MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 38

“Veliniz sadece.”
Bundan evvelki “Ey iman edenler” bölümünde “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanı veli ittihaz etmeyiniz” olarak zikretmişti.
Bu bölümde ise dinden irtidat edenlerden bahsetmektedir. Onu müteakip de “Sizin veliniz şunlardır” diyerek nereden irtidat edildiğine işaret etmektedir.
Ebu Hanife bazı yerlerde büyük hatalar yapmıştır. Bu hataların kaynağı kabul ettiği usuldür. Sükuti icmayı delil kabul etmiştir. Böylece Hazreti Ömer’in uygulamalarına muhalefet olmamışsa, âyete uysun uymasın onu delil kabul etmiş, icmayla âyeti nesh etmiştir. Bu usulünden dolayı büyük hata olmuştur. Allah o dönem için onu tasvip etmiştir. Biz onların yaptıklarını hatalı bulmuyoruz. Allah onlara öyle ilham etti, bize de böyle ilham ediyor. Onlar için o doğru idi, bizim için de bu doğrudur.
“İrtidat” kelimesine bizim verdiğimiz manâ şudur; bir kimse mü’min olduktan yani asker olduktan sonra “askerlikten vazgeçtim, ben de diğerleri gibi cizye yani bedel vereceğim” derse, bu kimse irtidat etmiş olur. Bu asker kaçağına yapacağımız muamele şudur. Son olarak davet edilir ve o güne kadar askerliğe katılmazsa yani tekrar iman etmezse o takdirde öldürülür. İşte bugün de uygulanan bu olay anlaşılmamış ve namaz kılmayan bile mürtet kabul edilerek onun katline fetva vermişlerdir ama bu sebepten katl olunan olmamıştır.
Şimdi sık sık sorulan bir soru vardır: Bir Kur’an devletinde bir Hıristiyan veya Yahudi mü’min olmak isterse yani nöbetli olmak isterse kabul edilecek midir? Yoksa kendisine, sen önce Kur’an ehli ol, ancak ondan sonra mü’min olabilirsin mi denecektir?
Bu konuda şimdiye kadar istihsan ile şöyle hükümler koymuşuzdur.
Önce her ocağın, her bucağın, her ilin ve her ülkenin, mü’mini vardır, yani nöbetlisi vardır. Sonra bir kimse isterse ülkede nöbetli, ilde bedelli olabilir, bucakta nöbetli olabilir. Her çevrede bedel farklıdır. Yani zamana göre değiştiği gibi yere göre de değişmektedir. Her ülkenin, her ilin ve her bucağın kendi askeri alanları vardır ve orada askeri hükümler uygulanır. Böylece yere göre gruplaşma vardır. Hıristiyan olan ilin askerleri Hıristiyan olmak zorundadır. Alevi olan bucağın askerleri Alevi olmak zorundadır. Ülkeler de resmi din benimseyebilirler ama bu sadece merkez bucakları bağlar, taşra bucaklar kendi dinlerine göre silahlı güçlerini yetiştirirler.
Ayrıca siyasi dayanışma ortaklıkları da kendi dinlerine göre ordular kurarlar.
Ülkemizde Müslümanların dışında din mensupları yoktur. Ne var ki değişik mezhep mensupları vardır, tarikat mensupları vardır. Örnek olarak Nurcular kendi ordularını kendileri kurarlar. Sayıları çoksa iki ordu, üç ordu onların olur. Sayıları azsa bir kolordu onların olur. Bu takdirde değişik ordularda yer almak şartı ile bir ülkede her dinden olanlar da mü’min olabilirler. Diyelim ki Türkiye’deki Ermeniler bir alay oluşturabiliyorsa onlar o birlikte toplanırlar. Laik bir ordu oluşur, o birlik o ordu içinde yer alır. Orduların komutanlarını devlet başkanları seçer ama o dinden olanlardan seçer. Öyle seçmek zorundadır. Çünkü halk onlara biat edecektir. Tehlikeli bir cemaat varsa onlardan komutan seçmez, onlar da nöbetli değil bedelli olurlar. Devlet içinde durum böyledir. Hicret demokrasisi vardır. Kendi bucaklarında, kendi illerinde kendi başkanları söz sahibi olur.
“Velayet” dediğimiz şey nedir?
“Velayet” dediğimiz şey askeri birliğe katılmadır. Yani herkes kendi dini birliğine katılsın anlamındadır.
Velayet sistemini daha iyi kavrayabilmemiz için uygarlıkta oluşan iki dönem karşılaştırılmalıdır. Biri cahiliye dönemidir. İnsanlığın çocukluk dönemidir. Batı literatüründe buna “devlet aşaması öncesi dönem” veya “ilkel dönem” denmektedir. Bu dönemde kabile dönemi vardır. Kentler oluşsa bile kent yönetimi yoktur. Yol üzerinde su bulunan yerlerde yerleşmeler olur ve orada değişik kabileler bir arada yaşarlardı. Bu kabileler arasında sosyal denge oluşmuştu. Ne var ki bu denge tamamen örgütsüz bir dengedir.
- Bir arada yaşayan kabilelerin ortak başkanları yoktu, her kabilenin kendi başkanı vardı. Kabile başkanları uzlaşma içinde birlikte yaşarlardı. Bazı zamanlardaki savaş veya felaket hallerinde kabile başkanlarından biri yönetimi ele alırdı. Bizim beş vakit namazda seçtiğimiz imam gibi idi. O iş biter, onun başkanlığı da biterdi.
- İlkel toplulukta denge kan davasına dayanırdı. Biri öldürüldüğünde veya dövüldüğünde onun tüm yakınları birleşip karşı tarafa saldırırlardı. Karşılıklı öldürmeler devam eder, sonra kabile reisleri bir araya gelir bunları barıştırırlardı. Kız alıp vermeler olur, diyetler ödenirdi. Polis, jandarma, mahkeme diye bir şey yoktu.
