MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 29




(SamMAvGUvNa Li eLKaÜıBi)
“Yalana kulak verirler.”
Kırgızistan’a gitmiş birkaç yıl kalmıştım. Oradaki yöneticilerle iş görüşmeleri yaptım. Onlarla bir iş konuştuğunuz zaman işin oluşması ile ilgili bir şey düşünmezler. Tüm düşünceleri nasıl formül uydurarak kendi şahsi çıkarlarını sağlamaktan ibarettir. Bunu tek başlarına yapmazlar, birlikte alenen bunu tartışırlar, sonra kararlara onları yazarlar. İyi bürokratlar bu yağmalama formülünü bulan kişilerdir. Olaylara göre karar vermezler, olayları maddelere uydurup istedikleri kararı alırlar. Defterleri yazarken yazılanların gerçeklerle alakası yoktur. Kanunlara uydurup vergi kaçırabilen muhasip iyi muhasiptir. Birbirlerinin mallarını çalmazlar ama kamuya ait bir şeyi veya sizin mallarınızı afiyetle paylaşırlar. İyi yalan söyleyebilen başarılı bir arkadaştır.
Sovyetlerdeki bu durumu gördüğümde bunu sosyalizmin bir sonucu olarak sanmıştım.
Oysa Türkiye’de de durum Kırgızistan’dan farksızdır. Bütçenin dörtte birini Maliye Bakanlığı harcamaktadır. Bir o kadar personel de muhasip ve serbest meslek mensubu olarak faaliyettedir. Türkiye’de gerçek hayata uygun olarak yazılmış tek defter bulamazsınız. Bir tek bizim arkadaşımız Prof. Ahmet T. Satoğlu gibi saflar vardır; bunlar gelirlerini-giderlerini tam yazar ve vergilerini tam öderler ama zor geçinirler. Bunların sayısı binde bir midir, on binde bir midir, bilemem. İzmir’de tanıdığımız Severler vardı, ticaret yaparlardı, tüm gelir ve giderlerini yazarlardı ama onlar bir müddet sonra yok oldular, sanırım.
Devlet düzeni adeta yalanlar üzerine kurulmuştur.
Kırgızistan’da daha acayip yalana da şahit oldum. Bakarsınız biri bir hafta gelmez. Geldiği zaman bir yalan söylemesi gerekir. Bunlardan biri hiç alakası olmayan bir yalan uydurdu, ‘kayınpederim öldü, cenazesi ile meşgul oldum’ dedi. Öğrendim ki kayınpederi senelerce önce ölmüştür. Sorduğumda, ‘ölümünün seneyi devriyesi idi’ dedi! Bunu diyen arkadaş üniversite hocasıdır. Biz sadece arkadaştık, ders yapıyorduk. Bana bu yalanları söylemesi gerekmezdi. Ama iyi yalan söyleme sanatına o kadar alışmıştı ki, alışkanlık sebebiyle bunu herkese uyguluyordu.
Bugün yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada her şey yalana dayanmaktadır.
‘Demokrasi var’ diyorlar, sonra ‘ekseriyet kararı’ diyorlar, ondan sonra parası olan zorla oy kullandırıyor. Size bir gerçeği söylemek isterim. Yeryüzünde en ileri demokrasi Türkiye’de vardır. Diğer ülkelerde (mesela ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) iki parti sermayenin partileri olarak vardır, ikisinin yöneticilerini de sermaye atıyor, halka da ‘istediğine oy ver’ diyor! Türkiye’de ise atanmamış parti başkanları gelebiliyor.

