MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 27




(Va elSARıQu)
“Sârık”
Bundan önce Allah ve resulü ile muharebe edenlerin, yani hakem kararlarını dinlemeyenlerin cezası sayılmıştı. Hakem kararlarını dinlemekle beraber cizye vermeyen kâfirlerin cezaları ise âhirete bırakılmıştı.
Şimdi hakem kararlarını dinleyen ama ona karşı fiilleri gizleyen kimselerden olan hırsızlardan bahsetmektedir.
Mü’minlere yüklenen görev hakem kararlarının infazıdır.
Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
- Hakem kararlarına uymayı kabul etmeyen müşriklerdir. Bunlardan bir kısmı ise suç işlemektedir. Bunlara uygulanacak cezalar bundan önceki âyetlerde sayılmıştır.
- Müşriklerden bir kısmı hakem kararlarını kabul etmemekle beraber herhangi bir saldırı veya hukuk dışı hareket yapmamaktadırlar. Bunlara biz saldırmayız ama onlara başkaları saldırdığında korumayız da.
- Hakem kararlarını kabul etmekle beraber, fiillerini gizleyerek hakem kararlarından korunanlar vardır. İşte bu âyet bunu ifade etmektedir. Yasak fiili gizli yapanlar yargı kararlarına karşı çıkmamakla beraber karar almalarına mâni olmaya çalışmaktadırlar. İşte bunlara uygulanacak cezalar bu âyette zikredilmektedir.
- Dördüncü grup şeriata uymasalar bile olayları gizlememektedir. Bunların cezaları verdikleri zarar kadar olup fazla ceza yüklenmez. Mesela, bir kimse birinin malını onun rızası dışında alsa bu gasptır, bu günahtır ama bu dünyadaki cezası sadece aldığı malı iade etmesidir. Ondan bu istenebilir, ceza verilemez.
Buradaki atıf harfi bu cümleyi Allah’la muharebe edenlere atfetmektedir. Arada âhirette sorgulanacak olan kâfirler içindir ve cümleyi mu’terize veya istisna kabul edilmiştir. Onlarda “ve” harfi getirilmemiştir. Buradaki “Ve” harfini ancak “Ellezîne Yuharibune”ye atfedebiliriz, son cümleye atfedilemez. O takdirde o cümleye hâl olurdu. İsim cümlesi isim cümlesindeki isme hâl olamaz.
“Sârık” harfi tarifle gelmiştir. Ondan sonra cümlede “Fa” harfi getirilmiştir. O halde bu şart cümlesi anlamındadır. “Men Sereka” “Ellezî Sereka” anlamındadır. “Vellezîne Yuharibune”ye atıfla bu manâda olduğu şeklindedir. Bu sebepledir ki marife olarak gelen ism-i fail ve mef’uller şart cümlesinin yerini alabilir.
Bu kalıbı Kur’an zinada kullanmaktadır. Hırsızın tarif edilmesi gerekir. Bu tarif fiille değil faille tarif edilmelidir. Zâni ve sârıkın cezaları aynı kalıpla ifade edilmiştir.
Kur’an’da bir illete ait bir hüküm için iki asıl gösterilmez, her illete yalnız bir asıl gösterilir. Fiillerde farklılık varsa, hükümlerde faklılık varsa, o zaman ayrı asıllar verilir.
Zinada ve hırsızlıkta illetler aynıdır. Suç olan fiilin gizli işlenmesidir. Hükümleri ayrı olduğu için illetlerindeki benzerlik bir sayılmamıştır.
Hırsızlık mala karşı işlenmiştir, zinada nesebe karşı işlenmiştir. Birinin cezası kol kesme, diğerinin cezası dayak cezasıdır. İsm-i fail kalıbının getirilmesi, “Fe” ile cevaplandırılmış olmasından dolayı gizli işlenmiş suç söz konusudur. Gizliliğin tam olması gerekir. Ayrıca ispatın da tam olması gerekir. Cezası da çok ağırdır.
Hırsızlığın tanımında belli miktardaki malın kişinin harzından, yani başkalarının girmesine izin verilmeyen yerden gizli olarak alıp götürülmesidir. Mal almak suç değildir. Suç olan gizli almaktır.
“Sârık” kelimesi harfi tarifli ism-i fail olarak hırsızlıkta, "Zâni" kelimesi de zina da aynı şekilde kullanılmıştır. Ortak özellikler olması gerekmektedir. Birinci ortak özellik gizliliktir. Biz ceza hukukunda dört soruşturmacı şartını getiriyoruz. Şüpheler cezayı iskat eder. Suçun miktara değil de faile verilmesidir. Müçtehitler zinada duhulü şart koşmuşlardır. Sirkatte de belli bir miktardan az olması hâlinde sirkat cezası verilmez.
Bu şart Kur’an’ın ifadesine aykırıdır. Kur’an cezayı fiile değil faile vermektedir. İsm-i failde fiil maruf değildir, nekredir. O halde hırsızlığı miktar ile tayin etmek yanlıştır. “Men Sereka” deseydi hırsızlık fiille tayin edilecekti. “Ellezî Sereka” olsaydı hem fail hem fiil marife olurdu. Bu kabule göre manâ verdiğimizde hırsızı tanımlamamız gerekir ama çalınan mal nekre olduğu için tanım gerekmez.
Hırsız gizli almıştır. Kişinin özel korunma yerinden almalıdır.
“Sereka” kelimesini Lisanu’l-Arab’da tahkik edelim.
Sirkat kişinin hareminden malını gizlice almaktır. İzinsiz olarak açık almak gasbdır diyor. Serek ise beyaz ipek kumaştır. İlk oluşan sanayi tekstildir. İnsanlar haram ağacından yeyip çıplaklaşınca palmiye yaprakları ile örtündüler. Belki de daha ilk günlerde Adem aleyhisselama dokumayı öğretti. İlk özel mülkiyet giyimde başlamıştır. Herkesin kendi sereki vardı. İnsanın giymediği elbisesine serke denmeye başlanmıştır. Çalınabilen de budur. Çünkü giyileni çalmak mümkün değildir.
İnsanlar günlük elbiselerini sade olarak giyerler. Oysa resmî elbiselerini özenerek belli yerlerde saklarlar. Bugün biz de öyle yapmıyor muyuz? Ben 15 liralık ayakkabı giyerek evimden büroya iniyorum ama bir yere gittiğim zaman 200-300 liralık ayakkabı giyiyorum. İşte bu pahalı ayakkabı serekdir.
“Sârık” deyince dolaptan özel kıymeti olan elbiseyi gizlice alan kimse olarak tanımlayabiliriz. Demek ki “serek” kelimesi alınan malın kıymetli olmasını gerektirmektedir. O halde hırsızlık için gizli olması, harzdan alınması, belli değerin üstünde olması ve sahibinin hükmen izin vermiş olmaması gerekmektedir.
Zina suçu ve hırsızlık Allah’ın hukukuna taaddidir. Af caiz değildir. Ne var ki ben ona genel izin vermişimdir. Malımı alabilir dediği zaman dava başlamaz ama dava başladıktan sonra artık düşmez.

