MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 40

(QuL)
“Kavlet”
“Muhavere”de karşılıklı kelam edersiniz, konuşursunuz. Yaptığınız sohbetten başka bir şey değildir. “Kavl”de karşılıklı kelam vardır. Onlara bir teklifte bulunuyorsunuz.
“Kul” emirdir. Emreden Kur’an’ın mütekellimi veya münezzili olan Allah’tır. Bu hususta tereddüt yoktur. Bu kitapta yazılı olduğuna ve biz onu okuduğumuza göre emreden de O’dur. Kime emretmektedir? Kitap yazanlar kime hitap ederler? Okuyucuya. O halde burada emredilen Kur’an’ı okuyandır. Elbette bu hitap onadır. Ama Kur’an yalnız kitap değil aynı zamanda kıraattir. O zaman okuyan kendisine emir vermiş olur. O takdirde okuyan nebi veya resul yerine geçer, o Allah adına okur, dinleyenlere emredilmiş olur. Bu takdirde her Kur’an’a inanan kimseye emredilmiş olur. Yani herkes söyleyecektir.
Kur’an böylece her Kur’an’a inanana hitap ettiği gibi, Kur’an’ı uygulatmak her mü’minin görevidir. Müslimler ise sadece uymakla görevlidirler. Dolayısıyla Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul eden ama mü’min olmayan yani asker olmayan bu emre muhatap değildir. Mü’min olmayanlar Kur’an’ı tebliğ etmeye yetkili değildirler, diyebiliriz.
Burada “Kulû” denmeyip sadece “Kul” denmiş olmasından dolayı söyleyecek olan imamdır. Kime söyleyecek? Kendi cemaati içinde bulunan ehl-i Kur’an’a söyleyecektir. Dayanışma yani askerlik bucak içinde olduğuna göre bu emir Cuma imamınadır demektir.
Bir bucakta ehl-i kitap olacaktır. Özel hukukta kendi şeriatlarını yaşayacaklardır. Kendi ilmî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Kendi müçtehitlerine uyacaklardır. Kendi ocakları olacak, yine kendi şeriatlarını yaşayacaklardır. İşte bucakları bunlara “ey ehl-i kitap” deyip hitap edeceklerdir. Bunlara emrolunmaktadır. Bununla beraber her mü’min imamın olmadığı yerde kendisi imamdır ve bunları söylemeye yetkilidir.
Kur’an’da “Yâ eyyühe’l-müslimûn” denmemektedir, “Yâ eyyühellezîne âmenû” denmektedir. Bundan başka iki yerde “Ey resul” denmektedir, “Ey nebi” denmektedir. Resul hem mü’minlerin hem müslimlerin başkanıdır. Nebi ise yalnız mü’minlere nebidir. Çünkü vahiy alıp içtihat etmektedir. Dört delilden istidlâl etme yetkisi bunlara aittir. O halde ilmî şûrada yer alacak nebilerin mü’minlerden olması şarttır. Bunların icmaları geçerlidir. Yalnız bunlar ittifak ederlerse icma olmuş olur. Müslim alimlerin muhalefeti icmanın ınkıadına(oluşmasına) mâni olmaz.
Bununla beraber özel hukukta müslim âlimlerin ittifakla katılması hükmü de uygulanabilir. Bucak yönetimi esas alınmamaktadır. Bir milyon kadar bucak vardır. Her bucak ayrı kamu hukukuna tâbi olacaktır. İsteyen istediği bucakta yaşayacaktır. Bucağın başarısı şeriatın başarısı olacaktır.
“Kul” emrine muhatap olan bucak başkanıdır. Taşra bucaklarında ise oranın başkanıdır. İl ve ülke bucaklarının ehl-i kitabına; il ve ülke merkez bucak başkanları hitap edecektir. Mekke bucağının başkanı ise tüm insanlığa hitap edecektir