(EakKAvLUvNa Li elSuXTi)
“Suhtu ekl edenler.”
Burada “semmâûn” kelimesi de “ekkalûn” kelimesi de mübalağalı ism-i fail olarak getirilmiştir. Aralarında “ve” harfi eklenmemiştir. Yani ikinci ifade birincinin bedelidir. Bir şeyin ayrı ayrı iki ifadesidir. “Kizb” yalan demektir. “Semmâ’” da dikkatlice dinlemektir.
Eklinin suhtu ne demektir? Çokça karın doyururlar mı demektir?
“Ekl” kelimesinden kasıt nedir? Sonra “Suht” ne demektir?
Yorum yaparken “semmâ’” ile “ekkâl” kelimelerini karşılaştırmamız gerekir, “kezib” ile “suht” kelimelerini karşılaştırmamız gerekir.
İnsanın dışarıdan aldığı iki şey vardır.
Biri maddedir, besindir, ısıdır, bununla beden yapısını oluşturur.
Diğeri ise dışarıdan duyduğu sesler, okuduğu kitaplar, seyrettiği filmlerdir.
Bunların bedene bir yararları yoktur. Bunlar beyne gelir, ondan sonra da ruha gider. Bunlar da ruhi besinlerdir.
Maddî besinleri elde etme “ekkalûn” olarak ifade edilmiştir.
Manevî besinleri elde etmeye de “semmâûn” denmiştir.
Bunları harfi atıfsız getirerek ikisini birden yaptıklarını ifade etmiştir.
Cumhuriyet gazetesini ele alınız, hattâ Millî Gazete’yi veya Y. Akit gazetesini ele alınız, bile bile yalan söylemektedirler. Millî Gazete Saadet iktidara geliyor dediği zaman bile bile yalan söylüyor. Okuyucular da zevkle onu okuyorlar. Benzerini Cumhuriyet gazetesi de yapıyor. Kur’an burada Cumhuriyet ve Millî Gazete yazarlarını suçlamıyor, bunları okuyanları suçluyor. Cumhuriyet gazetesi öyle yazmasa okuyucu bulamaz. Millî Gazete de öyle yazmasa okuyucu bulamaz. Ne olur? Bizim “Akevler Adil Düzen Dergisi” gibi sadece birkaç yüz okuyucusu olur. Bunları sadece örnek olsun diye verdik.
Peki, halk bu gazeteleri niçin okuyor?
Okuyor, çünkü topluluktaki kişilere meşru olmayan sistem içinde ancak bu şekilde yaşama imkanı veriliyor. Bir cemaate, bir topluluğa dayanmazsanız yaşayamazsınız. Cemaat da yalan üzerine oturmuştur. O yalan sayesinde hayat sürebiliyor.
İşte bu sebepledir ki “ekkalûne”yi bedel olarak getirmiştir. Önce “semmâûn” sonra “ekkalûn” denmiştir. Çünkü yalan üzerine kurulan düzen içinde sahte hayat sürüp gider.
İşte bu iki ifade bugünkü hayatı tam olarak ortaya çıkarmaktadır. Adil Düzen sosyologu bunları alır, inceler ve örnekleri ile anlatır, sonra kitaplaştırır. Bunları bilebilmek zor değil kolaydır. Herhangi bir maliye defterini incelemek, bir muhasibi dinlemekle bunlar belirlenir. Herhangi bir mahkeme dosyası bunların belgeleridir. Kırk seneden beri süren Ali Bülent’lerin (Ali Bülent Dilek ailesinin, sülalesinin 40 yıldan beri sürmekte olan davası kastediliyor) dava dosyasını okuduğunuz zaman her şeyi ile bu yalanı ve suhtu bulursunuz.
Basit olarak her işletmenin defterleri, faturaları, irsaliyeleri yalanlardan ibarettir. Bütün işletmelerin kazançları da suhttur. O defter yazılmazsa iş yapamazsınız. Doğru yazarsanız bir, en çok iki yılda iflas edersiniz. O halde yalanlara kulak vereceksiniz, suhtu ekl edeceksiniz. Bu oradaki insanların kötülüğünden oluşan bir şey değildir. Zulüm düzeni bunları zaruri kılmaktadır.
Türkiye’de 61 parti yaşamaktadır. Büyük partiler bunları beslemekte, gerçek muhalif partilerin oluşmasını önlemektedirler. 61 parti içinde bize uygun parti elbette vardır ama onlar sadece o partilerin hakikileri oluşmasın diye vardır. Başkanları genellikle samimi olur ama örgüt mensupları tamamen satın alınmış kimselerdir.
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile görüşmek istedik (oysa birkaç yıl öncesinde kendisiyle Ankara’daki makamında tam dört saat görüşmüştük, RNE). Tanıştığımız bu kimseyle haber gönderdik. Bizi görüştürmemek için yapmadıkları hakaret kalmadı. Bir müddet sonra da BBP Genel Başkanı’nı öldürdüler. Kim öldürdü? Kendi yanında olanlar!..
Şike yapmayan büyük kulüp olmaz. Anadolu’da yüzlerce kulüp vardır. Buralarda hep büyük kulüplerin adamları yerleşmiştir, iki taraftan da maaş alırlar. Bir dernek kurarsınız, bir dergi çıkarırsınız, hep şikelidir. Görevleri büyük gazeteleri yaşatmak, onlara karşı ciddi rakip çıkarmamaktır. Bir fabrika açarsınız, 100 işçi alırsınız; bunların yarısı rakip firmalardan gelmiştir ve görevleri iki taraftan maaş alıp sizi sabote etmektir. Biz bunları hep yaşadık...
Bu iki ifade bugünkü hayatı çok beliğ şekilde ifade etmektedir.
“Suht” kelimesi üzerinde duralım ve inceleyelim.
Kelimeyi ben de bilmiyorum; bakalım nelerle karşılaşacağız.
“Suht” kelimesi Kur’an’da dört yerde geçer.
Biri burada geçmektedir.
ِ Kezibin semmâı, suhtun ekkali.
İsm ve udvanda müsaraat ve suhtu ekl etmelerinde.
İsmi kavl etmek ve suhtu ekl etmek.
Lisanu’l-Arabda suht kesbinden dolayı haram olandır. Yani usulcülerin domuz eti gibi, liaynihi haram olan değil de çalınmış bir mal gibi, bi gayrihi haram olandır. Seht etmek eti kemiğinden veya dalı kabuğundan parça parça sıyırmak demektir diyor. Buna göre suht, çarpıp çırpılan parça, orada burada koparılanlardır. Yani amel-i salihat içinde düzenli olarak yapılan üretim değil de herkesin parça parça kopardığı şeyler suhttur.
Allah’a kezibi iftira etmeyin sizin derinizi soyar.
Burada da kelimenin parça parça koparmak yani ambalajın dışına çıkarmak olduğu açıkça anlaşılmalıdır.
Bugünkü hayat iki şeye dayanıyor; biri yalan, diğeri kaçakçılık. Vergi kaçakçılığı, mal kaçakçılığı. Bu âyet bunu ifade etmektedir.
Tekel sermaye dünyaya hakim olup tek devlet kurabilmesi için ülkelere çok ağır kanunlar çıkarttırmaktadır. Güya kamunun hakkı korunacak, güya adalet olacak. Ağır mükellefiyetler güya vatandaşı terk etmeye zorlamaktadır. Oysa ağır karar sistemi adaleti işlemez hâle getirmektedir. Bunun sonucu olarak halk ancak yalan söyleyerek yaşar. Siyasetçi yalan söyleyerek iktidar olur. Avukat yalan söyleyerek dava kazanır. Doktor sahte reçete yazar, hasta yine yaşar. Bunlara benzer daha neler de neler…
İşte, helal olmayan kazanç suhttur, faizli para ile alınıp satılan suhttur.
Bundan önceki âyette “semmâûne li’l-kezibi” denmiş, bedel olarak da “semmâûne li kavmin âhar” denmişti. Yalanlar ülke içinde üretilmez, yalanlar dışarıda üretilir. Türk haber ajanslarına gönderilir. Onlar da örnek yazarlara söyletirler. Tüm yazarlar onlara kulak vererek yalan yazarlar ve yalan böylece yayılır.
Mesela; Türkiye yükselse de batmış olabilir, batsa da yükselmiş olur!.. Kıbrıs’ı Erbakan fetheder, Ecevit kahraman olur!.. Saadet Partisi “Adil Düzen”i ortaya koyar; “Adil Düzen”i bozarlar, adını değiştirirler, AK Parti’ye transfer ederler, o güya mucizeler gerçekleştirir ve kahraman olur!..
Bütün bunlar yurt içinde değil, yurt dışında tezgahlanır.
Üçüncü defa “semmâûn” kelimesi getirilir, yine bedel yapılır.
Böylece III. bin yılın başında dünyayı ve Türkiye’yi tasvir eder.
Kur’an’ın nâzil olduğu sırada bugünkü gibi yalan söyleme ve sahtekarlık yoktu. O zaman bu âyetleri nasıl anladılar, gerçekten de merak edilecek bir şeydir. Müfessirler de cennet cehennemle izah edip bitirdiler. Kur’an’ın anlattığı hayat 20’nci yüzyılın hayatıdır, önerdiği hayat da III’ncü bin yıl hayatıdır. Bize sadece III’ncü bin yılı anlatıyormuş gibi geliyor. Oysa Kur’an her bin yılı aynı şekilde anlatır.
Asıl sorulacak soru şudur:
-“Adil Düzen” geldiği zaman ne olacaktır, durum değişecek midir?
Bizim varsayımımız şudur:
-Yeryüzü bir milyon adet bucağa ayrılacak, her bucak kendi hukukunu kendisi oluşturacaktır. Bucaklardan kimileri bugünkü durumları devam ettirecekler, bir kısmı ise Kur’an düzenine geleceklerdir. Kur’an düzeninde kizbin semalığı, suhtun ekkalliği kalkacaktır. Bu şekilde olanlar bucaktan sürüleceklerdir.
İzmir Akevler Kooperatifi mensupları semmâûne li’l-kezibi içinde olmamaya çalışıyor, ekkalûn suht olmuyor ama henüz bir bucak oluşturmadılar.
Dolayısıyla henüz örnek olabilecek bir bucak yoktur.
Kırk yıl geçtiği halde niye oluşturulmadı?
Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi; hareketimiz beklenenden daha erken gelişti ve en sonunda bozularak anayasa ekseriyeti ile tek başına iktidar olundu. Dünyanın eğitimine yön vermeye başladılar. Cari sistemde başarıya ulaşınca “Adil Düzen” unutuldu. Yalanlara kulak vermek ve haramların yenilmesi meşrulaştırıldı. Akevler bunu yapmadığı için cüce kaldı.
İkinci ve asıl önemli sebebi ise; bilgisizliğimizdir, bilmeyişimizdir. Öğrenmek için zaman gereklidir. Buraya kadar geldik. Daha alacağımız epey yol vardır.
Soruyu şöyle cevaplıyoruz:
-Adil bucaklar olacak, zalim bucaklar olacaktır. Her iki bucak türü kıyamete kadar devam edecektir. Birileri çoğaldığı zaman diğerleri azalacak, çoğalanlar sonra azalacak, bu böyle kıyamete kadar devam edecektir.
Taşra bucakların yanında il merkez bucakları, ülke merkez bucakları ve insanlık merkez bucağı oluşacaktır. İnsanlık merkez bucağı da gelişecek, yaşlanacak, bozulacak, yenisi oluşacak, bu döngü böyle devam edecektir. Karşı tarafın da merkez bucağı olacaktır.
Bu anlayışımızı bundan sonra değerlendirelim.