- Kentin sınırları belli değildi. Nerde hangi kentin alanı başlar, hangi kentinki biter, bilinmezdi. Bu sebepledir ki kentler arası kavgalar bitmezdi. Bu durum savaştan çok, yenme yenilmeden çok, sadece çatışma şeklinde olurdu. Oysa uygar toplulukta savaş olur, galip gelen onları esir alır, topraklarını yağmalardı.
- Cahiliye döneminde kentler fazla büyüyememiştir. Ancak birbirlerini tanıyan insanların bir arada yaşadıkları görülmüştür. Bu sebeple yazıya ihtiyaçları yoktur. İlkel dönemde de sayılı birkaç kent oluşmuştur. Bunların yazılı kalıntılarına rastlayamıyoruz. Ama yazdıklarını kâğıt benzeri şeylerde yazmış olabilirler.
İşte, Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen peygamberler insanlığı bu cahiliye aşamasından uygarlık aşamasına getirmişlerdir. Şöyle ki:
- Yazılı hukuk oluşmuştur, insanlar ona göre yani yazılı hukuka göre hareket etme durumuna gelmişlerdir.
- Toplulukların sorumlu başkanları olmuştur, artık topluluklar onun emrinde hareket etmeye başlamışlardır.
- Hakemlerden oluşan yargı sistemi doğmuştur. Kişi muhakeme edilmiş, haklı haksız ayırt edilmiştir. Başkanlar yargı kararlarını uygulamaya başlamıştır.
- Askeri güçler oluşturulmuş ve savaş düzenine geçilmiştir. Savaşta iki ordu karşılaşır, sonunda mağlup olan mallarını galip olanlara verir, mağlup olanlar esir edilirdi.
Hazreti Nuh aleyhisselâmdan itibaren başlayan bu uygarlaşma hareketi Kur’an’ın nüzulü ile ideal şekle ulaşmıştır. Teknik imkanlar müsait olmadığı için Kur’an uygarlığı ancak üçüncü bin yılda tam olarak oluşacaktır.
- Bugün haberleşmede dünya bir tek köy gibi olmuştur. Telefona yazdığınız birkaç rakamla istediğiniz kimseye ulaşabiliyorsunuz.
- En uzak yerlere uçakla bir gün içinde varabiliyorsunuz.
- Elektrik ve aydınlatma sayesinde gecemiz gündüz olmuştur.
- Bugün oluşturulan klima sistemi ile en soğuk yer, en sıcak yer, deniz ve uzay bile yaşanabilir hâle gelmektedir.
Bütün bunlar bilgisayar donatımı ile mümkün olmaktadır. Bilgisayarın tam yaygınlaştığı yıllar III. bin yılın başlangıcıdır. 2000 yılından önce yapılan programlar artık çalışmamaktadır.
Bu sebepledir ki Kur’an’ın hükümleri ancak III. bin yıl içinde uygulanacaktır.
Uygarlık demek insanın özgürlüğünü de artırarak birlik sağlaması demektir. Diğer canlılarda birlik olunca özgürlük daralır, özgürlük olunca da birlik olmaz. Oysa insan topluluklarında birlik olunca özgürlük de artar.
Neden?
Birlik demek imkanların sağlanması demektir. Özgürlüğün kullanılma imkanının genişlemesidir. Eskiden insanın hareketlerini devlet kısıtlamıyordu, kurallar koymuyordu. Birlik yoktu. Tam seyahat özgürlüğü vardı. Ne var ki insanlar ancak birkaç kilometre içinde dolaşabiliyordu. Şimdi seyahat birçok kurallara tâbi olmuştur. Yeşil lamba yanarsa karşı tarafa geçersiniz. Yapılan yollar sayesinde dünyanın her yerine yolculuk yapabiliyorsunuz. Dağda güvensiz birkaç kilometrede dolaşmadaki tam seyahat hürriyeti ile şimdi kısıtlı ama bütün dünyada seyahat. İşte bu imkan birlik sayesinde olmaktadır.
Bunun sağlanması için bu güvenliği sağlayan bir kuruma ihtiyaç vardır ki bu kurum da ordudur. Mü’minler demek ordu kuranlar demektir, ordu demektir.
Şimdiye kadar size anlattıklarımız istihsanladır. Yani genel İslâmî bilgi ve sistem içinde anlattık. Şimdi Kur’an bu âyette bu hususlarda ne diyor, onlara bakalım.

“Allah ve resulüdür.”
Sizin veliniz Allah ve resulüdür.
Velayet dayanışmadır. Aslında “veli” arka demektir. Türkçedeki “bel” kelimesi de buna akrabadır. Türkçede de “arka olmak” denir.
Sığırlar otladıktan sonra sıcaklar basınca gölgeli bir yerde yatarak dinlenirler. Yalnız bu dinlenmede aynı zamanda savunma durumuna geçerler. Şöyle ki, başları dışarıda, arkaları içeride olmak üzere halka yaparlar. Böylece herkes dışarıyı gözetler, aslan kaplan gelirse hemen harekete geçer, diğerleri de ona uyarlar.
Başlangıçta insanlar kulübelerini de böyle yapar, ortada güvenlikli bir yer oluştururlardı. Buna “mena” denir, “iman” kelimesi de buradan gelir.
İşte, veli olmak demek sırt sırta dayanıp saldıranlara karşı kendisini korumaktır. Bana bir şey olursa hepimize olmuş kabul ederek birlikte savunmaya geçeriz. İşte böyle bir birliğe katılanlar evliyadır, yani birbirlerinin velileridir.
Topluluk dayanışmaya dayanır. Cahiliye döneminde de dayanışma vardı. Ne var ki dayanışma sadece savaş için geçerli idi. Oysa uygarlaştıktan sonra dayanışma savaş için değil barış için kullanılmaya başlandı. Mağdur olan dava açar. Hakemler karara bağlar, taraflar hakem kararlarına uyarlar. Mağdurun diyeti dayanışma içinde ödenir. Aynı dayanışma içinde olanlar paylaşarak diyeti öderler. İşte uygarlık budur.
