MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 30




(EinNAv EaNZaLNAv)
“Biz inzâl ettik.”
Bundan önce “ister hükmet ister i’raz et” demişti. “Tevrat kendilerinde iken senden nasıl hükmetmeni istiyorlar; sonra da verdiğin hükmü kabul etmiyorlar” demişti.
Bunu açmak üzere bu âyet getirilmiştir. Yeni hüküm içermediği için “ve” ile atfedilmemiştir. Birinci cümlenin beyanıdır.
“İnnâ” getirerek isim cümlesi yapılmıştır. Başkası değil biz inzâl ettik demiş oluyor.
Kimileri Tevrat’ı Allah’ın kitabı olarak kabul etmeyip onunla ameli veya hükmetmeyi caiz görmüyorlar. Kur’an ise onu inzâl eden biziz, bizim bütün kitaplarla amel edilmesi gerektiğini söylüyor.
Biz Kur’an’ı bugün bize nâzil olmuş kabul ederek manâlandırıyoruz. Bundan bin sene sonra bu Kur’an’ın işaret ettiği kimseler başkaları olacaktır. İnsanlık döngü içinde yaşadığı için her dönemde benzer kimseler olacaktır.
Peygamberler için “erselnâ” kitaplar içim “enzelnâ” demektedir.
“İnzâl etme” indirme manâsından çok kondurma manâsındadır. Yukarıdan aşağı indirmeden çok onu yerleştirme, onu anlar hâle getirme anlamındadır. Demiri indirdik diyor. Gökten indirdik demiyor. Yani demiri kullanılır hâle getirdik yahut enerji bakımından en alt seviyede yaptık demektir. Her şey demire düşer. Demir 26 numaralı elementtir. Ondan küçük olanlar birleşir enerji verirler demire varırlar. Daha büyük elementler de parçalanarak enerji verirler demire varırlar. “Menzil” ulaşılan yer demektir, yoksa aşağı inilen yer demek değildir. O halde “Biz Kur’an’ı inzâl ettik” deyince gökten indirdik değil de onu insanların beyinlerine yerleştirdik demek olur. “İnzâl” da kullanılır, “Tenzil” de kullanılır. Kur’an için hem inzâl hem de tenzil kullanılır.
“Tevrat’ı inzâl ettik” denmektedir. Başka yerlerde de “Tevrat’ı ve İncil’i inzâl ettik” denmektedir. Yani Tevrat ve İncil birden inzâl edilmiş şeklinde ifade edilmektedir. Oysa Tevrat’ın inzâli Hz. Musa ile başlar, İncil’in inzâli ise Hz. İsa iledir.
Neden bütün Batılıların mukaddes kitaplar dediği kitapları tek inzâl ile ifade etmektedir? Bir yerde muzari sigası ile “Tevrat tenzil olunmadan önce” denmektedir. Tek başına İncil’i inzâl ettik demeyip îtâ ettik denmektedir.
Tevrat şeriat kitabıdır. İncil ise tarikat kitabıdır. Onlar bir bütündür. Dolayısıyla onların nüzulü Kur’an’ın nüzulü gibidir. Zaman itibarı ile parça parçadır ama bütün olarak birer defa nâzil olduğu için inzaldir. Diğer taraftan inzâl olmasının hikmeti onun bir dönem için olmasıdır. Onlardaki hükümler o tarihler için geçerlidir. Değişik dönemlerde değişik manâlar taşıyarak farklı uygarlıklara uygulanamaz.
Oysa Kur’an bir bütündür, yani hem şeriatı hem tarikatı içerir. O bakımdan inzâldir ama her bin yılda yeniden yeni manâlar kazanır, yeni uygarlık oluşturur; o bakımdan da tenzildir. Tevrat için bir yerde tenzilden bahsedilmesi onun yalnız Hz. Musa’ya değil de diğer peygamberlere de nâzil olduğuna işaret etmektedir.

(elTeVRATa)
“Tevrat”
İncil için tek başına inzâl ettik denmemektedir. Oysa Tevrat için burada tek başına onu inzâl ettik denmektedir. Çünkü Tevrat’ın hükümleri İncil tarafından da kabul edilmiştir. Tevrat hüküm itibariyle bağımsızdır. Oysa İncil hüküm itibariyle bağımsız değildir. Onlar şeriat olarak Tevrat’ı veya Kur’an’ı uygulayacaklardır. İncil’de Tevrat’ın hak olduğu ve uygulanması gerektiği yazılıdır. Bunun yanında kendisinden sonra bir peygamberin geleceği ve dünyanın merkezine hükmedileceği yazılıdır.
Kur’an’ı doğru anlayabilmemiz için İslâm âlimleri artık işbölümü yapıp öğrenmeye koyulmalıdırlar...
Diyanet mensuplarına değişik diller öğretilmelidir. Bir dil öğrenen imam veya vaize derece verilmelidir, ünvan verilmelidir...
Ondan sonra da o dilden Türkçeye tercümeler yapılmalıdır. Devlet sahife başına bir bedel ödemelidir. Bundan başka bu tercüme edilen kitaplar internetin özel sitesinde yayınlanmalıdır...
Gugıl (Google) gibi bir web-sitemiz olmalıdır...
Tevrat, İncil, Vedalar, Avestalar, Kur’an, Yunan ve Hint klasiklerini araştıran bir akademi kurmalıyız. Herkes ayrı ayrı okumalı ve Kur’an’la karşılaştırmalıdır. Ondan sonra Kur’an o bilgilere göre yorumlanmalıdır…

