MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 32




(Va QafFaYNAv)
“Ve takfiye ettik.”
“Kafa” baş demektir. “Re’s” yüz de dahil baştır. Kafa ise yüzün üstündeki baştır, beynin olduğu yerdir. “Kafa etmek” baş çekmek demektir, başkanlık etmek demek değildir.
Bir toplulukta girişken insanlar olur, yenilik yapar, halkın arkalarından gitmesini beklerler; halk da eğer onları benimserse o zaman onların peşine düşerler, o tarafa akış olmuş olur. Biz buna önderlik diyoruz, örnek olma diyoruz.
Peygamberler başkan olduktan sonra insanları kendi taraflarına götürmezler; önce insanları kendi taraflarına götürürler, sonra başkan olmuş olurlar. "İlmin olmadığı yerde kafa olma" âyetinde söylenen nehiy "ilmin olmadığı yerde önder olma" anlamındadır.
“Takfiye” önder yapma anlamına gelir. Bunun manâsını tam kavrayabilmemiz için bir sürü oluşumu bilmemiz gerekmektedir.
Hayvan sürüleri birlikte yürürler, başkanları ortada olur. Bunlar imamlardır. Bir de baş çekenler vardır. Etrafı kolaçan eder, uygun yer gördüler mi o tarafa yönelirler. Sürü onların peşinden gitmez. Başkan ona uyarsa sürü de uyar. İşte bunlara “kafa/baş” denmektedir.
Topluluklarda da durum böyledir. Yenilikleri girişimciler yapar, örnek olurlar. Eğer başkan onaylarsa o zaman o topluluk da o tarafa gider, onaylamazsa topluluk o tarafa gitmez.
İşte bu başkanın onaylaması “takfiye”dir.
Allah peygamberleri girişimci olarak göndermiştir, Allah insanların kalblerine onlara uyma meylini vermiştir, yani onları takfiye etmiştir, o topluluğa baş çeken yapmıştır.

Biz Musa’ya kitabı ita ettik. Onun arkasında resullerle takfiye ettik. Ve Meryem oğlu İsa’ya beyyinatı verdik. Onu kudus ruh ile teyid ettik.
Burada Hazreti Musa’dan sonra gelen resuller içinde Hazreti İsa’yı saymaktadır, yani onu da İsrail oğulları peygamberi yapmaktadır, çünkü o da Hazreti İbrahim ve Hazreti Yakub’un soyundandır.

Resullerimizi beyyinat ile irsal ettik. Onlarla beraber nâsa kıst ile kaim olsunlar ve Allah gaybda ona ve resulüne nusret eden kimseyi bilsin diye kitabı ve mizanı inzâl ettik. Hadidi de inzâl ettik. İçinde şedid be’s vardır ve nâs için menfaat vardır. Allah kavidir azizdir.(25) Bir de Nuh’u ve İbrahim’i irsal ettik. İkisinin zürriyetinden nübüvveti ve kitabı ca’lettik. Onlardan muhtediler vardır. Onlardan çok fasık da vardır.(26) Sonra onların asarına resullerimizle takfiye yaptık. Ve Meryem oğlu İsa ile de takfiye yaptık. Ona İncil’i verdik. Ona tâbi olanların kalblerine re’fet ve rahmet ve ibtida ettikleri rehbaniyeti ca’lettik. Allah’ın rıdvanını ibtiğa etmeleri dışında onlara ketb etmedik. Ona hakkıyla riayet etmediler. Onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini îtâ ettik. Onların içinde çok fasıklar vardır.(27)
Hazreti Nuh ve Hazreti İbrahim’in zürriyetleri dışında resuller irsal ettiği bildirilmektedir. Onlara kitab ve nübüvvet verildiği söylenmektedir. Demek ki Hazreti Nuh’un neslinden olmayan kendilerine kitap verilen resuller vardır. Bu da Nuh tufanının tüm insanlığı kapsamadığını ifade eder. “Kaffeyna” kelimesi bir de burada geçmektedir.
İki yerde doğrudan Hazreti İsa ile takfiye ettiğini söylemektedir. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Muhammed için takfiye kelimesini getirmemektedir.
İsrail oğullarına verilen görev insanlığı uygarlaştırmadır. Hazreti Nuh bunun ilk örneğini verdi. İsrail oğulları da bunu geliştirdiler. Hazreti İsa bu uygarlığı beşerileştirdi. Kur’an ise bunu kitabileştirdi, içtihat ve icma ile beşeriyeti vahiysiz yaşama imkanlarına kavuşturdu. Hazreti İsa insanlığı uygarlaştırmadı. Kur’an uygarlığa yöneltti. Bu sebepledir ki takfiye kelimesini Hazreti İsa için vurgulayarak getirmektedir.

(GaLAy EaÇAvRiHiM)
“Onların âsârına takfiye ettik.”
Buradaki “âsâr” Tevrat ehlinin âsârıdır.
“Eser” iz demektir. Yürüyen insanlar ayak bastıkları yerde işaretler bırakırlar, buna “eser” denir. İnsanların öldükten sonra bıraktıkları yapılar ve yazılar da eser olarak zikredilir. Etkilemek anlamında da eser, iz, söz gelmektedir.
Buradaki “âsâr” onların izleri demek oduğu gibi, onların kitapları veya onların uygarlıkları demek olmuş olur.
Mezopotamya’da site devletleri oluştu, peygamberlerin hak uygarlığı gelişti.
Mısır bundan yararlanarak merkezî devlet oluşturdu. Nil Vadisi site devletler olarak varlıklarını sürdürmeye elverişli değildi.
Şimdi yeni devlet şeklinin ortaya çıkması gerekiyor. Bir taraftan Mısır’daki merkezî devlet yapısı olmalıydı, diğer taraftan Mezopotamya’daki site özgürlükleri olmalıydı.
İşte, Tevrat bir taraftan Mısır’daki merkezî devlet sistemini benimsedi, diğer taraftan da Mısır’daki İsrail oğullarını 12 sıpta ayırarak yerel yönetim sistemini benimsedi, böylece insanlığa yeni yönetim şeklini getirdi. Ne var ki bunu sadece İsrail oğulları içinde yaptı. Bu sistem bütün beşeriyeti kapsamıyordu.
Bununla beraber Mezopotamya’yı taklit ederek Yunan siteleri ortaya çıkacaktır.
Sonra İbranileri taklit ederek Roma (imparatorluğu) ortaya çıkacaktır.
Demek ki eskilerinin izinden giderek uygarlık gittikçe gelişecektir.
Buradaki zamir bütün resullere, bütün nebilere gidebilir.
İnsanlık başlangıçta toplayıcılık hâlinde yaşıyordu. Sonra avcılığa, sonra çobanlığa, sonra da çiftçiliğe geçmiştir. İnsanlar kabileler hâlinde yaşarlardı. Bunlarda yazılı şeriat yoktu. Kabile başkanının emirleri yasa olurdu. Kural yönetimi yerine kişi yönetimi vardı.
- İlk kural yönetimi Mezopotamya’da Hazreti Nuh ile başladı. Mezopotamya’da site devletleri oluştu. Bunları izleyen Mısırlılar merkezî devleti kurdular.
- Sonra İsrail oğulları yerinden yönetimli merkezî devleti oluşturdular.
- Sonra Kur’an içtihat ve icma sistemi ile peygambersiz uygarlığı ortaya koydu.
Her yeni gelen uygarlık eski uygarlıkları izlemiştir.
Yeryüzünde uygarlık Mezopotamya’da doğdu ve başka da yeni uygarlık hiçbir yerde oluşmadı. Bu uygarlık önce Mısır’da, sonra Hindistan’da, sonra Çin’de yeni oluş şeklinde ortaya çıktı ama hepsi Mezopotamya’dan ayrılmadır.
Sıcak memleketlerde gelişen uygarlıkların uzantısı orta kuşaklarda belirdi. Anadolu, Eski Yunan, Güney Avrupa bunlardandır.
Daha sonraları ise uygarlık kuzeye de geçmiş, Orta Asya ve Kuzey Avrupa da uygarlık merkezleri olmuşlardır.
Bugün gelişmiş olan teknoloji sonucu tüm yeryüzü uygarlaşmaya elverişli hâle gelmiştir. III. bin yıl uygarlığı artık bütün insanlığın ortak uygarlığı olacaktır. Bu uygarlığa insanları yönlendirenler de Hıristiyanlar olmuşlardır.