(YAv EaHLa eLKiTAVBi)
“Ey kitap ehli.”
“Kitap ehli” demek yazılı hukuku olanlar demektir.
İnsanlar 60 bin sene önce yaratılmışlardır. Yazı ise beş bin sene önce bilinmiştir, yani yazılı hukuk beş bin sene önce başlamıştır. İlk yazılı hukuku ortaya koyan Hazreti Nuh’tur. Milattan Önce 3000 yılından daha önce gelişmiştir. Bu ilâhi hukuk idi. Metin Allah’tan gelmedi ama şeriat Allah’tan gelmiştir. Hazreti Nuh kendi ifadeleri ile şeriatı tedvin etmiştir. Sonra Hazreti İbrahim’e sahifeler inmiş, Tevrat ise tam bir münzel şeriat olmuştur.
Bunlara “kitap verilenler” denmektedir.
Bu peygamberlerin öğretisine dayanılarak Mezopotamya’da da krallar gelmiş ve kendileri şeriatlarını koymuşlardır. Yani lâik şeriat doğmuştur. Sonra Mısır kralları “böyle yazıla ve böyle yapıla” diyerek kanunlar yapmışlardır. Yunanistan’da aristokratların ekseriyeti ile kanunlar yapılmaya başlanmıştır. Sonra Romalılar Tevrat’ı lâikleştirerek bir hukuk ürettiler. Şimdi de Avrupalılar böyle kanunlar yapmaktadır. Komünistler Tanrı’yı inkâr etmişler, tamamen lâik bir hukuk oluşturacaklarını iddia etmişler ama başaramamışlardır. Mevcut İlâhi hukuku reddetmişler ama kendileri bir hukuk koyamamışlardır. Bu arada Yunan uygarlığına muasır olarak Çin’de de yine hukuk gelişmiştir.
“Kendilerine kitap verilenler” dendiği zaman Allah’tan vahiy ile kitap alanlar kastedilmektedir. Kur’an bunlardan kavmi olan Yahudileri ve dini olan Hıristiyanları örnek olarak anlatır.
“Ey ehl-i kitap” dendiği zaman, İlâhi kaynaklı olsun olmasın kanunları olan her topluluğu içine alır. Marifeli olmasından dolayı bütün kanuni olanlar da kastedilmiş olabilir. Yahut ahd için gelir, belli topluluk kastedilmiş olabilir.
Bugün yeryüzünde hukuk devleti olmayan, yani kanunları olmayan topluluk yoktur. Bununla beraber tam hukuk devleti olan da hiç yoktur. Kanunlar sorunları yeterli olarak çözememiştir. Bu sebeple ilkel dönemde olduğu gibi devletler yine kişilerce idare edilmektedir. Yöneticiler kanunlara göre değil, geleneklere göre ülkeleri idare ediyorlar, hakimler de kanunlara göre değil keyfi yorumlara göre karar veriyorlar. Oysa ehl-i kitap hukuk devleti demektir. Yani insanların keyfi kararlarla değil, sözleşmelere ve kanunlara uyarak hareket etmeleri gerekir.
Gerek ehl-i kitap olmak gerekse hukuk devleti olmak için iki önemli şart gereklidir.
Birincisi, fıkıhçıların geliştirdiği usul-ü fıkhı mutlaka bütün insanlar öğrenmelidir. Yani şeriatın ifade edildiği dil ilmî kurallarla yorumlanmalıdır. Bu ilim fıkıh usulüdür ve bin sene önce insanlığa sunulmuştur. Batı bunu kavrayamamıştır. Fıkıh usulünü yalnız Kur’an’ı yorumlama ilmi olarak anlamıştır. Oysa fıkıh usulü herhangi bir metni veya fiili değerlendirerek sonuca varmaktır, içtihat etmektir.
Hukuk devletinin oluşması için ikinci şart mutlaka hakemlik sisteminin getirilmesidir. Meclis de dahil, hattâ millet de dahil herkes yargı kararlarına saygı göstermelidir. Hakemleri taraflar seçtiği için adil olur. Yine de adaletle karar vermezlerse onların aleyhine de dava açılabilir. Yani hakemler aleyhine dava açılabilir. Onlar da adil olmazsa, o zaman hakemleri muhakeme eden hakemler aleyhine dava açılır. Böylece hakemler devleti oluşamaz.
Bugün bizim muhatabımız ehl-i kitap kapitalist ve sosyalistlerdir. Bunlar sömürü canavarının iki çenesidir ama sonunda tektir. ABD’deki tekel sermayedir. En büyük zulmü İsrail halkına da yapmaktadır. Sömürü sermayesi, oradakiler ekonomide bize hakim olmasınlar diye orasını devamlı savaş ateşi içinde bırakıyor.
Sömürü sermayesi, beş asırdır Hıristiyan âlemine soktuğu fitne sonucunda papalığı etkisiz hâle getirmiş ve İstanbul patrikliğini de sindirmiş durumdadır. Şimdi Hazreti İsa onlara başka bir şey vadediyor. Tevrat Hazreti İsa’nın geleceğini çok açık olarak bildirmiştir. İşte o Mesih de gelmiştir. Ama Hazreti İsa’yı dışlamak için başka Mesih’i bekliyorlar. Hazreti İsa da kendisinden sonra gelecek peygamberi ve Kur’an’ı haber vermiş, o haber de gerçekleşmiştir. Ama Hıristiyanlar bunlara inanmamak için Hazreti İsa’nın geleceğini haber vermişlerdir. Müslümanlardan Şiiler 12’inci imam gelecektir demişler, Hazreti İsa’nın geleceğini de benimsemişledir.
Sömürü sermayesi bugün Hıristiyanları yanına almak için Mesih’in geleceği hikâyesini onlara kabul ettirmiştir. Bunun için de İsrail devletinin kurulması gerektiğine inandırmış, Filistin’deki kan bunun için akıtılmaktadır. İkisi birden birleşip Müslümanlardan intikam almaktadır. Papalık ise -ister bundan önceki Jean Paul ister şimdiki Benedictus- buna itibar etmemiş, onların yalancılıklarını bilerek İslâm âlemi ile dost olmayı yeğlemişlerdir.
O halde burada hitap edilenler baba ve oğul Bush’u destekleyenlerdir.
Amerikan Yahudileri ve Hıristiyanları ikiye ayrılmıştır. Biri İslâm âlemine saldırmayı, fitne çıkarmayı, Filistin’de savaşın sürmesini isteyen taraf; diğeri ise Obama’yı destekleyen taraf. Burada hitap edilen ehl-i kitap, fitnenin başı olan Hıristiyan ve Yahudilerdir. Marifelik böylece ortaya konmuştur. Yoksa bütün Yahudi ve Hıristiyanlar değildir.

(HaL TanQIyMUvNa MinNAv)
“Bizden intikam mı alıyorsunuz?”
Burada “E” değil de “Hel” gelmiştir.
Onların intikam almaları bundan başkası değildir manâsınadır.
Sermayenin Müslümanlara düşman olmasının sebebi; İslâmiyet’in yeryüzüne lâikliği getirmesi, dünyadaki insanlara eşit yaşama şansı vermeleri ve adaleti tesis etmeleridir. Bu onların işine gelmemektedir. Çünkü onlar kendilerini üstün ırk kabul etmektedir. Tüm insanları eşit hâle getiren bir inanış onları rahatsız etmektedir. Hıristiyanlar yegane kurtulanların ve cennete gideceklerin kendileri olduğuna inanmaktadırlar. Kendilerinden daha üstün bir dinin varlığından rahatsızdırlar. Onun için intikam almaktadırlar. Yani bundan başka bir şey için bize karşı değiller. Bize bunun için saldırıyorsunuz denmektedir.
Bu sebepledir ki “Hel” gelmiştir. İntikam almalarını tasvip ettiği için değil de, bu kötülüğü yalnız bunun için yaptıklarını ifade etmek için “Hel” gelmiştir.
“Nakam” kelimesi “lokma” kelimesi ile “lakab” kelimesi “nikmet” kelimesi ile akrabadır. “Lokma” ağıza alınan bir parça yemektir. Sonra ağızla yakalayıp parçalamaya “intikam” denmiştir. “Nimet”in karşılığı “nikmet” olarak da kullanılır. “Nimet” yemek ise “nikmet” de çiğnemektir. Nimet nikmete göredir. Kur’an’da “nakam” kelimesi insanların öç alması, “intikam” kelimesi ise Allah’ın öç alması şeklinde kullanılmıştır
Burada mecaz vardır. Biz sizi tasdik ediyor, size iyilik istiyoruz. Siz ise bu iyiliği kötülük sayıp bizden intikam almaktasınız. Nimetin karşıtı olan fiil hazfedilmiştir. O fiil onlara yapılan iyiliktir. Onlar ise o iyiliğe karşılık kötülükle cevap vermektedirler. Sonra “İllâ” ile yapılan iyilik açıklanmaktadır.
Ehl-i Kur’an’ın temel noktası tüm hak olanlara iman etmedir. Biz her söze kulak veririz, en iyisine uyarız. Söz iki kaynaktan gelir. Cebrail gelir, insana bildirir, bize de mucizesini gösterir, peygamberliğine inandırır, biz de ona uyarız. Yahut karşı taraf öyle bir söz söyler ki, müsbet ilim ve insan aklı onu tasdik eder. Bunların hepsi münzeldir. Yani ilâhi kitaplar münzel olduğu gibi müsbet ilimler de münzeldir. Çünkü ilâhi ilimlerin delilleri müsbet ilimdir. O zaman mucize gösteren nebilere inanılmıştır. Çünkü müsbet ilmin verileri dışında olan şeyleri ancak Allah yapabilir. Demek ki müsbet ilmin verileri evleviyetle inandırıcıdır. Demek ki müsbet ilim de münzel hükmündedir.
Onlar neden intikam alıyorlar?
Biz yaptık diye intikam alıyorlar. Kur’an kendilerine gelmedi diye intikam alıyorlar.
Medine Yahudileri çocuklarını tanır gibi Kur’an’ı tanıdılar, İlâhi kitap olduğunu gördüler, ama Kur’an kendilerine gelmedi diye ona şiddetle karşı çıktılar. Sonra Haçlı Seferleri’nde bunlar müsbet ilmin verileridir, bunları kendileri bulmuş gibi İslâmiyet’i Batı’ya aktardılar. Örnek olarak “serbest sözleşme sistemi” ne Tevrat’ta vardır, ne de İncil’de vardır. Serbest sözleşme sistemi, vahyin kesilmesi sonunda vahyin yerine geçen içtihat ve icma sistemlerinin uygulanmasından başkası değildir. Yahudiler bunu İslâmiyet’ten öğrendiler. Sonra da Avrupa’ya kendi buluşları imiş gibi götürdüler. İslâmiyet sayesinde kendilerini korudular. Şimdi de Hıristiyanları kışkırtarak Müslümanlara saldırmak istemektedirler.
İşte Allah bunu haber vermektedir; bize onlara bunları söylememizi emretmektedir.
Burada dikkat edeceğimiz husus, yukarıda “sen söyle” denmekte, “siz söyleyin” denmemektedir. Oysa burada “Min” değil de “Minnâ” denmektedir. O halde başkanın söyledikleri topluluğun söylediği olmaktadır. Başkana biatleri devam ettikçe onun yaptıkları ve söyledikleri tüm topluluğu ilzam eder. Hüseyin Kayahan makalesinde; “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı dendiği zaman, başkan atmadı ve asker atmadı, topluluk attı anlamındadır diyor, sorumluluk kollektiftir diyor, öyle manâlandırıyor.” Burada da başkanın sözünü topluğun söylediğini açıkça teyit etmektedir.