(Va elSaRıQatu)
“Ve sarıka”
“Sarık” kelimesi genellikle “sarıka”yı da içine almaktadır. O halde başka yerlerde erkek siga ile zikredince tağlible kadın da girmiş olur. Tekilden kadın sigasını söylemek aksine karine olmadığı zaman gerekir.
Burada acaba neden “sarık”ın yanında “sarıka”yı da zikretti?
Bunun başlıca sebebi cezalarda şüphe ukubatı düşürür. Sarık deyip sarıkayı zikretmese kadınların el kesme cezasının uygulanıp uygulanmayacağı hususu şüpheli olur ve ceza düşerdi. Bu cezanın düşmemesi için sarıkın yanında sarıkayı da zikretti. Hırsızlığa erkekler daha meyyal olduğu için önce “sarık”ı sonra “sarıka”yı zikretti. Oysa iffeti korumada kadınlar erkeklerden daha fazla memur olduklarından önce “zaniye” dedi, sonra “zani” dedi. Önce “zaniye” sonra “zani” deme zorunluluğu vardır. Çünkü onda tağlib yoktur. Burada zikretmese mefhumu muhalefetle kadının elinin kesilmemesi anlaşılırdı.
Sarık ve sarıka olarak zikrederek ceza hukukunda kadın erkek farkının olmadığını da anlatmış olur. Bu da kadın ve erkeğin kişilik bakımından farklı olmadığının açık ifadesidir. İki ism-i fail zikredilmiş, sonra “Fa” getirilerek haber cümlesi yapılmıştır. Mübteda ile haber arasında veya fiille fail arasında “Fe” harfi getirilemeyeceğine göre ancak bir şart harfini getiririz ve takdir ederiz. Sarık sırkat etmişse kolunu kesin anlamına gelir.

(FaQOaGUv)
“Kat’ edin.”
Tefsirciler bu cümlede ihtilaf etmişlerdir. Sarık ve sarıkayı mensub olarak okuyanlar vardır. Bu daha beliğdir diyorlar. Mef’ulün fiile takdimi caizdir. Ama “Fa” harfinin gelmesi yine takdiri zorunlu kılar. Dolayısıyla ikisi de aynı derecede fasih olur.
Burada üzerinde durulacak noktalar vardır.
Hırsız kadının ve hırsız erkeğin iki ellerini kesin dendiği zaman hırsızlığı beraber yapmaları gerekmektedir. Neden bu ikili ifade ile zikretti? Zani ve zaniyede böyle bir ifadenin getirilmesi doğru idi. Çünkü orada zina birlikte yapılmaktadır. Sonra orada gayet açık olarak her birerlerine yüzer sopa vurunuz denmektedir. Burada “külle vahidin minhüma” diyebilirdi. Böyle yapmayıp “yedlerini kat’ ediniz” demesi üzerinde durulmalıdır.
Sonra “sarık veya sarıka” denmesi gerektiği halde “ve es-sarıka” demiş olmaktadır. Bütün bunların böyle zikredilmesi ancak zani ve zaniye cezalarındaki ifadelere uyulmuş olmasıdır. Böylece kıyastan öte temsili sistem oluşturulmaktadır. Mücmel olarak söylenen ifade kıyas yoluyla açıklanacaktır demektir. “Fa” harfi mahzuf bir şart cümlesini getirmektedir. Bu ifadenin zahir manâsı her birinin ikişer elinin kesilmesi anlamına gelmektedir. İkisinin çok eli kesilecek demektir. Fiil beraber işlenirse demek olur.
O halde bu âyetin zahiri manâsı şudur: Karı koca veya bir kadınla bir erkek işbirliği yaparak örgüt kurarak hırsızlık yaparlarsa ve dört şartı da taşıyorsa, yani gizli yapılmışsa, hükmen de olsa izinsiz yapılmışsa, yeter miktarda alınmışsa ve harzdan alınmışsa ikişer kolları kesilecektir. Bu âyete başka türlü manâ veremeyiz.

(EaYDiYaHuMAv)
“Yedlerini”
Zamir kadın ve erkeğe gittiği halde “yedey” yerine “eydiye” kelimesi getirilmiştir. Dolayısıyla dört el kesilecektir. Ne var ki bunu örgütlü suç olarak yapmalıdırlar. Ayrı ayrı yaptıklarında ikişer kol kesilmeyecek demektir.
Hırsızlığı örgüt olarak değil de tek başına yapmışsa cezası ne olacaktır?
Cezada tahfif vardır. Kölelerin cezası yarıya inmektedir. O halde burada da tahfif yapılacak, bir kol kesilecektir. Sağ kol mu yoksa sol kol mu kesilecektir? Tahfif olduğu için hafifin en ağırı yapılır. Çünkü asıl olandan tenzilat yapılmaktadır. Dolayısıyla sağ kolu kullananın sağ, sol kolu kullananın sol kolu kesilir.
Kol nerden kesilecektir?
Arapçada el omuza kadardır. Yarısından biraz fazlası yeterlidir. Bilekten kesilmesi yeterlidir. Parmaklardan kesilmesi az olur. Bununla beraber bazı âlimler sadece dört parmağın kesilmesini yeterli görmektedirler. Buna delil olarak “yektubune bi eydihim” denmektedir, yazı parmaklarla yazılır diyorlar. Biz ise yalnız parmaklar yazmaz, kolla beraber yazar. Yeterli değildir deriz.
Tartışılması gereken başka konu da sirkatte miktar ne olmalıdır?
Bunun takdiri bucaklara bırakılmıştır. Hırsızlık olmasın isteyen bucaklar nisab miktarını düşürürler, kol kesmek istemeyenler büyütürler ve kesmezler.

