MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 41


(Va EiÜAv CAvEUvKuM)
“Ve size ciet ettiklerinde.”
Bundan iki âyet önce “ve izâ nâdeytum” âyeti gelmiştir. Burası oraya atıftır. Kur’an’ın usulüdür, atfedeceği yerin bir kelimesini tekrar eder, böylece konuları birbirine bağlar.
Toplantıya çağırdığınızda onlar sizinle istihza ederler. Bugün bizim namazlarımızı hor görürler. Ezanları yasaklamaya kalkışırlar. Mescitte dünya kelamı edilmez diye yasaklar uydururlar. Oysa mescitler dünya işlerini görüşmek için vardır.
Bugünkü uygarlık namazlarla doğmuştur.
- İlk emredilen namaz akşam namazıdır. Meyve toplayanlar akşam evlerine döndüklerinde akşamı kılmadan çardaklarına gitmezlerdi. Herkes ne toplamışsa oraya getirirdi. Birinin topladıklarını diğerleri görürdü. Değişik topladıklarını değiştirirlerdi. Bazen borç verirlerdi. Çoğu zaman bağışlarlardı. Birisi meyveye ulaşmazsa becerikli komşusunu ertesi gün onu oraya götürürdü. İşte böylece temel sosyal ve ekonomik ilişkiler akşam namazı ile başlamıştır.
- İkinci olarak emredilen namaz yatsı namazı olmuştur. İnsanlar avcılık dönemine geçince çocukları ava götürüp eğitemediler. Mağaralarda dersler başladı. Yatmadan evvel mağaralarda toplanıyor, duvarlarda yaptıkları resimlerle avlanma usullerini öğretiyorlardı. Böylece eğitim müessesesi doğmuştur. Bugünkü uygarlık o eğitim müessesesinin sonucudur. Allah eğitimi yatsı namazıyla öğretti, uygarlık yatsı namazı ile doğdu.
- Üçüncü emredilen namaz öğle namazı olmuştur. İnsanlar çobanlık dönemine geçince hayvanlara öğleyin su verme ihtiyacını duydular. Herkes kendi hayvanlarını otlatırken, öğle namazı kılmak için hayvanları su başına getirdiler. Orada hem namaz kılar hem de hayvanlara su verirlerdi. Sıcaklar geçinceye kadar dinlenir, bu arada sohbet ederlerdi. Öğle namazı insanlara bölüşmeyi öğretti. Çünkü sular sınırlı olur. Ancak toplandıktan sonra bölüşülebilirdi. Demek ki sınırlı imkanları bölüşmeyi insanlar öğle namazı ile öğrendiler. Uygarlığın en büyük sorunu sınırlı imkanları bölüşmedir. Bugünün sorunu da budur.
- Dördüncü olarak emredilen namaz ikindi namazıdır. Bu namaz tarım dönemi namazıdır. İkindiye kadar herkes kendi üzümünü toplar, sonra ikindi vakti olunca üzümlerini bir araya getirir, cenderede sıkıp suyunu çıkartırlardı. Burada da insanlar birlikte üretimi öğrendiler. Böylece bugünkü uygarlığa adımlarını attılar.
- Sabah namazı ise işçilik dönemi namazıdır. Eskiden insanlar ayrı üretiyorlardı. Şimdi kollektif üretim vardır. Herkesin aynı zamanda iş başına gelmesi gerekir. Onun için güneş doğmadan evvel sabah namazı kılınır ve ortak araba ile iş yerine gidilir. İnsanlar çalışma saatlerini namazlara göre ayarlarsa veya namazı çalışma saatlerine göre kılarlarsa emek mübadelesi döneminin sorunlarını çözmüş olacaklardır. Yeter ki sabah namazlarını bize öğretildiği gibi kılalım.
İnsanlığı uygarlaştıran ve bundan sonra da uygarlaştıracak durumda olan namazı sadece Allah’a bir ibadet şekline dönüştürmekle karşı tarafın eğlencesi olmaktadır. Biz ocakları oluşturmadan, ocaklarda beş vakit namazı kılmaya başlamadan, ondan sonra da Cuma namazlarını tüm bucak halkı ile birlikte kılmadan III. bin yıl uygarlığını oluşturamayız.
Bir gün gelecek insanlar bu gerçekleri öğrenecekler ve beş vakit namazı gerektiği gibi kılmaya başlayacaklardır.
Kendi sitelerimizi kurduğumuz zaman insanlardan ne isteyeceğiz?
Nöbet tutmalarını isteyeceğiz.
Bugün askerlik birkaç ay veya bir-iki sene yapılmakta, ondan sonra insanlar serbest bırakılmaktadır. Biz ne yapacağız? Nöbet tutmaya başlayacağız. Nöbete katılmayanlardan bedel alacağız. Bizim başarımızı görünce onlar da bize gelecekler ve bizden olduklarını söyleyeceklerdir.