(EilLAv EaN EAvManNAv BilLAvHı)
“Bizim Allah ile emniyete almamız dışında.”
“İman” kelimesi if’al bâbındandır. Müteaddidir. Mutlak olduğu zaman emniyete almak anlamındandır. “Bi” harfi burada birinci mefule taaddi için olamaz, çünkü if’al bâbı zaten taaddi içindedir. Şöyle olabilir.
“Haraca Zeydün” dendiğinde Zeyd çıktı olur.
“Ehraca Zaydün Amren” dendiğinde, Zeyd Amr’ı çıkardı anlamına gelir.
“Ahraca Zeydün Amren bi Ahmede” derseniz, Zeyd Amr’ı Ahmet’e çıkarttırdı şeklinde söylenmiş olur.
“Amentü Billahi” dendiği zaman da, “Bi Allahi” kendimi veya başkalarını emniyete aldırttım şeklinde manâ veririz. Her iki manâ da iman etmek, kendisini veya başkasını güvenceye almaktır. “Bi”siz gelirse ben aldım şeklinde olur, “Bi” ile gelirse ona aldırttım şeklinde olur.
“Amentul hadikata bihaiti” bahçeyi çeperle güvenceye aldım demiş olursunuz. “İman onların kalblerine girmemiştir” dendiği zaman, daha/henüz güven onların beyinlerine girmemiştir demektir.
Buradaki imanı selefin anladığı anlamda anlamlandırabiliriz. Ancak biz kelam ilmiyle değil de fıkıh ilmiyle meşgul olduğumuz için bu şekildeki bir manâyı tercih ediyoruz.
“Allah” kelimesini topluluk olarak aldığımızda, biz tüm insanlık ile kendimizi veya halkı güven altına yine insanlığa aldırdık anlamına gelir ki, biz insanlıkla bir olduk. Güven bakımından din-dil ayrılığı gözetmiyoruz. Sizi de bizim gibi kabul ediyoruz. Tarihte böyle yaptık. İnsanlığa adaleti götürdük. İnsanlığa hürriyeti götürdük. Şimdi siz bizden onun için intikam alıyorsunuz. Sizin zaten hakkınız olan yeryüzünde yaşamanız için İslâm âlemi her zaman size sahip çıkmıştır. Hıristiyanlar da Yahudiler de Anadolu’da bin yıla yakın barış içinde eşit insanlık haklarına sahip olarak yaşadılar. Şimdi bizden bunun için intikam alıyorsunuz. Biz sizi öldürmedik diye siz şimdi Filistin’de, Bosna’da, Kosova’da bizleri öldürüyorsunuz. Bu çirkin davranışınızı tarihe ve sizin çocuklarınıza nasıl izah edeceksiniz, âhirette Allah’a nasıl cevap vereceksiniz diye onlara söyleyin diyor, Kur’an.

(Va MAv EuNZiLa EiLaYNAv)
“Bize inzâl olunanı da.”
Burada “Ellezî” değil de “Mâ” gelmiştir. Yani sadece Kur’an değil, bize ne inmişse onu korumaya, ona uyarak onu güvence altına almaya iman ettik denmiş olmaktadır.
Şimdi insanı bir nebze ele alalım.
İnsan nasıl bir varlıktır?
İnsan doğup büyümeğe başladığı zaman anne, babası ve kardeşlerinin yanında diğer akrabalarını görür. Çevrede gördüklerini onlardan duydukları ile bilir ve öğrenir. Diğer insanların taktıkları isimlerle çevredeki eşyaları öğrenir. Çocuk “bu nedir” diye sorar. “Bu kedidir” derseniz başka bir şey sormaz. Sadece onun adını söylemeniz onu tatmin eder. Böylece insan önce çevreyi dil ile beraber öğrenmiş olur. Buna kendisi de bir şeyler katar. Kendi beynine de birtakım fikirler ve bilgiler gelir. Onu diğerleri ile paylaşır. Böylece o topluluğun ortak belleğinde birtakım doğrular ortaya çıkar.
İşte o onlara nâzil olandır.
Bunların doğruları nâzil olandır, yanlışları kendi hevası ve hatalarıdır.
İnsanoğlu böyle yaratılmıştır. Dedelerinden tevarüs ettiklerini alır, kendisi de ona katkıda bulunur ve sonra da torunlarına aktarır. Burada geçmişten alırken her söze kulak verecek ve ona uyacaklardır. İş yaparken birr ve takvada dayanışarak birlikte yapacaklar, ism ve udvandan kaçınacaklardır. İşte müslimlerin görevleri budur.
Müslimlerin bu özgürlüğe sahip olmaları için de mü’minler onları güven altına alacaklardır. Yani bizim yaptığımız sizin hürriyetinizin bekçiliğini yapmaktır.
Siz bunun için bizden intikam alıyorsunuz!