(FIyHAv HuDan Va NUvRun)
“Onun içinde hidayet ve nur vardır.”
Kur’an’da hidayet ve nur vardır ifadesini yalnız İncil ve Tevrat için getirmektedir. Kur’an için birlikte bu ifade zikredilmemektedir. İncil’de ayrı Tevrat’ta ayrı yerde ifade edilmektedir. O halde Tevrat’ın hidayeti ve nuru başka, İncil’in hidayeti ve nuru başkadır. Biri şeriatla ilgili nur ve hidayettir. Diğeri ise minhacla ilgili nur ve hidayettir. Birinde devletçe teyit edilmiş düzen vardır. Diğerinde ise devletçe teyid edilmemiş, müeyyidesi ilâhi ve uhrevi olan nizam vardır. Eğer Kur’an için de bu ifadeyi zikretmiş olsaydı Kur’an da ayrı bir şey olurdu. Kuran ise bunların ikisini içermektedir. Kur’an nuru bunlardan usul olarak farklıdır. İçtihat ve icmaları içerir. Ama füru yani fıkıh Tevrat’ın ve İncil’in fıkhıdır.
Burada İncil’den bahsettiği yerde hidayet ve nur birbirine atfedilmiştir. Hidayet başka, nur başka olarak zikredilmiştir. Ancak “ve” harfi ile bağlanarak bunların ancak birlikte işe yarayacağı anlamına gelmektedir.
Hidayet nedir?
Nur nedir?
“Hidayet” yol gösterme veya yola götürmedir. Kılavuzluk etmedir. Rehberlik etmedir.
Kitap insan değildir ki rehberlik etsin, hidayete erdirsin. Kitap eğer Allah’ın kitabı ise o rehberlik eder. Şöyle ki, onu okuyan kimse Allah’ın kelamını okumaktadır. O ölü kitap değildir. Diğer kitaplardan farkı budur. Çünkü Allah o kitapların mütekellimidir. Şimdi söylemektedir. Siz Tevrat’ı, İncil’i, Vedaları okuduğunuz zaman onlarda bir yaşlanma, bir eskilik bulamazsınız. Tahrif edilmiş yerlerin bozuklukları beyninizi tırmalar ama siz onları atacaksınız. Yeniden o kitabı okumaya başlayacaksınız. Size birçok yenilikler ve ilerilikler gösterir. Bu bakımdan hidayettir.
Diğer taraftan bu kitaplar sadece sahifede yazılı olarak durmamaktadır. Onları okuyan, onlara sahip çıkan, onları diğer insanlara anlatan mensupları vardır. Bunlar maaşlı din adamları olmayabilirler.
Şimdi ben bunları yazıyorum... Reşat Nuri Erol tarafından okunacak ve yayınlanacak hâle getiriliyor... İstanbul Yenibosna’da okunuyor, son şekli veriliyor ve internete giriyor... Siz internetten indirip okuyorsunuz... Sizin de doğruladığınız manâları alıyorsunuz ve uyguluyorsunuz... Sonra başkalarına ulaştırıyorsunuz...
O halde bu kitaplar kuru kitaplar değildir. Bunlar canlı insanlar üzerinden yaşamaya devam eden manâlardır. İşte bu sebepledir ki Tevrat, İncil, Vedalar ve Kur’an böyle hâdi olan kitaplardır. Bu kitapların dışındaki kitaplar okunur ve kenara itilirler. Sadece okuyucuya bilgi verirler, onlar kişileri faal hâle getirmezler.
Tevrat ikinci olarak nurdur. İncil de böyledir.
“Nur” ışık demektir, aydınlık demektir. Işık çevreyi gösterir ama o hâdi değildir. Çünkü insana şunu yap bunu yap demez. O sadece aydınlatır. Önce aydınlanır, sonra hidayet edilir. Oysa burada önce hidayet sonra aydınlıktan bahsetmektedir. Çünkü bu kitaplar önce insanları Hakka doğru yönlendirir, sizi ona inandırır, sonra hedefe nasıl gidileceğini öğretir.
Yani hidayet Müslim olmaktır, Hakkı aramaktır. Nur ise Hakka yöneldikten sonra onun yolunu aydınlatmadır. İmanda yol gösterme vardır. Tebliğ ulaşmıştır. Peygamberler ve filozoflar hep insanları hidayete götürme şevkini vermeye çalışmışlardır. Nur ise şeriattır, fıkıhtır. Ameli sana yaptırmazlar, ameli aydınlık içinde kendin yaparsın. Bu sebepledir ki mükâfat ve mücazatı vardır. Demek ki Tevrat şeriatı düzenleyen bir kitaptır. İncil ise ahlâkı ve maneviyatı düzenleyen bir kitaptır. Hepsi iman ve amelle ilgilidir.
Burada anlatılan başka bir husus da Hakka giden yolların tek olmadığı, farklı olduğudur. Nasıl Amerika’ya giderken kara, demir, deniz, hava ve özel otolarla gidebildiğin gibi şeriatlar de tarikatlar de çeşitlidir. Hepsi seni Hakka götürür. Nur ve hidayet kelimelerinin nekre olması bunu ifade eder.

(YaXKuMu BiHAv elNaBiyYUuNa)
“Onunla nebiler hükmeder.”
Tevrat’la nebiler hükmeder.
Bizim kabulümüzde nebiler ilmî dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Yani şeriat mezhebi sahibi olanlardır. Her devlette bunlar rasihlerden oluşmaktadır. Bu rasihler ilim sahibi olacaklar, aynı zamanda kendilerine ittiba edilecektir.
Şimdi nebileri bu şekilde anladıktan sonra nebilerin hükmetmesi ne demektir?
Mahkeme üç hâkimden oluşacaktır. Taraflardan biri bir hakem, diğeri bir hakem seçecek, hakemler de başhakemi seçecekler, böylece nebilerden oluşmuş bir mahkeme kurulmuş olacaktır. İşte “nebiyyûn” denmiş olması bunu ifade eder.
“Esselaseti ellezîne hullifu” (Tevbe-118) da üç kişi için kurallı erkek çoğul getirilmektedir.
Kurallı erkek çoğul aslında on kişiden fazla olan cemi kesret için getirilir. Bu şekliyle mânâ verecek olduğunuzda devlet içinde ilmî dayanışma ortaklıkları ondan fazla olacaktır demektir. Hakemler bunlar arasından seçilecek ve hakemlerin kararlarına yine hakemler nezdinde itiraz edilecektir. Aslında tüm hakemler hükmetmiş olmaktadırlar. Çünkü tüm hakemler kararlara karşı dava açma hakkına sahiptirler.