(QAvLUv EAvManNAv)
“İman ettik diyecekler.”
Bundan 50-60 sene evvel dinsizlik moda idi. Okumuşlar, zenginler Allah’a inanmayı ilkel kabul ediyorlar, inananları zavallı ve cahil kabul ediyorlardı. Bugün o moda tersine dönmüş, şimdi de inanma modası gelmiştir. Şimdi birisine “sen mü’min değilsin” dersen sana saldırır. Herkes Müslüman, inanmayan yok. Dün nasıl dinsizlik moda idiyse, bugün de dindarlık modadır.
Kur’an, insanların inandıklarına bakmayın, onlar inanmış değildirler diyor. Şimdi başkalarını bir tarafa bırakalım, görevlerimizi yerine getirmede ayrı ayrı acaba inanmış kimseler miyiz? Ben kendim Süleyman Karagülle inanmış mıyım, onu düşünmem lazımdır. Kendimi kontrol etmek gerekmektedir. Mü’minsem:
- Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı öğrenmeğe devam etmeliyim. Diğer bütün ilimleri Kur’an’ı anlamak için öğrenmeliyim. Allah’ın kitabı yanımızda iken bizim başka şeylerle meşgul olacak vaktimiz olur mu? Oluyorsa bilelim ki biz daha iman etmedik.
- Allah’ın kitabı ne diyorsa onu yapmalıyım. Allah emrediyor, nasıl olur da ben O’nun işini bırakır da başka iş yapabilirim. Yaptığım bütün işler hep O’nun emirlerini yerine getirmek için olmalıdır. Karnımı doyuruyorsam O’nun verdiği görevimi yapmalıyım. Bunu böyle yapamıyorsam ben iman etmiş değilim.
- Yapacağım üçüncü iş ise ben Allah’ın bir görevlisiyim. O ne diyorsa onu yaparım. Sonuca bakmam. Çünkü ben fail değilim, fail olan Allah’tır. Ben toprağa tohumu attığım zaman sadece Allah’ın bana buğday ver diye fiilî dua yapmış olurum. Tohumu buğday yapacak ben değilim, O’dur. O halde biz amelleri dua niyetine yapacağız. O ne diyorsa onu yapacağız, sonuçlara karışmayacağız. O bize “namaz kıl” diyorsa kılacağız, “zekât ver” diyorsa vereceğiz; sonrasına karışmayacağız. Endişemiz yanlış anladık mı şeklinde olacaktır. Onun için tasalanmalıyız.
- Bütün bunları yaparken bilmeliyiz ki biz geldik ve gideceğiz. Bizden sonra bizim yapmakta olduklarımızı devam ettirecek insanlar yetiştirmeliyiz. Biz bunu yapabildik mi, yerimize vârisler bırakabildik mi? Bu da ancak bir cemaat oluşturmakla mümkündür. “Adil Düzen”i sürdüren cemaat var mıdır?
- Devamlı Kur’an okuyup da onu öğrenmeğe çalışan ve yeni hayatını ona göre düzenleyen bir cemaat var mı?
- Öğrendiklerini birlikte uygulayan bir topluluk oluşturabildik mi?
Bizim çalışmalarımız boşa mı gidecek?
Bunu düşünmemiz gerek...
İşte, ben bunları düşündüğüm zaman acaba ben gerçekten mü’min miyim diye kendimi kontrol ediyorum. Mescitlere gelip namaz kıldıktan sonra dışarıya çıkınca Allah’ı unutan kimseler elbette mü’min olamamışlardır.

(Va QaD DaPaLUv Bi eLKuFRi)
(Şimdi küfürle dahil oldular.)
Evet, onlar mescitlere ve mabetlere küfür ile dahil oldular, moda olduğu için dahil oldular. Onlar ne kendi topluluklarına inanıyorlar ne de cemaatlerine inanıyorlar.
Biz İstiklâl Savaşı’nı yaptık, Allah yardım etti. Cumhuriyetimizi kurduk. Bugün nüfus olarak seksen milyonlara varıyoruz. Her türlü nimetimize kavuşmuş bulunuyoruz. Görevimiz bu cumhuriyetimizi yaşatmak, muasır medeniyetin fevkine çıkarmak değil midir? Herkes kendine makam elde etmek peşinde, herkes zengin olmak peşinde. Mabetlere girip namaz kılanlar da öyle. Şimdi bu bizim görüşümüz.
Bir de her ferdi ayrı ayrı ele alalım, onun ruhuna girecek şekilde ona arkadaş olalım. Bu sefer de herkesi mü’min görürüz.
O halde genellemekten vazgeçip Allah’a inanıp O’nun için cihat eden gerçek mü’minler de vardır, böyle kâfirler de vardır. Bizim görevimiz onları irdelemekten çok kendimizin mü’minler içinde olmamızı sağlamaktır.
“Kad” kelimesi şimdi anlamındadır.
“Şimdi onlar küfür ile girdiler” diyor. Onlar kâfir olarak girdiler demiyor, onlar kâfirdirler demiyor, “onlar küfür ile girdiler” diyor. Yani onlar aslında kâfir değildirler. İman etmek istiyorlar. İman ettiklerini de sanıyorlar. Ama onlar buna rağmen küfür ile mescitlere girmişlerdir. Küfür ile Millî Görüş partisine girmişlerdir. Küfür ile Risale-i Nur şakirdi olmuşlardır. Onlar kâfir değiller, bilmeden veya bilerek küfrü yanlarında getirip götürüyorlar.
Allah bu bilgiyi vermekle bize şunu söylüyor. Onların mü’mindir diye yaptıkları imandır zannetmeyin. Onlar mü’min olabilirler ama yaptıkları küfürdür. Dolayısıyla onların yaptıkları günahları siz işlemeyin, onlar “Adil Düzen”i bıraktılar diye siz bırakmayın. Siz İslâmiyet’i başkalarının yaptığı ile değil, sizin çalışmalarınızla, içtihatlarınızla ve icmalarınızla değerlendirin.

(Va HuM QaD PaRaCUv BiHIy)
“Ve onlar onunla çıktılar.”
Camiye girdiler, mü’miniz dediler ama küfrü birlikte getirdiler.
Saadet Partisi’ne girdiler, mü’miniz dediler ama küfrü getirdiler... AK Parti’yi iman üzerine kurduk dediler, başlarını açmadılar, içki içmediler ama küfrü beraber getirdiler... Risale-i Nur şakirdi oldular ama küftü beraber getirdiler... Tarikat ehli oldular ama küfür ile beraber oldular… Camiden çıkarken de partileri bırakırken de öyle yaptılar...
Onlar içeride de dışarıda da küfür ile beraber gelmektedirler.
Biz de aynı durumda olabiliriz.
Bundan yani bu durumdan nasıl kurtuluruz?
Bundan ancak birlikte Kur’an’ı okuyarak yorumlamak suretiyle kurtulabiliriz. Kur’an küfrü aramızdan kovacaktır. Birbirimize yaklaşarak imânî dayanışmayı oluşturacağız.
Şimdi burada imanın manâsına tekrar dönelim. İmanı küfürden kurtulma şeklinde tanımlarız. O zaman müslimler de iman etmiş olanlar arasına girerler. O halde küfürden kurtulmanın yolu tektir, o da Kur’an çevresinde dayanışma içine girmektir. İnsan kendisini ve arkadaşlarını ancak böylece güven altına alabilir.
Şimdi diğer din mensuplarını ele alalım. Bunlar ne yaptılar? İslâm uygarlığını kabul ettiler. Birçok noktalarda eski küfrü bıraktıklarını söylediler. İnsan haklarını ortaya koydular. Tevrat ve Kur’an’dan öğrendiklerini Avrupa müktesebatı diye yutturuyorlar ama hiçbirisine inanmıyorlar. Kuleler yıkılmadan güya dünyanın en demokratik ülkesi olan Amerika, kuleler yıkılınca dünyaya savaş ilan etti; ya bizden olacaksınız ya da düşmanız dediler. Hayali düşmanlar icad edip insanları birbirlerine kırdırmaya başladılar.
Batı uygarlığı güya insan haklarına teslim olmuş uygarlıktır. ‘Demokratız’ diyorlar, yalan söylüyorlar; “lâikiz’ diyorlar, yalan söylüyorlar; ‘liberaliz’ diyorlar, yalan söylüyorlar. Küfrü ne bizimle beraberken bıraktılar, ne de bizden ayrı iken bıraktılar.
Bu âyet Avrupa uygarlığının 500 yıllık macerasını anlatmaktadır.