(Va MAv EuNZiLa MiN QaBLu)
“Bizden önce inzâl olunanı da.”
İnsanoğlu diğer canlılardan farklı olarak uygarlaşan bir topluluktur. Her nesil uygarlığa bir şeyler katar. Tarihte büyük uygarlıklar gelip geçmiştir. Nuh uygarlığı, İbrahim uygarlığı, Musa Uygarlığı, İsa uygarlığı ve birinci Kur’an uygarlığı.
Bu uygarlıklar üst üste binmiş tabakalardır.
Hazreti Nuh ilk defa ulusal yazılı hukuk getirmiştir.
Hazreti İbrahim, Nuh uygarlığını beşerileştirmiş ve müsbet ilmi insanlığa öğretmiştir.
Hazreti Musa yönetim ile yasamayı ayırmış, yöneticilerden yasama yetkisini almıştır. Bugünkü dünyada ise hâlâ alınamamıştır.
Hazreti İsa lâikliği getirmiş, ahlâk/din ile düzeni birbirinden ayırmıştır.
Birinci Kur’an uygarlığı insanlara içtihat ve icmayı öğreterek lâik düzeni birlikte uygulamıştır.
İşte, görüldüğü ve anlaşıldığı üzere yeni uygarlıklar eski uygarlıkları ortadan kaldırmamışlardır. Bir binanın katları üzerinde yeni katlar inşa etmişlerdir. Biz eski uygarlıkları yıkarak değil, bir taraftan eski uygarlıkların günümüze uymayan kısımlarını değiştirerek daha uygun olanlarını getirerek, diğer taraftan eskilerin üzerine yenilerini ekleyerek yeni katlar çıkarak insanlığın uygarlaşmasına hizmet edeceğiz.
Buradan şunu öğreniyoruz ki insanın görevi insanlığa hizmet etmektir.
Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Sadece insanlığı kendisine halife yapmıştır. Biz insanlığa hizmet ederiz. Bizim görevimizi de Allah’ın bize inzâlinde buluruz. Bu sebepledir ki “size inzâl olunan” denmiyor, “bizden önce inzâl olunan” deniyor.
Yani Allah şimdi Avrupalılara da inzâl etmektedir, bize de inzâl etmektedir. Biz bugün Avrupalılara ne inzâl ettiğini bilemeyiz, onlar da bize inzâl olunanı bilemezler. Ama onlar da biz de bizden önce inzâl olunanı biliriz. Eğer onlar da biz de bizden önce inzâl olunanları benimsersek, o zaman birbirimizden kopmayız, insanlık uygarlığını sürdürürüz. Bizden sonra gelenler de hem Avrupa’yı hem de İslâmiyet’i öğrenir. Kendi uygarlıklarını ona göre hepsine dayanarak kurarlar.
Biz diyorduk ki, bizim görevimiz mesela yeni lokma, ağıza alınan bir parça yemektir. Sonra ağızla yakalayıp parçalamaya intikam denmiştir. Ni’metin karşılığı nikmet olarak da kullanılır. Ni’met yemek ise nikmet de çiğnemektir. Ni’met nikmete göredir.
Kur’an’da “nakam” kelimesi insanların öç alması, “intikam” kelimesi ise Allah’ın öç alması şeklinde kullanılmıştır.
Anayasa hazırlarken görev olarak kendi atalarımıza nâzil olanları yani fıkhı ve usul-ü fıkhı öğrenmemiz gerekir. Başka; Batı’ya nâzil olmuş olan müsbet ilimleri öğrenmemiz gerekir. Budistlere, Hindulara nâzil olanları da öğrenmemiz gerekir. Hattâ solculara nâzil olanları da öğrenmemiz gerekir, çünkü onlar içinde de samimiler vardır.
Biz her söze kulak veririz. Sonra kendi içtihadımızla en iyisini seçer ve ona uyarız.
Bir sözü duymadan ve anlamadan onun kötülüğünü nerden bileceğiz.
O halde vakit kaybetmeden “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmak için harekete geçmeliyiz. Böylece onların dillerini onlardan öğreneceğiz.
Kısaca “Bin Dil Üniversitesi” nedir; hatırlatalım:
Beş dönümde yüz dairelik bir apartman oluşuyor. Her katta on daire vardır. Alt katlarda da iş yerleri vardır. Her katta ayrı bir dil konuşuluyor ve Arapçaya tercüme ediliyor. Böylece yüz apartman yapılıyor. 5 bin dönüm yere ihtiyacımız vardır; yolları ile beraber 10 bin dönüme ihtiyacımız vardır. Bir “Bin Dil Üniversitesi Kooperatifi”ni kurmalıyız. Devletten arazi istemeliyiz. Bedelini işyerlerine iştirakle ödeyeceğiz. Dünyanın her yerinden buraya insanlar gelecek ve burada hem Kur’an’ı öğrenecekler hem de kendi dinlerini ve kitaplarını Arapçaya çevirecekler.
İşte biz böylece bizden öncekilere nâzil olanları bileceğiz.

(Va EnNa EKÇaRaKuM FAvSıQUvNa)
“Ve ekseriniz de fasık iken.”
Buradaki “Ve” harfi hâl vavıdır. Siz bizden intikam alıyorsunuz. Güya Allah’ın rızasını almak için bunu yapıyorsunuz.
Yahudilerin bir kısmı, Hıristiyanların bir kısmı el ele vererek kendilerine insanlığı, hürriyeti, lâikliği öğrettiler diye şimdi onlardan intikam alma peşindedirler.
Onlara yaptıklarının yanlışlığını hatırlattıktan sonra “ekseriniz” deniyor, “kesiriniz” demiyor. Çünkü bugün yüzde olarak onların çoğu fasıktırlar.
Neden fasıktırlar?
Çünkü onlar kendi kitaplarına, kendi içtihatlarına uymamaktadırlar. Anayasalarını okuyunuz, oralarda ne kadar iyi şeyler yazıyorlar. Eğer aralarında yaşamasak kendimizi cennette sanırız. Ama o yazılanların hepsi insanları kandırıp yanlarına çekmek, ondan sonra kan ve zulümle kendi iktidarlarını sürdürmek içindir.
Ekserisi fasıktır. Düzenin dışındadır. Kendi düzenlerinin dışındadır. Onlara bunu söyleyiniz. Nerede fısk ettiklerini de gösteriniz demektir.
Erbakan’ın teşhis kısmı da gereklidir. Bizim muhalefetimiz önce teşhis sonra tedavinin yazılmasıdır. Önce tedavi yazılmalıydı. Yoksa yapılanlar son derece doğrudur. Allah Erbakan’dan razı olsun. Herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği şeyleri söylemiştir.
“Fasık” kurallı çoğulla getirilmiştir. Yani onlar ayrı fasık değiller, kurallı fasıktırlar.
KDV vergisi İslâmî değildir ama Batılılar yapıyor diye bizde de vardır. Ama KDV yüzde beş bile ödenmiyor. Herkes biliyor ama bile bile ses çıkarmıyor. Çünkü onlar birlikte fasıktırlar. Biz diyoruz ki; KDV kalksın, vergi üretimden pay olarak alınsın. Üretici ürettiği malı ortak ambara koysun. Ona belge verelim. Beş torba getirirse ona dört torbalık çimento belgesini verelim. Birini de devlete verelim. Devlet istediğine belgeyi satsın. Ondan sonra alış ve satıştan vergi almayalım. İşte biz bunu söylüyoruz diye düşman oluyor, ihtilal yapıyor, hapishanelere atıyor, bizimle dalga geçiyorlar. Ama uygularken belki sadece biz kanunda var diye vermeye çalışıyoruz, onlar ise nasıl kaçırırız diye formüller geliştiriyorlar.
Ekserisi fasık değil mi?
İşte Kur’an bize bunu bildiriyor.
***