(Bi GIySay iBNi MaRYaMa)
“Meryem oğlu İsa ile.”
“Revm” etrafı dağlarla çevrili düzlük demektir. Anadolu’nun adı Roma'dır. Anadolu uygarlıkları Roma uygarlığıdır. Kur’an’da “Rum yenildi” derken “Anadolu devleti yenildi” demektir. Roma’yı kuranlar da Etrüsklerdir. Anadolu’dan gitmişler, Roma adını onlar vermişlerdir. [Etrüskler İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş bir halkın adı olup Antik Romalılar tarafından Etrusci veya Tusci adlarıyla tanımlanmışlardır. Etrüsk halkının bir kısmı ve kültürü zamanla Roma İmparatorluğu içinde erimiştir. Etrüskler İtalya'daki diğer kavimlerden çok daha ileri bir uygarlık düzeyindeydiler. Roma uygarlığının, mitolojisindeki ilahlardan, hukukundan, yol yapım tekniklerine kadar, kökünü hemen hemen tümüyle Etrüsk uygarlığından almış olduğu günümüzde saptanmış durumdadır.. Etrüsklerin dini, Çiçero’nun değindiği gibi, vahyedilmiş bir dindi ve 12'li sistemi baz alan bir inisiyatik örgütlenmeleri vardı. Yunan tarihçi Herodot'a göre Etrüskler Küçük Asya'dan (Lidya) İtalya'ya göç etmişlerdir. Bunun yanı sıra pek çok tarihçi de Etrüskler ile özellikle Truva başta olmak üzere Anadolu uygarlıklarının âdetleri arasında bağ kurmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Etrüsklerin kökeninin Doğu uygarlıklarına dayandığını savunurlar. Etrüsklerin kökeni hakkında yapılan en yeni çalışma, 2004 yılında çeşitli İtalyan üniversitelerinden gelen bir grup genetik bilimci tarafından yapılmıştır. Bu araştırma çerçevesinde MÖ 7-3 yüzyıllar arasında yaşamış Etrüsklere ait 80 iskeletten alınan DNA örnekleri alınarak çok titiz bir çalışma ile günümüzde yaşayan çeşitli milletlere ait DNA'lar ile karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak Etrüsklerin genetiğinin diğer milletlere göre en çok bugünkü Türkiye Türkleri ile yakınlığı %98,2 oranında ortaya çıkmıştır. (Vernesi et al. 2004). Eski Yunan efsanelerinde de sıkça anlatıldığı gibi bu durum antik çağda Anadolu'dan İtalyan yarımadasına yapılan göçlerle açıklanmıştır.]
“Meryem” mef’al vezni üzere ism-i mekan adıdır. Yani bol, bereketli, geniş bir saha demektir. “İsa” beklemek demektir. “Mesih” ise Hazreti İsa’nın gerçek adıdır. Hazreti İsa çok yerde “Meryem Oğlu İsa” olarak geçer. Hazreti İsa Hazreti Meryem’le nebi ve resuldür. Önce Hazreti Meryem manastırda yetişmiş, ondan sonra da oğlunu o yetiştirmiştir. Tevrat’ı Hazreti İsa’ya o öğretmiştir. Hazreti İsa Hazreti Meryem’le kâmil bir resuldür. Dolayısıyla onun oğlu olduğunu, onun öğrettiklerinin Allah’ın öğrettikleri olduğunu bildirmektedir.
Hazreti Yusuf birtakım senaryolarla Mısır’a götürülmüştür. Hazreti Musa orada yetişmiş, sonra Medyen’e gitmiş ve İslâmiyet’i orada öğrenmiştir. Hazreti Meryem de manastıra verilmiş ve orada yetiştirilmiş, sonra o da Hazreti İsa’yı yetiştirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma hareketleri de böyledir…
Cumhuriyet inkılapları da hep takdir-i ilâhidir...
Hepiniz kendi hayatınıza şöyle bir bakınız; sizin başınıza gelenlerin hepsi tesadüflerden yani takdirlerden oluşur.
Örnek olarak Reşat Nuri Erol’u alabilirsiniz. Babası Kosovalıdır, Reşat orada doğmuş ve oradan Türkiye’ye gelmiştir. Hicret edip Türkiye’ye gelmeselerdi, Reşat babasının yönlendirmesiyle İmam-Hatip Lisesi’ne gitmeseydi, hayatının ondan sonraki merhalelerinde yaşadıklarını yaşamasaydı, o zaman Reşat bu Reşat olamayacaktı. Sonra gençlik hevesi ile Millî Görüş Hareketi’ne ve Akevler’e katılmıştır. Zorunlu olarak Arabistan’a gitmiş, yedi yıl kalmış, orada Arapça tahsil etmiştir. Bunların hepsi tesadüfler değildir. Bu seminerlerin redakte edilmesi için yetiştirilmiştir; Allah tarafından yetiştirilmiştir.
[Üstat benimle ilgili ilk defa böyle bir tesbit yapıyor. Yaşadıklarımı düşündükçe, neredeyse 40-50 yıldır böyle bir takdir-i ilâhi duygusunu bizzat yaşıyor ve şimdiye kadar Allah dışında hiç kimseyle paylaşmıyordum. Şimdi geride kalan ve Kosova ile Bosna/Sancak, Türkiye (özellikle önce İzmir, sonra İstanbul), Almanya, Arabistan’da geçen hayatımın tamamına baktığımda, Üstad’ın tesbitine aynen katılıyorum. Özellikle yapmakta olduğumuz hizmetlerde yorulup bunaldığımda, bıkıp usandığımda veya daha başka dünya dertleri yaşadığımda; daima ‘bu sorumluluk ve görev duygusu’ aklıma gelir, işte sadece o iman, azim, sabır ve sebatla kaldığım yerden çalışmaya devam ederim... RNE]
Hepiniz kendi hayatınızı düşünün; göreceksiniz ki birtakım tesadüfler sizi bu yerlere getirmiştir. Bunları değerlendirip ‘benim vazifem/görevim budur’ diyeceksiniz ve görevinizi yerine getirmeye çalışacaksınız. İstanbul-Bahçelievler-Yenibosna’daki kardeşlerimiz, böyle görevleri olduğunu her halde bilmektedirler...