(Va elLAvHu EaGLaMu)
“Allah en iyi bilir.”
Buradaki “Ve” harfi hal vavıdır. Yani onların inanıp inanmadıkları, neyi gizleyip neyi açıkladıklarını siz de bilirsiniz ama en iyisini Allah bilir.
Bir bakıyoruz, Cuma günü insanlar camiye doğru akın akın gidiyorlar. İçeri girdiğimizde de safları dolduruyorlar. Namaz kılıyorlar. Gençleri ve yaşlıları görüyoruz, yüzlerine baktığımızda nur görüyoruz.
Ondan sonra dışarı çıkıyoruz ve bu beş vakit namaz kılan kişiye anlatıyoruz; bak, Kur’an böyle diyor diyoruz, âyet okuyoruz, hikmetlerini açıklıyoruz...
Bakıyoruz, hiç aldırdığı yok!..
Örnek olarak, bu cebinde taşıdığın 50 TL faiz belgesidir. Sen onun peşinden koşuyorsun, faiz peşinde koşuyorsun. Gel faizli para olmaksızın iş yapmaya çalışalım…
Böyle dediğimiz zaman duymuyorlar bile!..
Örnek olarak, ayakkabılık ve askı dolabı satacağız. Bunu dükkanına bırakayım. Yer de işgal etmeyecek, çünkü dolabı raf olarak da kullanabilirsin. 200 TL’ye veresiye sat, parasını biz tahsil edelim; edemezsek ceremesini biz çekelim. Yirmi liranı da peşin al diyoruz.
Bunu kabul etmiyor!..
Niçin?
Çünkü bu tekel sermayeyi rahatsız eder.
Peki, bu insan Tanrı’ya mı inanıyor, yoksa tekel sermayeye mi?!.
Bu şartlar altında namaz kıldığına göre Tanrı’ya inanıyor ama Allah’tan değil de sermayeden korktuğu için de küfür içindedir.
İşte biz bunun kararını veremeyiz. Allah bilmektedir deriz. Allah da bu âyette bize işte bunu bildirmektedir.
Bizim görevimiz onlar gibi olmamaktır. Bunun için yapacağımız tek şey vardır. Birlikte Kur’an okuyarak birbirimize yaklaşmak. Kur’an’ı tefsir ederek yaklaşmak. Gün gelir yanımızdan ayrılmayan küfür bizi bırakır. Bundan başka bir çözüm bulamadım.

(BiMAv KAvNUv YaKTuMUvNa)
“Ketm etmiş oldukları şeyleri.”
İnsanların içinde bir şeyler vardır. Bir türlü Kur’an’a inanamıyorlar. Kur’an’ı dua niyetine okuyup teselli buluyorlar. Oysa bizim yapacağımız şey Kur’an’a dalmak, o ummanda yüzmek ve ona göre amel etmektir. Bundan 60 sene evvel Kur’an yalnız Arapça okunur, meali bile okunmazdı. 50-60 sene sonra Türk milleti Kur’an’la birlikte mealini de okumayı öğrendi ama hâlâ onun üzerinde düşünerek kendi içtihadını yapmayı öğrenemedi.
İşte, insanlığa bunun örneğini vermek durumundayız...
Bir gün gelecek, herkes Kur’an’ı kendi anlayışına göre yorumlayacak...
İnsanların çoğu mü’min olmayacak. İnsanların çoğu müslim olacak. Müşriklere gelince, onlar da az olacaktır. Kâfirler veya müslimler arasında çoğalma ve azalma olacaktır.
Bizim bu âyetlerden öğrendiğimiz en önemli husus; küfrü taşımak başkadır, kâfir olmak başkadır. Zahirde cizye vererek, zahirde askere gelerek kâfir olmayabilirler, ama yaptıkları işler küfrün tâ kendisi olur. Cumhuriyet kurulduğundan beri böyle küfür olacak işler yapılmaktadır ama imana uyan işler de yapılmaktadır. Çetin mücadeleler sonucunda buraya gelmiş bulunuyoruz. “Adil Düzen”e sahip çıkanların işi önce “Adil Düzen”i öğrenmektir. Denemeler için işler yapacaklardır. Bu düzende “Adil Düzen” işleri yapılamaz.
***