(QuL)
“Söyle”
“Ey iman edenler” dendikten sonra “Kul” denmiş, sonraki âyette “Kul” tekrar edilmiştir. Tekrar edilmesinin sebebi nedir?
Ya muhataplar değişmiştir. Burada o şekilde anlarız. Nâsa söyle, herkese söyle anlamındadır. Fasık olmalarından daha kötüsü vardır. İşte bunu bilin denmektedir.
Fasık olmak kötü bir şeydir ama Allah’ın indinde bundan daha kötüsü vardır.

(HaL EuNabBiEuKuM BiŞarRın MiN ZaLiKa)
“Ben size bundan daha şerlisini haber vereyim mi?”
“Zalike” müfret müzekkerdir. Burada işaret edilmesi onların fasık olması, yani onlar değil de onların fasık olmasıdır. İsm-i fail fiil gibi masdarı içerir. Zamir gönderilmesi fasih olmaz ama işaret zamiri ile her zaman işaret edilebilir. Size haber vereyim mi?
“Uallimüküm” denseydi, sen onlara öğret anlamı çıkardı.
“Haber vereyim mi?” denince, ben sadece haberciyim, Allah böyle söylüyor anlamı çıkardı. Allah’ın indindekini Allah’tan başka kimse bilemez. Kur’an’da bize bildiriliyor. Biz de çevremize söylüyoruz.
“Şer” “hayr” karşılığı gelen bir kelimedir. “Hayr” tercih edilen, istenen demektir. İnsanlar için öyle olması istenirse o hayırdır. “Şer” “şerre”den gelen kelimedir. Birden çarpan, harap eden anlamındadır. Kuralsız beklenmedik şeyler şerdir. Kurallı ve dengeli şeyler hayırdır. Bir araba giderken yavaş yavaş durursa, kalkarken de yavaş yavaş kalkarsa hayr olur, ani hareket ise şer olur. Evde durup dururken birden lambanız patlar. Bunun sebebi ani gerilim yükselmesidir, lamba o gerilime dayanamaz ve patlar. Şebekelerdeki bu ani yükselmelerin olmaması için bir dizi tertipler alınır.

(MaÇUvBaTan)
“Mesube olarak.”
“Sevb” elbise demektir. “Savab” iyilik karşılığı verilen ücrettir. Esas olarak iyilik için getirilir. “Musibet” ise daha çok kötülük için getirilir. Burada kötülük anlamında getirilmiştir. Yani kötülüğün mef’ulüdür. Fiil değil de kişidir. Yani günaha çarpılan kişidir. Fasıktan daha çok günaha çarpılan kimse anlatılmaktadır.
Bozuk düzende insanların fasık olmamaları mümkün değildir. Evet, dünya bugün fısk içindedir. Bu gerçektir. Ne var ki bu fasıklık kendiliğinden gelmemektedir. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra 65 sene geçmiştir. Daha da ufukta savaş görülmüyor.
Bunun sebebi nedir?
Güvenlik Konseyi’dir.
İkinci Cihan Savaşı’nın galibi devletleri olan Fransa, İngiltere, Rusya ve bunlara sonradan katılan ABD, Çin’i de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler’i kurdular. Burası uluslararası meclis gibi çalışacaktır. Ancak uluslararası meclisin bir de askeri olmalıdır. Bu beş devlet bu güvenliği sağlamayı üstlerine aldılar. Ancak kararda veto hakkı tanıdılar. İşte o sayede belki bir yüz yıl savaş olmayacaktır.
Düzen devam ediyor ama işte baskılı düzen devam ediyor. İlâhi düzen oluşmadığı için insanlar fısk içindedirler. Düzenin bozukluğu onları fıska götürüyor.
Fısktan daha şerlisi ne olabilir?
Kötü düzene karşı çıkmama, kötü düzenin ıslahına çalışanlara saldırmadır.
İnsanlar kötülük yapıyorlar diye tufan gelmez, insanlar “Adil Düzen”in gelmesine mâni olurlarsa tufan gelir. Fesat düzeninde insanların fasık olması son derece doğaldır. Eğer insanlar hep vergilerini tam ödeyecek olurlarsa iki sene sonra ayakta firma kalmaz ve Türkiye açlıktan ölür. O halde vergi kaçırılıyorsa bozuk düzen gereğidir.
Ne yapılmalıdır?
Bozuk ve zalim düzen düzeltilmelidir. Bunları yapmaya karşı hareket edenler, işte o vergi kaçıranlardan, hile yapanlardan, hırsızlık yapanlardan daha şerlidirler.