(elLaÜIyNa EaSLaMUv)
“İslâm etmiş kimseler.”
Müslimlerden oluşan nebiler.
“Eslemû” kelimesi üç yerde, “ellezîne eslemû” bir yerde geçmektedir.
(Hucurat-17)
“İslâm ettiler diye sana minnet ediyorlar. İslâm etmenize bana minnet etmeyin de. Aksine sadıklardansanız Allah sizi imana hidayet ettiği için size minnet eder.” diyor.
Burada İslâm’ı iman ile yorumluyor, aynı mânâda olduğunu ifade ediyor. Bunun anlamı şudur. Bir kimsenin mü’min olması için müslim olması gerekir. İslâmiyet aslında imana doğru atılan bir adımdır.
Bu âyeti iyi anlayabilmemiz için mülki kuruluşları gözden geçirelim. 3 bin ile 10 bin nüfuslu topluluklar taşra nüfuslarını kurarlar ve kendi aralarında yaşarlar. Ne var ki güvenliği sağlamak için bir il merkez bucağını oluştururlar. Bu bucakta taşra temsilcileri bulunur. Bunların ilçelere atadıkları hakemler hükmederler. İşte bunlar İslâm olmuş nebilerdir. Bucak halkı isterse bu İslâm olmuş nebileri kendilerine hakem yapar ve kararlarını aldırırlar, isterlerse kendi bucaklarında kendi âlimlerine hakemlik yaptırırlars.
Burada kullanılan “eslemû” kelimesi ilçelerdeki il merkezlerince atanan hakemlerdir. Hakemlere karşı açılacak davalar tüm il ve ilçe hakemlerinden seçilebildiği için ilde görev yapan tüm hakemler birden nebiyyûndurlar. Benzer hakemlik sistemi ülke için de geçerlidir. Devlet merkezinde ve bölgelerde bulunan hakemler İslâm olmuş hakemlerdir. İllerdeki hakemler ise kendi kitaplarına göre hükmeden ve kendilerinden olan hakemler olacaktır. Benzer genelleme insanlık için de söz konusu olabilir.
Şimdi şu sorunun cevabı burada açıkça izah edilmiştir.
İki Yahudi gelip de bizden aralarında hükmetmemizi istediği zaman biz ne yapacağız; Kur’an’a göre mi hükmedeceğiz, yoksa Tevrat’a göre mi hükmedeceğiz?
Kur’an’a göre değil, Tevrat’a göre hükmedeceğiz.
Bugünkü uygulamaya gelelim. Bizler Cumhuriyetin hakemleriyiz. Artvin ilinde bulunan bir kişi bize müracaat ederek hakem olmamızı istedi. Biz ister kabul ederiz ister reddederiz. Kabul ettiğimizi farz edelim. Davalıya başvurup hakemini seçmesini isteriz. O da Artvin’den bir hakem seçebilir yahut o da Türkiye’den hakem seçebilir. Bu hakemlerden biri rasih bir fakihtir. Bir rasih hakemi başhakem yapmak durumundasınız. Böylece müslimlerden oluşmuş bir yargı ortaya çıkmıştır.
Bu yargılamada biz Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını mı, yoksa Artvin ili kanunlarını mı uygulayacağız?
Artvin ili kanunlarını uygulayacağız, çünkü onlar Artvin halkındandır. O sözleşmelerle birbirlerine bağlanmışlardır.
İslâm kadıları bu hususa riayet etmişlerdir. Bu husus icma ile sabittir.
Biz ise buradaki âyette bunun delili ile karşılaşmış bulunuyoruz.
İşte bizim usulümüz budur. Kur’an’a uygun içtihat ve icmaları kabul ediyoruz. Hatalar varsa veya bize uymuyorsa onları Kur’an’a göre düzeltiyoruz. Biz Kur’an’ı onların içtihatlarından daha öne getiriyoruz.

(LilLaÜIyNa HavDUv)
“Hevd etmiş olanlar.”
Daha önce “hâdû” kelimesi “âmenû” kelimesine karşı zikredilmişti, burada ise “eslemû” kelimesine karşı zikredilmiştir.
Biz nöbet tutanları “iman etmiş olarak”, bedel verenleri “hâdû” olarak” göstermiştik.
Yeryüzünde bağımsız iller vardır, bunlar bir devletin ili değildir, insanlığın ilidir. Burada yaşayan halklar kendi güvenliklerini kendileri sağlarlar. Bunlar kıta merkezine bağlı illerdir. Bunlar nöbet tutmadıkları gibi askere de gitmezler. Kendi illerindeki güvenliği kendileri sağlarlar. Kıta merkezlerindeki güvenliği ise insanlık sağlar. Mekke’ye dâhil olduklarında emin olurlar. İşte bunlar ne müslim ne de mü’minlerdir; bunlar hâdûdurlar. Mekke’nin hukuku böyle olduğu gibi Filistin’in hukuku da budur. Yani bağımsız ilde yaşayanlar ne bedel verirler ne de nöbet tutarlar. Kendi güvenliklerini kendi illerinde kendileri sağlar, dış savunmaları ise uluslararası olarak oluşturulan geçici güçler sağlar.
Uluslararası hakem kararlarına uymayanları yola getirmek için birileri çıkar ve bunları tenkil edecek güç oluşturur. Gönüllüler katılır. Hakem kararlarına uymayan gücü imha eder ve ganimetlerini paylaşır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus belirtilmemiştir.
Madde x2– Kıta merkezlerinde bulunan taşra iller bağımsız olup bunlar kendi güvenliklerini kendileri sağlarlar. Sağlayamazlarsa istedikleri devletin ordularını davet edebilirler. Buranın halkı ne ülke askerlik nöbetlerine katılırlar ne de bedel öderler.