Kur’an’da “Allah ve resulü” deyince hakemlerden oluşan yargı anlaşılır. Dayanışma ortaklıkları hakem kararlarına uymak içindir. Ben bir hakem seçerim, siz bir hakem seçersiniz, hakemler bir başhakem seçerler. Onların verdiği karara birlikte gönül rızası ile uyarız. Madem ki hakem kararlarına gönül rızası ile uyduk, biz dayanışma içindeyiz demektir. Ayrıca verilen zarar büyükse biz onu birlikte ödüyoruz, bölüşerek ödüyoruz.
O halde velayet budur.
Demek ki mü’minlerin temel dayanışma ortaklıkları kendilerinin seçtiği hakem kararlarını uygulama dayanışma ortaklığıdır. “Sizin veliniz yalnız Allah ve resulüdür” derken, hakemlerin verdiği kararlardır. Dayanışmayı orada göstereceksiniz demektir.

(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman etmiş olan kimseler.”
“Allah ve resulü” hakem kararlarıdır. Buna bütün insanlar uymalıdırlar. Hattâ kâfirler bile uyacaklardır. Buna uymayanlar müşriktir ve onlarla herhangi bir dayanışma içinde olmak şiddetle yasaklanmıştır. Onun dışında hakemliği kabul eden her insana karşı biz de hakemliği kabul ederek onlarla dayanışma içine gireriz. Ne var ki onlarla savaşa girmeyiz, onların askeri olmayız. Onları ordumuza da almayız. Müslimlerin ordularına katılmayız ama onlar ordumuza gelirlerse birlikte savaşabiliriz.
Biz ancak dayanışma ortaklığına katılanların velileriyiz. Sadece bunların evliyasıyız.
Burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Yalnız Allah ve resulü değil, yalnız iman etmiş olanlar değil, ikisini birden yapanlar bizim velilerimizdir. Yani hakem kararları etrafında dayanışma ortaklığını kuranlar anlamında olan dayanışma ortaklığına katılanlar.
Şimdi sorun biraz daha aydınlanıyor. Bir mezhebe dayalı dayanışma ortaklığı kurulabilir, kurulur. Mesela Aleviler veya Hıristiyanlar bir dayanışma ortaklığını kurabilirler. Kürtler, Araplar, Gagavuzlar bir dayanışma ortaklığını kurabilirler. Ne var ki mü’minler böyle dayanışma ortaklıklarına katılamazlar. Mü’minler ancak hakem kararlarının uygulanması için dayanışma ortaklığını kurmuş olanlara katılabilirler.
Bu durumda Kürt partisi kurulabilir mi?
Kurulur. Ancak Kürt partisine girenler nöbetli olamazlar, ancak bedelli olurlar. Ülke içinde bedelli olurlar. Ama kendi ülkelerinde nöbetli olurlar. Türk partisini kurmak da serbesttir. Ama onlar da nöbetli olamazlar bedelli olurlar. Irka dayalı kurulan gruplar nöbetli (mümin) olamazlar.
Kimler nöbetli olacaktır?
Irk, din, sınıf, zenginlik ayırt etmeksizin sadece yargı kararlarının infazı için dayanışma ortaklığını oluşturanlar, mü’minlerin katıldığı dayanışmadır. Bunlar artık başka dayanışma içinde olmazlar.
Kürtlerin veya Şiilerin veya demircilerin bir orduda yer almaları başkadır. Dayanışmanın bunun üzerinde kurulması başkadır. Demircilerden biri adam öldürse onu demirciler ödesin şeklinde oluşan dayanışma mesleğe dayanan dayanışmadır. Mü’minler için yasaklanan dayanışma budur.
Mü’minler sadece yargı kararlarına tâbidir. Bunların dayanışmalarına girerler. Başka gayeleri yoktur. Yargı kararlarını yaşatmakta ırk, dil, din ayırımı gözetilmez.

(elLaÜIyNa)
“Kimseler”
“Biz bugün bize gelmiş olanlara ikram edeceğiz” dediğimiz zaman, “dün de gelmiş olanlara ikram edeceğiz” olan “dün” kelimesine vurgu yaparsanız, gelenlere mutlaka ikram edeceğiz anlamı çıkar ama başkalarına ikram etmeyeceğiz manâsı çıkmaz. Vurguyu “bugün” kelimesinde yaparsanız, biz bugün yalnız bize gelenlere ikram edeceğiz, başkalarına ikram etmeyeceğiz anlamı çıkar. “Gelenlere” diyeceğimize “bugün gelen kimselere” dersek, yalnız bugün gelenlere ikram edeceğiz anlamı çıkar. Yani “kimseler” sözünü tekrar ederseniz hasr yaparsınız.
“Ellezîne”nin tekrar edilmesi ile şu manâlar ortaya çıkar.
- İman etmiş olanlardan kasıt namaz kılanlardır.
- Ancak namaz kılanlarla dayanışma ortaklığı kurulur.
İşte bu âyetten anlaşılıyor ki namaz kılmayanlarla dayanışma ortaklığı kurulamaz, namaz kılmayanlar mü’min değildirler.
Bu sebeple eğer bir kimse nöbetli iken namazlara gelmezse, gelmemekte de ısrar ederse, bu kimse mü’minlikten çıkmış olur. Ya o kuruluşu terk eder ya da öldürülür.
Bunun anlamı nedir?
Asker olan birilerinin askerlikten kaçmaları, içtimalara katılmamalarıdır. Bugünkü hukukta böyleleri hapsediliyor. İslâm hukukunda sürülüyor, ülkeyi terk etmesi isteniyor. Terk etmezse öldürülüyor. Bir yabancı geliyor. Çık dışarı diyoruz, çıkmıyor, kapıdan kovuyoruz bacadan giriyor. Batı ne yapıyor? Bunu hapse atıyor ve besliyor. Kur’an ise bunun kanını heder ediyor. Yani öldüren olursa onun hukukunu korumuyor, onun diyetini ödemiyor.