(CaZAvEan BiMAv KaSaBAv)
“Kesb ettiklerinin cezası olmak üzere.”
Çaldığı kendisine kalacak. Kol kesilecek. Yani eğer malı çalınan malını veya değerini geri almak istemiyorsa çalınandan vazgeçecek ve kolun kesilmesini isteyecektir. Yok eğer malı geri almak istiyorsa hırsızlık davasını değil gasp davasını ikame edecektir. “Cezaen” kelimesi bunu ifade etmektedir.
Fakihler bu hükmü çalınan kaybolmuşsa hüküm böyledir diyorlar. Çalınan duruyorsa onu istirdat eder, ayrıca kolu da kesilir diyorlar. Biz bu görüşe iştirak etmiyoruz. Çünkü “cezaen” kelimesi burada mutlaktır. Malın mevcut olup olmaması hükmü değiştirmez.
“Cezaen” hâldir, nekredir.
Buradan başka hüküm çıkarabiliriz. Kolun kesilmesi için çalınan malın miktarı kolun diyeti kadar olmalıdır. Örgüt olarak çalınanların toplamı iki el kadar olmalıdır. Diyetin dörtte biri alınabilir. Bu da 250 bin liradır. Dört el bir milyon eder.
Görülüyor ki kol kesmeyi gayri insanı bulanlara Kur’an yolu açık tutmuştur. Bu nisabı tesbit edecek olan bucaktır. Oranın âlimleri değişik yoldan hareket ederek değişik nisaplar elde edebilir. Kur’an hükümler koymuyor, hükümlerin nasıl konacağını öğretiyor.
“Bimâ Fealâ” demiyor da “Bimâ Kesebâ” denmektedir.
“Kesb etmek” yığmak demektir. “Küsbe” yığın demektir. Yani aldıklarından dolayı demektir. Burada ma-i masdariye olacağı gibi ma-i mevsul de olur. O zaman elde ettiklerinin karşılığı olarak manâsı çıkar ki kol kesme nisabının kol değeri kadar olacağını ifade eder. Ma-i masdariye olarak alırsak o zaman sadece hırsızlık yaptıklarının cezası olur.

(NeKaLan)
“Nekal olmak üzere.”
“Nekalen” kelimesi nukul etme yani pişman olma, cayma demektir.
“Nekalen” kelimesi ikinci hâl olabilir. “Kızarak sert konuştu” dersek, sert kızmanın bedeli olur. “Gülerek ayakta konuştu” dersek, o zaman ikisi ayrı ayrı hâl olur. “Nekalen” burada eğer cezanın bedeli ise her ceza nekaldir, yani ceza caydırıcılık anlamındadır. Diyet cezadır, kısas ise nekaldır. Ceza hukukunun hikmetlerine işaret etmiş olur. Ayrı ayrı hâl ise hem cezadır, ayrıca da nekaldir. Ceza caydırıcı olması için çok ağır olmalıdır. Ne var ki kesinliği de olmalıdır. Yani şüpheyle, tahminle ceza verilemez. Ceza hukukunda dört adil soruşturmacının şehadeti gerekmektedir. Soruşturmacılar da kesin delillere dayanmalıdır.
Örnek verelim. Bir kimse birini kasden öldürürse kısas yapılır. Kişiye tokat attı, kastı öldürme değildi ama ona eziyet etmek idi, adam öldü. Burada kasıt var ama kasıt aşılmıştır. Kısas yapılmaz. Af ile kısas düşer. Hattâ ilçesini terk edip kaçarsa ve gittiği yerdeki âkilesi diyeti öderse kısas yine düşer. Çünkü artık burada bir daha o fiili işleyemez. Ama eğer bunlar olmazsa acımadan kısas yapılır. Hırsızın da kolu kesilir. Fahiş zani hadım yapılır. Çünkü kişi bir suç işlerken bu tahfifleri düşünmez, cezanın kendisini düşünür.
Suçların çoğu görmezden gelinmektedir. Hiçbir suçsuz ben suçsuzsam cezalanırım dememelidir. Ama suçlular ben kurtulabilirim diye düşünebilir. Hukuk düzeninde suçsuzun cezalanmaması asıldır. Suçlunun ise cezalandırılması asıl değildir. Af ile ceza arasında mütereddittir. Kısas mı asıldır yoksa af mı asıldır? Fıkıhçılar diyeti asıl kabul ediyorlar.
Biz kısası asıl kabul ediyoruz. Bir yabancı öldürülse, onu affedecek yakını bulunmazsa kısas yapılacak mıdır? Fıkıhçılara göre yapılmayacaktır. Bize göre yapılacaktır. Çünkü asıl olan kısastır. Suç sabit olunca ceza asıldır ama suçun ispatında ise beraatı zimmet asıldır.