(Va elRabBAvNıyYUNa Va eLEaPBARu)
“Ve rebbaniler ve ahbar.
“Rebban” terbiye eden demektir, eğiten demektir. Meslekî dayanışma ortaklıkları sorumluları olarak anlıyoruz. Marife olarak gelmiştir. Her bucağın böyle mesleki dayanışma ortaklıkları vardır. Ayrıca ilde de dayanışma sorumluları vardır. İl ve ilçede bulunanları “nebiler” olarak adlandırmıştır. “Rebban” ve “ahbâr”ı ise ayrıca zikretti.
“Ahbâr” ilim adamlarıdır. “Hıbr” mürekkep demektir. İlk dönemlerde okuma yazmayı yalnız ilim adamları bildikleri için mürekkep manâsında “hıbr” kelimesi kullanılmıştır.
“Rebbân” kelimesi bir defa ayrı olarak geçmekte, orada rabbani olunuz denmektedir. Diğer taraftan iki yerde de ahbar kelimesi beraber zikredilmektedir, İsrail oğullarının yetkililerinden bahsederken bahsetmektedir.
Biz artık “hûd” kelimesini merkez illerdeki halk olarak anlıyoruz.
“Ahbâr” kelimesi iki defa “rabban” iki defa da “ruhban” kelimesi ile geçmektedir. “Ruhban” din adamlarıdır. Burada “rebbân” ile beraber zikretmektedir.
İki türlü hüküm vardır.
Biri kazai hükümlerdir. Bunları hubr sahipleri yani ilim adamları hükmeder, siyaset adamları infaz eder.
Diğeri de dinî hükümlerdir. Rabbanlar hükmeder ve ekonomik uygulamalara tâbi tutulur. Borçlanma ehliyetinden mahrum edilir.
Din adamlarının hükmetme yetkisi yoktur. Onlar sadece vaaz ve nasihat ederler.
Siyaset adamları da kendileri karar vermezler. Sadece hakemlerin verdikleri kararları uygularlar. Onun için burada onlardan bahsedilmiştir. Nebilere atfedilmiştir. Yahut “ellezîne eslemû”ya atıf olabilir. O zaman nebilerin bunlardan oluşacağını ifade etmiş olur. İslâm olan, ahbâr olan ve rebbân olan nebiler şeklinde de yorumlanabilir. İslâm olan nebiler, rebbân ve ahbâr şeklinde yorumlanır.
Bu âyetlerin işaretle delâletleri şudur ki, herkes kendi içtihadı ile yaşayacaktır. İsteyen istediği aşirete katılarak kendi içtihatlarına uygun aşiret içinde yer alacaktır. İsteyen istediği bucakta yaşayacaktır. Çalışma hayatını orada düzenleyecektir. İsteyen istediği ilde yaşayacak ve güvenliğini orada sağlayacaktır. İsteyen istediği devlette yaşayacak ve savunmasını orada yapacaktır.
Merkez bucak ve illerde dolaşmak, yaşamak, iş sahibi olmak izne tâbi olmayacaktır. Buralarda bağımsız il ve bucaklar oluşturulabilecektir. Bağımsız illerin ve bucakların savunmasını ve güvenliğini gönüllü askeri birlikler yaparlar. Hakemlerin kararları ile zalime saldırır ve onu yağmalarlar. Kur’an ehli mü’minlerin görevi yeryüzünün güvenliğini sağlayıp herkesin kendi istediği gibi yaşamasını sağlamaktır. Onların hayat anlayışlarına karışmazlar.
İşte imamet ile meliklik arasındaki fark budur.

(BiMAv iSTaXFıJUv)
“İstihfaz ettikleri ile.”
“İstihfaz” kelimesi bir defa geçmektedir. “Hıfz” etmek korumaktır. Türkçede ezberleme şeklinde anlaşılmaktadır. “Zakire”ye hafıza denmektedir.
“Hıfzetmek” bir şeyi korumaktır.
“Zikretmek” ise bir olayı hatırlamaktır.
“Hıfz” bedenîdir. “Zikr” fikrîdir.
İstif’al bâbı dönüşmeyi ifade etmektedir. Yani bozulduktan, kaybolduktan sonra tekrar yeniden bulma, yeniden yazma demektir.
Gerek Tevrat gerek İncil böyle olmuştur. Bugünkü Tevrat Babil sürgününde toplanıp hatırlananların yazılmasıdır. Eksik ve yanlışlar vardır. Onları düzeltmek ilim adamlarına aittir. Düzelten iki müessese vardır. Biri Kur’an’dır. Yani onların doğrularını ortaya çıkarmakta, yanlışları ayıklamaktadır. Dr. Mete Firidin arkadaşımız “musaddık” kelimesine bu manâyı vermektedir. Diğer doğruları ortaya koyan ise müsbet ilimdir.
Kâinatı Allah yaratmıştır. Beynimizi de O oluşturmuştur.
Müsbet ilimlerde yanlış olmaz; yanlış varsa o müsbet ilim değildir.
Kur’an’da yanlış olmaz; yanlış varsa o bizim anlayışımızdadır.
Demek “istihfaz etmek” yeniden ortaya koymak demektir.

(MiN KiTABi elLAHi)
“Allah’ın kitabından.”
Allah’ın yazılı hükümlerinden.
Burada “minhü” dememiş de kitabı zikretmiştir.
“Min kitabihi” de denmemiş, “Allah’ın kitabı” denmiştir. Yani topluluğun oluşturduğu sözleşmelerden anlamına gelmektedir.
Ne yapacağız?
Dört delile dayanarak içtihatlar yapacağız. Böylece oluşacak içtihat ve icmalarla bucağımızı kuracağız ve biz onunla hükmedeceğiz.
“Kitab” yazılı mushaf değil de hükümleri içeren yazılı kurallardır, yani mevzuattır. Kanunlardır, talimatlardır.
“Allah’ın kitabı” demek topluluğun sözleşmeleri demektir.
Allah’ın istediği her topluluğun kendi yapacağı sözleşmelere göre hükmedeceği ifade edilmiştir. Allah’ın istediği bu sözleşmeleri yaparken bunların Tevrat, İncil, Kur’an ve Furkan’a dayanmasıdır. Bu emir dinîdir. Yani biz mü’minler kimsenin içtihatlarını Tevrat’a dayandırmalarını istemeyiz ama biz kendi bucağımızı kurarken böyle yaparız.