Şimdi İslâm şeriatına karşı çıkanlara şu suali soruyorum: Pasaportu olmayan silahlı bir yabancı dağda öldürülmüş olarak bulunuyor. Irak devleti; benim vatandaşımı öldürdünüz, bana diyetini verin diyebilir mi? Dağdaki bu eşkıyayı Doğu Anadolulu bir çoban öldürmüş. Biz çobanı alıp muhakeme edecek miyiz, çobanı mahkum edecek miyiz? Yani askerlerin kovaladığı bir kişiyi vatandaş öldürse suç mudur?
İşte bugünkü hukukta bu konular boşluktadır.
İslâm hukukunda ise pasaportlu birisi dağlarda gezer de öldürülürse devlet onun tazminatını öder. Pasaportu olan kimseyi bir vatandaş öldürürse vatandaşı öldürmüş gibi ceza verilir. Pasaportu olmayan bir kişi ölü bulunursa diyet ödemeyiz, yani kasameye girmeyiz. Onu birisi öldürmüşse o diyetini ödeyecektir. PKK mensubu olduğu mahkeme kararı ile sabit olan kimseyi vatandaş öldürürse vatandaşa ceza verilmez, aksine mükâfat bile verilir.
Burada ortaya çıkan hükümler “Ellezîne” kelimesinin tekrarı üzerine dayanmaktadır.

(YuQIyMUvNa elÖaLAvTa)
“Salâtı ikame ederler.”
Demek ki mü’min olmanın şartı salâtı ikame etmedir.
Salâtı ikame etme ne demektir?
Atlar iki türlüdür. Eğitilmemiş atlar vardır. Bunlar yürürler ama koşmayı bilmezler. Yürümede adımlar farklı atılır. Üç ayak üzerinde iken bir ayak ileri gider, böylece dört ayak sıra ile hareket eder. Oysa eğitilmiş atlar atlayarak giderler, arka ayaklarına basarak sıçrarlar, ön ayaklarının üzerine düşerler. Bunlara “yorga atlar” denir. Sürat almak için bu gereklidir. Saatte 30 kilometre koşabilmektedir. Neredeyse otomobille yarışabilecektir. Eskiden tatar postaları vardı. Birisi ata biner, postayı eline alır, bir saat koşardı; o koşarken bir başkası gelir, onun elinden paketi alıp yola devam ederdi. Hiç durmadan postalar böylece mektubu en kısa zamanda götürürlerdi. İstanbul Ankara arası 450 kilometredir. 15 saatte Ankara’ya ulaşılabilirdi. İşte atları bu şekilde koşturmak için eğitim yaptırılır yani talim yaptırılırdı.
Namaz da insanları eğitmektedir.
“V” harfi ile geldiği zaman manâsı budur.
“Y” harfi ile geldiği zaman da pişme anlamındadır. Ham olan bir yiyeceği pişirerek yenebilir hâle getirmektir.
İşte, namaz müessesesi insanı bedenen ve zihnen eğitmektedir. Yani okuldur. Doğuştan ölüme kadar insanın eğitime tâbi tutulmasıdır. Çünkü bebekler de namazlara getirilmektedir. Bugün de askere alınan kimseler içtimaa getirilip talim yaptırılmaktadır. Bu talim namazı takliden yapılmaktadır.
Şimdi size çok kısa olarak namazın ne olduğunu anlatacağız. Çünkü burada hem “salât/namaz” marife gelmiş hem de “ikame” kelimesi cem/çoğul olarak gelmiştir. O halde gelişigüzel bir namaz değil, bildiğimiz namaz olacaktır, yani belli eğitimdir.
Namazın cüzleri sekizyüzlüye göre şöyledir.
Ezan | Vakit | Yer | Temizlik | Giyim |
Kamet | İmam | Saf | Niyet | Kıble |
Namaz | Kıraat | Kunut | Zikr | Dua |
Tekbir | Kıyam | Rüku | Secde | Tahiyyat |
Selam | Tesbih | Hamd | İstiğfar | Huşu |
Çağrı
Namaz: İnsanların çalışma ve yaşama vakitlerini düzenler ve temel eğitimi yaptırır. İnsanlar sabahleyin kalkarlar, vitir namazını kılarlar, yemeklerini yer ve mescide gelirler, birlikte namaz kılıp işlerinin başına giderler. Öğleyin namaz kılıp evlerine giderler. İkindide bir daha toplanıp namaz kılarlar. Akşamleyin toplanıp çalışma saatlerini tatil ederler. Yatsıya kadar toplanıp akşam sohbetini yaparlar ve yatmadan önce birlikte namaz kılıp dağılırlar. Haftada bir defa bir araya gelip Cuma namazı kılarlar, yılda iki defa bir araya gelip bayram namazlarını kılarlar. Cenazede bir araya gelip cenaze namazını kılarlar. Ay ve güneş tutulmalarında bir araya gelip namaz kılarlar. Tehlike belirince bir araya gelip görüşürler. Felaket zamanlarında bir araya gelirler.
Ezan: Namaz vakti gelince ezan okunur. Belli zaman beklendikten sonra namaza başlanır. Bu toplantıya çağrıdır.
Vakit: Her topluluğun kendine göre çalışma ve yaşama saatleridir. Sabahleyin vitir ayrı ayrı herkesin kendi evinde kılınır. Sabah mesaisi ile akşam mesaisi ayrı yapılır. Akşam namazından sonra yemek yenir. Bunlar normal mesai sistemidir. Bunun dışında öğle ile ikindi, akşam ile yatsı, yatsı ile vitir birleştirilebilir. Her bucak değişik mevsimlerde değişik program uygulayabilir.
Yer: Ocaklarda mescit vardır. Beş vakit namaz orada kılınır. Mescidin civarında başka yerde cemaat namazı kılınmaz. Bucaklarda Cuma mescidi vardır. Haftada bir defa orada toplanılır, başka yerde toplanılamaz. Ezan sesi duyulamayacak kadar uzakta olanlar kendileri ezan okur ve ezanın okunduğu yer toplantı yeridir. Hac yalnız Mekke’de yapılır.