(Va TaRAv KaÇIyRan MiNHuM)
“Onların çoğunu görürsün.”
Buradaki “Terâ” fiili “Kâlû Amennâ”ya atıftır. Genel olarak fiil-i maziye muzari fiili atfetmek beliğ olmaz. “Ahmet geldi mi?” sorusuna, “Geldi ve ben ona iş vereceğim” dediğiniz zaman, burada geçmişte olan bir fiil gelecekte yapılacakla ilişkilenecekse o zaman atfedilmesi fasih olur. Kaldı ki oradaki “Kâlû” “İzâ”dan sonra geldiği için muzari manâsındadır. “İzâ”dan sonra gelen maziyi muzari sigası ile atıfta bulunmak fasih olur.
“Terâ” kelimesi görürsün demektir. Genel olarak onları görmezsin, yaptıklarını duyarsın, söylediklerini işitirsin ama bunlar görülmüş gibi olur. Re’y etmek, düşünüp o şekilde anlamak anlamındadır. O halde görürsün demek öyle olduklarını anlarsın demektir.
“Kesiran” çoğu demektir. Bunların yarıdan çok olmaları gerekmez. Pek çok manâsına gelir. “Min” kelimesi teb’iz için gelmektedir. O zaman onların pek çok olduğu anlamı çıkar. Ama cins olarak anlarsak onlardan fazlasını demek olur.
Sınıflama yaparken biz insanları kendi ifadelerine göre değerlendiririz. “Mü’minim” diyen mü’min olur, “müslimim” diyen müslim olur. “Ben ne askere gelirim ne de cizye veririm” diyen kâfir olur. “Veririm” dedikleri halde mallarını gizleyenler münafık olur. Bize onların kim olduklarını anlatıp ayırmadan çok onların vasıflarını saymaktadır.

(YuSAvRiGUvNa)
“Müsaraat ederler.”
Yarışırlar.
Bugünkü insanlık şerde yarışan insanlarla doludur.
Eskiler anlatıyor. Çarşıda bir esnafa müşteri geldi mi, ‘Ben siftahımı yaptım, o yapmadı, o da yapsın, lütfen ondan al’ dermiş. Esnaf Allah’a tevekkül edermiş, rızık Allah’tan deyip ‘rabbena hep bana’ demezmiş. İslâmiyet dünyaya böyle yayıldı.
Şimdi ne yapıyorlar? Gidip bir şeyi sorduğun zaman sana yerini söylemiyor, gidip alıyor ve getiriyor, kendi kârını da koyuyor.
Evet, hayırda değil şerde yarışma söz konusudur. İşte küfürleri ile gelip küfürleri ile gidenler bunlardır. Şerde yarışırlar; herkes öyle yapıyor, ben ne diye yapmayayım derler.
Küfürle gelip küfürle gidenler kimlerdir, onları nasıl tanıyacağız?
Şerdeki yarışmalarla tanırız.

(Fıy eLEiÇMi)
“İsmde.”
Kur’an’da “günah”la veya “suç”la ilgili kelimeler vardır. Bunları bir seminerde karşılaştırdım. Burada ise “ism” ve “udvan”dan bahsetmektedir. Bunlarda müsaraatı ortaya koymaktadır. Ayrıca “suht” kelimesini de eklemektedir.
Bu üç kelimeyi beraber incelememiz gerekmektedir.
İlk varsayımımızı şöyle yapıyoruz.
Hareketlerdeki kötülükler “ism ve udvan” ile belirtilmektedir. Tüketimde yani malları tüketirken yaptığımız kötülükler “suht” olarak ifade edilmektedir. Başka bir bakışla, üretimde işlenen suçlar “ism ve udvan”dır. Tüketimde işlenen suçlar “suht”tur.
“İsm” ile “udvan” arasında ne fark vardır?
“İsm” kendi canına veya kendi nefsine zarar verecek işlerdir. Öyle iş yapıyorsun ki sonunda sen zarar ediyorsun. “Udvan”da ise başkasına zarar veriyorsun.
Mal benimdir, zarar edersem edeyim, ne diye günah olacakmış diyemezsin. Can benimdir, hasar verirsem ben veririm, size ne diyemezsiniz. Çünkü o malı sen üretmedin, üretimden pay olarak aldın. Sana o payı harca ve yine üretime hazır ol diye verdiler. Can da senin değildir. Kendini kendin yapmadın. Seni anne baban ve topluluk bu hâle getirdi. Ben istediğimi yaparım diyemezsin. Gerçi başkalarının sana karışma hakları ancak onlara zarar verdiğin zamanda olur, onun dışında sana karışamazlar ama sen kötülük içinde olursun.
Şimdi bu üç kelimeyi lugatlardan takip edelim, varsayımımıza uygun mu değil mi bilelim.
Esim: Tembel deve veya sarhoş adam demektir. İnsanı âtıl hâle getiren, tam verimli iş yapmasını önleyen bir şey demektir. “Taamu’l-esim” geçmektedir. Uyuşan, tembel olanın yiyeceği demektir.
Udvan: Udvan kelimesi düşmanlık demektir. Cepheleşme demektir. Böylece kişinin kendisine zarar veren günahlara “ism”, başkalarına zarar veren günahlara “udvan” denmiş olmaktadır.
Suht: Tüyleri alınmış deridir. Başkalarını yolarak onu kullanmaktır. Ekl ise yemekle beraber her ne suretle olsa harcamak da öyledir.
Bugünkü uygarlığın modası nedir?
İçki, kumar, fuhuş, israf... İnsanlar çalışıyor çalışıyor, sonra da sarhoşlukta, kumarda, fuhuşta, gösterişli giyim ve yemede harcıyor. Bunların hepsi şahsın kendisine zarardır. Bunların sosyal bakımdan yararı olmaktadır. Artan emeği değerlendirmek ancak bu israf ekonomisi ile mümkündür. Yani bir milyar aile vardır. İki milyar çalışan vardır. Bunlardan yarım milyar kişinin çalışması ile insanların karnı doyuyor. Kalan yarım milyar insan işsiz ve aç kalır. Eğer içki, kumar, fuhuş ve israf olursa onlara da iş bulunmuş olur. İşte şimdiki yarış nerde? İçki içmede yarış, kumarda yarış, israfta yarış, fuhuşta yarış.
Kur’an bunun çözümünü şöyle bulur. Artan emeği imara yöneltir. Yapıların kendilerini ve pay senetlerini onlara satarak işsiz insan bırakmamaktadır. İsteyenler de yapı ve araba alacaklarına ilim yapar, böylece insanlığa hizmet etmiş olurlar.

