkelerinden çıkıp gizli gizli geçerken kaçak işçi yakaladık diye polisimiz öğünmektedir! Allah’ın verdiği nimetleri paylaşacağımıza, ülkemizden geçip gitmekte olanları da yakalayıp geri gönderiyoruz! Bu şekilde yaparak insanları açlık ve sefalet içinde ölmeye mahkum ediyoruz.
Cami çıkışlarında toplanan üç beş kuruşu Somali ve benzeri yerlere göndermekle insanlık yaptığımızı sanıyoruz. Tüm insanlığa deriz ki gelin ülkemize size iş var. Tarlalarımız boş, maden ocaklarımız boş, ormanlarımız kimsesiz; gelin bu doğa imkanlarını değerlendirelim, siz de doyun biz de doyalım.
Amerika’da üç-beş Yahudi saltanat sürdürecek diye vizeler, gümrükler, vergiler olmamalı. Ülkenizde de işsizlik sürüp gitmemeli. Oysa ülkemiz bugünkü teknoloji ile sadece kapalı ekonomi sürdürsek bile bugünkü nüfusun beş mislini besleyebilir. Ülkemize 100 milyon işçi gelse iş bulur. Hem ülkemizi kalkındırır hem de kendileri açlıktan kurtulur. Türkiye bunu yapsa İran da yapabilir. Bu uygulama Batı dünyasının da aleyhinde olmaz. Bu kadar insanın gelirleri artınca Avrupa’nın pazarı da o kadar büyüyecek, onlar da çok daha rahat hayat süreceklerdir.
İşsizliği kaldırma zannedildiği kadar zor değildir. Bugün yeryüzü makinalaşmış yani sanayileşmiş bulunmaktadır. Ham madde varsa, tarla varsa, emek varsa işsizlik diye bir şey olmaz. Bunun için “Adil (Ekonomik) Düzen”de benimsenen ilkeleri koyalım. Bu ilkeler Tevrat’ta ve İncil’de de vardır.
- Gümrükler ve vizeler kalkacaktır.
- Ulaşım ve haberleşme kurulacak vakıflarla karşılıksız sağlanacak, alınan vergilerden karşılanacaktır.
- Krediler faizsiz hâle getirilecek, işçilere “emek kredisi” olarak ödenecek ve işverenler borçlandırılacaktır.
- Enerji vakıfları kurulacak, üreticilere üründen pay olmak üzere verilecektir.
İşte bunlar yapıldığı zaman yeryüzünde işsiz insan kalmaz. Artan emek harekete geçtiği zaman da bugün sermayeyi elinde bulunduran Batı en çok zengin olacaktır.
Şimdiki faizli sistemde sadece 200 kadar Yahudi zengini yararlanmaktadır. Oysa eğer yukarıdaki tedbirler alınsa Batı ile birlikte tüm insanlık saadet ve zenginliğe ulaşacaktır.

(MiNHuM EümMaTün MuQTaÖıDaTün)
“Onlardan muktesid ümmet vardır.”
Onlardan yani batılılardan iyi insanlar da vardır. Batı uygarlığı hep kötüler tarafından oluşturulmamıştır. Yahudilerin içinde de Hıristiyanların içinde de çok iyi insanlar vardır.
Allah bunlara “ümmetim” demiyor, “bir ümmet vardır” diyor; “ümmetler” demiyor, “tek ümmet” diyor.
Bugünkü Batı’nın oluşumu Haçlı Seferleri ile başlamıştır. Batı’nın düşünceleri iki grupta toplanır. Biri sermayenin istediklerini yazmaya ve çoğaltmaya çalışmışlar, diğerleri ise gerçekten bir uygarlığı oluşturmak istemişlerdir. Hayatları gaflet içinde geçmiştir. Sonra onların buluşlarını kullanan çıkarcılar çıkmış ve Batı bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Paskal felsefesini tamamladığı zaman şöyle demektedir: “Gördüm ki insanların saadeti yalnız Allah’a inanmakla mümkündür. Saadet filozofların Allah’ına değil, Musa’nın İsa’nın Allah’ına inanmakla mümkündür.” Birisi bu kitabı Türkçeye çevirirken sonunda anladım ki insanlık hiçbir zaman mesut olamayacaktır. Batı’daki düşünürlerin fikirlerini tahrif etmişlerdir. Darwin ateist değildir, kitapları hayatta iken yayımlanmamıştır. Öldükten sonra istedikleri şekilde değiştirilerek yayınlamışlardır. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki bugünkü Batı medeniyetini oluşturanlar ateistler değildir. Onlar Hazreti İsa’nın tanrılığına inanmadıkları için ateist kabul edilmiştir. O halde bizim yapacağımız iş Batı’nın karanlıklar içindeki tarihini aydınlatmak olacaktır. Birçok kimselere büyük ahlaksızlıklar yüklemişlerdir. Mesela onlar çok evliliği ahlaksızlık saymışlardır. Kur’an, “onların içinde muktesidler vardır” diyor.