Temizlik: İnsana zararlı olan şeyler pistir, insanın bedenine, elbisesine, meskenine bulaşmamalıdır. Çevrede de pisliği üretici kaynak olmamalıdır. Herkes toplantıya giderken temiz olarak gitmelidir, pisliği ve hastalığı bulaştırmamalıdır.
Giyim: Dört tane fonksiyonu vardır. Birincisi, dıştan gelen kötü tesirlerden vücudu korur. İkincisi ise vücut içinden ısının dengeli çıkmasını sağlar. Üçüncüsü, cinsi tahrikleri önler. Dördüncüsü ise kişilerin kişiliklerini ortaya koyar. Mesela mühendis mühendis elbisesini giyerek çevreye kendisini tanıtmış olur. Kıyafeti topluluklar tesbit eder. Namazlara da o toplulukların istediği kıyafetle gelinir.
Açılış:
Kamet: Açılışa davettir. Açılışın olması için de gelenlerin yerleşmeleri gerekir.
Kıble: Başkanın duracağı yeri gösterir. İlk gelen imamın arkasında oturur. Sonra sağda, sonra solda. Sıra dolar. Arka sıraların tamamlanmasına da böyle başlanmalıdır.
Saf: Herkesin yüzü kıbleye yöneliktir. Yan yana düzgün saf yaparak otururlar. Ön taraf dolmadan arkada saf yapılmaz.
İmam: Birisi başkan olur. Cemaate dönerek konuşur. Namaz kılarken o da kıbleye döner. Tekbirlerle topluluğa komuta eder.
Kelam:
Tekbir: İmam komuta eder, cemaat uyar. Ne yapılacağını imam yaparak gösterir, sesle de duyurur. Tekbir sadece uyarıdır. Asıl olan imamın hareketleridir.
Kıraat: İmam Kur’an’dan iki sûre okur. Biri Fatiha’dır. Diğeri de kısa bir sûre veya âyetlerdir. İnsanlar Kur’an’ın lafzı ile karşılaşırlar. Cisimlerde titreşim vardır. Biri titrediği zaman ona uyumlu cisimler de titrer. Buna “rezonans” denir. İnsanın sesleri ile vücut hücreleri arasında böyle bir uyum vardır. Uygun seslerde bütün vücut titreşir. Titreşme de sağlık için gereklidir. Böcekler ve kuşlar öterken tüm canlılara hizmet etmektedirler.
Hareket: Ayakta durmak. Eşitlik ilkesine dayanır. Hareketliliği ifade eder. Beyin en yukarda, kanı pompalayan kalp aşağıdadır.
Rüku: Tâbi olmayı ifade eder. Birlikte hareketin sağlanması için birinin önce hareket etmesi, diğerlerinin ona uymasıdır. İş hayatındaki uyumluluğu öğretmiş olur. Kalp ile beyin aynı seviyede olur. Beyindeki basınç azalır.
Secde: Mutlak itaati içerir. Şeriata uyumu temsil eder. Beyin aşağıda kalb yukarıdadır. Beyindeki basınç en üste çıkar.
Kade: Kişinin özgürlüğünü ifade eder. Dizlerin üzerine çökülür. Hattâ bağdaş bile kurulabilir. Namazın diğer yerlerinde topluluğun kişiden istedikleri anlatılır. Burada ise kişinin topluluktan istediği dile getirilir.
Kunut: Cemaat başını kaldırarak öne doğru bakar ve can kulağı ile dinler. Buna “kunut” denir.
Zikir: Okunanın manâsını anlamadır. Arapça bilmeyenlere namazdan önce veya sonra imam tercüme ederek anlatır. Arapça bilmeyenler için namazın dışında bu manâları takip etmek farzdır.
Dua: Otururken Allah’tan bazı şeyleri istemek meşrudur. Farzlardan sayılmamıştır. Önce kendisi ve imamı için sağlık ve selamet ister. Sonra dilediğini Allah’tan talep eder. Bugün Arapça okuyorlar, namazın dışında da Arapça okuyorlar. Oysa namazın içinde dua edilecektir. Namazdan sonra “topluca” dua etmek bidattir. Selam vermekle namaz biter.
Selam: Namazdan çıkmayı ifade eder. Namazda herkes Allah’ladır. Tanrı’ya gitmiştir. Selamla arkadaşlarına döner, selam verir, imama da selam vermiş olur.
Tesbihler:
Tesbih: Rükuda iken “sübhanerabbiyelazîm veleke’l-hamd” dersiniz. Secdede iken “sübhanerabbiyelala veleke’l-hamd” dersiniz. Ayrıca rükudan kalktıktan ve birinci secdeden kalktıktan sonra da “nestağfirullah” dersiniz. Bir de sükut zamanları vardır. Kıraatte Kur’an dinlersin. İkinci ve üçüncü rekatlarda başını secdeye çevirir, gözlerini secdeye diker ve Allah’tan ilham beklersiniz. O zaman Allah size Kur’an dışı ilhamlar verir. Bu arada kıraatte gözler uzaklara, huşuda orta uzaklığa, rükuda yakın uzaklığa, secdede ise çok yakın olana bakar. Böylece göz sporu da yapılmış olur. Bunun içindir ki namazda gözleri kapamak mekruhtur. Tesbihin manâsı şudur. Ben daha önceki namazla bu namaz arasında Allah’ın verdiğin görevleri yerine getirerek Allah’ı eksikleri olma durumunda bırakmamadır. Yani topluluğa da yarayacak işler yaptım ve topluluğu sıkıntıdan kurtardım.
Hamd etmek: Görevimi başardım ve mükafatımı da aldım. Sana hamd ediyorum. Topluluğa müteşekkirim demektir.
İstiğfar: Şunları şunları da yapamadım, onun için de mağfiret diliyorum demektir.
Tekbir: Bundan sonra görevleri yapabilmem için şunlara ihtiyacım var, senden talep ediyorum demektir.