(MiNa elLAHı)
“Allah’tan nekal olmak üzere.”
“Allah” dendiğinde burada kastedilen âlemlerin rabbi olan Allah mı, yoksa O’nun halifesi olan topluluk mu, yahut başka bir manâsı var mıdır?
“Allah” kelimsinin manâsını yeniden ele alalım.
- Kâinatı var eden ve insanları yaratan, doğa kanunlarının sahibi, kimsenin hiçbir müdahalesi söz konu olmayan Allah kastedilir. Geceyi gündüz yapan gündüzü gece yapan, insana göz veren, kulak veren Allah. Burada bu manâ verildiği takdirde ceza verme yetkisi bizde olamaz. Madem ki kolunu biz keseceğiz, o halde burada Allah’tan maksat O’nun halifesi olan topluluk anlaşılacaktır.
- Allah’ın halifesi olan topluluk anlaşıldığı takdirde bundan sonra gelen “Allah” kelimesinin iki haberi de nekre olduğu için topluluk olarak anlaşılması gerekmektedir. O halde topluluk manâsındaki Allah’ın iki anlamı olmalıdır. Biri askeri hükümleri uygulama anlamında hilafettir. Doğal kanunları uygulamadır. Buradaki manâsı budur.
- Diğeri ise sözleşmelerden doğan ve hukuk düzeni içinde halkın Allah’ın halifesi olmasıdır. Her insan fert olarak Allah’ın halifesidir. İçtihadını yaparken Allah adına yapar. Sonra kul olarak içtihadına göre hareket eder. Burada kişinin Allah’a olan halifeliği söz konusudur. Buna “kıyam” denmektedir. “Allah sizi mallara kâim yaptı” denmektedir. Malların kayyumu olduğunuz zaman siz Allah’ın halifesisiniz. Sizin mâlik olduğunuz mallar sizin değil Allah’ındır, topluluğundur. Siz onun yöneticisisiniz. Ondan yararlanma hakkınız ücretinizdir. Bu hakları devretme yetkisi de size verilmiştir.
- Sözleşmelerle oluşmuş hukuk düzeni vardır. İçtihatlar birliği demektir. Bu da ayrı bir hilafettir. Böylece topluluk oluşmuştur. Şimdi anayasada “kamu görevi” dediğimiz zaman hilafetten bahsetmiş oluruz, “genel hizmet” dediğimiz zaman da kıyamdan bahsetmiş oluruz. Başka bir deyişle, “kamu hukuku” dediğimiz zaman hilafeti kast etmiş oluyoruz, “özel hukuk” dediğimiz zaman kıyamı kastetmiş oluyoruz.
Bu açıklamalardan sonra buradaki “Allah” hilafeti ifade eden yani kamu hukukunu, ceza hukukunu ifade eden Allah’tır. Bundan sonraki Allah ise özel hukuku yani kıyamı ifade eden Allah’tır.

(Va elLAHu GaZIyZun XaKIyMun)
“Allah azizdir hakimdir.”
Buradaki “Allah” hukuk düzeni içinde serbest sözleşmelere dayalı olarak oluşmuş topluluğu ifade etmektedir. Kıyam düzenini ifade etmektedir.
“Azizdir” demekle kol kesmedeki nisabı koyanın, yetkili olanın bucak yönetimi olduğunu ifade etmektedir. Yani ne miktarda hırsızlık yaparsa kolu kesilecektir, buna bucak karar verir, bucak meclisi veya şurası karar verir. Aziz olma demek, sözünü geçirme, kuralları dinletme demektir. Aziz olma bunu ifade eder.
Neden bucak deniyor?
Çünkü Kur’an’da topluluk dendiği zaman bucak anlaşılır. Çünkü Cuma namazı bunlara farz kılınmıştır. Birbirini tanıyan halk bucağı oluşturur. Daha büyük topluluklar yoktur. Merkez bucaklar vardır. Merkez bucaklar taşra bucaklara hakim değil hadimdirler. Analar nasıl çocuklarına hizmet ederlerse, onun gibi merkez bucaklar da taşra bucaklarına öyle hizmet ederler. Velayet yetkilerini babalar kullanırlar. Kur’an’da “umme’l-kura” denmektedir.
Aziz olma; kanun yapma, kural koyma, emretme gücüdür. Hakim olma da; konan kanunlara verilen emirlere uymayan kimselere uygulanacak cezalardır. Bu da yargı işidir. Yargılama vasfı “hakim” ile infaz hükmü de “aziz” ile ifade edilmiş olmaktadır. Hükümleri uygulayandır anlamındadır. Sıfat mevsuftan sonra gelir. Birbirinin bedeli olarak düşünülebilir.
Nelerin Harz sayılacağını da yine o bucaklarda o bucağın şuraları tesbit eder. O bucak yönetimi de buna göre yargılar. Örnek olarak ele alalım: Balkona konan bir eşyayı alıp götüren harzden mi almış olur? Yahut apartmanın girişinden merdivenden alınan eşya harzden mi alınmış olur? Merdivene konan ayakkabının o apartmanda oturan biri tarafından alınması ile, dışarıdan apartmana izinsiz giren biri tarafından alınan ayakkabı harzden almadır.
***

(Fa MaN TAvBa MiN BaGDi JuLMiHIy)
“Zulmünden sonra kim tevbe ederse.”
Bir cümle söylendikten sonra o cümle ile birinci cümle açıklanırsa, buna cümle-i beyaniye diyoruz, beyan cümlesi diyoruz. Beyan cümlesi dört şekilde yapılmış olur.
- “Beyan cümlesi” ile fasl edilir, yani aralarına herhangi bir harf konmaz. Bu takdirde beyan cümlesi birinci cümlenin bedeli olup herhangi bir değişiklik yapmaz, sadece onu açıklamış olur. Bedel-i baz ise takyid veya tahsis etmiş olur. “Bana bir kalem al, kurşun kalemi al” derseniz, alacağınız kalemin kurşun kalemi olduğunu ifade etmiş olursunuz.
- “İllâ” gibi istisna ile getirilir. “Bana bir kalem al tükenmez olmasın.” Burada da tahsis vardır. Bunun hükmü istisna edilene kıyas edilemez.
- Beyan cümlesinin başına “Ve” getirilirse. “Bana bir kalem al, kurşun kalem de olabilir.” Bu takdirde kurşun kalemine diğer kalemler kıyas edilebilir.
- “Fa” harfi ile beyan edilirse, genel kural konmuş olan “bana bir kurşun kalemi al” fa harfi getirip kalem yazmak içindir derseniz, başka kalemler de alınabilir demektir.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Hırsızın kolu kesilecektir. Bundan sonra genel kural getiriliyor. Kim olursa olsun tevbe ederse onun tevbesi kabul olunur denmektedir.
Kol kesildikten sonra tevbesi nasıl kabul edilecektir?
Burada müruru zamanı ifade etmektedir. Birisi hırsızlık yaptı. Takip edilmedi. İspat edilemedi. Aradan yeteri kadar zaman geçti. O arada o suçu işledi. Suçunu ikrar etti. Örnek olarak bir sene geçti. Geldi ve dedi ki; “Ben geçen sene 1000 TL çalmıştım, bunu iade ediyorum.” Böyle derse artık biz onun kolunu kesmeyiz. Demek ki ispat etmeden önce itiraf eder ve yaptığını iade ederse affedilir. Kolu kesilmez.
Biz bunu nerden istidlâl ediyoruz?
Teröristler için uygulanan hüküm burada da uygulanır.
Çalındı. Daha soruşturma tamamlanmadan önce kişi gelir, aldığını getirir ve “ben pişman oldum” derse, o zaman kolu kesilmez.
Ergenekon veya Balyoz davaları başlamış ama henüz karara varmadan önce birileri çıkar, itiraf eder ve verdikleri zararları tazmin ederlerse, o zaman davaları devam etmez.