(Va eLGuDVANi)
“Ve udvanda musaraat ediyorlar.”
Yine artan emeği değerlendirmek, işsizlere iş bulmak için savaş vardır. Ya ülkeler arası savaş çıkarırlar, ya da iç isyanları ortaya koyarlar. Bu suretle savaş araçlarının üretimiyle işsizlere iş bulmaktadırlar. Savaştırmak suretiyle nüfusun dengelenmesini sağlamaktadırlar.
“Düşmanlıkta yarış” demek, birbirine düşman olmak demektir.
ABD’de kurulan büyük büyük silah fabrikalarının çalışması ile ABD’de işsizlik giderilmektedir. Ülke içinde de siyasi partiler hayırda yarışma değil, iktidara gelmede yarışma yani yağmalamada yarışma içindedirler. Halkın istediğini yapıp iktidar oluyor, ondan sonra o iktidarın nimetlerinden yararlanıyorsun. Partiler arası, firmalar arası ilişkiler düşmanlığa dayanmaktadır. Türkiye’nin dengesinde ırk din çatışması üzerinden yarışma yapılmaktadır.

(VaEaKLiHıMu elSuXTa)
“Ve suhtu ekl etmekte yarışıyorlar.”
Sömürünün devam edebilmesi için insanlığın geride olması ve kalkınması gerekir. Bir piyasa ne kadar büyük olursa, ne kadar serbest olursa, orada o kadar üretim artar ve o kadar adil bölüşme olur, yani işsiz insan kalmaz, aç insan kalmaz.
Devletler arası konan gümrükler ve vizeler insanlığı aç ve işsiz bırakmaktadır. Bunu şöyle açıklayalım. Bir köyde bir kişi bir kazağı ancak bir günde örebilir. Oysa Avrupa’da bir makina bunu bir dakikada örüyor. Avrupa’da mandalina yetiştirmek isterseniz sera yaparsınız, belki kilosunu 20 TL’ye üretirsiniz, Türkiye’de ise 20 kuruşa mâl edersiniz. Mübadele sayesinde bu ucuzluktan tüm insanlık yararlanır.
Siz gümrükler ve vizeler koyarsanız bu mübadeleyi kesersiniz ve her iki taraf büyük sıkıntılar içinde yaşar.
Sömürü sermayesi birkaç kuruş kazanacak diye insanlığın anaları ağlamaktadır.
Devletin garantisi ve Merkez Bankası’nın parası ile insanlar faiz alarak halkı soymaktadır. Hiç bir hakları olmadığı halde ürettiklerini, piyasadan parayı çekmekte, halkın elinden satın alma gücünü almakta ve krizlere sebep olmaktadırlar.
İleride senin hayatını garanti ediyoruz, yaşlanınca bize yük olma diye şimdi aç bırakıp hastahanelerde süründürmektedirler. Bunu da kendileri kazansın diye yapmakta, insanlar bu yüzden hasta olmaktadırlar.
Bugünkü ekonomi sermayenin sömürüsüne dayanan bir ekonomidir. Sömürebilsinler diye insanların çalışmasına, üretmesine, almalarına, satmalarına mâni olmaktadırlar.
Bu âyetler bugünkü insanlığın kaçakçılığını, rüşvetini, yalanını, hilesini yani içinde yaşamakta oldukları düzenin bozukluklarını ve zalimliklerini açıklamaktadır.

(LaBiESa MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)
“Yaptıkları şeyler çok bi’se olmaktadır.”
“Beise” kötülük demektir, hep birine zarar vermek demektir. İnsanların dayanışma ve yardımlaşma yerine, çatışma içinde yaşamaları demektir.
İnsanlar öyle bir zihniyete girmişler ki, hayat işkence olmuştur. Aslında herkes karnını bol bol doyurmakta, giyinme sıkıntısı çekmemektedir. Barınması güzel, seyahatler neredeyse bedava. İnsanların bu hayat içinde mesut ve müreffeh olmaları, Allah’a şükretmeleri, birbirlerini sevmeleri gerekir. Ne yazık ki tam tersine kimse hayatından memnun değil, kimse yarınından emin değil. İnsan yarasını kaşıyınca daha çok kaşınmak ister. Bugünkü insanlığın durumu da budur. Kazandıkça daha çok kazanmak istiyor. Yedikçe doymuyor. Bir elbise alıyor, ertesi gün başkasını almakla uğraşıyor. Halkı bu işkenceye sokanlar sömürü sermayesi sahipleri, onlarla işbirliği içinde olan iş adamları, yöneticiler ve bürokratlardır.
İnsanların hastalıkları şöyle izah edilebilir.
a) İnsanlar kendilerini başka insanlara beğendirmeye çalışıyorlar. Bu sosyal yönsemedir. Yani insanlar kendilerini başkalarına beğendirmek için çalışınca onlara uyum sağlamak isterler. Böylece birlik ortaya çıkar. Bu beğendirme iki yolla olur. 1) Gerçek meziyetler kazanırsınız ve kendinizi beğendirirsiniz. Alim olursunuz, çalışkan olursunuz, iyiliksever olursunuz. Topluluğa hizmet edersiniz. Bu hakkınızdır. 2) Ama bunun yerine yalancıktan kendinizi beğendirmeye çalışabilirsiniz. Mesela, bilmediğiniz halde ondan bundan kaptıklarınızı satmaya çalışırsınız. Çalışmadan kazanıp yalancıktan çalıştığınızı ifade edersiniz, çıkarınıza iş yapıp iyilik yaptığınızı ileri sürebilirsiniz. Para kazanmak için ürettiğiniz mallarınıza hizmet için dersiniz. Topluluğa hizmet ediyorum diye onların aleyhinde olabilirsiniz. İktidar olur kendi kesenizi doldurabilirsiniz.
b) İnsanlar başka insanları korkutmaya çalışırlar. Zengin olmak isterler, çünkü zengin olan insanlar diğerlerini ezebilir, herkes onların şerrinden korunmak ister. Makam sahibi olmak isterler, insanlar benden korksun diye. Sağa sola saldırarak gücünü gösterir. İşte bunlar da çevreye hakim olmak ister. Evet, cesur insanlar vardır; insanları korkutmak için, insanları caydırmak için. Onlar zayıfları korumak için güçlerini kullanırlar.
İnsan iki şekilde yaşar. İyi insan birr ve takvada olur, ism ve udvanda olmaz. Bu sûrede böyle bir âyet geçmiştir; birr ve takvada teavun edin, ism ve udvanda teavun etmeyin. İşte burada da onların yani bugünkü insanların tersini yapmakta olduğunu bildirmektedir.
Diyelim ki, Kürdistan diye bir yere bağımsızlık kazandırmak isteyen insanlar var. Ne yaparlar? Cemiyetler kurarlar, kooperatifler kurarlar, halkı hayırda örgütlerler, onları âlim ederler, onları zengin ederler, onları muttaki ederler, onları güvenliğe kavuştururlar. Diyarbakır’a gideriz ve bir de bakarız ki, orası cennet gibi bir yer. Biz de öyle olsak deriz. O zaman Türkiye’yi Türkler yerine Kürtler idare etsin deriz. Ama ne gezer... Kendilerini öldürerek terörle Kürdistan diye bir yere bağımsızlık kazandırmaya çalışıyorlar!..
Diyelim ki Yahudiler veya ABD Kürdistan diye bir bölgeyi Türkiye’den ayırmak istiyor, bölgedeki sularımızdan yararlanarak İsrail’e su temin etmek istiyor. Oradaki PKK’lıları değil; anlattığım gibi oranın âlimlerini, şeyhlerini, kanaat önderlerini destekler, onların orada huzur ve saadet getirmesini ister. Bir de bakarsınız ki Irak Kürtleri ile Türkiye Kürtleri Araplardan, Türklerden, İranlılardan daha üst seviyeye çıkmışlar. O zaman hakkı olur, Kürt devletini kurarlar.
Şimdi ise insanları ve çocukları öldürmekle bu işi yapmak istiyorlar!..
İşte, Kur’an da istilacıdır, sermaye de istilacıdır ama birisi saadeti götürmek için istilaya izin verir, biri de sefaleti götürmek için istilayı teşvik eder.
***