Böylece kişi her namazda Allah’a tekmil vermektedir. Aldığı görevlerden neleri yaptığını, karşılığını nasıl aldığını, yapamadıklarını ve gelecekte yapabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu bildirmektedir. Namazdan önce veya sonra ilgililerle görüşüp bu hususları onlara arz eder.
İşte, namaz bir taraftan çalışma ve yaşama saatlerimizi düzenler, diğer taraftan insanın ferdî ve içtimaî eğitimini yaptırır.

(Va YuETUvNa elzZaKAvTa)
“Ve zekâtı ita ederler.”
Burada da aynen namazdaki kalıbı kullanmıştır. Namazı birlikte ikame ettikleri gibi zekâtı da birlikte ita ederler.
Marife olan zekâtı da öğrenmemiz gerekir.
Gani | Humus | Öşür | Rub’ Öşür | Cizye |
Kasib | Amilîn | Müellef | Kurban | Fitre |
Zekât | Kabile | Şa’b | Kavm | Nâs |
Sail | Sebil | İbn-i sebil | Rıkab | Garimin |
Mahrum | Yetim | Zi’l-kurba | Miskin | Fakir |
Zekât: İşbölümü içinde birlikte üretip ailece birlikte tüketimi sağlamayı düzenleyen bir müessesedir. İnsanlar diğer canlılardan farklıdır.
- İnsanlar hürriyetlerini koruyarak topluluğun ferdi olurlar.
- İnsanlar iç içe topluluklar oluştururlar. Ocakların kişilikleri vardır. Bucak, il, ülke ve insanlığın hep ayrı kişilikleri vardır. Kişilik eşittir. Yani bir insan ile tüm insanlık yargı karşısında eşittir.
- İnsanlık evrim yapan varlıktır. Yeni nesil eski nesilden sosyal bakımdan ileridir.
- İnsanlar eğitim yoluyla evrim yaparlar. 33 yaşına kadar dedelerinden öğrenirler. 66 yaşına kadar uygular ve yenilik yaparak katkıda bulunurlar. Ondan sonra ölünceye kadar torunlarını eğitirler.
- İnsanlar yarışarak evrim yaparlar. Kim başarılı olursa o ve onun çocukları daha çok pay alır.
- İnsanlar çatışarak evrim yaparlar. Diğer canlılarda türler arası çatışma vardır. Oysa insanlarda ise kendi cinsi içinde savaşma vardır.
- Kendileri kural koyar ve o kurallara uyarlar.
- Kendi kurdukları toplulukta yaşarlar.
- İnsanlar birlikte çalışır, ayrı ayrı tüketirler.
- Borçlu ve alacaklı olurlar.
İşte, zekât insanların kişiliklerini koruyarak ayrı ayrı üretip sonra aile içinde birlikte tüketmeyi gerçekleştirmenin müessesesidir. Yani namaz toplulukları oluşturur, zekât da topluluk içinde kişilerin korunmalarını sağlar.
Gani: Toplulukta iki grup insan vardır. Biri çalışıp üretim yapanlardır. Bunlara “gani” denmektedir. Ganiler çalışıp üretirler. Diğer insanlar da tüketirler. Üretenler ganidir, varlık sahibidir. Tüketenler ise fakirdir, muhtaçtır. Zekâtlar ganilerin birlikte ürettiklerini tüketicilere bölüştürür. Tüketim aile içinde olmaktadır. Bu sebeple aileler bölüştürür. Ailede baba çalışır ve üretir, nafakayı eve getirir. Anne de bunları pişirir, yedirir, diker, giydirir. Aile içinde anne babanın veya karı kocanın görevleri bunlardır. Aile dışında ise erkek veya kadın çalışıp kazanmakta serbesttir. Herkesin kendi kazandığı kendisine aittir.
Beşte Birler: Emek verilerek üretilen mallar girdilere pay edilir.
Bunlar şu şekilde paylaştırılır.
- Emeklerini vererek üretim yapanlara beşte ikisi verilir.
- Üretimi destekleyen kamu görevi yapan veya genel hizmeti yapanlara beşte iki verilir. Bunlar da ortak üretime katkıda bulunmuş olurlar.
- Bunların yarısı yani beşte biri de üretime katkısı olmayan duafaya verilir. Bunlar fakirler, yoksullar, yetimler ve emeklilerdir. Bunların payı yeryüzünün kira payı olarak verilmiş olur. Bu pay madenler gibi kaynakları tükenen mallar içindir.
Onda Birler: Üretim araçlarını kullanmakla beraber, kendisini devre sonunda aynen iade eden üreticilerden hasılanın onda biri alınır. Yani çalışmayanların payı yarıya iner. Tarım ürünleri böyledir.
Kırkta Birler: Bu aslında yirmide birdir. Yarılanmasının sebebi mera gibi üretim yerlerinin herkese açık olması nedeniyledir. Üretimden yani sütten değil de üretim araçlarından alındığı için yarılanmış, kırkta bire inmiştir. Kırk inekten bir inek alınır. Kırkta birler altın ve gümüş gibi paralardan, ticaret mallarından, merada yayılmış hayvanlardan ve ambarlarda bir yıldan fazla bulundurulan mallardan alınır.
Bedel: Askere katılmayanlardan alınan bedeldir. Onbeş yaşına gelenlerden askere gelmeyeceklerse taahhüt alınır, 65 yaşına kadar o bedeli ödeme durumundadırlar, savaşta askere alınmazlar. Bedel o yıl baliğ olanlar için tesbit edilir. Ona göre karar verilir. Kadınlar bedel ödemezler. Çünkü savunma görevi nafakada olduğu gibi kadınlara ait değildir. Kadınlar savaş yapmak yerine çocuk doğururlar. O sebepledir ki Hazreti Peygamber çocuk doğururken ölen kadın savaşta ölen erkek gibi şehittir der, yani sorgusuz sualsiz cennete gideceklerdir. Her doğum bir gazilik mertebesidir.