(Va EaÖLaXa)
“Islah ederse”
Verdiği zararı giderirse demektir. Kişinin itirafta bulunması, kendisine düşen zararları ödemesi şartı ile affa tâbi olur.
PKK 30.000 kişi öldürmüşse. Faili meçhullerde kasame ilkesine göre olaylara katılanlara eşit olarak bölüştürülür. Diyelim ki şimdiye kadar PKK kamplarına katılanların sayısı da 10.000 ise, demek ki bir kimse 3 kişinin ölümüne sebep olmuştur. PKK’dan kaçar, gelir, yaptıklarını itiraf eder ve üç kişinin diyetini ödemeyi kabul ederse, o kişi serbest bırakılır. Ceza verilmez.
Üç kişinin diyetini kişi nasıl ödeyecektir? Ödeyemez. Bunun için ya âkilesi bunu öder ya da kişi taksite bağlanır, mesela her ay 500 TL ödemeye başlar ve böylece borcu bitinceye kadar veya ölünceye kadar ıslah sadedinde ödeme yapar. Kişi serbest piyasada bunu kazanamaz ve ödeyemezse, o zaman kurulacak PKK bucağına alınır ve orada kendisine iş verilir, çalışarak öder. Haftada şu kadar saat çalışacaksın denir.
Kur’an’ın ne kadar basit ve adil çözümler getirdiğini burada görebilirsiniz.
Zina suçunun da yine ispattan önce itirafı ve sadece gizlilikten dolayı zina sayılmışsa; ilişki itiraf edilir, iddet beklenir, mihir verilirse zina cezası uygulanmaz. Fuhuş hallerinin ise telafisi mümkün olmadığı için ceza uygulanır. Evlenemeyecek kimseler arasında cinsi ilişki olmuşsa veya bir kadın doğurma devresinde iki erkekle ilişkide bulunursa, bunların takipsizliği söz konusu olmayacaktır.
Fâil-i meçhul cinayetlerde katil ispat edilmeden önce gelip öldürdüğünü itiraf ederse kısas kalkar diyete dönüşür.

(Fa EinNa elLAHa YaTUvBu GaLaYHi)
“Allah onun tevbesini kabul eder.”
Burada da “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Bundan sonra yine “gafurun rahimun” denmiştir. Tevbeyi kabul edecek olan askeri yönetimdir. Kabulden sonra uygulanacak ıslah işi ise hukuk düzeni içinde olacaktır demektir. Kısas düşmüş, diyete dönüşmüştür. Hilafet yerine kıyam gelmiştir. Demek ki soruşturma ve karara bağlama hilafetle yani kamu hukuku ile ilgilidir. Kısas yapma da hilafetle, kamu hukuku ile ilgilidir. Diyete dönüştükten sonra artık hilafet yerine kıyam hukuku doğacaktır.