(LaVLA YaNHAvHuM)
“Onları nehyetselerdi”
“Lev” geçmişte olmamış şarttı ifade eder. “Lev ci’te leukrimüke.” Gelseydin ikram etmiş olurdum. Ama gelmediğin için ikram da etmedim. “Lev teci’ ükrimüke” de aynı manâdadır. Muzari olması istimrar içindir. Yoksa istikbale yöneltmez.
“Lâ” ise istikbalin nefyi veya nehyi için olur. “Mâ” mâzi için “Lâ” istikbal içindir. Yapmadılar, ama yapmaları gerekir anlamındadır. İki nehy bir araya gelince müspeti ifade eder. Yaptılar değil de yapmış idiler veya yapmalıdırlar anlamı çıkar. Çözüm meslek sahipleri ile ilim sahiplerinin nehy etmeleri ile sağlanacaktır. Yani bugünkü insanlığı helâke götüren durumdan kurtarma ancak nehy ile sağlanacaktır.
“Nehy etmek” bunu yapma sonra sana ceza veririm demektir. Yani nehy müeyyideyi içerir. Kur’an’da; marufu emreder, münkeri nehy eder ve hayra davet ederler diyor. Emrin dışında bir hayır vardır. Ama nehyin dışında alternatif yoktur. Bir yasağı hatırlatmak da nehy olur. Sigara içme hasta olursun, hırsızlık yapma kolunu keserler demek nehydir. Kuralı şeriat koyar. O kuralı ilgililere tebliğ de nehydir.
Dayanışma ortaklıkları dört tanedir; ahlâkî dayanışma, siyasî dayanışma, meslekî dayanışma ve ilmî dayanışma. Her dayanışma kendi mensuplarına nehiyde bulunur, bunu yapma, şunu yapma der ve o şartlarla ben seni korurum der.
Bu arada burada iki dayanışma zikredilmiş, ikisinden söz edilmemiştir. Buna iki şekilde mânâ veririz. Ya kıyas yoluyla onları da bunlara dahil ederiz. İlmî dayanışma emretmekle yükümlüyse, ahlaki dayanışma evleviyetle yükümlü olur. Dolayısıyla ayrıca zikretmeye gerek kalmaz. Meslekî dayanışma nehy etmekle mükellef olunca, siyasî dayanışma öncelikle yükümlü olur. Biz bu mânâyı veriyoruz. Mefhumu muhalefetle mânâ versek, yalnız bunlar nehy etmeli, diğerlerine gerek yoktur anlamı çıkar. Biz kıyası muhalefete tercih ettiğimiz için burada verdiğimiz mânâ da ona uygun olacaktır.
Meslekî dayanışmalar hakkında biraz bilgi edinelim.
İnsan eğitilen bir varlıktır. Bu eğitim beşikten mezara kadar sürer. Eğitimi topluluk yapar ama eğitilenler kişilerdir. Sonra eğitilmiş kişileri alıp ortaklığa sokup bir yerde iş yaptırma ise kişileri değerlendirmedir. Onlar eğitmez, onlar değerlendirir.
Eğitim müesseseleri iki tanedir. Biri ilmî dayanışma, diğeri ise ahlaki dayanışmadır. Biri bilgi eğitimi verir ve fikrî melekeyi düşündürür, diğeri hissî melekeyi eğitir ve insanı ahlâklı yapar. İnsanları oluş içinde değerlendirme de iki şekilde olur; ya ekonomik sahada olur, ya da sosyal sahada olur. Ekonomik sahada meslekî kuruluşlar, sosyal sahada da siyasi kuruluşlar bu birliği sağlarlar. Burada her birinden birer tane bahsedilerek dörde bölünme yerine ikiye bölünmeye işaret etmiştir. Bunların birleşebileceğine de işaret etmiş olmaktadır. Şir’a ve minhacı bir arada zikretmiş olması da buna delil teşkil eder.
Bunu şöyle izah edebiliriz. Bazı firmalar inşaat malzemeleri üretirler ve piyasaya sürerler. Bunlar müşterisi var diye üretirler, çoğu kere ne işe yaradığını bile bilmezler. Sonra başka firmalar, inşaat firmaları piyasadan bu malları alıp inşaat yaparlar. Onlar da bu malların nasıl üretildiklerinden habersizdirler. Bu iki tür firmalar karşı karşıya gelmez, fiyatlar onlara aracılık eder.
İlmî ve ahlaki kuruluşlar kişileri yetiştirir ve topluluğa salarlar. Onlara meslekî veya siyasî kuruluşlar iş verir ve istihdam ederler.
Bu durumda nehy etme nasıl olmaktadır?
Yapma, yoksa sana olan dayanışmayı kaldırırım şeklinde olacaktır.
O halde dayanışma ortaklıklarının temel görevi ortaklarını denetleme ve şeriata aykırı işler yaparlarsa onları nehy etmedir.
İslâmiyet’te devlet görevlilerinin ilim veya sanat eserlerini denetleme yetkisi yoktur. Eser ortaya çıkmadan göreyim diyemez ama dayanışma ortaklıkları diyebilir. Dolayısıyla dayanışma ortaklıkları filmleri, kitapları ve sanatları sansür edebilir. Mallar için serbest arz ve talep kanunları geçerli olduğu gibi, insanlar için de dayanışma ortaklıkları serbest rekabeti sağlarlar. Filan üniversiteden mezundur ve onun dayanışması içindedir. O halde, mesela, göz tedavimi filan doktora yaptırayım der.