(MuÖadDıQan)
“Tasdik edici olmak üzere.”
Ağaçlardan meyve toplayan insan bir kısmını kendisi yer, bir kısmını eşine ve çocuklarına bölüştürürdü. Buna “sadaka” denmektedir. Sonra mihrin adı saduka olmuştur. Bu aynı zamanda kişinin bağlılığını ifade etmektedir. Kocanın karısına sadakati, cemaatin imama sadakati. Namaz kılarken ona uyarsan sen onu imam yapmış olursun. Bir de zekâtı ona verirsen imamın olduğunu doğrulamış olursun.
Zamanla “sıdk” “kizb” karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hata karşılığı sevab, kizb karşılığı sıdk getirilmiştir. Tasadduk etmek de sadaka vermek şeklinde ifade edilmiştir.
Tasdik etmek tef’il bâbıdır. Başkasını sadık kılmak anlamındadır.
Bunun anlamı ne demektir?
Bir kimse bir söz söyler, sen onun sözlerinin doğru olduğunu kabul edersen, bu tasdiktir. Resulleri tasdik etmek, âhireti tasdik etmek böyledir. Bu manâda ya mef’ul olarak getirmektedir, yahut “Bi” ile getirmektedir. Burada ve bunun gibi yerlerde ise “musaddikan lima beyne yedeyhi” demektedir. Yani “senin dediklerin doğrudur” demekten ziyade, “onun dediği doğrudur” şeklinde ifade etmektedir. Yani sonra gelen kitaplar önce gelen kitapları tekzib edici değil tasdik edicidir.
O halde biz Tevrat’ı, İncil’i ve Furkan’ı değersiz hâle getirmek için değil, aksine onları tasdik edip onlara uymakla mükellefiz. Bununla beraber o kitapların tahrif edildiğinde hemen herkes müttefiktir. İznik Konsülü’nde 104 İncil’den 4’ü seçilmiştir. Tevrat’ta da benzer olay vardır. O halde bunların aynının tasdik edilmesi yerine, tef’il sigasının gereği olarak Dr. Mete Firidin’in verdiği manâ da doğrudur. Yani tashih etmek anlamında olmaktadır. Bu sebepledir ki “Li” harfi ile getirilmiştir.

(Li MAv BaYNa YaDaYHi)
“Beyne yedeyinde olan”
Önlerinde olan demektir.
Şimdi biz ileride onlar geride midir, yoksa biz geride onlar ileride midir?
Hareket ettiğimize göre onlar önümüzden gittiler, biz onların arkalarından ve onların izinden gidiyoruz. Oysa Türkçede de geride bıraktıkları deriz. Yani biz onların arkasındayız, onlar bizim önümüzdedirler. İncil önümüzde olanların bıraktıklarını doğrulamak, yanlışlarını ayıklayarak doğrularını doğrulamak üzere gelmiştir. “İki elleri arasında olanları” demek suretiyle geçmişi iki elleri arası olarak deyim hâlinde kullanmaktadırlar.
Biz önümüzde olanları görürüz. O halde bizden önce gidenler arkamızda değil önümüzdedir. Onun için biz geçmişi okuyabiliriz, tarihi bilebiliriz.
“Mâ” gelecek ise arkamızda olduğu için orasını göremiyoruz.
Bunun anlamı nedir?
Biz geleceğe doğru gitmiyoruz, gerisin geriye gidiyoruz. Yüzümüz geride ama adımları ters atıyoruz demektir. O halde hareketimizi esas alsak geçmiştekiler arkamızdadırlar ama onlar bizden önce geçtikleri için biz arkalarındayız.
İşte hayat böylesine bir muammadır, çelişkilerde doludur.
Siz de düşünün bakalım, ben yanılıyor muyum?