(Va KaNUv GaLaYHi ŞuHaDAEa)
“Ve ona şehitler olunuz”
Buradaki “Hi” zamiri “Mâ”ya gitmektedir, “Mâ”ya şahit oldular, yani onu içtihat ettiler, onda icma ettiler. Açık olarak bize her topluluğun kendi içtihat ve icmaları ile amel edeceğini, hakemlerin ona göre hükmedeceklerini ve yöneticilerin o kararları icra edeceklerini ifade etmektedir.
“Demokrasi” kelimesi Yunancadır, “halk yönetimi” demektir. Onların “halk” dediği aristokratlardır, onların “demokrasi” dediği ekseriyettir. Yunan aristokratları birbirleriyle anlaşamayınca halk onlara itaat etmez olur. Solon’u kanunları yapmak için görevlendirirler. O da ekseriyet sistemini getirir. Böylece aristokratlar aralarında oylayarak siteyi yönetirler.
[Solon (Yunanca: Σόλων), MÖ 640-559'da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir. Orta halli bir aileden gelen Solon, önceleri ticaretle uğraştı. Bu sırada pekçok ülkeyi gezdi. MÖ 612'de Attika'ya yerleşen Solon, Salamis'in zaptı ile neticelenen savaşa iştirak etti. Attika'da büyük karışıklıklara yolaçan tarım krizi sebebiyle idarede görev aldı (594). Kendi adıyla anılan ve eski Yunan döneminin en eski anayasası olan Solon Anayasası'nı hazırladı.]
Bunların anladığı demokrasi halk yönetimi değildi.
Sonra tekel sermaye krallıkları devirmek için temsili demokrasiyi getirdi, aristokratların yerine seçilenleri koydu. Ekseriyet sistemini tatbik etti. Böylece kendi seçtirdiği meclise kararlar aldırdı. Meclis dinlemediği zaman da askerleri harekete geçirdi.
İşte, Allah burada topluluklara diyor ki; kendi yaptığınız kanunlara uyun, kendi yaptığınız mevzuata uyun. Buradaki şehitler müçtehitlerdir. Onlar topluluğun ne istediğine karar vermişlerdir. Onlar Tevrat’ta yazılanın ne olduğuna karar vermişlerdir.
O halde şimdi bir mevzuat nasıl hazırlanır?
- Önce halkın ihtiyaçları tesbit edilir.
- Halkın istekleri de tesbit edilir. Çünkü halka hükmetme yok, halka hizmet etme vardır. Halk küfrü isterse biz zorla onları imana getiremeyiz.
- Ondan sonra müsbet ilimlere uygun olarak uygulama şekilleri ortaya konur.
- Ayrıca İlâhi kitaplardan istidlâl yapılır.
Burada ilim adamları bunları tesbit eden soruşturmacılar gibidir. Kendileri senaryo yazmazlar, olanı tesbit ederler. İşte hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olması budur. Halk nasıl isterse öyle yaşar, hesabını da Allah’a verir.

(Fa Lav TaPŞaVu elNAvSa)
“Nâstan haşyet etmeyin.”
“Haşyet” ve “havf” ikisi de korkmadır, gelecekte olacaklardan çekinmedir.
Arılar ısırmasın diye yüze özel maske takmak havftır, ona yani takılana “hafe” denmektedir. İnce telden örülmüştür. Dışarısı görünür ama arılar gelip ısıramaz. “Haşye” ise kuru ottur. Öyle ki tutarsan elinde kalır. Hışırtı ile ufalanır. Ot biçenler bunu iyi bilirler, sıcaklık düşüp de nemleninceye kadar ota dokunmazlar. Dokunurlarsa ot ellerinde kalır.
İşte, dağılacak ve bozulacak diye korkarsanız bu “haşyet” olur. Bana zarar gelecek diye korkarsanız bu “havf” olur. Haşyet kelimesi ile saygıyı ifade edebiliriz. Birini darıltırım diye korkarsanız bu haşyet olur.
“Haşyet” kelimesini çekinme ile ifade edebiliriz.
Havf korkma ise haşyet de çekinmedir.
“Nâstan haşyet etmeyin” denmektedir.
Bir taraftan “topluluk” Allah’ın halifesi kabul edilmekte ve takdis edilmekte, diğer taraftan halk “nâs” ile ifade edilmekte ve onlardan çekinmememiz gerektiği ifade edilmektedir. Allah’ın halifesi olan “topluluk” ile halktan oluşan “nâs” nasıl ayrılacaktır?
Önce “insan”ı ele alalım. Kişi Allah’ın halifesidir, içtihadını yaparken “O’nun halifesi” olarak içtihat yapmakta, sonra içtihadı ile amel ederken ise “kul” olarak amelini yapmaktadır. İçtihat yapmadığı zaman halifelik vazifesini yapmamaktadır. İçtihadına göre hareket etmediği zaman kulluk vazifesini yapmamaktadır. İçtihat ve icmalar yapan ve ona göre amel eden “halk” Allah’ı temsil etmektedir, Allah adına hareket etmektedir. Sonra onları uygulamayan halk ise “nâs” olmaktadır.
İçtihat ilimle yapılacaktır. Halk bilmedikleri hususlarda âlimlere tâbi olacaktır. Halk ilmî danışmanları seçecektir. Bunların içtihat ve icmaları Allah’ın hilafetidir, bu içtihatların uygulanması ise kulluktur. İşte “nâs” ile kastedilen uygula(ma)yan halktır. Halkın temsilcileri olan âlimlerin içtihatları ve halkın atadığı hakemler ise Allah’ın halifesidir.
“Nâstan haşyet etmeyin” dendiği zaman, halkın ilme ve içtihada dayanmayan heva ve heveslerinden, dedikodularından çekinmeyin demektir; “Bizi onlar seçtiler, o halde onları memnun edecek şekilde içtihatlar yapalım.” demeyin demektir.
Bu sebepledir ki İslâmiyet’te ekseriyet sistemi yoktur, seçilenin de azli yoktur. Bir kimse bir bucağa başkan olunca emekli oluncaya kadar orada başkandır. Bir kimseyi kendine müçtehit seçince artık o senin müçtehidindir. Müçtehit olmak için oradaki yüzde beşten fazla halkın ilmî danışmanı olman gerekir. Ama bir defa olduktan sonra artık o nisbette insanların danışmanı kalma zorunluluğu yoktur.
“Adil Düzen Anayasası”nda bu husus da yer almamıştır.
Madde x3- Bir kimse zakir, fakih veya rasih olduktan sonra onun bu ehliyeti ancak aklî melekelerindeki arızalardan dolayı ve hakemler kararı ile alınabilir.
Bu neyi sağlıyor?
İlim adamları artık nâsın denetiminde değildirler. Onlardan çekinmezler. Hakemlerin azli de caiz değildir. İstikrar bununla sağlanır.