“Kasd” caddenin ortası demektir. Ne uzak ne yakın yer demektir. Kur’an zalimlerden ve hayırda yarışanlardan bahsetmektedir. Zulmetmeyen ama hayırda da yarışmayanlara “Muktesid” denmektedir. “Kastetmek” niyet etmek demektir. Çünkü işe başlanmış ama henüz hedefe ulaşılmamışsa bu kasıttır. Temenniden çok fiilen bir işi yapmaya başlamaktır.
İftial bâbından gelmektedir. “Muktesid” kendi kendine kasıtlı olma demektir. Bunun manâsı şudur. Başkasına muhtaç olmadan, borçlanmadan yaşamak demektir. Başkalarını da borca sokmamak demektir. Bağımsız olma anlamına gelmektedir. Batı düşüncesinde olan bazı insanlar doğru fikirleri de savunmuşlardır. Bunlar aynı zamanda samimidirler.
“Muktesıdetün” kelimesi “ümmet”in sıfatı olduğu için “Te” eklenmiştir.
Bizim İslâm tarihini de Avrupa tarihini de bu gözle yazmamız gerekir. Avrupa uygarlığı kimlerin eseridir? Tanrı’ya inanmayan dinsizlerin mi, yoksa gerçek ve bir olan Tanrı’ya inanan samimi Hıristiyanların mı?
Sermaye Batı’yı dininden uzaklaştırmak için papazları satın almıştır. Bu papazlardan bazıları Katolik olarak kalmış ama yanlış ve saçma fikirler savunmuşlardır. Bugün Türkiye’de de bu mantıkta olan mollalar vardır. Diğer bir kısmı ise Hıristiyanlığa saldırmışlar, kendileri ayrı kilise kurmuşlardır. İslâmiyet’ten yapılan tercümelerin etkisinde kalan kimseler genellikle kilise tarafından dışlanmışlar, zor durumda kalmışlar ve kiliseye kızıp ateist olmuşlardır. Ama onların bir kısmı ise inançlarını ve ahlâklarını korumuşlardır. Bugün ise bunlar eskisine nisbetle daha çok olmakta, daha çok çalışmaktadırlar.
Kilise müsbet ilmi henüz tam olarak benimsememiştir. Dolayısıyla müsbet ilme dayanan sanayiyi ele geçirememiştir. Gelecekteki kiliseler müsbet ilmi ve Kur’an’ı kabul edecek, düzen olarak Tevrat düzeni yerine Kur’an düzenini alacaklardır. O zaman kilise Batı sanayiini de eline geçirecek ve insanlara saadet getirecektir.
Sermayenin yaptığı fesat işlerinden biri de kiliseyi son derece zalim ve kötü göstermesidir. Kilise sanki hiç iyi iş yapmamış, içlerinde hiç Allah’a inanmış ve hayırlı işler yapmış insanlar yokmuş gibi hep kötülemektedir. Kilisenin kötülükleri Allah’ın yokluğuna delil gösterilmektedir.
Evet, Hıristiyan ve Yahudilerin içinde muktesidler vardır. Biz “Adil Düzen”i onlarla kuracağız. Amerika’da şimdi reel ekonomi taraftarı Yahudiler ortaya çıkmış, Obama’yı onlar destekliyor. Faizin zulmünü insanlık artık duymaya başlamıştır.

(VaKaÇIyRun MiNHuM SAvEa MAv YaGMaLUvNa)
“Ve onlardan çoğu, amel ettikleri sev’et etmiş olanlardır.”
“Ekseru Minhum” denmemektedir, “Kesirun Minhum” denmektedir. Yani onların içinde çoğunun yaptığı işler kötüdür. Bunlar ekser de olabilir, olmayabilir de. 1950’den evvel ekser idiler. Şimdi ise ekserden az kesirdirler. Gelecekte daha da azalacaklardır.
Yahudilerin içindeki fesatçılar yok olmayacaklardır.
“Kesirun” kelimesi burada mübtedadır. Haberi ise “Mâ Ya’melûn”dur. “Minhüm” ile takyid edildiği için nekre olduğu halde mübteda olabilir.
Türkçede bir söz vardır, kaş yaparken göz çıkarmak. Kiliseyi düzelteceğiz diye Hıristiyanlığı beter ettiler. Avrupa’nın nüfusu bugün azalmaktadır, yani kendi yaptıklarıyla soykırıma uğramaktadırlar. Avrupa dışarıdan aldığı göçlerle yaşamaktadır.
Bunun sebebi nedir? Neden büyük uygarlığı kurmuş olan bu halklar en güçlü oldukları anda açık bir şekilde çökmeye gitmektedir? Batı bunu düşünmelidir...