(MiNa EatTaVRAvTı)
“Tevrat’tan.”
Tevrat’tan kalanı demek yahut doğru olanı demek. O halde Tevrat’ın olduğu gibi kabulü değil de Kur’an’a uyan kısımları tasdik etmek üzere anlamı çıkar. Bu da gösterir ki fıkıhçıların koydukları kural doğrudur. Bizim kitabımızda zikredilenleri tasdik etmek üzere denmiş olur. O zaman Dr. Mete Firidin’in verdiği manâ daha doğru olmuş olur.
“Tevrat” kelimesi Hazreti Musa’ya indirilen beş kitabın adı olduğu gibi İncil’den daha önce gelmiş olan bütün kitapların adıdır da. Müşterek bir kelimedir. “Tevrat” kelimesi “töre” kelimesinden oluşmuştur. Hazreti İbrahim Azeri Türklerindendir. Babasının adı Azer değildir. “Babası Azer” derken babası Azeri kavme mensup anlamındadır. Mısır’a giden İsrail oğulları dillerini Arapçalaştırdılar. Mısır dili Sami kökenli dildir. Mezopotamya’da iki dil hakimdi, biri Sümerlerin Türk kökenli dili, diğeri ise Akatların Sami kökenli dili. Mısır’da da Sami kökenli dil vardı. Dolayısıyla İbranice Arap kökenli dil olmuştur. Bununla beraber bazı kelimeler Sümerce kalmıştır. “Tevrat” kelimesi bunlardan biridir; tavır, tutum anlamındadır. Topluluk kuralları bir tavırdır. Halkın tavrıdır. Tevrat’tan bir kısmını takfiye etmek üzere.
“Tevrat” ilk münzel şeriat kitabıdır.
Tevrat’ın dışında da kitaplar olduğunu öğreniyoruz. Bu da Hinduların Vedalarıdır. Vedaların Türkçeye tercüme edilen 13 Upanişadları (Hinduizmin felsefi ve daha çok mistik yapıdaki kutsal kitapları) okudum. Kur’an’dan öğrendiğimizle onların ilâhi kaynaklı olduğunu orada görmek mümkündür. Kısaca tanıtmamda yarar vardır.
[Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan bir terimdir. Hinduizm dinine inananlar için kutsaldırlar ve yine bu dine inananlar için açığa çıkmış bilgidirler. “Veda” kelimesi bilgi manâsına gelir. Birçok Hindu, Vedaların yaratılışın başından beri var olduğuna inanır. Vedaların en yeni bölümleri yaklaşık M.Ö. 500 senesi civarında ortaya çıkmışken, en eski metin (RigVeda) yaklaşık M.Ö. 1500 yıllarına aittir. Fakat birçok Hint bilimciye göre metinler yazılmadan önce uzunca bir süre devam eden bir sözel gelenek mevcuttu. Vedalar 4 ana bölüme ayrılır: 1. Samhitalar, 2. Brahmanalar, 3. Aranyakalar, 4. Upanişadlar. Samhitalar genelde mantralardan oluşur ve 4 bölüme ayrılır: 1. RigVeda, 2. SamaVeda, 3. YajurVeda, 4. AtharvaVeda]
Brahman, Tanrı, Atman ve Ben dördü birdir. Brahman kâinatın var olmasının arkasında olandır. Bizim ona ulaşmamız mümkün değildir. Tanrı ise Brahman’ın kâinattaki görünenleridir. Birdir ama çok olarak görünür. Bunlar tanrılardır. Tek olanın çok olarak görülmesidir. Kendisi tektir, görüntüleri çoktur. Yani yaratıklar çoktur. Atman ise bu çok görünen içindeki Brahman’ın varlığıdır. Yani Tanrı’nın yaratmasıdır. Bunu bizim gözümüz, kulağımız algılayamaz. Gizlenmiştir ama biz düşünerek vecdimizle onu bilebiliriz. Brahman’ı bilemeyiz, Brahman’ı Atman olarak düşüncemizle bilebiliriz. Brahman ve Atmanın aynı olan Tanrı’yı tanrılar şeklindeki görüntüsü ile duyularımızla bilebiliriz. Atmanı bilme ise duyulardan arınmış ben ile bilmemiz mümkündür. Om zikri ve bilge kılavuzluğu ile Atmanın beni ile bizim benimiz birleşir, aynı ben olur. Biz o zaman Atamanın benini görmüş oluruz. Bizim benler, Atmanın beni, Brahman tekdir, birdir.
Atmanın beni ile birleşen benler bu dünyanın cenderesinden kurtulur ve cennete giderler. Atmanın bilgenin kılavuzluğunda om zikrini yapmayanlar bu dünyanın cenderesinden kurtulamaz, ölür, yeniden gelir, dönüp dolaşır durur.
Önce Tanrı anlayışında İslâm’ın anlayışı ile arasında hemen hemen hiçbir fark yoktur. Kur’an Tanrı için “evvel O’dur, âhir O’dur, bâtın O’dur, zâhir O’dur” diyerek, tam Hint felsefesini açıklamaktadır. “Ruhumdan üfledim” ifadesi ile de insanın beninin Atmanın beni olduğu da Kur’an’ca teyit edilmektedir. Tek olduğu zaten Kur’an’ın ana konusudur.
Vedalarda da öyledir. Kur’an, “mislinin benzeri yok, O’nu gözler idrak edemez” diyerek, O’nun bilinemeyeceğini belirtmektedir. “Yüzler O’na nâzır olacaktır” ifadesi ile de Tanrı’nın ben tarafından görüleceğini anlatmış olmaktadır.
Bilgeyi nebi olarak anlarsak, tanrıları da melekler olarak tercüme edersek, Vedaları düzeltmiş oluruz, tasdik etmiş oluruz.
Vedalarda üç yer sayılmaktadır; cennet, kötü yer ve yine bu dünya. Kur’an’da da Cennet vardır, Cehennem vardır, bir de Araf vardır. Araf bu dünya gibidir.
İşte “tasdik etmek” bu tür düzeltmelerdir.

(Va EAvTaYNAvHu eLEiNCIyLa)
“Ve ona İncil’i îtâ ettik.”
Tevrat’ı ve İncil’i inzâl ettik denmektedir. Peygamberlere verdik denmektedir. Yani İncil insanlığa inzâl olmuştur, artık insanların elindedir.
Bize bütün kitaplar münzeldir. Kur’an da bize nâzil olmaktadır ama kitaplar peygamberlere verilmiştir. Tevrat Hazreti Musa’ya, İncil Hazreti İsa’ya, Kur’an da Hazreti Muhammed’e verilmiştir. Burada İncil’in Hazreti İsa’ya verildiği söylenmektedir. Kur’an’ı sana verdik denmektedir. Tevrat için ise kitabı verdik denmekte, Tevrat’ı verdik denmemektedir. Bu da Tevrat’ın sonraki kitapları da içerdiği anlamındadır.
“Necl” meyveleri ağaçtan düşürmek için atılan odun veya taş parçasıdır. “Recul” kelimesi ile akrabadır. Erkek doğurmak anlamındadır. Ayrıca “Necr” ile de akrabadır, o da kesmek demektir. “Nacak” kelimesi Arapçada “nacar”dır. “İncil” ism-i âlettir. “İbrik” kelimesine benzer. “İdris” de bu kalıptandır. O halde “İncil” demek yemişleri devşirmek için kullanılan âlet demektir. “İncil” Tevrat’ın oluşturduğu meyveleri yani şeriatı devşirip tüm insanlığa sunan kitap demektir.
Tevrat sadece şeriat kitabıdır. Şeriat insanlarda farklı farklıdır. Her topluluk kendi şeriatını kendisi üretir. Toplulukların farklı olması şir’aların farklı olmasından ileri gelir. Oysa iman ve ahlâk kısmı tüm insanlık için birdir, Allah inancı ve cennet cehennem inancı birdir.
Size yukarıda Vedalardan bahsettim, Kur’an’ın anlatışına ne kadar yakın olduğunu gösterdim. Ama dünyadaki uygulamalar hem yere göre hem zamana göre değişmiştir. Onun için Tevrat şeriat hükümleri içermektedir, iman ve ahlâk hükümlerini içermemektedir. Bu sebepledir ki tüm dünyaya en zor yayılan din Tevrat dinidir, çünkü ancak İsrail oğulları için geçerlidir ve ancak o dönemlerin hükümlerini içerir. En kolay yayılan din de Hıristiyanlıktır, çünkü dünyevi hükümleri en az içermektedir.
“Tevrat” insanlar için hidayettir, bir örnektir. Örnek olarak kısas hükümleri herkes için örnektir, diyet örnektir ama onun uygulama hükümlerini her bucak ayrı ayrı oluşturacaktır.
“Kur’an” şeriatın kendisini getirmemiş, şeriatın nasıl üretileceğini öğretmiştir. Örnek olarak da Tevrat’ı ve Sünnet uygulamasını koymuştur.
“İncil” ise şeriatı içermediği için Kur’an ve Tevrat’ın uygulamalarını tüm insanlığa ulaştırmada en önde bulunandır. Papalık bugün yeryüzünde en güçlü organizasyon olarak yerini almıştır. Germenlerin Hıristiyan olması ile dünyanın en güçlü imparatorluğu hâline gelen Papalık son birkaç asır içinde etkinliğini kaybetmiş ise de şimdi yeniden tüm Hıristiyan âlemine hükmedecek hâle gelmektedir. Müslümanlarla ve diğer dinlerle işbirliği yaparak yeniden insanlığa Kur’an’ın meyvelerini devşirecektir. Müslümanlar “Adil Düzen”i getirecek ama Hıristiyanlar tüm dünyaya yayacaklardır. Bizce “İncil” kelimesinin manâsı budur.