(Va uPŞaVNIy)
“Ve benden haşyet edin.”
Evet, görevliler görevlenmeden önce onları görevlendiren kimselerin görevlendirmeleri ile gelirler. Belli kimselerin biatını alanlar o makama gelirler. Onları oraya halk getirmiş olabilir ama halk onları Allah’ın halifesi olarak getirmiştir. Artık onların azletme yetkisi yoktur. Belki ittifak ederlerse azil caizdir. Göreve gelen göreve getirenlerin değil, topluluğun görevlisidir. Dolayısıyla azil de ancak mahkeme kararı ile olur. Buradaki “Vehşavnî”nin mânâsı budur.
Babalarının çiftliği imiş gibi diploma verip diploma alıyorlar. Biri kopya çekmiş ve sınıfını geçmiş, sonra diploma almış. Sonra da ‘ben o zaman kopya çekmiştim’ diyerek itiraf etse, ondan mühendisliği alamayız. Hattâ bir mühendis ‘ben mühendisliği unuttum, istifa ediyorum’ dese, istifası geçersizdir. Biri profesör oldu mu, başka bir jürinin toplanıp ‘biz hata ettik, yanlış diploma verdik, diplomayı geri alıyoruz’ deme yetkileri yoktur. Çünkü onda ilmin olup olmadığını tesbit etmekle görevlidir, yani onlar yokluğuna değil varlığına şahittir.
Şahitlerin şahadeti de böyledir. Şahitler şehadet etti mi karar verirsiniz. Rücu ederlerse hüküm değişmez, şahitler cezalanır. Çünkü herkes kendi adına değil, halifesi olduğunun adına hareket etmektedir. İnsan yemek yedikten sonra yediklerini ağzından geri çıkaramaz. Ağızdan çıkan söz geriye dönmez.

(Va Lav TaŞTaRUv)
“Ve iştira etmeyin.”
“Şera” bir mal içinden ayrılan iyileri veya kötüleridir. İnsanlar meyve toplayıcılık dönemimde topladıklarından evde tüketeceklerini ayırır, artanı başkalarına verir veya satarlardı. Ayrılan kısma “şera” denmektedir. Genel olarak iyilerin saklanıp kötülerin satılması uygun gibi görünürse de, kötüler para etmediği için kötüleri alıp iyileri satarlar. Bir pazarda satılan mallar içinde satın alacakları ayırma da “şera” olduğu için “şira”nın iki mânâsı vardır; satmak ve almak. “Bey’” ise tokalaşmadır, sözleşmedir, daha geniş mânâsı vardır. Şera satmakla ilgili olduğu halde bey’ ise her türlü anlaşmayla ilgilidir.
Kur’an’da yalnız satmak anlamında kullanılmaktadır. “Bi” harfini bedel olarak getirmektedir. Bey’ kelimesinin ibtiası Kur’an’da yoktur.
“İştira etmeyin” yani satın almayın denmektedir. Satın alınan semeni kalildir. Verilen ise âyetlerimdir. “Haşyet etmeyin” demek, diğer sosyal çıkarlarınız veya çıkarların gideceği korkusu sizi adil hükmetmekten alıkoymasın, düzenin dışına çıkarmasın. Hükmederken kimseden korkmayın, çekinmeyin, menfaatleri de gözetmeyin.

(Bi EAvYAvTIy)
“Âyetlerimi”
“Âyet” yoldaki işaret taşlarıdır, trafik levhalarıdır. Kesinlik ve açıklığı ifade eder.
Kur’an’daki gruplara “sûre” denmektedir. “Sûre” korunmuş, kaleye alınmış demektir. Harf ve kelimeler sayısı ile tamamen değiştirilemez, artırılamaz, eksiltilemez demektir. “Âyet” de şaşmaz delil, kesin delil demektir. Kur’an’daki cümleler veya cümle grubudur. Her âyet ayrı mucizedir. Kur’an hidayettir. Yollardaki ana noktaları gösterir.
“Âyetlerimle satın almayın.” Yani âyetlerimi satmayın demektir. Satışı para elde etmek için yaparsınız. Âyetlerimden para için vazgeçmeyin denmektedir.
Tevrat’tan bahsettikten, onunla hükmedilmesi gerektiğini belirttikten sonra, “âyetlerimi satmayın” demek suretiyle Tevrat’ın da âyetlerden oluştuğunu ifade etmiştir.