(GıNDalLAHi)
“Allah’ın indinde.”
Burada ve bundan sonraki ifadede “Allah” kelimesi geçmektedir. Bunlardan biri topluluğu gösterir, diğeri de âlemlerin rabbini gösterir.
Hangisi topluluğu, hangisi âlemlerin rabbini gösterir?
Her ikisine de takdir edilebilir.
Yani hem Allah’ın indinde hem de topluluğun indinde böyledir denmiş olur.
Nitekim 1997’de iktidarda yeni düzen getirmek isteyen Erbakan indirilmiş, yerine demokratik olmayan yeni hükümetler kurulmuştur. Beş sene insanlar baskı altında sabrettiler. Sonra Millî Görüş kadrosuna imkan verilince halk ne yaptı? Anayasa ekseriyeti ile iktidar yaptı. Her seferinde oyunu artırdı ve yüzde elliye çıkardı. Demek ki 28 Şubat’ı yapanlar halkın nazarında da şer olmuştur, kâinatı var eden Allah’ın nazarında da şer olmuştur. Bu sebeple burada “indehu” denmemiş, “indellah” denmiştir.
“İnde” kelimesi zarftır. Daha çok mekân zarfıdır. Mecazi olarak da insanın görüşünde, düşüncesinde anlamındadır. Allah’ın şeriatında ve O’nun hükmünde anlamları verilmiş olur. “Min” harfi ile gelir ve mecrur olur. Onun dışında mensubdur. “Min” harfi dışında başka harfi-cer gelmez. Merfu da olmaz. Sadece “Haza indi” bu benim düşüncem anlamındadır ve leke indun söylerse de Kur’an Arapçasında yoktur. “İnde” ile “Min İndellahi” arasında; birinde onun yanında vardır anlamındadır, “Min”le geldiği zaman da Allah’tan gelme demektir. “Minellahi” ile “Min İndillahi” başkasına da yaptırsa “Min İndillahi” olur. “Minellahi” demek, doğrudan kendisinden anlamı çıkar.
Burada Allah’ın kendisinden anlamında olduğu için “Min” gelmemiştir.
Allah’ın ve O’nun halifesi olan topluluğun indinde daha kötü olan nedir?
İşte onlar aşağıda sayılmıştır. Müphem zarflar vardır. Bir de mütemekkin zarflar vardır. Müphem zarflar sağ-sol, ileri-geri, yukarı-aşağı gibi yön gösterenlerdir. “İnde” ve “ledün” de bunlardandır. Bunlar mübteda, haber ve fail olmazlar.

(MaN LaGaNaHu elLAHu)
“Allah’ın lânet ettiği kimse”
Allah indinde daha şer Allah’ın ona lânet ettiğidir. Allah tarafından daha çok cezalandırılacak kimse odur. Fasık olanlar hayır yaparlarsa, kötülük iyiliği def edeceğinden cezayı tehir eder. Affedebilir. Ama inkılâbı önleyen ve “Adil Düzen”e karşı çıkanlar için böyle bir giderme sözkonusu değildir. Onun hatırı için sünnetullahı Allah değiştirmez. Dolayısıyla o mutlaka cezasını çeker. Hem de bu dünyada yalnız kendisi çekmez, diğer cihad yapmayanlar da çekerler. Allah onları dışlamıştır. Kendi düzenini getirmek için suçlu olup olmadıklarına bakmaksızın onları helâk edecektir.
Diğer günahlar hukuk düzenine tâbidir. Suç işleyene ceza verilir ve sonuçtan değil davranışlardan sorumluluk vardır. Ama İlâhi düzenin gelmesini engellemek isteyenler için askeri düzen geçerlidir. Düzenin gelmesi için Allah her yolu meşru kılmıştır. Askeri darbelerin meşruluğu buradan doğar.
1950’lerde çok partili düzen gelecekti. Demokrat Parti getirmedi. Başbakan asıldı. Çok partili sistem geldi.
1970’lerde de fesadı durduracak yasaları çıkarmadılar. Düzeni değiştirme yerine düzen içinde iyilik yapmak istediler. Askeri müdahale oldu.
1997’de olan da başka bir şey değildi. Refah Partisi düzeni değiştireceğine, mevcut düzende düzeltmelere kalkıştı. 28 Şubat oldu.
Bugün de Ak Parti aynı şeyi yapıyor...
İşte bu fasıklıktan daha mesübedir, bu daha günahtır anlamındadır. Daha mesübedir demek, gerçekleşecektir demektir. Bu dünyada kötü olmayanlara âhirette mükâfat verilecektir.

(Va ĞaWıBa GaLaYHi)
“Ve ona gadab etti.”
Düzen yaşlanıp eceli gelince yerine yeni düzen gelecekse o zaman yeni düzen için çalışmayanlara Allah lânet eder, yani dışlar, karşı çıkanlara ise aynı manâda lânet eder. İleriliğe, uygarlaşmaya karşı çıkıp direnenlere Allah lânet eder ve onlara azab eder.
Bunun anlamı nedir?
Müslimleri korumaz ama kâfirleri helâk eder.
Savaşın kuralı şudur. Siz düşmanı yok etmek için saldırırsınız. Savaşmayanlara saldırmazsınız. Ama onların içinde onlar da ölürler. Savaşın bu kuralı inkılâplarda uygulanacaktır. Hanedanlar ortadan kalktı, diktatörler dönemi geldi. Ona direnenlere karşı Allah zalim diktatörleri getirdi, onlar hanedanlıkları böyle kaldırdılar. Onlar da kendi çocuklarını diktatör olarak bırakmaktadır. Şimdi de “Arap baharı” bunu sona erdiriyor.
Demek ki Allah zalim diktatörlere bunun için izin verdi. Bu zalim diktatörlerin zulmünü cezasız bırakacak değildir.
Allah diyor ki; biz bir karyeyi helâk etmek istediğimiz zaman onların mütriflerine emrederiz, onlar da orada fesad yaparlar. Allah böylece tutucu kavmi de cezalandırmış, onlara zulmedenleri de cehenneme göndermiş olur.
Buradan alacağımız ders şudur ki, bize bir zulüm yapılıyorsa biz hak ettik de Allah o zalimleri bize musallat etmiştir.
Mesubeten indellah olan şerde üç vasıf saymaktadır. Lâneti ve gadabı ondan sonra onlardan bazılarını kırade bazılarını da hınzır yapmıştır. Şimdi bunların sınıflarına bakalım.