(FIyHi HuDan Va NUvRun)
“İçinde hidayet var nur var.”
Evet, İncil’de nur vardır, hidayet vardır. Nur da hidayet de nekre getirilmiştir. Yani Tevrat’taki nurdan başka bir nur vardır, Kur’an’daki nurdan başka bir nur vardır. Tevrat’taki hidayetten başka bir hidayet vardır, Kur’an’daki hidayetten başka bir hidayet vardır. Kur’an için de muttakiler için hidayettir deniyor.
Bu bize açıkça ifade ediyor ki, elimizde bulunan münzel kitapların hepsinde farklı yönler açıklanmış, farklı örnekler verilmiştir. Nasıl sünnetsiz Kur’an olmazsa, Tevrat’sız ve İncil’siz de Kur’an olmaz. O sebepledir ki Kur’an’da bu kadar çok anlatılmaktadırlar.
Kur’an’da “hidayet ve nur vardır” ifadesi iki yerde geçmekte, ikisi de bu sûrede geçmekte, biri Tevrat için biri de İncil için geçmektedir. Yani bu iki kitabın insanlık içinde özel yerleri vardır.
Evet, Tevrat’ta hidayet ve nur vardır, İncil’de de hidayet ve nur vardır.
İki kelime bir araya “Ve” harfi ile getirilirse, ikisinin birden bir anlamı vardır.
“Hidayet” yol gösteren veya götüren anlamındadır.
“Nur” ise aydınlıktır; kılavuz yok aydınlık var.
“Hidayet” naklî delillerdir, “Nur” ise aklî delillerdir.
Bu iki kitap ayrı ayrı yönden biri şeriatta biri de takvada hidayet ve nurdur. Yani içinde aklî ve naklî hükümler vardır. İnsanlar onlarla hidayeti bulurlar. Nekre olmaları, birinin şeriat değerinin ise tarikatta hâdi olmalarındandır.
Tevrat ve İncil insanlığı Kur’an’a götürmüştür. Kur’an da insanlığı bugünkü uygarlığa ulaştırmıştır. Sosyalistler (ve komünistler) bunlarsız insanlığı saadete ulaştıracaklarını denemişler ama 70 sene sonra bunlara teslim olmuşlardır. Anlamışlardır ki dinlere karşı olarak saadete gitmek mümkün değildir.
Bu hususta ilk adımı Erbakan İzmir’de (Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda) verdiği “İlim ve İslâm” adlı konferansla ateşlemiştir. Sonra solcularla işbirliği yaparak Bülent Ecevit’i (yani CHP’yi) din düşmanı olmaktan çıkarmıştır. CHP-MSP koalisyonunun başarısı o zaman Bursa’da sürgünde bulunan Humeyni’yi etkilemiş, o da İran’daki solcularla işbirliği yaparak İran inkılâbını gerçekleştirmiştir. Gorbaçov İran’dan etkilenerek sosyalizmi din düşmanlığından çıkarmıştır. Ondan sonra da dünyadaki sosyalistler din düşmanlığını bırakarak iktidar olmuşlardır.
İşte şimdi Tevrat ve İncil’in hidayet ve nurundan yararlanma zamanıdır. Bunun öncülüğünü de Papalık yapacak, Kur’an’ın öğrettiği “Adil Düzen”i değerlendirerek insanlığı barışa kavuşturacaklardır.

(Va MuÖadDıQan LiMAy BaYNa YaDaYHi MiNa elTaVRAvTı)
“Ve önceki Tevrat’tan olanları musaddık olarak.”
“Musaddık” ism-i faildir. Tasdik masdarının ism-i failidir. Doğrulayıcı yahut onaylayıcı manâlarına gelir. Bundan önce aynı kelimeler Hazreti İsa için söylenmiştir. Yani Hazreti İsa Tevrat’ı musaddıktır, Hazreti İsa peygamber olarak Tevrat’ı musaddıktır.
“Tevrat” bir şeriat kitabıdır. Ne var ki Hz. Davut aleyhisselâmın uygulamalarından sonra Hz. Süleyman peygamber de ölünce Yahudi devleti ikiye ayrılmıştır; İsrail ve Yahuda. Sonra ikisi de yıkılmış ve Yahudiler Babilliler tarafından sürgüne gönderilmiştir. Bunlar orada tekrar birleşerek ortak Tevrat’ı oluşturdular. Ondan sonra yurtlarına dönmelerine izin verilmiş ama devlet kuramamışlardır. Sonra Roma İmparatorluğu buraları işgal edince tüm varlıklarını yitirmişlerdir. Roma Hukuku doğmuş, Tevrat unutulur olmuştur. Hazreti İsa’nın gelmesiyle Hıristiyanlık Roma’nın dini olmuş ve Tevrat yeniden insanlığa ulaşmıştır.
Bugünkü Hıristiyanlar mukaddes kitapları birlikte basarlar. Yani Tevrat yeniden insanlığın mukaddes kitabı olmuştur. Burada Hazreti İsa’nın rolü vardır. Yazılı eser olarak Hıristiyanlar Tevrat’ı muhafaza etmektedir. Burada Hazreti İsa musaddıktır. Ayrıca İncil’in içindeki hükümler de Tevrat’ın musaddıkıdır. O halde Hazreti İsa lafızlarını musaddıktır, İncil ise Tevrat’ın manâsının musaddıkıdır. Bundan dolayı tekrar edilmiştir ve nekre olarak getirilmiştir.
İncil ve Tevrat bugün tahrif edilmiş haldedirler ama mevcutturlar ve tüm dünyaya yayılmıştırlar. Kur’an nâzil olduktan sonra ne Tevrat’ta ne de İncil’de herhangi bir tahrifat olmamıştır. Milattan Sonra dördüncü asırda Hıristiyanlar tarafından kabul edilen Tevrat ve onlar tarafından yazılı hâle getirilen dört İncil bugün yeryüzünde bir Kitab-ı Mukaddes olarak elimizde mevcuttur. İncil Tevrat’ın manâlarını düzelterek korumaktadır. Kur’an da her ikisinin manâlarını düzelterek korumaktadır.