(Fa EiN CAvEUvKa FaXKuM BaYNaHuM)
“Sana ciet ederlerse aralarında hükmet.”
Bu âyete göre demek ki İslâm düzeni oluştuktan sonra zulüm düzeni de sürecektir, yani iki yönetim şekli de varlığını koruyacaktır. Siyasette yalan, ekonomide suht onların temel yönetim şekli olacaktır. Buna karşılık İslâm bucaklarında “kizb”in yerini “sıdk” alacaktır, “suht”un yerini ise “amel-i salih” alacaktır. Halk isterse onların zulüm bucağında, isterse bizim adalet bucaklarımızda yaşar.
Buradaki “sana gelirlerse aralarında hükmet” ifadesinin anlamı budur.
Dinde yani düzende zorlama yoktur. Her bucak kendi düzenini kendisi kurar, kendi hakemlerini kendisi seçer, kendi davalarını kendisi görür. Bucak başkanları da müslimlere hakem değildirler, mü’minlerin baş hakemidirler. Onlar arasında hükmü komutanları verir. Bununla beraber müslimler de başkanları hakem yapabilirler. İki taraf da aynı hakemi seçmek şartı ile tek hakemlik sistemi de geçerlidir demektir. Bir bucak içinde bucağın emrinde mü’min olanlar o bucağı terk etmedikçe mü’min olmaktan çıkamazlar, mü’minler de başkanın dışında aralarında hakem seçemezler. Yani mü’minler arasında çıkan ihtilafları başkan çözer ama başkanların Müslimlerle veya diğer bucağın müminleri ile ihtilafları ise hakemler çözerler. Başkanın hakemliğinden bahsederken “Fîmâ şecera beynehum” denmektedir. “İman etmezler” diyor. O halda başkaları ile değil de beynlerinde (aralarında) çıkan nizalardan söz etmektedir.
“Câûke” kelimesi bir tarafın değil de tarafların gelmesini ifade etmektedir.
Bir de niza eğer iki hasım arasında değil de çok kimse arasında oluyorsa her birinin hakem seçmesi zordur. Taraflar bir hakemde ittifak edebilirler. O zaman tarafların ayrı ayrı hakemlerinin olması gerekmez demektir. Bu âyet tek hakemlik sistemini de kabul etmektedir. Asıl olan tarafların hakem seçmesi ve üç hakemden oluşması demektir.
Kur’an hakemlik sistemini getirmiş, hakimlik sistemini kaldırmıştır. Hazreti Peygamber ise peygamber olduğu için hakim olarak hükmetmiştir. Ondan sonra gelen halifeler de resul imişler gibi hareket etmişlerdir. Hazreti Peygamber Cebrail’den vahiy alıyordu. Halifeler ise istişare ederek vahiy aldılar.
Aristo mahkemedeki müdafaasında diyor ki; ben peygamberler gibi meleklerden vahiy almadım ama sokaktaki insanlara sordum, onların beyanlarını Tanrı’nın işaretleri kabul ettim, yani benin size söylediklerim de Tanrı’nın bildirdikleridir.
Kur’an içtihat ve icma yolları ile bunu şeriat kılmıştır. Âyette ifade edildiği üzere; her söze kulak verilecek ve en iyisine uyulacaktır.
Başkanların görevleri yargılamak değildir. Yargılamak hakemlere aittir. Başkanların görevleri yargı kararlarını infaz etmedir.
Bugün yargı infaz müesseseleri kuruyor. Bu ise yargı devleti oluşturmadır. Yargı kararlarını yani hakemlerin kararlarını başkanlar uygular. Uygulamada mağdur başka bucağa gider, oradan bucak başkanına dava açar, yahut gitmeden de o bucakta açma yetkisi tanınır.