Kasib: Gani olanlar serveti vasat servetin üstünde olanlardır. Kasib olanlar ise üretenlerdir. Geliri vasat gelirin yarısından fazla olanlardır. Bunlar kesbettiklerinden zekât verirler. Bunların fakir olmaları zekât vermelerine mâni değildir. Çünkü verdikleri zekât kamu araçlarını kullanmalarından dolayı ödedikleri kira payıdır. Ebu Hanife’nin görüşü budur. Biz de buna katılıyoruz.
Amilîn: Kamu görevi görenlerdir. Genel hizmetlileri ve kamu görevlileridir. Yaptıkları işlerde gelirden yani ortak bütçeden pay alırlar.
Müellef: Bunlar da amilîn gibi genel hizmet görürler. Ne var ki bunlar yaptıkları işlere göre değil de yüklendikleri sorumluluğa göre pay alırlar. Tamirciler tamirde harcadıkları saatlere göre değil de, bakım yaptıkları makinenin kirasından pay alırlar.
Fitre: Herkesin kendi senelik mutfak giderinin 350’de birini başkaları ile paylaşmasıdır. Ramazan Bayramında ziyafet olarak verilir. O gün bayram yerinde yemekler yenir. Herkes yemek getirir. Zengin kendine göre, fakir de kendine göre getirir ve herkes herkesin yemeğini yer. Zenginler fakirlerin neler yediklerini öğrenir, fakirler de zenginlerin yediklerini senede bir defa olsa da yerler. Birbirlerinden haberdar olurlar.
Kurban: Kırkta birlerden fazla olan mallardan, taşınmazlardan, arabalardan, ev eşyasından, altın ve gümüş dışı mücevherattan zekât alınmaz. Bunlar zengin olduklarından zekât alamazlar. Senede bir defa bir kurbanı kesmekle mükelleftirler. Bunu da Kurban Bayramı günlerinde keserler. Kesilen kurbanların etleri üçe ayrılır. Bir hissesi orada pişirilerek herkes ortaklaşa yer. Bir pay birleştirilir ve kurban kesmeyenlere bölüştürülür. Bir hisse de evlere götürülüp komşulara ikram edilir veya sene içinde yerler.
Sail: Vakıflar kurulur. Şöyle ki, biri çıkar ve bir vakıfname hazırlar. Kamunun yararına ait bir kuruluştur. Kamudan toprak talep eder. Bir yer ona tahsis edilir. Sonra hisse senedi çıkararak halka satar. Satın alanlardan toplanan para ile vakıflar inşa edilir. İşte bunlara katılmak da farzdır.

“Onların mallarında malum hak vardır, sailler ve mahrumlar için.” denmektedir. “Ellezîne” marifedir. O halde belli servetlere sahip olanlar için bu yükümlülük sözkonusudur. “Malları” marifedir. Belli mallar için söz konusudur. “Hak” nekire ise de malum olması gerekmektedir. Bu da her bucakta, ilde veya ülkede değişmektedir. Demek ki zekât dışında da belli mallara ve bunların sahiplerine yükümlülükler konur.
Bunlar sailler ve mahrumlardır.
“Sail” kimdir?
İşte yukarıda belirttiğimiz vakıf tesisleri oluşturanlardır.
Değişik vakıf projeleri olur. Belli sermaye sahipleri bunlardan birine katılma durumundadır ama istediklerine katılırlar. Böylece onların istediği vakıflar kurulmuş olur.
İran’da ayetullahlara verilen böyle humuslar vardır. Bunu hükümet toplayıp istediği yerde harcayamaz. Verenler nereye veriyorlarsa orada harcanır.
Sebil: Yol gibi hayriye olan vakıflardır.
İbnü’s-sebil: Vakıflara gelir getiren galliyelerdir.
Rıkab: Kölelerdir. Köleleri hürriyete kavuşturma müessesesidir. Bedelleri ödenir.
Garimin: Borçluların borçları ödenerek tıkanıklık önlenir. İflas trafik kazasına benzer. Alacağını alamayan borcunu ödeyemez. Sistem sonuna kadar tıkanır. Nasıl kaza yapan arabalar oradan kaldırılıp trafik açılırsa, borcunu ödeyemeyenin borcu ödenir ve ekonomik faaliyete yol açılır.
Mahrum: “Mahrum” kelimesi de âyette harf-i tarif ile getirilmiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. “Hak” ise nekre yapılmıştır. O halde mahrumlar ve sailler aynı müessesedir. İnsanlar hangisine isterlerse ona verirler. Yani ister galliyeye ister hayriyeye verirler yahut sail hayriye veya galliye için olduğunu belirtmek zorundadır.
Yetimler: Babaları ölmüş olduklarından dolayı nafakalarını temin edecek kimse olmadığı için zor durumda olan kimselere verilecek olan paydır. Anneleri ölmüşse ona hizmet eden kadına ücret olarak verilir. Baba nafaka temin etmekle mükelleftir ama çocuğuna bakacak olan yetimin akrabasına ücret vermekle yükümlü değildir.
Yakınlar: Kendilerini geçindirecek kadar gelirleri olmayan yaşlıların malları onun tayin ettiği yakınlısına verilir. O işletir ve onun geçimini temin eder. Mallar mirasçılara aittir, eksiltemez. Bu yakınlısı olan erkeklere de aynen pay ayrılır. Yaşlı kadınlara bakan kadın yakınlar da pay alırlar.
Yoksul: Kazancı vasat kazancın altında olanlara da çalışmayanların payından pay verilir. Serveti vasat servetin altında olanlara da çalışmayanların servetinden pay verilir.
Kuruluşlar:
Bucaklar: Kırkta birleri bucak yönetimi toplar ve bölüştürür. Üçte birini vakıflara ayırır. Yarısı ile tesisleri işletirler, yarısı ile de tesislerde çalışanlara ücret verirler. Üçte biri de kölelerin azat edilmesinde ve borçların ödenmesinde kullanılır. Üçte biri de fakirlere, yoksullara, âmillere ve müelleflere ödenir.