(EinNa elLAHa ĞaFuRun RaXyIMun)
“Allah gafurdur rahimdir.”
Cümle “ve” harfi getirilmeden gelmiştir. Bundan önce “ve” harfi ile “Allah’ın aziz ve hakim olduğu” ifade edilmiştir. Daha önce de “fa’lemû” denmiş, “gafur ve rahim” ifadesi getirilmiştir. Tevbeyi kabul etme demek yaptığı kötülükleri örtme demektir.
Biz bu ifadeye dayanarak diyoruz ki; diyet önce devlet tarafından peşin ödenir, sonra mükelleflerden taksit taksit olarak alınır. Fıkıhçılar ise tahsildeki taksitleri ödemede de kullanmaktadırlar. Biz buradaki “Allah” lafzının iadesi ve Kur’an’ın başka âyetlerine dayanarak devletin önce ödeyeceği, sonra tahsil edeceği görüşündeyiz. Bu ödemeden dolayı doğacak enflasyon ise topluluğun “gafur ve rahim” olması sebebiyle gerekmektedir.
Burada başka bir hükmü daha ortaya çıkarmış oluyoruz. Kasamede suçlu ortaya çıkmazsa, tüm bucak halkından taksitleri toplayacağımızdan bucak parasında o kadar enflasyon yaparız ve diyeti öderiz. Böylece tüm bucak halkı ödemiş olur.
Terör olaylarında yapacağımız iş; faili meçhul cinayetlerde kasame ile diyeti semt halkı öder. Cinayetin faili semttekiler hasredilmiyorsa bucak parasında enflasyon yaparız. Oradakiler tarafından ödenemiyorsa il parasına enflasyon yaparız. Onlar da ödeyemiyorsa ülke parasına enflasyon yaparız. Yahut insanlık parasında enflasyon yaparız.
Burada, “Altın parasında enflasyonu nasıl yaparız?” diyebilirsiniz. Altın parasını fazla çıkardığımızda altın parasının altın karşılığı değerini düşürmüş oluruz ama biz ödemeye devam ettiğimiz için bu sefer malların altın karşılığında değeri düşecektir.
Altın Para = Kuyumcularda Altın + (Kur * Bankalarda Para)
d(Altın Para) = d(Kuyumcularda Altın) + d(Kur * Bankalarda Para)
Kuyumcularda altın artmadığına göre bankalardaki para değişecektir. Bu durumda ya kur artacak ya da mevduat artacaktır. Kur artarsa enflasyon olacaktır. Sonunda karşılıksız para çıkarılmış olur ama bu da krizleri atlatır. Afet sigortaları böylece kolayca karşılanmış olur.
PKK sorunu uluslararası sorundur, onlar finanse etti; Avrupa devletleri, Rusya, ABD veya hepsi beraber finanse ettiler. Bunlara ceza olarak ödetmek mümkündür. Ne var ki şimdi böyle bir gücümüz yoktur. O halde insanlık ödeyecektir. İstanbul altın sertifikayı çıkaracak ve bununla ödeyecektir.
Allah’ın insanlığa verdiği nimetlerin belki de en büyüğü kâğıt paradır.
Bucak yönetimi, il yönetimi, ülke yönetimi, insanlık yönetimi iki şeye dayanacaktır.
a) Biri silahlı güçlerdir, ordudur. Bu hususta kişinin “bedelli” ve “nöbetli” olması fark etmez, biri canla diğeri malla silahlı güce katılmaktadır.
b) Diğeri ise bucak, il, ülke ve insanlık paralarıdır. Bu paraların hepsi “altın para” ile dolayısıyla altınla konvertibl olacaktır.
-Silahlı kuvvetler savunmayı ve güvenliği sağlayacaktır.
-Faizsiz kredi de ekonomik hayatı düzenleyecektir.
Bunların dışında insanlık hür olacaktır; insanlar fikirde, ilimde, sanatta ve dinde tamamen bağımsız olacaklardır. Herkes kendi kanununu kendisi yapacaktır.
***

(EaLaM TaGLaM)
“İlm etmedin mi?”
Yukarıda “Fa’lemû/bilin” denmişti. Burada ise istifham-i inkariye ile “sen bunu biliyorsun ona göre hareket et” denmektedir. Tevbe, mağfiret ve rahmet, hepsi kurallar içinde olacaktır. Keyfî hareket olmayacaktır. Bucak başkanı veya hakemler yazılı kurallara aykırı karar verdiler mi hakemlere gidilerek mağduriyet giderilecektir.
“İlm” nasıl mümkün olacaktır?
İçtihat ihtilaflara dayanır, icma ise ittifaklara dayanır.
O halde “ilm etmek” demek ilim adamlarının ittifakıdır.
Kimlerin ilim adamı olduğu nereden bilinecektir?
Kişi bucakta kendisine birini âlim seçer. Bu âlimin verdiği fetvalarla hareket etmek zorundadır. Âlimi kendisi seçer ama onun fetvaları ile hareket etme mecburiyeti vardır.
Bir bucaktaki nüfusun en az kırkta birinin ilmî danışmanlığını yüklenen kimse o bucakta âlimdir. Kırkta birini dolduramayan kimse kendisini ilmî danışman yapanları birine aktarır, böylece onun desteklediği kimse âlim olmuş olur.
Bir il içinde ise en az on bucak âliminin ilmî danışmanı olan il âlimi olur.
En az on il âliminin kendisini danışman yaptığı kimse ülke âlimi olur.
İnsanlık için en az 50 ülke âliminin kendisini müşavir seçmesi gerekir.
Bucakta orta ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. İlde yüksek ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. Ülkede üstün ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. İnsanlıkta ise ülkelerin icmaları beşeri icma olur, yani bütün ulusların ayrı ayrı icmaları insanlık icması olur.
İnsanlık icması sahabelerin icmasıdır. O uygarlık yıkılmadıkça icmalar değişmez. Ülke icmaları müfesser hükmünde olup aksi icmalarla değişir. İl icmaları nass hükmünde olup bir müçtehidin kesin içtihadı seviyesindedir. Bucak icmaları zahir hükmündedir, rasihin içtihadından daha aşağıdadır.

(EanNa elLAHa
“Allah”
Fiil cümlesi kelime yerine gelecekse masdar “En”i getirilir. İsim cümlesi kelime olacaksa ona da “Enne” getirilir. Bu takdirde “Enne”nin tahkik manâsı da devam eder veya etmez. Bu husus araştırılmalıdır.
Buradaki “Allah” kelimesi kâinatın rabbi Allah’tır. Bundan öncekilerde halife olarak “Allah” ifadesi geçmişti. Burada zaten semavatın ve arzın mülkü denmektedir. Bunun halife manâsında olması mümkün değildir.
Allah kâinatı hangi sistemler içinde yaratmışsa insanları da o sistemler içinde yaratmıştır. O en iyisini yapmaktadır. Bunun böyle olduğunu anlatmak için de âyetleri iç içe getirmektedir.
Kâinatta hakim olan ilkeler şunlardır: 1) Varlık yokluktan iyidir. 2) Birlik ayrılıktan iyidir. 3) Düzen düzensizlikten iyidir (entropinin küçülmesi). 3) Basitlik israftan iyidir. Kâinatta bu kurallar hakimdir. Toplulukta da bu kurallara göre hareket edilecektir. Kâinatı örnek alarak düzenimizi kurmalıyız.