(EaV EaGRiW GaNHuM)
“Yahut onlardan i’raz et.”
Burada yine çok önemli bir hüküm öğreniyoruz. Hakemliği kabul edip etmemede serbestlik vardır. Buradaki “Ke” harfini resule yani başkana irca edebildiğimiz gibi hakeme de irca edebiliriz. O halde hakemin hakemliği kabul veya reddetme yetkisi vardır. Taraflar çoksa bir hakemi tercih ederler. Hepsinin hakemi olur. Bu hakem sıralama usulü ile seçilir. Gruplanma usulü ile seçilir. Grup demek belli sayıyı dolduran hakem olur. Sonra hakemler birini ittifakla veya sıralama usulü ile ortak hakem yaparlar.
“İ’raz etme” ne demektir?
Ben size hakemlik yapmıyorum demiş olur. Yani hakemlik yapma zorunlu değildir. Davacıyı veya davalıyı hakem dinler, onu haklı görürse onun davasını kabul eder, ücretini de kamudan alır. Bir kimsenin dava açabilmesi için önce hakemini haklılığına inandırmalıdır. Yani baş hakem hakemin bir tarafını mahkum ederse, davayı kazanan ile baş hakem hakemlik payını alırlar. Şimdi anayasamızda yer almayan bir hususu bu âyetten istihsan ediyorum.
Her hakem bir işletmenin danışmanıdır. Oradaki işlerle ilgili hukuki sorunları o hakemin fetvaları ile çözerler. Hakemin fetvası teminatlıdır. Zarar doğarsa hakemin dayanışma ortaklığı öder. Ayrıca hakem aldığı payının yarısını ortak fona koyar, bunlar eşit şekilde bölüştürülür. Bunların da müşaviridirler. Müslimlerden alınan cizye “genel hizmet” karşılığı alınmamaktadır, “kamu görevi” karşılığı alınmaktadır. Dolayısıyla hakemlik yapıp yapmamakta serbestiz. Ama hakemlerin verdiği kararları infaz etme ise kamu görevidir. Cizye aldığımız müslimlerin de hakem kararlarını infaz etmek durumundayız.
Buradan şu sonuçlara varabiliriz: Hakemlerin ücretlerini “genel hizmet”ten karşılarız, başhakemin ücretini ise “kamu görevi”nden karşılarız. Bununla beraber “hakemen min ehlihi ve hakemen min ehliha” derken nekre getirilmiştir. Dolayısıyla hakem hukuk danışmanı değildir, o da kamu görevlisidir. Şehit yani soruşturmacı için de bunu söyleriz. Soruşturmacıları davacı belirliyor. Ne var ki gerek soruşturmacının gerekse hakemlerin kararları artık tarafları bağlayıcı hale getirmektedir, hakemler ve soruşturmacılar sorumlu hale gelmektedirler, dolayısıyla adil davranmak zorundadırlar.

(Va EiN TuGRiW GaNHuM)
“Ve onlardan i’raz edersen.”
Yani davalarına bakmazsan demektir. Hükmetme ve i’raz etme arasında muhayyer kılınmış, sonra da her ikisi açıklanmıştır. Önce son zikredilen i’raz, sonra da hakemlik yapma konusu izah edilmiştir.
Asıl olan hükmetme midir, yoksa asıl olan i’raz etme midir?
Anlamamızda zorluk vardır.
Davalar iki şekildedir; hukuk davaları ve ceza davaları. Hukuk davalarında taraflar arasında mezheplere göre hükmedilir. Herkes kendi mezhebine göre ilzam edilir. Ceza davalarında ise bucak önemlidir, fiil hangi bucakta işlenmişse oranın mevzuatı geçerlidir. Cezanın infazı ise kişinin bulunduğu yerde yapılır. Hükmeden başka, infaz eden başkadır. Buradaki tahyirlik (iki taraftan birini seçme) hukuk davalarında söz konusu olup ceza davalarında elbette söz konusu olmaz. Çünkü ceza davalarında taraflardan biri bucağın kendisidir.

(Fa LaN YaWurRUvKa ŞaYEan)
“Sana bir zarar veremezler.”
“Sana zarar veremezler veya vermezler.”
Yani hükmetmemen demek aralarındaki işlere karışmam demektir.
Bugün Güneydoğu’daki olaylarda Türkiye neden mutazarrır olmaktadır?
Olmaktadır çünkü halkımız Türk hakimlerinin adil karar vermediklerine kanidirler, Türk uygulayıcılarının zulmettiklerine kanidirler. Bugünkü hakimlik sistemi ve merkezî yönetim bunu sağlamaktadır. Oysa “Adil Düzen”de bucaklar kendi hukuklarını kendileri oluşturmakta, kendileri karar verip kendileri infaz etmektedir. Dolayısıyla devletle sorunları olmayacaktır. Ama merkezî yönetimle kararlar verip infazlar yaparsanız, aralarındaki çekişmelerde senin taraf tuttuğuna hükmeder, sonra onlar birleşir ve devlete zarar verirler.
Önce her ilçede hakemler olacak, o hakemler o ilin halkından oluşacaktır. Mahkeme bucakta olacak, hakemleri taraflar seçecek ve muhakeme bucaklarda olacak. Hakemler kendi illerinden olacak ve hakemlerini kendileri seçeceklerdir. Onların verdikleri karardan dolayı devlete karşı bir tutumları olamayacaktır.
Sonra her ilçede o il halkından oluşmuş zaptiye teşkilatı olacaktır. Hakem kararlarını infaz da yine o il halkına ait olacaktır. Devletle ilişkileri olmayacaktır.
Demek ki iç güvenliği illerin kendilerine bırakırsak merkeze zararları olmayacaktır. Devlet sadece dış düşmanlara karşı ülkenin savunmasını yapacaktır. Savunmaya katılmak istemeyenlerden de bedel alınacaktır. Herkes istediği orduya katılmada serbest olacaktır.
Böyle bir düzen olduğu zaman devlete neden zarar versinler.
Burada “Len” ile gelecek sigası kullanılmaktadır. Gelecekten haberdir. Sana zarar vermeyeceklerdir veya zarar veremeyeceklerdir demektir. Buradaki bu ifade ile i’raz etmenin hikmeti anlatılmaktadır.
“İ’raz et veya hükmet” de diyebilirdi. Aksini yapmıştır. Ama açıklarken “i’raz et veya hükmet” diyerek iki şıkkı da eşit hâle getirdi. Taşradaki hakemler fakih olmayabilirler. O sebeple merkezdeki hakemlerin hükmetmesi daha âdil olabilir. Ancak merkezdeki fakih hakemlerin hükmü de olaydan uzak olduğu için âdil olamayabilir.
İkisini birleştirecek bir sistem oluşturmalıyız; o sistem de şöyle olmalıdır: Mahkemeler ilçede kuruluyor ve bunlar ehl-i zikrdir. Bölgede ise fakihler vardır. Taşradaki hakemler bunlara sorup onların fetvaları ile hükmetmelidirler. O zaman da sorumluluk merkezdeki hakemlere düşer. Yani ilçedeki hakem isterse bölgedeki mütehassıs hakemden fetva alır ve öyle hükmeder. O zaman sorumluluk merkezdeki hakeme düşer. Merkezdeki hakem zarar görmüş olur. İsterse taşradaki hakem sormaz, sorumluluk taşradaki hakemde kalır. Hattâ sorulan merkez hakemi fetva vermekle de mükellef değildir. Taşradaki hakem danışman hakemini değiştirebilir.