(Va CaGaLa MiNHuM elQıRaDaTa Va el OaNAZIyRa)
“Ve onlardan maymun ve domuzlar ca’letti.”
Ve onlardan yani Allah’ın lânet edip gazab ettiği kimselerden maymun ve domuzlar ca’letmiştir.
“Maymun” kelimesi Kur’an’da üç defa geçmektedir. Diğer ikisinde kelime nekredir. Burada marifedir. Orada bozulmuş maymun olun denmektedir. Tarihi bir vaka anlatmaktadır. Orada oluşmaktan veya dönüşmekten bahsetmekte, burada ise onları maymunlar olarak görevlendirdik şeklinde cal’ettik demektedir.
“Domuz” kelimesi de beş defa geçmektedir. Diğer dördünde domuzun eti olarak geçmektedir. Burada ise maymunla beraber marife ve çoğul olarak geçmektedir.
Bu hayvanların isimlerinden bahsedilmesi bir özellik taşır. Bu ifade tek başınadır ve manâlandırmamız hem kolay hem zordur. Kolaydır, çünkü uygun gördüğümüz manâyı veririz. Zordur, uygun manâyı veremeyiz.
Gelişmiş hayvanlar iki grupta toplanırlar. Böceklerden arılar ve karıncalar en ileri durumdadırlar. İkinci grup ise omurgalı hayvanlardır. Bunlar da balıklar, kurbağalar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerdir. En ileride olanlar memelilerdir. İnsan da bunlardandır.
Memeliler iki sınıfa ayrılırlar; yumurtlayanlar ve doğuranlar. Yumurtlayanlar çok azdır. Doğuranlar da iki sınıfa ayrılır; keseliler, kesesizler. Keseliler de azdır. En çok kesesiz doğuranlardır. Kesesiz doğuranlar dört üst takıma ayrılırlar. Fillerin olduğu grup, insan ve maymunun olduğu grup, karınca yiyenler grubu ve domuzlar grubu. Maymun insana en yakın hayvandır. Domuz ise kesesiz memeliler içinde insana en uzak olan gruptur. Beslenme bakımından insana yakın bir gruptur.
İnsan bir hayvandır. Beden yapısıyla maymuna en yakın hayvandır. İnsanda 46, şempanzede 48 kromozom vardır. Ne var ki insandan daha çok şempanzeye yakın olan maymunun kromozomu ile bir uyarlılığı yoktur. Domuzun kromozom sayısı 38’dir. Kromozom sayısının farklılığı onların bir atadan gelmediğine en kesin delildir.
Burada insanı, maymun ve domuz olarak görevlendirdik deniyor.
Diğer âyette ise bozulmuş maymun olun denmektedir.
Yeryüzünde halife olarak var edilmiş olan insanlardan kimini maymun ve domuz olarak vazifelendirmiştir. Bunun da mutlaka mesube olacağı bildirilmiştir.
Bunun açıklamasını biz şöyle yapıyoruz. Doğada canlılar âlemi vardır. Canlıların vücut yapıları ve beslenmeleri öyle yaratılmıştır ki doğada denge mevcuttur. Birbirlerini yiyerek varlıklarını sürdürmekte ve doğa gelişmektedir. Memelilerin içinde de böyle işbölümü vardır. Maymunlar ağaçlardaki meyveleri yemektedirler. Domuzlar ise yerdeki meyveleri yemektedirler. Kuşlar, sürüngenler, sinekler ele alındığında, onlarda çok daha farklı beslenme şekli mevcuttur. Bitkiler üretirler, hayvanlar ise tüketirler. Böylece canlıların genişleyip yayılması sağlanır. Tabii verim olur.
İnsanlar da aralarında işbölümü yaparak sosyal evrim gerçekleştirirler. Canlılarda hayvan türleri nasıl farklı görev alırlarsa, insanlar da farklı tıynette ve farklı yaratılışta olup farklı görev alırlar. Konuşma dilinde bile bunlara vakıfız; eşek inadı, tilki hilesi, aslan cesareti, yılan sinsiliği insanlar için mesel olmuştur. İnsanlar arasında geçen olayları hayvanlar arasında geçiren temsili hikâyecilik edebiyatın bir türüdür.
İşte bu âyette Allah buna işaret etmektedir.
Lanet edilen ve gazab edilenler arasında böyle görevliler vardır.
Maymunların özellikleri nelerdir, domuzların özellikleri nelerdir? Bilmediğim için tahlil edemiyorum. İşte biyoloji ilmine bunun için ihtiyaç vardır. Canlılar âleminde domuzlar ve maymunlar ne iş yaparlar? Önce onu öğreneceğiz ki inkılaba karşı olanların da görevlerini bilelim. Bugün bizim toplumda onları kim temsil ediyor, onu bulalım.
Yani “Adil Düzen”in gelmesine karşı olan yalnız bir grup değil, daha çok gruplar vardır. Her biri kendi yönünden direnmektedir. Direneceklerdir...
Ama Allah indinde mesubedirler.
“Adil Düzen” gelecektir.

(Va GaBaDa elOAvĞUvTa)
“Ve taguta ibadet edenler.”
Buradaki “Ve” harfi “Men Leanehu”ya atfetmektedir. “Men” iade edilmeden bu atfın caiz olduğunda ihtilaf vardır. Ben de fasih bulmuyorum. Yani “abede” fiildir ve men leane aleyhi ve abede et-tağuta. Yukarıdaki “Men mef’uldür, buradaki “Men” faildir. İade edilmeden böyle atıf üzerinde durulmalıdır. Bu atfı sahih kabul etmediğimizde kıradeye atfetmemiz gerekmektedir. O takdirde “abede” kelimesi isim olur. Hem de atıftan dolayı cem olur. Arapçada böyle bir cem vardır. Ancak abdet “T” ile getirilir. “T”siz böyle bir cem örneği yoktur. Bu sebepledir ki değişik kıraatlerde başka, burada başka şekilde kıraat olunmuştur, “ubud” şeklinde de kıraat vardır. Onların hepsi tevatür derecesinde değildir.
Bizim tercihimiz, buradaki “abede” “abdet” olarak çoğuldur. “T” harfi düşmüştür. Araplar buna zarureti şiryye sebebiyle derler. Biz de zarureti belagiye sebebiyle düşmüştür diyoruz. Yahut diyoruz ki; Kur’an böyle bir cem kalıbını kendisi vazetmektedir. Bununla bize, siz de kurallara uygun olmak şartı ile kalıplar icad edebilirsiniz demektedir. Yani kalıpları bozmamak ve kıyasa aykırı olmamak üzere yeni kalıplar icad edebilirsiniz demektir. Bunun delili bu âyet olacaktır. O zaman “T” ile kıraat etmemiz gerekir. Böyle kıraat da vardır.
“Abedû el-Tağuta” kıraat edenler de vardır. Hınzır ve maymunların ca’line biraz da zorlamalı bir yorum yapabildik. Burada manânın yorumunda fazla zorlanmayacağız ama gramer kuralı bakımından üzerinde durulması gerekir.
وَو وَوَ و بِ عَنْ مِنْ هَلْ Harfler 9 adettir. 3*3
مَثُوبَةً شَرّ شَرّ مَكَانًا أَضَلُّ مَنْ َ Nekreler 6 tanedir 3*2 (“Men” nekrelerden sayılmıştır.)
الطَّاغُوتَ الْقِرَدَةَ الْخَنَازِيرَ السَّبِيل عِنْدَ سَوَاءِ Marifeler 6 tanedir.
ذَلِكَ أُوْلَئِكَ اللَّهِ اللَّهُ َ ٌ عَلَيْهِ َ مِنْهُمْ Mebniler 6 tanedir.
Buna göre fillerin 6 tane olması gerekecektir. O halde “Abede” isim değil fiildir.
قُلْ أُنَبِّئُكُمْ لَعَنَهُ غَضِبَ جَعَلَ عَبَد Fiiller 6 tanedir. Dördü mazidir.
Değişik kıraatleri ile burada bir atıf düşünülebilir. Buna göre manâ verecek olursak; Allah için mesube olan kimseler Allah’ın onlara lanet ettiği kimselerdir. Allah onlara gadab etmiştir. Onlar da taguta ibadet ettiler.
“Tagut” kelimesi kazanı kaynatan anlamına gelebilir. Çünkü tuğyan kazanın ısıtıldığı zaman kabın taşmasıdır. Topluluğu tuğyana getirenler demek olmuş olur.
PKK’nın gayesi nedir?
Olaylar çıkarıp halkı devlete karşı isyan ettirmektir. Sen ne biçim devletsin; ya gel bunları sustur, yahut çek git başkası gelsin, o bizim güvenliğimizi sağlasın dedirtecek hâle getirmek istemektedirler.
İşte Allah için mesube olan budur. Yani ya güvenliği sağlarsınız ya da defolup gidersiniz. Ben hukuka karışmam, sağlarsa sağlar, sağlamazsa ben ne yapayım diyemezsiniz. Hukuk güvenlik sağlandıktan sonradır. Hukuk güvenliğe uyanlar içindir. Hukuka uymayan kimselerin hukuktan korunma hakları yoktur.
Hukukun temel kuralı şudur. Bir toprağın güvenliğini kim sağlarsa orası onundur. Savaş bunu belirlemek için meşrudur. Galip gelen güvenliği sağlıyor.
Güvenliğin iki yanı vardır.
Birincisi, güvenliğini sağladığın toprak senindir. Orada bir cinayet olsa siz diyetini ödersiniz. O zaman oranın tasarruf hakkı onundur.
İkincisi ise oranın güvenliğini sağlamaktır.
Doğu Akdeniz’i ele alalım. Kim Mavi Marmara gemi cinayetini tazmin ederse Doğu Akdeniz’de petrol arama hakkı da onundur. Türkiye bundan sonra Doğu Akdeniz’de batan gemiyi ve ölen insanı tazmin etmeyi tasarlıyorsa, o zaman orada onlar petrol arar. Anlaşan devletler arar. Akdeniz’de kıyıları olanların arama hakları vardır. Ama diyete katılmaları gerekir. Bugünkü durumda NATO devletlerinindir. Libya’ya karışan NATO Mavi Marmara’ya karşı suskundur. Demek NATO savunma değil saldırma ve yağmalama çetesidir. Türkiye derhal NATO’dan çekilmelidir.