(elRabBAvNiyYUvNa)
“Mürebbiler.”
“Rabbaniyun” meslekî dayanışma ortaklıklarıdır.
Anne baba nasıl çocuklarını terbiye ederse, meslekî kuruluşlar da gençleri öylece meslekte eğitirler. İlimde ve ahlakta eğitim küçüklükten başlar, anne ve babalar eğitmiş olurlar. İlim ve ahlakta dayanışmalar kuralsız çoğulla getirilmiştir. Ruhban ve Ahbar. Oysa meslekte ve siyasette anne baba karışmaz, doğrudan kuruluşları onları dayanışma içine alır. Bunların tüzel kişilikleri hakimdir. Çoğulları kurallı erkek çoğul gelmektedir. Rabbaniyyûn ve Kıssisîn.
Yine kıyas yoluyla onların da tüzel kişilikleri vardır. Birilerinde asaleten, diğerlerinde ise kıyasen vardır.

(Va eLEaXBAvRu)
“Ve ahbar”
“Hıbr” mürekkeptir. Sonra âlimlerin adı olmuştur. Büyük âlim, derin âlim demektir. Okur yazar olan âlim demektir. Ders görmüş âlim demektir. Kulaktan dolma âlim değil.
Bu kelimeye dayanarak meslekî dayanışmanın nasıl kurulacağını da istidlâl edebiliriz. Dayanışma ortaklıkları kuranlar âlim olmalıdır demektir. İlmî dayanışma da bu nass ile ifade edilmektedir. Diğer dayanışmalar için bu hükümleri kıyas yoluyla koyuyoruz.
Bucakta ilmî dayanışma ortaklığını kurmak için “zâkir” olmak yani “orta ehliyetli” olmak gerekir. İlde dayanışma ortaklıkları kurmak için “fakih” olmak yani “yüksek ehliyetli” olmak gerekir. Ülkede ve insanlıkta dayanışma ortaklıkları kurabilmek için “rasih” yani “üstün ehliyetli” olmak gerekir.
Bunu nasıl istidlâl ediyoruz?
İlmî derecelerden başlıyoruz. Asgarisini bucağa, ortadakini ile, en yükseğini ülkeye veriyoruz. Asıl organizasyon ülkede olmaktadır. Kavm aynı zamanda dayanıklı demektir. Kur’an’da, “Litünzira Kavmen” denmektedir. O halde rasihlerin devletler arasında olması istihsanen uygundur.
Bu ehliyetler nasıl tevcih edilecektir?
Malları bile birilerine teslim ederken ehil olup olmadığını arıyoruz da, insanların hukukunun kendilerine teslim edildiği kimselerde de elbette ehliyet arayacağız. “Emaneti ehline tevdi ediniz” âyeti zaten bunu âmirdir. Ehliyet de imtihanla tesbit edilir.
Önce meslekî dayanışma eğitir. Kendi eğittiklerine sertifika verir. Sonra ortak imtihanlarla ehliyetler tevcih edilir.
İmtihanlar nasıl yapılacaktır?
- Ayrı ayrı not verme. İmtihan edenleri dayanışma ortaklıkları atarlar. Daha doğrusu dayanışma ortaklıkları imtihana yetkili olanları atarlar. Öğrenci bunlardan birini kendisine mümeyyiz seçer. Bu kuralı nerden koyuyoruz? “Festebiku ve sariu” emirlerine uyarak seçiyoruz. Yarışma ancak çoklu sistemlerde olabilir. Onlar ayrı ayrı imtihan ederler. Her biri diğerinden habersiz not verir. Bu notların orta değeri sonuçtur. Buna mülakat usulü da deriz.
- Sorular sorulur, öğrenci sorulara yazılı cevap verir. Her mümeyyiz soruları birbirinden habersiz ayrı ayrı değerlendirir. Bu değerlendirmeleri sıralama usulü ile yaparlar. Bir yazının aldığı sıraların terslerinin toplamı sırasını belirler. Telif eserlere veya resimlere de böyle notlar verilebilir.
- Ortak test soruları sorulur. Bilgisayarda sorulur. O esnada cevap alınır. İsabete 2, cevapsıza 1, yanlış cevaba 0 verilir. Buna göre sıralama yapılır.
- Kişinin tüm hayatı göz önüne alınarak tanıyanlar arasında sıralama yapılabilir. Buradaki imtihan sadece takdirdir. İlmî şura başkanı böyle sıralama usulü ile seçer.