(Va EiN XaKaMTa)
“Hükmedecek olursan.”
İ’raz etmez de hükmedecek olursan.
Burada iki şık da aynı ifadelerle ifade edilmiştir. Biri istisna şeklinde ifade edilebilirdi. O zaman biri asıl olurdu. Burada her ikisi asıldır; hükmetme de i’raz etme de asıldır.
İhsan olsun diye hükmedersin, fitne olmasın diye i’raz edersin.
İslâm devlet yapısını bir daha gözümüzün önüne getirelim.
İnsanlık merkez bucakları vardır. Bunlar Mekke’de ve kıta merkezlerinde bulunan merkez iller için geçerlidir. Buralarda insanlığın rasih hakemleri vardır. Bu bucaklarda hakemlik yapanlar bunlardır.
Ondan sonra ülkeler oluşmuştur. Ülkeler bağımsız olup insanlık merkez bucağı ülkelerin iç işlerine karışmaz. Oradan hicret serbesttir, oraya da hicret serbesttir. Her ülke halkı aralarında çıkan ihtilafları kendi ülkelerindeki fakih hakemlere hallettirir. İsterlerse rasih hakemlere de davayı götürebilirler. Kişi o devletten hicret etmedikçe davayı insanlık hakemlerine ancak tarafların ittifakı ile götürebilir. Hakemler isterlerse o zaman hükmederler.
Buradaki fiil müfret kullanılmıştır. Çünkü asıl olan hakemlerin ittifakıdır. Başhakem ancak hakemler ittifak edemezlerse hükmeder. Burada muhatap olan başhakem olabilir. Bucağın hakemleri başhakem olarak mü’min hakemi seçmiş olurlar. Buradaki “hükmet” emrine muhatap olan başhakem olmuş olur.
Başhakem hakemliği kabul veya reddetmekte serbesttir. “Sana geldiklerinde” demesi ile hakemlerin yanında taraflar da vardır demektir. Şöyle ki, hakemliğin kesinleşmesinden önce, davalı ve davacı başhakemleri seçerler. Hakemler biz falanı başhakem seçtik derler. Taraflar da muvafakat ederlerse hakemlikleri kesinleşmiş olur. Etmezlerse, taraflardan herhangi biri başka hakem atayabilir. Hakemlik kesinleştikten sonra artık rücu edilemez. Burada “sana ciet edince” dendiğinde hem hakemler hem de taraflar gelmiş olmaktadır. İkisi asaleten ikisi de vekâleten gelmiş olur.

(FaXKuM BayNaHuM)
“Aralarında hükmet.”
Mahkemelerde bir davalı var, bir de davacı var. Bunlar iki tanedir. Öbür taraftan hakemler üçtür, ikisi tarafların hakemidir, biri başhakemdir. Ne var ki başhakem söz konusu olunca hakem birdir. Hakemlerle taraflar o zaman çok olmuş olur.
O halde buradaki “Ke” harfinin işaret ettiği kimse başhakemdir, yoksa “Küma” denmesi gerekirdi; “Hakemte” yerine de “Hakemtüm” denmesi gerekirdi. Bu ifade mahkemenin üç hakemden oluşacağını açıkça beyan etmiş olur. “Beynehüm” kelimesinin izharı ile bu husus teyit edilmiştir, yoksa sadece “Fahküm” denmiş olurdu.
“Hattâ yuhakkimûke fîmâ şacara beynehüm”de “kef” harfi başhakem olarak alınabilir. Başhakem hükümde resul ve nebilerin de üstündedir. Dolayısıyla o muhatap olur. Bununla berber “ey resul” diye başlayan hitabın devamıdır. Başhakemi bucak başkanı, il başkanı, ülke başkanı ve insanlık başkanı olarak alıyoruz.

(Bi eLQıSOi)
“Kıst ile”
Kur’an’da; kıst ile kaim olmak, kıst ile emretmek, kıst ile şahid olmak, kıst ile hükmetmek, kıst ile ifa etmek, kıst ile cezalandırmak, kıst ile kaza etmek olarak geçmektedir.
Adl ile emretme, adl ile hükmetme de geçmektedir. Ayrıca adl ile yazmak, adl ile ıslah edip kıst etmek emredilmektedir.
Sen hükmet dendiğinde “kıst”, siz hükmediniz dendiğinde “adl” kelimesi getirilmektedir. Adl ile ıslah ve kıst etmek. Kıst ederken kesin karar verirsin. Tarafların rızasını aramazsın. Oysa adlde taraflarla istişare edersin, sorunları çözecek şekilde hükmedersin.
Bu iki kelime arasında şöyle bir fark vardır. Bir hüküm verirken iki şeye dikkat edilir. Biri hak sahibini tesbit etmedir, geçmişte uğradıkları haksızlığı gidermedir. Bu kısttır. Burada hikmet düşünülmez, sadece illet düşünülür. Haksızlığın olmaması esas alınır. Adlde ise daha çok dengeye getirmek, geleceği düzene sokmadır. Mağdurun mağduriyeti giderilecektir ama düzen de tehlikeye sokulmayacaktır.
Görevlilerin görevlerinden dolayı yaptıkları suçlar kısasa tâbi değildir. Sadece âkilesi tarafından diyetleri ödenir. Mesela, hakemlerin verdiği karar ne olursa olsun kısasa tâbi tutulmaz. Başkanların kararları da kısasa tâbi tutulmaz. Böyle yapmadığımızda kamu görevleri yapılamaz hal alır. Mağdur olanların mağduriyeti de diyetle giderilmelidir. Kısas mağdur için daha yararlı değildir.
Adl ile ıslah edin, demekle ıslahta adaletin olduğu, kıstta ise ıslah olmadığı ifade edilmiş olmaktadır. Burada emredilen kıst ile hükmetmek demektir. Davalı ve davacı arasında hüküm kıst ile yapılır. Bunu bir tek başhakem hükmeder. Oysa adl ile hükmetme çoğul olarak getirilmiştir. Orada sadece kıst yeterli değildir, adl de olmalıdır.
Birleşmiş Milletler’in yaptığı gibi kararlar alınması yanlıştır. Kararlar hakemler tarafından alınacaktır. Sonra icraya geldiğinde Güvenlik Konseyi’nin imtiyazlı olması normaldir. Çünkü sonunda güçlü kimse onun dediği olur. Sermaye Birleşmiş Milletler’de karar alıyor, sonra süper güçler uyguluyor! “Adil Düzen”de süper güçler kalabilir ama devletleri Birleşmiş Milletler değil hakemler yargılamalıdır.