(Va HuDan Va MaVGıJaTan)
“Hidayet ve mev’ıza olmak üzere.”
İncil’in hidayet ve nur olduğu yukarıda belirtildi. Orada yorum yaparken ikisinin bir şeyi ifade ettiğini belirtmiştik. Burada “Hüden” kelimesi “Mev’ıza” ile getirilmiştir. “Ve hüden” kelimesi tekrar edilmiş ve nekre olarak getirilmiştir.
“Armut ve elma yüklü arabayı gönderdim, yarın da armut ve şeftali yüklü arabayı göndereceğim” dediğiniz zaman, iki ayrı arabadan ve iki ayrı armuttan bahsettiğiniz için ikisini de nekre yaparsınız ve izhar edersiniz, zamir göndermezsiniz. Çünkü aynı armut değildir. Marife de yapmazsınız.
Demek ki İncil öyle bir kitaptır ki içinde hidayet ve nur vardır, ayrıca hidayet ve mev’ıza vardır. Hidayet kelimesi nekre olduğuna göre nur ile beraber olan hidayet başka, mev’ıza ile olan hidayet başkadır.
“Hidayet”in iki manâsı vardır. Biri göstermek biri ise götürmektir.
Göstermede siz götürmezsiniz, sadece ona nasıl gideceğini öğretirsiniz. Sonra isterse gider isterse gitmez, orası onun bileceği iştir. Kur’an işte bu anlamda hidayettir.
Hidayetin ikinci manâsı ise götürmektir. Önlerine düşersiniz, onlar da arkanızdan gelir, siz onları istenen yere ulaştırırsınız. Kur’an bu anlamda mü’minlere hidayettir.
Birinci anlamda hidayet nur ile beraber getirilmiştir.
İkinci anlamdaki hidayet ise mev’ıza ile getirilmiştir.
Hazreti İsa insanları hidayete götürmüştür, İncil ise hidayeti insanlığa göstermektedir.
Bu açıklamadan sonra nur kelimesi ile mev’ıza kelimesini karşılaştırmamız gerekir.
“Vea’de” (dal) yağmur yüklü bulut anlamına gelir. Gelecek yağmuru haber vermesinden “va’d” etmek, bir şeyi yapacağına söz vermek anlamında kullanılmıştır. (ze) ile üstü kapalı anlatmak, dolaylı anlatmak, işaretle anlatmak, önermek anlamlarında kullanılmaktadır. “zı” ile nasihat etmek, öğüt vermek, va’d etmek anlamlarına gelir. “Nezr” ileride olacak kötülükleri haber vermek, “va’z” ile gelecekte olacak iyilikleri haber vermek anlamına gelir.” Akevler.
“Hidayettir.” Doğru yolu göstermektedir. O yoldan gidildiği zaman nerelere varılacağını da bildirmektedir. O halde “nurdur” demek o anda çevreyi gösterir, “mev’ızadır” demek ileride ne olacağını anlatır demektir.
Peygamberler gaybı bilmezler. Onlar ancak kendi hayatlarında olacakları bilebilirler. Onlara indirilen kitaplar ise gaybı haber verirler, ileride ne olacağını haber verirler. Mesela Tevrat’ta deniyor ki; senin kardeş kavminden bir resul gelecektir. Kardeş dediği Hz. İsmail’in neslinden bir resul gelecektir deniyor. Tevrat’ta Hz. İsmail Kur’an’da anlatıldığı gibi anlatılıyor. Faran dağlarında yerleştirildiği bildiriliyor. Yani sıcak dağlarda yerleştiriliyor. Sonra Hazreti Muhammed orada ortaya çıkıyor. İşte bu gaybdan haber vermedir. Tevrat’ın ilâhi kitap olduğunu ispatlayan bir ifadedir. İşte bu mev’ızadır. Nur o anı aydınlatır. Mev’ıza ileride olacakları haber verir, iyi haberleri verir.

(liLMutTaQıYN)
“Muttakiler için”
Muttakiler için hidayet ve nurdur. Eğer ikisini bir isim olarak alırsak o zaman buradaki “Lam” ikisinin müstakar zarfı olur. Ayrı ayrı anlarsak yalnız muttakiler için mev’ıza olur. Biz ikisini birlikte alıyoruz, çünkü bundan önce geçen hidayet ve nur kelimelerine karşı getirilmiştir. Öyleyse “Lam” ikisine birden gitmektedir.
Arapça kuralları bilmeden tefsir yapmak imkansızdır.
Oysa Selçuklular ve Osmanlılar grameri okumuşlar ama Kur’an’a uygulamamışlar, sadece eski müfessirlerin tefsirleri ile yetinmişlerdir.
Biz ise Adil düzen Çalışanları olarak sıfırdan başladık. Arapçayı bilgisayara geçiriyoruz. Şimdi de yorumlayarak uyguluyoruz.
“İttika” “vikaye”den gelen kelimedir. “Vika” kelimesi “kaya” kelimesine akrabadır. Yol kenarlarında yağmurdan, fırtınadan ve canavarlardan korunmak için taşları üst üste yığarak kulübe yaparlar. Buna “vika” denmektedir. Korunmak için oraya girme “ittika”dır.
“Via” torba gibi yumuşak kaptır. “Vika” ise sandık gibi katı kaptır. Eve girmek de ittikadır. Kentte güvenli yere girme de ittikadır. Şeriatın olduğu alanda herkes kurallarla hareket eder, herkes güvendedir. O halde şeriata girme ittika etme demektir. İftial bâbı mutavaat içindir. Yani kendini korumak isteyenler ittika edenlerdir. Bunlar mev’ızadır.
Yani biz İncil’i okuduğumuz zaman şöyle yaparız.
1- Önce orada yazılanlardan kastedilen nedir, onu anlamaya çalışırız.
2- Sonra orada Allah’ın işaret ettikleri vardır. Bir de sonra onu anlayanların, tercüme edenlerin irade ettikleri vardır. İçinden Allah’ın irade ettiklerini seçmeye çalışırız.
3- Ondan sonra orada bulacağımız hidayet ve mev’ıza ile Kur’an’ı doğru anlamaya çalışırız.
4- Sonra da Kur’an’ı uygularız. Bizim için hidayet ve mev’ıza böyle olur.
“Muttakiler” burada kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Yani ittika eden cemaat denmiş olur. “Lam” cins için gelmiş olur. Böylece ittika eden her topluluk için hidayet ve mev’ızadır. Yani Hıristiyan olsun olmasın her ittika eden topluluk için mev’ızadır.
O halde biz mü’minler de İncil’i okuyup ondan Kur’an’ı doğru anlamamız için yararlanmalıyız. Herkes İncil’i okuyamaz ama birileri İncil’i okuyup Kur’an’la karşılaştırmalı, Kur’an’ın reddettiklerini ayıklamalı, İncil’e uyan kısımlar belirtilmelidir. Sonra da İncil’e göre Kur’an’ın yorumunu veren tefsir oluşturulmalıdır.
Üçüncü bin yıl uygarlığının yapacağı çok şeyler vardır.
Bugün nasıl Bediüzzaman’ın arkasından gidenler tüm dünyaya yayılmış ve zengin olmuşlarsa, yarın Adil Düzen çalışanları için de bu mukadderdir. Neler yapacaklarını açıkça ifade edersek o imkanlarını o gün onlar kullanırlar. Bugün Nur şakirtleri eğer bir şey yapamıyorlarsa, bunun sebebi Bediüzzaman onlara nereye gideceklerini göstermiş ama nasıl gideceklerini, neler yapacaklarını anlatamamış olması nedeniyledir. Sadece büyüyorlar ama bir hamle yapamıyorlar. Millî Görüşçüler için de aynı şeyler söylenebilir.
***