Batı’nın bugünkü bu ölümlük hâlinin iki kaynağı vardır. Biri faizli sistemdir. Faiz demek tekel demek, işçilik demek, enflasyon demektir. Kimse işinden emin değildir. İşçinin hayatı patronun iki dudağı arasındadır, işten çıkarıldığı zaman ne yapacağını bilememektedir. Bu endişeli durumdan dolayı evlenmemekte veya evli olsa bile çocuk yapmamaktadır. Sermaye kadınları çalıştırmak için onların çocuk yapmalarını istememektedir. Çocuk yapmak en büyük ibadet olduğu halde ayıp hâle getirilmiştir. Cennet anaların ayakları altındadır demektedir, Nebi. Müslüman anaların ayakları altında değil, bütün anaların ayakları altında. Gerçi bu ifade âyet değildir, dolayısıyla bu kadar detaylı manâ verilmez. Hazreti Peygamber’in yine doğumda ölen anne şehittir hadisi vardır. Bugünkü zalim düzen ise genelevler açıp zinayı ticaret metaı hâline getirmiştir. Türkiye’de iktidar olan inanmış insanlar da yadırgamadan bu hayata devam etmektedirler.
Faizin yanında zina da Batı uygarlığını ve ülkelerini çökertmektedir. Oysa Tevrat’ta bekarların zinası bile recm ile cezalandırılır. İncil ise şehevi gözle bakanın gözlerinin oyulması gerektiğini söyler. İşte Batı dünyası Tevrat ve İncil’den ayrıldığı için onun hayatı ıstırap içinde geçmektedir. Şeker ve tansiyon gibi hastalıklar Batı’nın belası hâline gelmiştir. Biz de Batı düzeni içinde yaşadığımız için aynı durumdayız.
Ders almamız gereken şeyler vardır. Batı düzeni içindeki hayatı bırakmalıyız.
Bu düzeni ve hayatı nasıl bırakacağız?
Önce İslâm düzeni hayatını Kur’an’dan çok açık şekilde öğrenmeliyiz. Ondan sonra İslâm hayatını yaşayan insanlar bir araya gelerek yeni İslâm hayatına gireceklerdir. Çocuklar, kadınlar, iş hayatımız, her şey İslâmî olmalıdır.
Bugün henüz yapamıyoruz, çünkü kendi sitemizi kuramadık, kendi iş hayatımızı kuramadık. Kendi işlerimiz ve iş yerlerimiz yok, kendi bakkallarımız yok, kendi okullarımız yok, kendi mabetlerimiz yok. Diyanet İşleri’nin talimatı ve sözde hutbeleri ile yaşıyoruz! Dünya kelamının haram olduğu camilerde namazlar kılıyoruz! Dünya hayatı olmayan acaba hangi kelam vardır? Bu anlattıklarımın hepsi dünya kelamı. Maazallah, bunları herhangi bir Diyanet camiinde konuşabilir misin? Konuşsan ne olur? Efendim, siyaset yapmış olursunuz! Camiye siyaset girmemeliymiş!..
Süleyman Demirel’in vecizeleri vardır: Camiye, okula ve kışlaya siyaset girmemeli. Yani cahiller, ahlâksızlar, hırsızlar, sahtekârlar siyaset yapmalı. Oysa mabetler siyaset içindir. Okullar siyaset içindir. Ordular siyaset içindir. Siyaseti de onlar yapmalıdır. Herkes kendi malını kendisi kullanır. Sermaye herkesi devre dışı yapıp taşeronlarla dünyayı idare edecektir.
Yağma yok.
Asker de siyaset yapacak, vaizler de siyaset yapacak, öğretmenler de siyaset yapacak.
Bu âyetler bugünkü Batı uygarlığını bize anlatmaktadır. Onların yapmış olmaları gerekenleri saymaktadır.
Bundan sonra ne olacaktır?
Evet, geçmiş geçmiştir. Onların yaptıkları onlara ait, bizim yapacaklarımız bize aittir. Şunu bilelim ki, bugünkü insanlığın gitmekte olduğu uçurum bilgisizliklerindendir. Dünyada kriz olurken bizde o kadar olmuyor diye seviniyoruz!..
I940’larda benim Camili bucağım (Artvin) kırk kilo mısırı bir liraya satardı. On lira bir altın idi yani on liraya kırk kilo satardı. Kilosu 25 kuruştu. Savaş içinde dünyada kıtlık olmadı, bir kilo mısırı kırk liraya sattı. Yani satılan mısırla zengin göründü. Ama sefalet içinde yaşadı. Sonra da bucağını boşaltı.
Komşuda kriz olduğu zaman ilk anda siz rahat edersiniz ama biraz sonra onun sefaleti size de geçmeye başlar. O üretemezse sana bir şey satamaz, satamayınca senden bir şey alamaz. O halde dünyadaki kriz bizde azdır demek, sel geliyor ama daha bizden geçmedi deyip sevinmek gibi bir gaflettir. Belki de biraz sonra en büyük şekilde size uğrayacaktır.
Kendi kendine yeter ülke hâline geldin mi rahat rahat uyuyabiliyorsun.
Evet, Tevrat ve İncil bile insanlığı saadete ve refaha götürecek durumdaysa, Kur’an ne yapar? Eğer biz bugün zorluk içinde isek, borçlu isek, işsiz isek, aşsız isek Kur’an’dan ayrıldığımızdandır. Oturup düşünmemiz gerekir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92