(ÇaMaNan QaLIyLan)
“Kalil semene satmayın.”
Allah’ın âyetlerini mal kabul edip parayı satın almayın denmektedir.
“Semen” burada mebi’ olmuştur. Allah’ın âyetleri yalnız kitabın âyetleri değil bütün âyetlerdir. Şimdi bu âyetin bize anlattığı husus şudur.
Biz bir yerde çalışırız. Gayemiz üretimdir. İnsanlığa yarayan şeyleri üretiriz, sonra onları insanlığa satarız. Kazancımızla ihtiyacımız olan şeyleri alırız.
Semen burada araçtır, asıl gaye üretim ve tüketimdir. Kimileri parayı gaye yaparlar, para kazanmak için üretirler. Oysa para eğer karşılığı yoksa bir şey değildir, bir işe yaramaz.
Reel ekonomiyi âyet kabul edersek, finans ekonomisini de semen kabul edersek, Allah bize diyor ki; finans ekonomisi adına reel ekonomiyi feda etmeyin…
Karşılıksız para çıkarmak demek, Allah’ın âyetlerini yani nimetlerini yok şeye satmak demektir. “Semen-i kalil” mağşuş para şeklinde ifade edilmiş olmaktadır. Allah’ın âyetlerini mağşuş para ile satmayın demektir. Ne demek istiyor, nasıl para ile satılacaktır?
Karşılığı olan para ile satın anlamındadır. Allah’ın âyetlerini ucuz para ile satmayalım da çok para ile satalım anlamı çıkar.
Demek ki Allah’ın âyetlerini Kur’an’ın âyetleri şeklinde anladığımız zaman mânâsız bir anlam ortaya çıkar. Oysa Allah’ın âyetleri denince reel değerler anlaşılırsa; o zaman reel değerleri sahte para ile satmayın denmiş olur.
“Semen-i kalil” demek, üstünde yazılı değer taşımayan değer demektir. “10 gram altın” yazdığınızda, içinde yani karşılığında 10 gram olmayan para ile satmayın. Karşılığı olmayan, belli olmayan TL veya dolarla satmayın demektir. Gerçek değerlerle yani hakiki para ile alıp satın demektir.
Başka bir husus da şudur. Para ile satılmayan şeyler vardır. Bir kadının iffeti para ile ölçülemez. O zaman semen-i kalil olmuş olur. Yahut hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizin değeri para ile ölçülmez. Onu para ile satmayın denmiş olmaktadır.
Bazen çok önemli durumlarda adaletten sapılmış olur. O zulüm kararından dolayı elde edilecek yarar daha yararlı bir hakkı alıp götürmüş olur.
Selçuklular İlhanlılara yenilirler. Sultan kaçar. Sivas kadısı İlhanlı hükümdarının ahbabıdır. Uzlaşarak Selçukluları İlhanlıların emrine sokarlar. Böylece Anadolu’nun kılıçtan geçirilmesi önlenir. Burada hak satılmış gibi görünür. Ne var ki İlhanlılar Müslüman olur, daha sonra da yıkılırlar ama Selçuklular varlıklarını sürdürür ve Osmanlılara dönüşürler. İşte bugün biz bu sayede Anadolu’da yaşıyoruz. Buradaki uzlaşma bir çıkar uzlaşması değildir.
O halde uzlaşma yaptığımız zaman kazancımız kaybettiğimizden fazla olmalıdır.
Bugünkü AK Parti’nin iktidarı sömürü tekeli ve Türk ordusu ile uzlaşma sayesinde olmuştur. Buradaki artı ve eksileri hesaplayıp bu yapılmış olanlar değerlendirilmelidir.
Allah’ın âyetlerini ne kadar geniş anlarsak bu âyetin mânâsı o kadar genişlemiş olur.
Allah’ın âyetleri olarak ne anlıyoruz?
Her gerçek Allah’ın âyetidir. Çünkü ne varsa hepsi O’nun varlığına delalet eder, O’nun tekliğine delalet eder. Mesela, Güneş Allah’ın âyetidir, Ay Allah’ın âyetidir, benim parmaklarım Allah’ın âyetidir, gözlerim Allah’ın âyetidir…
Bu âyetleri gerçek değerleri ile değerlendirirseniz onu hakiki değeri ile satmış olursunuz. Onları gerçek değeri dışında değerlendirme ise kalil semenle değiştirmedir.
İnzâl edilen Tevrat’ın lafızları mı mânâsı mıdır?
Biz lafızlarla hükmetmeyeceğiz, inzâl edilen mânâdır. Onun için “mâ ünzile” olarak ifade edilmiş de “ellezî ünzile” denmemiştir. Mânâyı anlama ise farklı farklıdır. Bir cümleyi bugün duyarsınız başka mânâ anlarsınız, yarın başka mânâ anlarsınız.
Ahmet “ben” dediği zaman o sözden kasdın Ahmet olduğunu anlarsınız. Ama bunu Hasan söylerse söylenen söz aynıdır ama mânâsı farklıdır.
Bugün bir şey için “yapacağım” dersin, yaptıktan sonra da “yaptım” deriz. Beş arkadaş iseniz, “biz” dediğiniz zaman beş kişiyi kastetmiş olursunuz. Arkadaşların sayısı değişirse “biz” dört veya sekiz kişiye delalet eder. Sözler aynıdır ama mânâları farklıdır. O halde Tevrat’ta yazılan değişmez ama ondan bizim anladıklarımız her zaman değişir. Bundan dolayı hükmederken böylece o zaman o olaydan anlaşılanı esas alarak hükmedilmelidir.

(Va MaN LaM YaXKuM)
“Ve kim hükmetmezse.”
Buradaki “Men” men-i umumidir. Yani hükmeden kim olursa olsun, ister Müslim ister gayri Müslim, ister kendisine evliya desin ister zalim desin, fark etmez; böylece hükmeden değil de hükmetme esas alınmış olmaktadır.
Buradaki “Ve” harfi nereye atfedilmektedir?
“Allah’ın âyetlerini semen-i kalile iştira etmeyin” dedikten sonra “Ve” harfi ile genel kural getirmektedir. Biz buna vav-ı beyaniye yani açıklama vavı diyoruz. “Fe” harfi ile getirilirse kural nass ile tesbit edilmiş olur. “Ve” ile getirilmişse kıyas yoluyla diğerine teşmil edilmiş olur.
“Hükmetmek” iki şekilde olur. Bir davalı ve davacı gelir ve sizi hakem yaparlar. Siz de onları muhakeme edersiniz, içtihadınıza göre hükmedersiniz. Burada kastedilen hüküm bu hükümdür. Bunun dışında mesela davalı ve davacısı olmayan yahut kendi işlerinizde verdiğiniz kararlar Allah’ın âyetlerine uygun olmayabilir. O husustaki hüküm küfür hükmü olmayabilir. Günah olur ama küfür olmayabilir. Bu sebeple burada “Fe” değil de “Ve” harfi getirilmiştir.

(Bi MAv EaNZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiği ile”
Burada kastedilen Allah’ın insanın beyninde oluşturduğu içtihattır. Delillere dayanarak içtihat yaparken beynine bir kanaat gelir. İşte o kanaat Allah’ın inzâl ettiğidir. Onunla hükmedeceksiniz. Hata etmiş olabilirsiniz. Hatadan sorumlu değilsiniz. Çünkü burada sizin bir kusurunuz yoktur. Herkes delilleri iyi değerlendirmelidir.
Bu deliller nelerdir?
- Müsbet ilimle sabit olan kanunlar delillerin biridir. Bunları deneyerek siz de tahkik edebilirsiniz.
- Başkalarından aldığınız haberlerdir. Size göre yalan söylemeyen bir kişinin aktardığı haber de doğrudur. Yola çıktığınızda adresi birisine sorarsınız, o da size gösterir. Siz ona inanmak zorundasınız. O yanlış bilebilir veya sizi kasden yanlış tarafa yönlendirebilir ama yapacağınız başka bir şey yoktur. Onun sözünü dinleyip ilerleyeceksiniz. Söylenenin yanlış olduğunu anladığınız zaman terk edersiniz.
- İlim adamlarının yani bilenlerin bir konudaki ittifaklarıdır. Genel olarak ilim adamları konularda ihtilaf ederler. Araştırmalara devan eder ve sonunda aynı sonuca varırlar. Buna “icma” diyoruz. İcma da kesin delillerdendir. Buradaki ittifakta araştırmacılar ayrı ayrı çalışarak aynı sonuca varanlardır. On kişiyi görevlendirseniz, şu masanın enini boyunu ölçün deseniz. Her biri ayrı ayrı masanın olduğu yere ölçü almak üzere girip çıksa ve sonuçları bir kâğıda yazsa. Bunları ölçme işi bitmeden onları birbirleriyle görüştürmeseniz. Sonra kâğıtları açsanız ve hepsi aynı ölçüleri verse. İşte o zaman artık o ölçülerden şüpheniz olmaz.
- Delillerin biri de her olaya bir sebep kabul etmedir. Sebepsiz sonuç olmaz. O halde her sonuca bir sebep aramalıyız. Bunu bulduğunuzda, o sebebin olduğu olaylarda aynı sonuçların olacağına hükmedersiniz. Buna “kıyas” denmektedir, “tümevarım” denmektedir. Biz hayatımızı hep bunlara dayandırmaktayız. Pek çok olayların hükümlerini kıyas yoluyla tesbit ederiz.
Bu dört delili esas alıp içtihat etmeyen, sonra da bu içtihada göre hükmetmeyen kimsenin, daha doğrusu kimselerin hükümlerini vermektedir. Yukarıda “men” kelimesini kullanmış, münferiden de olsa bu şekilde hükmetmeyen denmiş olmaktadır.