(EinNa elLAHa YuXıbBu eLMUQSiOIyNa)
“Allah muksitleri hubbeder.”
Kur’an’da söylenenleri anlamada zorluk çekiyoruz. Bunun iki sebebi vardır. Kur’an’da geçen kelimelere bugün Türkçedeki manâları veriyoruz. Örnek olarak “muhabbet” kelimesini ele alalım. Hubbetmeyi sevmek şeklinde anlıyoruz. “Sevmek” kalbî bir fiildir. Diğeri insana karşı duyduğumuz müsbet ilgidir. “Hubb” kelimesini bu şekilde anlamanın yanlış olduğunu Türkçedeki kullanılışı ile de bilebiliriz. “Muhabbet” sevişme demektir. Oysa Arapça olarak kullandığımız zaman “muhabbet” sevmek demek değildir. Sohbet etmek ise arkadaşlıktır. O halde Türkçedeki “sevmek” daha çok eşler arasındaki hissî bağlar olduğu halde, Arapçadaki “hubb” kelimesi daha çok topluluk içindeki sosyal bağları ifade eder. Biri psikolojik bağdır, diğeri sosyal bağdır.
Başka bir deyişle biz “muhabbet” kelimesine sosyal bir mânâ vermeliyiz. Örnek olarak “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” denirse, buradaki sevgiyi insanların kalbî hisleri olarak anlarsak, Allah’ı da öyle anlarsak mânâ sadece sözde kalır. Oysa insanın Allah’ı sevmesi demek, isteyerek Allah’la beraber olması demektir; yani insanların toplantılara isteyerek gelmeleri ve toplantılarda sıkıntı duymamaları demektir. Allah’ın topluluğu sevmesi demek de topluluğun işlerinin iyi gitmesi manasında anlaşılmalıdır.
“Allah muksitleri sever” ne demektir, bunun pratik mânâsı ne olur?
Halk muksit olanlara saygı duyar, sevgi duyar demektir. Haksızı mahkum eden hâkime kişi kızmaz, mahkum olanın kendisine kızar. Bütün sorun nedir? Halkın hakemlere yani yargıya saygı duyması gerekir. Bu da ancak kıst ile hükmedildiği takdirde sağlanır.
Buradaki “Allah” kelimesi “halk” ile ifade edilebilir. Kâinatın rabbi Allah olarak anladığımızda, kıst ile hükmedenlere karşı herkes saygı duyar ve kararları etkin olur.
Allah insanları öyle yaratmıştır ki, hükmedenler adilane hükmettikleri zaman ses çıkarmazlar, teslim olurlar.
Yalnız “kıst” ile hükmetmekle “adil” olarak hükmetmenin başka bir farkı ortaya çıkmıştır. Adl ile hükmetmek demek herkese aynı şekilde hükmetmek demektir. Halk Partisi’ne uygulanan hükümler ile AK Parti’ye uygulanan hükümler aynı olmalıdır. Kıst ile hükmettiğinizde davalı ile davacı arasında hak ile hükmetmedir.
Savcı ne yapıyor?
Beş sene önce işlenmiş suç hakkında şimdi dava açıyor. İşte bu adl ile hükmetme değildir. Neden? Bu kimse bu suçu beş sene önce işlediğine göre o zaman neden suçlanıp mahkûm edilmedi. O zaman bununla görevli olan savcılar suçludur. O zaman önce onlar muhakeme edilmelidir, onlar cezalandırılmalıdır. Demek ki böyle işlenmiş pek çok suç var ama savcı keyfine göre dava açmıyor demektir. On sene içinde işlenmiş suçlar depo edilmiyor. Sonra tüm halk suçlanıyor. Hâkimler de davaları uzatıp duruyorlar. Savcılar eğer delil getirmişlerse bir hafta içinde mahkûm etmeleri gerekir; getirmemişlerse delil yetersizliğinden davaları düşürmeleri gerekir.
İşte bunların hiçbirisi kıst değildir. Hâkimin kesin olarak hemen karar vermesi kıst ile karar olur ve bu halkın yargıya karşı saygı duymasını doğurur. “Yargıya güveniyor musunuz?” diye bir halk oylaması yapılsa ortaya ne çıkar? Burada suçlu olan savcı veya hâkim değildir. Suçlu olan düzendir. Bizim hâkimleri değil muhakeme sistemini değiştirmemiz gerekir.
***

(Va KaYFa)
“Ve nasıl”
Buradaki “Ve” harfi nereye atfetmektedir? Bu cümle isim cümlesi midir fiil cümlesi midir, yani “Keyfe” harf midir yoksa isim midir? İsim ise mensup mudur yoksa fetha ile mebnidir? “Ve” harfini ona göre manâlandırırız. “Keyfe” mebni isim ise o zaman cümle isim cümlesi olur ve cümle hal cümlesi olur. Yoksa cümle fiil cümlesi olur, bir fiil cümlesine atfedilmesi gerekir. Gerçi gramerciler istinaf vavıdır deyip sorunu çözüyorlar. Olabilir. O zaman isim cümlesi fiil cümlesine, fiil cümlesi de isim cümlesine atfedilmiş olabilir.
Mânâ itibariyle şöyle diyebiliriz. Sana hakemlik yapmanı istemek üzere gelirlerse hükmet veya i’raz et. Ama onların seni hakem yapmaları uygun hareket değildir.
İlkin bizim yapacağımızı anlatmaktadır, sonra onların durumlarını zikretmektedir.
“Keyfe” inkâr hemzesi, taaccüp/istifham mıdır? “Vav” harfi ile atfetmesinden öyle anlaşılıyor ki arada bir hazf cümlesi var demektir. Bizim kabul ettiğimiz usulde Ve harfi atfedilecek yer bulunamıyorsa bir hazfedilmiş cümle takdir ederiz. Bakara Sûresi’ndeki “Ve Kâlû” ifadesinde bunu açıkça ifade etmektedir; “âmenû ve kâlû” takdir edilmektedir.
Burada da “Keyfe yuhakkimûneke”, seni nasıl hakem yapıyorlar; oysa sana inanmıyorlar, sana tâbi değildirler, senin şeriatını kabul etmiyorlar, seni hakem yapmamaları gerekir. Ve keyfe yuhakkimûneke, kendilerinde de Tevrat vardır, yani kendilerinde de şeriat kitabı Tevrat vardır.
Burada işaret edilen başka bir husus, hakemin kendi içtihadı ile hükmetmesidir.
Osmanlılarda kadılar atanıyor ve muhakeme ederken herkese kendi şeriatlarına göre hükmediyordu. Oysa bu âyet gösteriyor ki hakem kendi içtihadı ile hükmeder. Yani taraf hakemini seçerken muhakeme sisteminde hakemin mezhebine uyacaktır. Esasta ise herkesin kendi sözleşmesine göre hükmedeceklerine göre sözleşmedeki hükümlere göre hükmedeceklerdir. Yani bu âyetten anlaşıldığı üzere usulde hakemler kendi içtihatlarına göre muhakeme ederler. Bugün bunun uygulaması usul kanunlarına “ma kabli”ne de şamildir.
“Lime, bime yuhakkimûneke” denmemiş de “keyfe yuhakkimûneke” denmiştir?
Sebebini ve illetini sormuyor da hâlini soruyor.
Bir düzen bütündür. Kendi içinde tutarlıdır. Her içtihat bağımsızdır. Bunlardan biri uygulanır. Karma hukuk olmaz.
Batılılar bugün karma hukuk uyguluyor. Meclis’ten çıkan kanunlar karmadır, hukuk sistemi değildir, hukuk düzeni değildir. Batı’nın tüm kanunları böyledir.
Oysa İslâmiyet’te mezhepler vardır. Bir mezhebe mensup olanlar o mezhebin hükümlerini uygularlar. Bucaklar ise bir müçtehidin içtihatlarına göre kamu hukuklarını uygulayacaklardır.
Evet, Meclis’in parmak kaldırarak kanun yapması yanlıştır. Meclis ilim adamlarından oluşacak, ilmî dayanışma ortaklıkları oluşacak. Her dayanışma ortaklığı ayrı hukuk geliştirecek. Bucaklar bunlardan birerini benimseyecektir. Merkez bucaklar da öyle yapacaktır. Yani hukuk kuralları içinde bütünlük olmalıdır.