(LaHu MüLKü elSaMAvVAvTi Va eLEARWı)
“Arzın ve semavatın mülkü O’nudur.”
Sizin ahırınızda inekler vardır. Onların mülkü halife olarak sizindir, siz onların üzerinde tasarruf etme hakkına sahipsiniz. Canınız istediği zaman sütünü sağıyor ve sütünü içiyorsunuz, istediğiniz zaman da kesip etini yiyorsunuz. Siz ona sadece yem verdiniz, başka bir şey vermediniz. Bu hâliyle inekler üzerinde mutlak mülkiyete sahip oluyorsunuz.
Zalim değilseniz Allah’ın sizin üzerinize koyduğu hükümde neden hakkı olmasın, kısası koyma yetkisi neden olmasın? Allah hükümler koyarken sizin gibi şeytanın ürettiği modalar sebebiyle hüküm koymuyor. Kimseden utanmıyor, kimseden korkmuyor. Kendisinin çıkarı da söz konusu değildir. Çünkü O hiç bir şeye muhtaç değildir. O halde bunları bilmeniz gerekir. Allah’a akıl vereceğinize O’nun ne istediğini öğrenip ona uyun.
“Mülk” Türkçede kullanıldığından biraz farklı manâdadır, “Mülk” devlet demektir. Nitekim devlet başkanına “melik” denmektedir. Ne var ki melik-i muktedir yalnız Allah’tır, mülk de sadece O’nundur, mülkte şeriki yoktur. İnsanlar mâlik değil kayyumdurlar, Allah’ın halifesi olarak O’nun mülkünü tedvir etmektedirler. Bu tayin ve azil birilerinin ataması ile değil, muameledeki kazanması ile olmaktadır.
Diyelim ki bende 10 bin TL var. Sizde de bir araba var. 10 bin TL’yi yönetmek bana, arabayı yönetmek size aittir. Sen arabayı bana sattığın zaman görevlerimizi değiştirmiş oluruz. Mesela bir ilçede hakim var, kaymakam var. Devlet onlara yetki vermiş, isterseniz görevleri değiştirebilirsiniz, üste de alabilirsiniz.
İşte, Allah kâinatı böyle yönetmektedir.
Demek ki kamu görevini yüklenirken insanlar görev değişikliğini yapabilmektedirler, yeter ki ehil olsunlar.
Diyelim ki matematik öğretmenliği vardır. Artvin Camili’de matematik öğretmenliğinin değeri 300 kupondur, İstanbul’dakinin değeri 3000 kupondur. Öğretmenlere kıdemlerine göre 1000, 1500, 2000, 2500 gibi kupon veriyoruz. Sonra kuponlar borsada alınıp satılıyor, devlet alıp satıyor. Stoka göre fiyatı düşürülür ve yükseltilir. 2500 kupon alan tecrübeli bir matematikçi Camili’ye giderek 2200 kuponu kazanmış olur.
Biz bu sistemi nerden ortaya çıkardık?
“Lehu mülkü’s-semavati ve’l-erdi”den çıkardık.
Onun halifesi olan devleti de o kanunlarla yönetmek gerektiğine inanıyoruz.

(YuGaüÜiBu MaN YaŞAvEu)
“Dilediğini ta’zib eder.”
“Uzbe” tatlı “Azab” ise acı demektir. Aslında “azab” kökü tat anlamındadır. Kalıba göre zıt manâlar alır. “Böl” kelimesi ile “Bol” kelimesi böyledir. Aslı "bolmak" "olmak" anlamındadır. Yani var olanlar, çok olanlar anlamında kullanılmıştır. Bölmek ise parçalanarak bölünmek manâsındadır. Uzbe tatlı olmuş, azab ise acı olmuştur. Duyu anlamındadır.
“İ’zab etmek” tatlılandırmak demektir, “Ta’zib etmek” eziyet etmek demektir. Arapçada üçlünün üstündeki bablar masdarlardan birinin olabilir. Bu sebepledir ki sülasi masdarlardaki birden fazla masdarlar bablar rubaiye geçtiklerinde bunlardan hangisi ile geçtiğini bilmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın sarfı yapılırken mezid babların hangi babın ve masdarın mezidi olduğu belirtilmelidir. Bunun için Kur’an baştan sonuna kadar taranmalıdır. Ruhu-l Kuran'da bu çalışma yapılmıştır.
Buradaki “Yeşau”nun faili Allah’tır. Allah kimi isterse ta’zib eder, kimi isterse mağfiret eder diyor. Göklerin ve yerin Tanrı’sı bunu yapar.
O halde cezalar doğal kanunlara göre olmalıdır. Yani kısas hükümlerini kaldırmak kimsenin haddi değildir. Ceza hukuku topluluğun isteklerine göre ayarlanmaz. Ceza hukuku doğal kanunlara göre ayarlanır. Bedeni cezalar için söylenir. Keffaretler ise ceza olmaktan çok tazminattır. Ceza hukuku kamu hukukudur. Kişileri affetmek veya cezalandırmak şeriata göre olacak, kişilerin takdirine bırakılmayacaktır. Bu sebepledir ki hırsızın veya zaninin affı caiz değildir.

(Va YaĞFiRu LiMaN YaŞAvEu)
“Ve meşiet ettiğini mağfiret eder.”
Kim için isterse onun yerine hataları kapatır. Yani devlet suçluların suçunu tazminata çevirebilir, tazminatta da topluluk katkıda bulunabilir.
Bütün bunlar şeriata göre olmalıdır. Bu şeriat da kâinatın kanunlarına uymalıdır. Yer ve gökte böyledir, sizin de böyle yapmanız gerekmektedir. Kişilere mağfiret edilecektir ama yöneticilerin ve hakemlerin takdirleri ile değil, kurallara göre yapılacaktır. Bugün kü ceza hukukunda maddenin başında İslâmiyet’ten aldıkları cezadaki kesinlik geçer ama sonra her maddede hakime takdir hakkı verir.
İslâmiyet’te ceza kesindir. Artırılıp eksiltilemez. Zinanın cezası 100 sopadır. Kölelere yine şeriatla 50 sopadır. Yargıcın takdirine hiçbir şey bırakılmamıştır. Oysa keffaretlerde “zevey adli minküm” denmiştir. Orada takdir vardır. O da ancak iki hakem olursa geçerlidir. Anlaşamadıkları yerde baş hakeme giderler.
Mağfiret eden yöneticiler değil topluluktur. Topluluk da sosyal ve tabii kanunlara tâbidir. İşte hukuk devletinin manâsı budur.