(Va eLYaXKUM EaHLu eLEiNCIyLı)
“İncil ehli hükmetsin.”
“Hükmetme” içtihat yapma demektir, bir şey hakkında karar alma demektir.
“Hakem” ata takılan yuların ağzına verilen demir parçasıdır, onunla atı sağa sola yönlendirirsin. Başka bir ifade ile direksiyon demektir. Direksiyonla arabayı istediğin istikamete götürürsün. Hükmeden istediği yöne götürür. İnsan kendisini içtihatları ile istediği yöne götürmüş olur.
“Ehl-i İncil” izhar edilmiştir. “Velyahkümû” denebilirdi. Burada izhar edilmesinin sebebi, burada kastedilen şimdiki İncil ehlidir. Bu tahrif edilmiş İncil’i benimseyen İncil ehlidir. Oysa asıl İncil’in ehli ise şimdilik ortada yoktur. Olsa bile hitap edilen asıl İncil sahibi olanlar değil de Pavlusçu İncil ehlidir. Emir onlaradır. O sebeple izhar edilmiştir.
Bu izharın başka sebebi de muttakiler İncil ile hükmetsinler şeklinde değildir. Muttakiler İncil’den yararlanırlar ama İncil’le hükmetmezler, onlar Kur’an’la hükmederler. Bu sebeple sadece İncil ehli böyle hükmetsin denmiştir.

(BiMAv EaNZaLa elLAHu FIyHi)
“Allah’ın orada inzâl ettiği ile”
İncil ehli Allah’ın İncil’de inzâl ettiği ile hükmetsin.
Kur’an’da; İncil ehli İncil’de olanlarla hükmetsin emri yalnız burada vardır. Tevrat için böyle ifade edilmemiştir. İncil ehline Allah’ın inzâl ettikleri ile hükmetmeleri hatırlatılmıştır. İncil tahrif edilmiş, Pavlus İncil’ine döndürülmüştür.
Bugün Papalık da çok iyi bilmektedir ki Hz. İsa’nın İncil’i ile Pavlus’un İncil’i başka başkadır, Hz. İsa’nın Hıristiyanlığı ile Pavlus’un Hıristiyanlığı farklıdır. Yine Papalık çok iyi bilmektedir ki bugün Hıristiyanların kabul ettikleri Hıristiyanlık Pavlus’un Hıristiyanlığıdır.
Pavlus Romalıları Hıristiyanlaştırmak için İncil’de tahribat yapmıştır. O zaman öyle gerekiyordu. Allah da izin verdi. Ama şimdi gerçek Hz. İsa’ya ve gerçek İncil’e dönme zamanıdır. Yani onlara diyor ki; artık Allah’ın İncil’de inzâl ettikleriyle hükmedin.
Bunun için neler yapacaklar?
- Papalık resmen ilan edecektir. Bizim için yalnız dört İncil değil bütün İnciller muteberdir. Bütün Hıristiyanlar ve manastırlar, kiliselerin ellerinde ne varsa getirsinler. Değerlendirelim…
- İznik Konsülü gibi konsül oluşturulmalıdır. Buna Papa başkanlık etmelidir. İstişareden sonra Papa karar vermelidir. Bir ilim adamı olan Papa’nın bunu çok iyi bir şekilde başaracağına kaniyim. Bu konsülde bütün Hıristiyan mezhepleri temsil edilmelidir. Ayrıca diğer din ve mezhep temsilcileri de görüşleri alınmak üzere hazır bulunmalıdır.
- Kur’an’a ve müsbet ilme uymayan her şey tevil edilmelidir. Eski İncillerde olmayan hiçbir şey bu İncil’de yer almamalıdır. Ancak bazı kelimelerde değişiklik yapılabilir; “Baba” yerine “Rab” alınabilir, “oğul” yerine “nebi” denebilir.
- Eski İncillerin hiçbirisi reddedilmemeli ve yok edilmemeli, hepsi İncil Külliyatı olarak muhafaza edilmelidir. Dört İncil gibi yüz İncil de olabilir.
İşte, Hıristiyanlığın yüklendiği nur ve hidayetle Hıristiyanlık “Adil Düzen”de böyle yer almalıdır. Bu İncil bundan sonra gelecek bin yılların İncil’i olmayacak, sadece III. bin yıl İncil’inin bir tercümesi olacaktır. IV. bin yıla gidilirken, o zamanın âlimleri İncilleri yeniden ele alacaklar ve o günkü ilmî veriler içinde İncil’i yeniden yorumlayacaklardır. Böylece ilâhi vahyin metnine asla bir beşerin katkısı olmayacaktır, sadece yorumlayacaklardır.
Bu sistem yalnız İncil için değil, tüm ilâhi kitaplar için uygulanmalıdır.
Yeni uygarlık ilâhi kitapların yeniden yorumlanması ile doğacaktır.
Yuhanna 7
İsa, Mesih midir?
25Kudüslülerin bazıları, «Öldürmek istedikleri adam bu değil mi?» diyorlardı. 26«Bakın, açıkça konuşuyor, O'na bir şey demiyorlar. Yoksa önderler O'nun Mesih olduğunu gerçekten kabul ettiler mi? 27Ama biz bu adamın nereden geldiğini biliyoruz. Oysa Mesih geldiği zaman O'nun nereden geldiğini kimse bilmeyecek.»
28O sırada tapınakta ders veren İsa yüksek sesle şöyle dedi: «Hem beni tanıyorsunuz, hem de nereden olduğumu biliyorsunuz! Ben kendiliğimden gelmedim. Beni gönderen gerçektir. O'nu siz tanımıyorsunuz. 29Ben O'nu tanırım. Çünkü ben O'ndanım, beni O gönderdi.»
30Bunun üzerine O'nu yakalamak istediler, ama kimse O'na el sürmedi. Çünkü O'nun saati henüz gelmemişti. 31Halktan birçok kişi ise O'na iman etti. «Mesih gelince, bunun yaptıklarından daha mı çok mucize yapacak?» diyorlardı.
32Ferisiler halkın İsa hakkında böyle fısıldaştığını duydular. Baş kâhinler ve Ferisiler O'nu yakalamak için görevliler gönderdiler.
33İsa, «Kısa bir süre daha sizinleyim» dedi, «sonra beni gönderene gideceğim. 34Beni arayacaksınız, ama bulamayacaksınız. Ve benim bulunduğum yere siz gelemezsiniz.»
35Bunun üzerine Yahudiler birbirlerine, «Bu adam nereye gidecek de biz O'nu bulamayacağız?» dediler. «Yoksa Grekler arasında dağılmış olanlara gidip Greklere mi ders verecek? 36`Beni arayacaksınız, ama bulamayacaksınız. Ve benim bulunduğum yere siz gelemezsiniz' diyor. Ne demek istiyor?»
37Bayramın son ve en önemli günü İsa ayağa kalktı, yüksek sesle şöyle dedi: «Bir kimse susamışsa bana gelsin, içsin. 38Kutsal Yazı'da dendiği gibi, bana iman edenin `içinden diri su ırmakları akacaktır.'»
39Bunu, kendisine iman edenlerin alacağı Ruh'la ilgili olarak söylüyordu. Ruh henüz verilmemişti. Çünkü İsa henüz yüceltilmemişti. 40Halktan bazıları bu sözleri işitince, «Gerçekten beklediğimiz peygamber budur» dediler.
41Bazıları da, «Bu Mesih'tir» diyorlardı.
Başkaları ise, «Olamaz! Mesih Celile'den mi gelecek?» dediler. 42«Kutsal Yazı'da, `Mesih, Davut'un soyundan, Davut'un yaşadığı Beytlehem köyünden gelecek' denmemiş midir?»
43Böylece İsa'dan dolayı halk arasında ayrılık doğdu. 44Bazıları O'nu yakalamak istedilerse de, kimse O'na el sürmedi.
Yahudi önderlerin imansızlığı
45Görevliler geri dönünce, baş kâhinlerle Ferisiler, «Niçin O'nu getirmediniz?» diye sordular.
46Görevliler, «Hiç kimse hiçbir zaman bu adamın konuştuğu gibi konuşmamıştır» karşılığını verdiler.
47Ferisiler, «Yoksa siz de mi aldandınız?» dediler. 48«Önderlerden ya da Ferisilerden O'na iman eden oldu mu hiç? 49Kutsal Yasa'yı bilmeyen bu halk lanetlidir.»
50-51İçlerinden biri, daha önce İsa'ya gelmiş olan Nikodim, onlara şöyle dedi: «Yasamıza göre, bir adamı dinlemeden, ne yaptığını öğrenmeden onu yargılamak doğru mu?»
52Ona, «Yoksa sen de mi Celile'densin?» diye karşılık verdiler. «Araştır, bak, Celile'den peygamber çıkmaz.»
53Bundan sonra herkes evine gitti.
İncil’de bu anlatılanlar, onu katletmediler onu selb etmediler âyetiyle tam beraberlik göstermektedir. O halde asıldı, gömüldü, dirildi âyetleri buna göre yorumlanmalıdır.