(Fa EuLAvEiKa HuMu eLKAFİRUVNa)
“Onlar kâfirdirler.”
Burada çoğul kullanılmıştır, yani üç hakem demektir. Tek başına hükmetmeyi yeterli görmemektedir. Adaletin sağlanması böyle sağlanacaktır. Hakemlerden birini taraflardan biri atayacak, diğerini de diğer taraf atayacak; başhakemi de hakemler seçeceklerdir.
İnsan beyni tarafsız düşünemez. Bir şeyi doğru kabul ederek onun doğru olup olmadığını araştırır. Her şey ancak 0 veya 1 ile neticelenir. Bunun için ya doğrudur diyorsunuz ya yanlıştır diyorsunuz. Bunu dediğiniz zaman taraf tutmuş oluyorsunuz. Karşı taraf da başka varsayımlara dayanarak ilerler ve sonunda bir yere varılır. Taraflar bir yere zor varırlar. Başhakem ise bunlar arasında denge oluşturur. Sonunda kararları o verir.
İşte burada hakemler tartışırken yukarıda söylediğimiz delilleri ikame etmelidirler, kararlarını kurallara dayandırmalıdırlar, kararlarını tarafların kendi sözleşmelerine ve şeriatlarına dayandırmalıdırlar. Böyle yapmayan hakemler kâfirdirler.
Hakemlerin kâfir olmaları nedir?
Kendi içtihatları ile değil de dışarıdan telkin ve baskı ile karar verenler Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmeyenlerdir.
Bugünkü yargı sistemi öyle oluşmuştur ki adil karar verme imkânı yoktur. Yıllarca süren mahkemeler artık hâkimlerin kararı olmaktan çıkmakta, sosyal bir olay hâline gelmekte, nâs onu nasıl değerlendirirse karar o olmaktadır. Oysa Allah “nâstan haşyet etmeyin benden haşyet edin” demektedir. Halk bu hususlarda hiçbir zaman adil karar vermez. Yalan haberlere inanır. Merhamet hisleri doğar. Yahut nefret uyanır. Bu durumu yenecek olan adil yargılama sistemidir. Demek ki dış baskılarla veya tesirlerle karar verenler kâfirdirler.
Önce soruşturma adil yapılacaktır. Soruşturmacı sanıkların ve tanıkların yanlarına gidecek, onlarla şifahi sohbet ederek bilgi toplayacak ve bunları kaydedecektir. Sonra gerekli gördüğü kimselere mektup göndererek onlardan yazılı cevap isteyecektir. Gerekli gördüğü yerlerde bilirkişilere başvuracaktır. Gerekli gördüğü yerde adli tıp raporları isteyecektir. Bu araştırma sonunda rapor yazıp belgeleri kendisinde saklamak üzere kanaatini hakemlere bildirecektir. Hakemler soruşturma dosyasını inceleyeceklerdir. Gerekli görürlerse belgeleri ve raporları göreceklerdir. Soruşturmayı yeterli görürlerse şahitliklerini kabul edeceklerdir.
Ondan sonra hakemler duruşma yapıp olayı resmen tesbit edeceklerdir. Olayın hükmü üzerinde de hakemler gerekli tartışmayı yapmış ve sonuca varmış olacaklardır. İşte burada yapılanlar sonunda kanaatlerden ibarettir. Burada kanaat dış tesir altında kalmadan ve sokaktaki insanlardan korkmadan, çekinmeden, bir çıkar beklemeden oluşacak ve ona istinaden karar vereceklerdir.
Bu mekanizmayı çalıştırmayan kimseler kâfirdirler. Bunlar kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşarlar. Biz müdahale etmeyiz ama adil yargılama sistemi olmayanların kararlarını da biz uygulamayız.
İşte bunun anlamı şudur. Eğer bir bucak başkanı adil yargılama sistemi ile yargılandığına karar vermez de yargılamadan şüphe ederse o kararı icra etmez. İsteyen taraf o bucağı terk eder, başka bucağa giderek oradan bucak başkanı aleyhine dava açabilir.
Devletin görevi hakemlerin kararını infaz etmektir. Ne var ki infaz edenin de hakem kararlarına güveninin olması gerekir. Hakem karar verir ama onu infaz eden bulunmaza hakem kararı boşa gider.
Biz şimdi ayrı ayrı yaşamıyoruz, bir arada yaşıyoruz. Eğer topluluktan itilirsek yaşama şansımız yoktur. Topluluk içinde yaşayabilmemiz için de adil bir yargılama sisteminin olması gerekir. Bunu sağlamak amacıyla insanlık devletlere, devletler illere, iller bucaklara bölünmüştür. İlde ilçeler vardır. Orada hakemler ve soruşturmacılar bulunmaktadır. Ayrıca il halkından oluşan siyasi dayanışma ortaklığı vardır, siyasi güç vardır. Adalet burada oluşmaktadır. Bölgede ihtisas mahkemeleri ve ordu vardır. Kıta merkezlerinde üstün hakemler vardır. Böylece insanlık güven içinde varlığını sürdürecektir.
İşte “Adil Düzen” budur.
İnsanlık er veya geç bu düzene ulaşacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92