(Va elLAvHu GaLay KülLi ŞayEin QaDIyRun)
“Ve Allah her şeye kadirdir.”
Buradaki “Allah” “innellahe”deki “Allah”a atfetmektedir. İsim cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir.
“Şey” kelimesi irade edilen demektir. Topluluk irade edilen her şeye gücü yetendir. Buradaki “şey” alınan karar demektir. Âlemlerin rabbi olan Allah için “şey” O’nun irade ettiğidir. Topluluk için “şey” alınan karardır. Ne karar alırsa ona kadir olmalıdır. Yani ütopik karar almamalıdır. Karar mekanizması öyle çalışmalıdır ki mümkün olmayan şeylerin kararı olmamalıdır.
Topluluk kararlarının yargı denetiminde olduğu burada ifade edilmiş olmaktadır. Uygulanmayacak bir karar alınırsa hakemlere gidilir ve hakemlerce o karar iptal edilir.
Bu durumda şununla karşılaşmış oluruz. Bir kurum -bu kurum Türkiye Büyük Millet Meclisi de olsa- yetkisini aşan bir karar alırsa, o karar alınmamış olur. “Şey” olmaz, yani meşiet içine girmez. Yargı da haddini aşarak karar verirse o da karar sayılmaz.
Mazbatasını alan milletvekillerini Meclis’e gönderme yetkisi hakimlere ait değildir. Yüksek Seçim Kurulu yanlış da olsa bir kişinin adaylığını reddederse, onu tashih edecek bir merci yoktur. Ama listeye koyduktan sonra artık ona mazbata vermesi kesindir. Mahkemenin böyle bir yetkisi yoktur. Meclis Başkanı onu milletvekili kabul ederek milletvekili yapabilir. Çünkü mahkeme verdiği kararla yetkisini aşmıştır. Meşiet içine girmemiştir.
Dilin özellikleri vardır.
Bir cümleyi söylediğiniz zaman onun dört kademe manâsı vardır.
- Biri, dilin lugat ve gramer manâsıdır. Herkesin cümleyi aynı şekilde anladığı manâdır. “El” deyince herkes başka manâlar anlar ama bir de herkesin ortak anladığı manâdır. Bu manâların çarpımı ile anlaşılan manâdır.
- Kişinin kastettiği manâdır. Bu her zaman lugat manâsına uymaz. Hayvanların dillerinde lugat manâsı ile istimal manâsı aynıdır, çünkü onlarda evrim yoktur, yeni bilgiler edinme yoktur. Ama insanlar her gün yeni şeylerle karşılaşır ve yeni kavramlar üretirler, bunu da dilleri ile ifade ederler. Mecazi ve kinaye ifade şekilleridir ve lügat manâlarını içermez. Delalet ve iktiza delaletleri de böyledir.
- Üçüncü manâ ise muhatabın anladığı manâdır. Bu da farklıdır. Dolayısıyla mütekellim ile muhatap arasında tam mutabakat sağlanamaz.
- Dördüncüsü de hakemlerin anladığı manâdır. Söyleyen ile dinleyen arasında çıkan ihtilafı hakemler çözer. Onların anladığı manâ da ayrı manâdır.
İşte insanların dili böyle değişkendir. Bir kelimenin lugat manâsı yani herkesin anladığı manâ yavaş yavaş ve zamanla değişmektedir. Eski lugatlarda yazılanlar artık bugün lugat manâsında değildir. İstanbul’un yirmi sene önceki manâsı ile bugünkü manâsı farklıdır.
Bu durumda lugat manâsını ne yapacağız?
Kur’an’ın lugat manâsı olarak biz Kur’an’ın nâzil olduğu dili anlarız. Kur’an’ın yüklediği manâları da esas alarak lugat manâsını veririz. İslâm dilcileri buna son derece riayet etmişler. Kur’an’ın lugat manâsını tesbit ederken Kur’an’dan önceki şiirleri mesnet kabul etmişlerdir. Arapların Kur’an’dan önceki halk deyimleri sözlerini esas almışlar, bir de Kur’an’ın kendisinin yüklediği manâyı esas almışlardır.
Biz şimdi Kur’an’ı ele aldığımızda kelimelerin lugat manâsını yeniden tesbit etmemiz gerekir. “Şey” kelimesini esas alalım. Bugün biz nesne manâsında kullanırız.
“Şey” kelimesi Kur’an’da 285 defa geçmektedir.
“Şey” ne manâdadır. Bunun tesbiti bir doktora tezi çalışmasıdır.
Bu âyetteki “Allah” kelimesi topluluk anlamındadır. Bunun iki delili vardır. Biri, bundan öncekinin göklerin ve yerin rabbi olarak bahsedilmesi, diğeri de her şeyi bilenin nekre olması. Bu durumda topluluğun her şeye kadir olduğu söylenmektedir.
Bugün bizim anladığımız anlamda topluluk her şeye kadir değildir. O halde burada ya “kadir” kelimesine başka manâ verilecektir, ya da “şey” kelimesine başka manâ verilecektir. Biz şimdi “şey” kelimesine kendi çıkış manâsını vermekteyiz “Şey” aslında karaltı varlık demektir. Beyinde düşünülen de şeydir. Örnek olarak sinüs, kosinüs, sanal sayı da şeydir. Şeyin dışarıda var olması gerekmez. Diğer taraftan eğer beyinde düşünülmemiş ve ona isim verilmemişse o şey değildir. Onlar Allah için “şey” olabilir, insan için “şey” değildir. Bir de çelişkili bir kavram da şey değildir. Mesela öyle bir “varlık” düşünelim ki o hem “bir” hem “üç” olsun. Bu hayali varlık şey değildir. Bu âyetin anlattığı budur. Topluluk için “şey” onun yapmaya muktedir olduğudur.
Buradaki “Kadir” kelimesini gücü yeten anlamında değil de ölçümlendiren, sayan anlamında anlayabiliriz. Bunun anlamı da topluluk her şeyi sayı ile belirtmelidir, yani cezaları ve suçları tesbit ederken kesin sınır ve sayıda olmalıdır.
“Şey”in nekre olması ile onda istiğrak manâsı yoktur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92