(Va MaN LaM YaXKuM Bi MAv EaNZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiği ile kim hükmetmezse.”
Bu ifade Kur’an’da yalnız bu sûrede üç yerde geçmektedir.
- Biri mü’minler için;
- Diğeri Tevrat ehli için;
- Diğeri de Hıristiyanlar için zikredilmektedir.
Cevapları farklıdır.
Her üçünde de “Fe” değil de “Ve” olarak geçmektedir.
Evet, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen mü’minler, Yahudiler ve Hıristiyanlar günah işlemiş olurlar. Diğerleri ise bunlara kıyas edilecektir. Bu durumda olanlar için bu hükümler geçerli olacaktır. “Fe” ile getirilseydi her üçü de hem kâfir hem fasık hem zalim olurlardı. Oysa “Ve” ile getirildiğinde hepsinin birden olması gerekmez. Kafir, fasık, zalim, kafir+fasık, kafir+zalim, fasık+zalim, kafir+fasık+zalim şeklinde yedi çeşidi de olabilir.
“Allah”ı topluluk olarak alırsak, yapılan kanunlar Allah’ın inzâli olmuş olur. Kanunlara göre hükmetmeyenler için söylenmiş olabilir.
O zaman dört türlü kanun yapılma şekli vardır.
- Birincisi meclisin kanun yapması.
- İkincisi ise yöneticilerin kendi içtihatlarıyla kurallar koyması.
- Üçüncüsü, yöneticilerin kanunlar çerçevesi içinde kurallar koymasıdır. Bu mü’minlerin usulüdür.
- Dördüncüsü ise halkın kendi kendilerine kural koyarak yaşamalarıdır. Bu da Hıristiyanlığa aittir.

(Fa EuLAvEiKa HuMu eLFaSiQUvNa)
“Onlar fasıktırlar.”
Aynı şart cümlesine farklı hüküm cümlesi getirmiştir. Birincisine “kâfirdir”, ikincisine “zalimdir”, üçüncünse de “fasıktır” kelimeleri getirilmiştir.
Bu üç kelimeyi manâları karşılaştırarak yorumlamamız gerekmektedir.
Kâfirin İslâm hukukundaki yeri hukukun onu korumamasıdır. Mü’min yargıçlar hükmeder de yanlış hükmettikleri için zulme uğrasalar, diyelim ki yanlış karar aldığı için mağdur onu dövse, mağdur da yanlış karar aldığı için dövdüm dese, hakemler kararın gerçekten alenen yanlış olup olmadığı üzerinde dururlar. Karar veren kesin olarak yanlış karar vermişse, bu hakem kâfir olduğu için hukuk artık onu korumayacaktır. Dövene kısas uygulanmayacaktır. Belki sadece diyet cezası verilecektir. İşte mü’min hakemlere uygulanacak ceza budur.
Tevrat ehline gelinirse, hakemler iken alenen zulmetmişlerse, zulmeden kendi nefsine zulmedeceği için de o hakemlerin verdiği kararlar karar veren hakemlere tazmin ettirilir. Bunlara kısas hükümleri uygulanmaz, ağır tazminat hükümleri uygulanır.
İncil ehli olan hakemler haksız olarak hükmetseler, onlara hafif diyet uygulanır. Çünkü onlar zalim değil sadece fasıktırlar.
O halde hakemleri üç grupta toplayacağız. Mü’min hakemler mutlak surette kitaba göre hükmedeceklerdir, kanunlara göre hükmedeceklerdir. Kendi arzularına göre hükmedemezler. Müslim hakemler ise mevzuata uymakla beraber kendi içtihatları ile hükmederler. Bir de üçüncü tür hakemler vardır. Bunların kararları sadece hafif diyetle tazmin olunur. Taraflar istedikleri hakemleri seçebilirler.
Bunu başka türlü de yorumlayabiliriz.
-İlçe hakemleri sadece hafif diyet öderler.
-Ülke hakemleri ağır diyet öderler.
-İnsanlık hakemleri ise kısasa tâbidirler.
Kur’an üzerinde ne kadar çalışırsak ona göre hükümler ortaya çıkar.
Burada üç çeşit hakemin olduğunu varsayarak hükümler çıkaracaksınız. Bunlar askeri hakimler, sulh hakemleri ve ceza hakemleri olabilir.
Anayasamıza yeni madde ekleyebiliriz.
Madde-x4) Hukuk hakemleri içtihatları ile karar verirler. Hata yapmışlarsa âkileleri diyetlerini öder. Ceza hakemleri kesin olarak sabit olmayanlara ceza verirlerse devlet tazmin eder. Askeri hakemlerin üstü yanıltan kesin yanlış kararları kısasa tâbidir.