İller: Onda birleri alırlar ve gelirlerin yarısını bucak bütçesi gibi paylaştırırlar. Geri kalanın yarısını da devlet bütçesi gibi paylaştırırlar.
Ülkeler: Beşte birleri alırlar. Üçte biri şuranın olur, üçte biri de hükümetin olur. Kalan üçte bir de yetimlerin, yaşlıların, yoksulların ve seyyahların olur.
Böylece tüm insanların ekonomisi düzenlenmiş olur. Garimin faslında para çıkarma da vardır. Çünkü para borç senedidir. Hamili alacaklıdır. Bu da en uzun âyetle düzenlenmiştir.

(VaHuM RaKıGUvNa)
“Onlar rüku eder olarak bunları yaparlar.”
Burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. O halde hâldir.
Neyin hâlidir?
“Ellezîne”nin hâlidir. Yani namaz kılan ve zekât verenlerin hâlidir. Rüku eder, namaz kılar ve zekât verirler demektir. Bu da zekâtları toplayıp dağıtmanın imamların görevi olduğunu ifade eder. Ne var ki imam sadece namazda olduğu gibi bilinenleri yapar. Kendisi karar vererek istediği gibi harcayamaz. Yani yıllık bütçe yapılır. O bütçeye göre imam zekâtları toplayıp harcar.
Avrupa’da bütçe yapılsın diye savaşlar olmuştur.
İslâm düzeninde bütçe şöyle yapılır:
a) Dinî dayanışma sorumluları halkın ihtiyaçlarını ve isteklerini tesbit ederler. Sağlık bakanlığından, sanat bakanlığından, kontrol ve soruşturma bakanlığından ihtiyaçları alırlar. Bunu şûrada bütçe hâline getirip bütçe yaparlar. Ne yapılacağını tesbit ederler.
b) Bütçe ilmî şuraya gider, nasıl yapılacağı tesbit edilir.
c) Meslekî dayanışmaya gider, kimin yapacağı tesbit edilir.
d) Siyasi dayanışmaya gider, bölüşülme yapılır.
İşte, namaz nasıl belli kurallar içinde kılınırsa, aynı kurallar içinde de zekât müessesesi çalışır. Üretim ve tüketim yapılır. Üretirken askeri metot uygulanır. Ama askeri metottan farkı isteyenin üretime katılmaktan her zaman çekilebilir olmasıdır. Zorla çalıştırma yoktur.
***

(Va MaN YaTaValLAHu Va RaSUvLaHu Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve kim Allah ve resulü ve iman edenlere tevelli ederse”
Yukarıdaki “Allah ve resulüne iman etmiş olanları” aynen iade etmektedir. Böylece üçünün birlikte olduğunu teyit etmektedir. Yani hakemler olacak ve hakemlerin kararlarını uygulayacak mü’minler olacaktır. Hakemler şeriata göre karar verecekler.
“Ve” harfi ile atfetmiştir. “Ve” burada hâl vavıdır. Beyan vavı da olabilir. Yani bunlara kıyas da yapılabilir.
“Men” şart menidir. Kim bunu yapsa anlamı çıkar.
Burada zamir gönderilmemiş de aynı kelimeler zikredilmiştir. Bu suretle bunun bir müessese olduğu ve bir çokluk olmadığı ifade edilmiştir. Herkes kurban kessin, kurban farzdır denir. O farzdır dense beliğ olmaz. Çünkü birinci kurban kelimesi marife ise ahd içindir. Nekre ise hâstır. Oysa ikinci kurban cins içindir. Bu sebepledir ki izhar edilmesi gerekir. Burada bu sebeple izhar edilmiştir.
Burada zamir getirilseydi “hüm” değil “küm” getirilmesi gerekirdi. Çünkü birincide mü’minlerin aralarındaki tevekkül etmeleridir. Oysa buradakiler ise müslimlerdir. Yani kim mü’minlere tevelli ederse demek olur. Birincisinde birbirine dayanışma vardır. Burada ise onlara dayanma vardır.

(Fa EinNa XıZBa elLAHı HuMu elĞAvLiBUvNa)
“Allah’ın hizbi galip olanlardır.”
Kur’an’da şeytan hizbi var, bir de Allah hizbi vardır. Allah hizbi topluluğun varlığı için çalışan hizbdir. Şeytan hizbi ise topluluğun yok olması için çalışan hizbdir. Nasıl bir vücutta mikroplar vardır, bir de vücut hücreleri vardır. İnsan hücreleri hizbullahtır. Mikroplar ise hizbu’ş-şeytandır. Toplulukları da yıkmak isteyenler vardır. Bunlar şeytanın ordusudur. Topluluğu yaşatmak isteyenler vardır. Bunlar da Allah hizbidir.
Bir ocakta, bir bucakta, bir ilde, bir ülkede ve insanlıkta Allah hizbi vardır ve şeytan hizbi vardır. İnsanlığa hükmetmek için savaşan devletler şeytan hizbidir. Ülkeler ile insanlık arasında çıkar paralelliği sağlayanlar Allah hizbi yani topluluk hizbidir.
Kur’an bunların galip geleceklerini söylemektedir. Türkler ve Müslümanlar insanlığı hakimiyetleri altına almak için çalışmamaktadır. Tarih boyunca da insanlara hürriyet götürmek, adalet götürmek için savaşmışlardır. Dolayısıyla Türkler ve Müslümanlar galip geleceklerdir. Ülke içinde de Türkiye ile kabileler arasında çıkar paralelliğini sağlayanlar galip geleceklerdir. Kürtleri, Türkleri veya Gürcüleri hakim kılmak isteyenler mağlup olacaklardır.
Tarih boyunca yaşatıcı hücreler ile yok edici mikroplar arasında savaş olmuş ama daima yapıcı hücreler galip gelmiştir. Öyledir ki varız. Topluluklarda durum böyledir. Onlar sadece ayıklamaya yararlar. Galip gelen hizbullahtır, yaşatıcı sağlık hücreleridir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92