(GaN QaVLiHiMu elEiÇMa)
“İsmi kavl etmekten.”
Yukarıda suhtu ekl etmeye karşı ism ve udvandan bahsetmiştir. Burada ise ismi kavl etme ve suhtu ekl etmeden bahsetmektedir. Udvandan bahsetmemektedir.
“Udv” başkasının hakkına tecavüzdür. Kişi davacı olacaktır, hakkı korunacaktır. Burada “ani’l-ismi” demeyip sadece “ismin kavli”nden bahsetmektedir.
Dayanışma ortaklıklarına ikili görev verilmiştir. Biri topluluğa zarar verme, kişilere de zarar verecek olan sözlerin söylenmesidir. Yalan bir haber, iftira, yalanda şehadet gibi kaviller bir topluluğu bitirir. Bu sebeple dayanışma ortaklıkları ortaklarına devamlı olarak bunlardan uzak olmalarını ister ve dayanışmalarından çıkaracaklarının tehdidinde bulunur.
“Suht yemeye” gelince, bu da kamu mallarını paylaşmadan ibarettir. Kamu değerlerini özel mülkiyete geçirenler üzerindeki tebliğdir. Kamu davalarını kim açacak?
Bu âyet açıkça dayanışma ortaklıklarının kamu davaları açma yetkisi olduğunu, görevi olduğunu ifade etmektedir. Dayanışma ortaklıkları aynı zamanda birbirlerini denetleyen kuruluşlardır. Birinin şeriata aykırı davranışını diğeri hakemlere giderek düzelttirebilir.

(VaEaKLiHiMu elSuXTa)
“Ve suhtu ekl etmelerinden.”
“Suht”un mânâsı burada daha açıklık kazanmaktadır. Kamuya ait değerleri zimmete geçirmek böyledir. İnsanların Hazreti Salih peygamberin devesini kesmeleri bir suhttur.
Meslekî dayanışma ortaklıkları ortaklarını suht işlemekten alıkoyar. Başkaları da suht işlerse onları mahkemeye verir. Böylece topluluk devamlı bir şekilde oto denetim içindedir. Dayanışma ortaklıkları kendi ortaklarına suç işletmez. İşlerse dayanışma ortakları tazmin eder. Tazmin etmemesi için de ortaklarını denetim içinde tutar. Hakim olamadığı ortağını ortaklıktan çıkarır.
Dayanışma sorumluluğu bir meslektir. Ortak sayısı nisbetinde ortak bütçeden pay alır. Her dayanışma kuruluşu daha çok pay alınması için ortak sayısının çok olmasını ister. Ne var ki suç işlerse onun ortakları tazmin edeceğinden ortakların suç işlemesine mâni olur. Karşı taraf işlerse ona karşı dava açar. Onun dayanışma ortaklığı da onu savunur.

(La BiESa MAv KAvNUv YaÖNaGUNa)
“Sun’ ettikleri ne kadar beistir.”
“Amel ettikleri elbette beistir” denmişti.
Şimdi de “sun’ ettikleri ne derece beistir” denmektedir.
Her iki ifade bi’se ile söylenmiştir. Arada ma yerine ellezi getirilmemiştir. Çünkü yapılanların hâlını beyandır. Bi’se oldukları ifade edilmiştir.
Allah kâinatı çift çift yaratmıştır. Kelimeleri de böyle çift çift getirir. Yukarıda bizzat suhtu ekl etme, ismde musaraat etme fillerinin beis olduğu ifade edilmiştir. Burada dayanışma sorumlularının görevlerini yapmadığı ifade edilmiştir. Burada yapmadıkları, orada yaptıkları. Yapmadıkları sun’ ile ifade edilmiştir. Görevli görevini yapmazsa o da suç işemiş olur. Buna amel etmek denmemektedir, sun’ etmek denmektedir.
Bir fiili yapmadığınız zaman eğer bir olay meydana geliyorsa ve sizin onu yapmanız gerekiyorsa, siz yapmış olacağınız için siz yapmış oluyorsunuz. Buna sun’ denmektedir. Sebebiyet vermekten dolayı mesuliyet bu âyete dayanır. Farzları yerine getirmeyenlerin sorumluluğu da bu âyetle izah edilir.
Amele toprak işlerinde çalışan kimsedir. İnsanlar kendi ürettiklerini kendileri tüketiyorlardı. Bununla beraber bazı işler ihtisas istiyordu, onları da onu becerenlere yaptırırlardı. Kendileri ise onların diğer işlerini yaparlardı.
Benim doğup büyüdüğüm köyde meslek sahipleri vardı; terzi, demirci, dülger, sağlıkçı… Bunlar ustalardı. Bunlara genellikle para verilmezdi. Çünkü halkın elinde para yoktu. Bunun yerine halk onların ya işlerini görür ya da onlara ürettikleri mallardan verirlerdi. Emek veya mal mübadelesi ile yaşarlardı. Bu ustalara seçkin kimseler denmekteydi. Sanayi döneminde bunlar aşağı sınıf oldular.
İnsanlar daha ilk dönemlerde âletler kullanmaya başladılar. İlk kullandıkları şey palmiye yapraklarını söküp kendilerine elbise yaptılar. Sopalarla kendilerini savundular. Taşları meyve dökmek için kullandılar. İp yaptılar. İşte bunların adı da “sun’”dur. Hâlâ sanayi kelimesi bu manâda kullanılmaktadır.
“Amel”de başkasının işini yapmaktır. Sun’da kendisine ait bir şeyi üretmedir.
Burada “sun’” kelimesi getirilmiştir. Kendi görevlerini yapmamışlardır.
Bütün bu ifadeler çok açık olarak dayanışma ortaklıklarına kamu yetkisini vermekte ve kamu görevini yüklenmekte olduğunu gösterir.
Biz devleti şöyle tasarlıyoruz.
Dayanışma ortaklıkları oluşur, devletin erkini bunlar kullanır. Yasamayı ilmî dayanışma, yürütmeyi meslekî dayanışma, denetlemeyi ahlaki dayanışma ve yönetmeyi siyasî dayanışma yapar. Bu âyetteki “nehy etmezse” ifadesi ile dayanışmaların nehy etme yetkileri vardır demektir. Bunun anlamı bu kuvvetleri bunlar kullanır demektir. “Yesnaûn” kelimesi ile de bu teyit edilmiştir. Başkasının adına değil, kendi adına bunları kullanır demektir. Kamu görevi demek mahkeme kararlarını icra etmek demektir. O halde haklar ancak hakemler nezdinde savunulacak. Hakemler karar verdikten sonra dayanışmalar harekete geçecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92