(YuXakKiMuvNaKa)
“Seni tahkim ediyorlar.”
Evet, seni tahkim etmeleri doğru değildir. Çünkü siz Tevrat’ın hükümlerine göre yaşıyorsunuz. O da Allah’ın kitabıdır, Kur’an da Allah’ın kitabıdır. Ne var ki Tevrat’ın hükümleri Kur’an hükümlerinin bir parçasıdır. Oysa senin anladığın başkasıdır. O halde hükümler arasında tenakuz vardır.
Bir örnek verelim. Kur’an’da evlenmede kadınlara mihir takdir edilmiştir, mihirsiz evlenmeleri kabul etmemiştir. Mihr boşanma tazminatıdır. Boşanma olmazsa mihir iade edilmelidir. Alınmamışsa miras verilmeden taksim edilmelidir. Bu bazı zorluklar getirdiği için mihrin iadesi yerine mirasın yarılanması esas alınmıştır. Karı koca altıda birlerle vâris olurlar. Mihirden dolayı erkeğin payı dörtte bire çıkar, kadının payı sekizde bire iner. Oysa medeni hukukta mihir şartı konmamış, boşanmaları mahkemelere bırakmış ve tazminat takdirini koymuştur. O zaman mirasta kadın erkek eşit olmalıdır. Öyledir. Medeni kanunda eş dörtte bir almaktadır.
Şimdi medeni kanuna göre evlenmiş ve mihir takdir etmemiş eşler bize gelir, bizi Kur’an’a göre ayır derlerse; biz dörtte bir, sekizde bir ile hükmederiz, bu da zulüm olur. O halde kanunlar sistem içinde düşünülerek yapılmalıdır, sistem içinde hükümler uygulanmalıdır. Böyle olunca da hakemlik sistemi uygulanmaz olur. Kur’an hem serbest sözleşmeleri kabul etseydi hem de hakemlik sistemi yerine hâkimlik sistemi getirseydi çelişki içinde olurdu. Nitekim Batılılar hem akit sistemini getirmişler hem de hâkimlik sistemini uygulamaktadırlar. Bu da çelişkidir. Başarısızlığın kaynağı budur.

(Va GıNDaHüMu etTaVRaTu)
“İndlerinde Tevrat vardır.”
Onların kendi hukukları vardır, kendi kitapları vardır, kendi düzenlerini ona göre kurmuşlardır; ona göre hareket etmeleri gerekir ve hükümleri de öyle olmalıdır.
Mustafa Kemal’in Batı’dan kanunları aktarması bu sebeple yanlıştır. Mustafa Kemal kanunlarla topluluğu değiştirmek istemiş, başarılı olamamıştır, Türkiye Avrupalı olamamıştır.
Aslında Mustafa Kemal hukuk inkılaplarını şu sebeplerden dolayı yapmıştır.
- Mevcut fıkıh çağımızın meselelerini çözememiştir. Bunu sultanlar fark etmiş, medeni ve borçlar kanunu dışındaki bütün kanunları Batı’dan aktarmışlardır. Bir de şeyhülislâmdan fetva alarak şeriata uygundur yalanını da kullanmışlardır. Oysa böyle bir fetvaya şeyhülislâmın yetkisi yoktur, sultanın da kanun yapma yetkisi yoktur. Mustafa Kemal “ahkâm-ı şer’iye lağvedilmiştir” diyerek yalanı terk etmiş, medeni kanunu da tercüme ettirmiş yani hukukta bütünlük sağlamıştır.
- Lozan’da azınlık haklarını korumak için çok hukuklu sistemle yetinmemişler, çok yargılı sistemi dayatmışlardır. Mustafa Kemal onların kanunlarını getirerek hukuk birliği içinde yargı birliğini sağlamış, azınlıkları buna ikna etmiş ve yargıyı dış müdahalelerden kurtarmıştır.
- Hukuk inkılâbının başka bir hikmeti daha vardır. Bin seneden beri içtihat sistemi kapatılmış, bundan dolayı hukuk canlılığını kaybetmişti. Fıkıhçılar bir türlü içtihat yapamıyor, hep bin sene önceki fıkıh içinde dönüp dolaşıyordu. “Ahkâm-ı şer’iye lağvedilmiştir” demekle içtihat kapısı açılmıştır.
- Saltanat olmadığına göre kanunları Meclis yapacaktır. O halde şeyhülislâmın vesayeti sahtekârlığından Meclis’i kurtarmak gerekiyordu.
Demek ki Mustafa Kemal’in yaptıkları Kur’an’ın bu âyetinin hükümlerine uygundur.
Bundan sonra ne yapılacaktır?
İlim adamları çalışacak, fıkıh oluşturacak ve sonra İslâm anayasası kabul edilecektir.
Meclis anayasa yapamaz. Mevcut olan bu üniversiteler de anayasa yapamaz.
Yapacağımız iş bir “anayasa vakfı” kurup oradaki ilim adamlarını çalıştırmadır. Onlar değişik anayasalar hazırlayacaklardır. Meclis bunlardan birini kabul edecek, iller istediklerini kabul edecek, bucaklar istediklerini kabul edeceklerdir.
Bu âyet bunu açıkça ifade etmektedir.
Şimdi araştırılması gereken Tevrat’tan kasdın ne olduğudur. Lütfi Hocaoğlu’na göre “Tevrat” dendiği zaman kadim kitabı mukaddestir. Hz. Musa’ya gelen ilk beş kitap ise Tevrat’ın cüz’üdür. Bu yorumu genişletebilir. Hz. İbrahim peygamberin sahifeleri de onların içinde olduğuna göre İncil de dâhil bütününe Tevrat denebilir. Hattâ Hinduların Vedaları da Tevrat olarak ele alınabilir. Kur’an dışında başka bir şeriat kitabı yoktur.
Bu hususları Kur’an’a soracak olursak, Âli İmrân 93’üncü âyette de Tevrat inzâl olmadan önce denmektedir. O halde Tevrat İsrail’den sonra nâzil olmuştur. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in suhufu Tevrat değildir. Oysa Hz. Musa’nın suhufu ile Hz. İbrahim’in suhufu aynı suhufta birleştirilmiştir. Sonra bu âyette Tevrat tekrar edilmiş, zamir gönderilmemiştir. O halde Tevrat müşterek kelimedir. Biri Hz. Musa’nın sahifelerini de içerir, diğeri içermez.