(EuLAvEiKa ŞarRun MaKAvNan)
“Onlar mekân olarak şerdirler.”
Kendileri değil yerleri şerdir. Kendileri şer niyetinde olmayabilirler. Kendileri hayır yapıyoruz diye bu işleri yapmış olabilirler. Ama bulundukları yer şerdir. Şer olduğu için de mutlaka Allah o yeri yer ile yeksan edecektir.
Bu ifadenin içine başta Türk ordusu girebilir. Müdahaleleri iyi niyetle yapmıştır ama şer olmuştur. Diğer partileri, AK Parti’yi, ANAP’ı, CHP’yi sayabiliriz. Bunların kendileri şer olmayabilir. Mekanları şerdir. Erbakan baştan beri bunu savunmuştur; bizim kendileriyle değil zihniyetleriyle savaşımız vardır demiştir. Bizim eleştirmemiz yaptıklarına göredir, yoksa onlar bizim talebelerimizdir diyordu. İşte burada işaret edilen de budur.
İnsanlar iyi niyetli olabilirler ama yaptıkları kötülük olur.
O zamanki Refah Partililer de 14 ulema da iyi niyetli idiler. Onlar bizim dostlarımız ve kardeşlerimizdir. Onları seviyoruz. Ama onlar mekân olarak şerdirler. Allah kendi düzenini onların hatırı için bozmaz. Bu sebepledir ki fasıkların cezalarını affedebilir, erteleyebilir ama “Adil Düzen”e karşı direnenlerin akıbetleri mutlaka mağlubiyet olacaktır. Bugün ayakta iseler, bunun sebebi bugün Adil Düzen çalışanlarının hazır olmamalarıdır.
Bugünkü Adil Düzen çalışanları ya doğru dürüst çalışırlar, yahut onlar gider başkaları gelir. Kur’an düzeni mutlaka gelecektir. Çağımızın Kur’an düzeni gelecektir. Denize açılan firkateynlerimiz için de “Adil Düzen” gereklidir.

(Va EaWalLu GN SaVAEi esSaBIyLi)
“Ve yolu en çok şaşıranlardır.”
Yani fasıklar yolu bilmemektedirler. Bazı sebeplerden dolayı yolun dışına çıkmaktadırlar. Oysa inkılaplara karşı direnenler tamamen uçuruma doğru gitmektedirler.
Tekrar ederek sözlerimize son verelim.
İnsanlık Anayasası’na uygun olarak Türkiye’ye gelecek olan veya gelmesi gereken anayasamızın ikinci maddesini hatırlatıyorum:
“Ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütün olan ve Türkiye’de, Türk halklarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, insanlık camiası içinde, yerinden yönetime saygılı, dili Türkçe, merkezi Ankara, bayrağı al zemin üzerinde beyaz ay yıldız, marşı Mehmet Akif Ersoy’un İstiklâl Marşı dizeleri olan, demokratik, lâik, liberal ve sosyal düzen içinde, hakemlerden oluşan yargının denetiminde ve dayanışma içinde oluşan milllî ordunun güvencesinde bir hukuk devletidir. Bu madde değiştirilemez.”
İşte, anayasamıza bu madde mutlaka gelecektir. Halk üçte iki ekseriyetle bunu isteyecek ve gelecektir. Buna direnenler, savsaklayanlar, erteleyenler mağlup olacaklardır... Mağlup olacaklardır... Mağlup olacaklardır...
Kur’an’a dayanan “Adil Düzen Anayasası”nı kabul eden devletler kurtulacak, diğerleri sosyal tufan içinde helâk olup gideceklerdir. Türkiye de eğer yukarıdaki maddeyi kabul ederse ve anayasasını ona göre yenilerse yaşayacaktır. Yoksa Mavi Marmara bahanesiyle ikinci Sevr’i yaşayacak ve ikinci İstiklâl Savaşı ile gerçek cumhuriyeti getirecektir. Ekseriyet demokrasisinin cumhuriyetini değil, hicret demokrasisini getirecektir.
Ben Kur’an’ı böyle anlıyorum, biz Kur’an’ı böyle anlıyoruz...
Yirmi-otuz sene sonra bu sözlerimi okuyanlar doğru söyleyip söylemediğimi, Kur’an’ı doğru anlayıp anlamadığımı görecekler, doğrularından yararlanacaklar, yanlışlarımızı düzeltecekler. Âlimlerin nebilerden farkı budur. Âlimler hata ederler ama onların yaptıklarını yaparlar, Allah’ın emirlerini insanlara ulaştırırlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92