Hz. İsa kendisi Tevrat’ın musaddıkıdır, ayrıca İncil de Tevrat’ın musaddıkıdır.
Kur’an’da, hiçbir kitabı peygambere verdik denmemektedir, yani Musa’ya, İsa’ya veya Muhammed’e denmemektedir. Kur’an Tevrat’ın musaddık olduğunu söylemekte, oysa İncil’i musaddık olarak söylememektedir. Sadece kendisinden önce gelenleri de “Mâ” ile zikretmektedir. Buradan şu sonuca varırız ki Tevrat, hükümleri içeren Ahdi Atik’tir. Tevrat’ın da dâhil olduğu bir ifade de vardır yani Tevrat üç mânâ taşır.
- Musa’nın sahifeleri. Beş kitap.
- Musa’nın sahifeleri dışındaki kitaplar.
- Hem Musa’nın sahifeleri hem de ondan sonra gelenler.
Ayrı ayrı delalet eden müşterek kelimedir.

(FIyHAv XuKMu elLAHi)
“Orada Allah’ın hükmü vardır.”
Burada kastedilen Tevrat hem Hz. Musa’nın sahifeleri hem de ondan sonra gelen Zebur dâhil bütün kitaplardır. Çünkü orada hükümler vardır. İncil de dâhildir. Şöyle ki, şeriat olarak o Tevrat’ı kabul etmiştir.
Şimdi “Keyfe” kelimesi ile sormaları gerektiği ifadesi ve burada “Allah’ın hükmü vardır” denmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ın Tevrat’ta ayrı Kur’an’da ayrı hükümler buyurduğu ortaya çıkmaktadır. Yani değişik mezheplerin hükümleri ayrı olacaktır. Değişik bucakların hükümleri ayrı olacaktır. Hepsi Allah’ın hükmüdür.
Burada bir hususu işaret etmek gerekir, o da yeryüzündeki bütün şeriat Allah’ın şeriatıdır. Zamanla değişmiş ve bozulmuş ama şeriat tektir. Şamanların şeriatı da ilâhi şeriattır. Bugünkü Avrupalıların şeriatı da ilâhi şeriattır. Önce Roma’da 12 levha kanunları Tevrat’a dayanmaktadır. Kıbrıslı Yahudi Zenon tarafından laikleştirilen hükümleri içermektedir.
Sonra Hıristiyanlaşan Bizans tamamen Tevrat ve İncil’e dayalı bir hukuk oluşturmuştur. Justinianus (d.482-ö.565), Ayasofya’yı yapan hükümdardır. (I. Justinianos (Latince:Flavius Petrus Sabbatius Iustinianus) Jüstinyen olarak da bilinir, 527-565 döneminde Doğu Roma İmparatoru olarak hüküm sürdü. 532 yılında yeniden yapımına başlanan Ayasofya, 5 sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şuan bile ünvanını koruyan “Dünya’nın en hızlı inşa edilen katedrali” ünvanına sahip olmuştur.) Roma Hukuku onun zamanında tamamlanmıştır.
İslâmiyet’in Batı’ya tesiri ile serbest sözleşme sistemi getirilmiştir.
Allah’ın hükmü dışında ortaya konan hükümler sadece komünizmde vardır.
Ben Kırgızistan’a gittim ve onların yasalarını inceledim. Batı’nın bütün kurumlarını aynen almışlardır. Mesela onlarda da işçilik ve memurluk ayırımı olmaktadır, işveren ve işçi ayırımı olmaktadır. Bütünüyle bu müesseseler orada da mevcuttur.

(ÇümMa YaTaValLaVNa MiN BaGDi ÜAvLiKa)
“Bundan sonra tevelli ediyorlar.”
Önce hakem yapıyorlar, sonra da uygulamıyorlar.
Demek ki hakem kararlarını uygulamada onların elinde zorlama yoktur.
Taşra bucaklarındakiler merkezi hakemlerle hükmettiler ama uygulama taşra bucak başkanlarının sorumluluğundadır. Taşra bucak halkı hakemlerini seçiyor ve karar alınıyor. Hakemler ilçeden. Sonra bu kararı uygulayacak olan bucak başkandır.
Uygulanmazsa ne olacaktır?
Yapılacak hiçbir şey yoktur. Mağdur olan o bucağı terk eder. İlçe merkez bucaklarından birinde yerleşirse yahut bölge merkez bucaklarından birinde yerleşirse yahut kıta merkez bucaklarından birine yerleşirse, o zaman hakkını bucak başkanından talep edebilir.

(Va MAv EuLAvEuKa BiLMuEMiNIyNa)
“Ve bunlar mü’min değildirler.”
Bu cümle hâl cümlesidir. Bunlar mü’min değiller ki senden hüküm istiyorlar.
Onlar mademki müslim olarak kaldılar, kendi yöneticilerini kendileri seçtiler; onlar mademki askerlik yapmıyor ve bedel ödüyorlar, o halde seni hakem yapmamaları gerekir.
Böylece Kur’an hakemlik sistemini, çoklu hukuk sistemini kabul etmiş, sadece yargıdaki infazı devlete bırakmıştır, merkezi yönetime bırakmıştır.
Bundan başka adil bir sistemi bulmak mümkünse, gelsin de getirsin bakalım. Getirebilirse getirsin, biz de ona uyalım. Ama onlar kulaklarını tıkayarak yıldırımlardan korunacaklarını sanıyorlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92