MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 26




(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Bundan önce Allah ve resulü ile muharebe edenlerden bahsetmiştir.
Sûrede İsrail oğullarına savaş emredildiği halde onlar savaşmayı istememişler ve çöllerde kırk sene dolaşmışlardı. Sonra Hz. Adem’in iki oğlunun kıssasını anlatmış ve kısas hükümleri konmuştu. Kısastan sonra kısasa rıza göstermeyen ve hakem kararlarına uymayanlardan bahsetmiştir.
Şimdi “Ey iman edenler” diye hitap etti. Bu âyetlerden sonra hırsızın el kesmesinden bahsedecektir. Arada “Ey iman etmiş olan kimseler” diyerek bu işlerin kimler tarafından yapılacağını bildirmektedir.
Tarihte devletler nasıl oluşmuşlardır?
Herhangi bir şekilde eğer bir kuvvet oluşmuşsa o kuvvet bir topluluk oluşturur ve o kuvvet kendi düzenini kurar. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Başlangıçta peygamberler gelmiş ve halka kendilerinin Allah resulü olduklarına inandırmış, böylece peygamberlerin çevresinde toplananlar güvenliği sağlamış ve devletlerini kurmuşlardır.
Daha önce de kabilelerin başkanları kabileleri içinde güvenliği sağlamışlardır. Peygamberler kabileler arası güvenliği sağladılar. Peygamberlerin izinden hanedanlar oluşturdular. Kur’an nâzil oluncaya kadar bu böyle devam etti. Daha önce dünyanın güvenliğini sağlayanlar İbraniler olmuştur. Romalılar bu güvenliği devam ettirdiler.
Kur’an yeryüzünün güvenliğini sağlama görevini mü’minlere verdi. Medine’de 10 sene içinde bu düzen oluştu. Mü’minlere dayanan devlet oluştu. Ne var ki o zamanın teknik imkanları Kur’an düzeninin uygulanmasına müsait değildi. 30 yıl süren hilafet dönemi son bulduktan sonra tekrar hanedanlık dönemi başlamıştır. Bundan dolayı “Ey iman edenler”deki dayanışma ortaklıkları olan âkilelere dayanan düzen tam olarak çalışmamıştır. Emeviler, Abbasiler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar saltanat ile şeriatı birleştirmişlerdir. Özel hukukta fıkıh geçerli olmuş, kamu hukukunda ise saltanat kuralları geçerli olmuştur.
18’inci asırda başlayan hanedanlara karşı çıkma 20’nci yüzyılda daha da gelişmiş, tek tük birkaç küçük devlet dışında hanedanlar ortadan kalkmıştır. Ne var ki saltanatın yerine getirilen ekseriyet demokrasisi sorunları çözememektedir. Kur’an şimdi bize hitap etmekte, “Adil Düzen”e göre Kur’an’ın güvenlik düzenini kurma emri verilmektedir.
Burada emir verilenler dünyanın güvenliğini sağlayan mü’minler olmakla beraber, merkezi yönetimlerin oluşturulması söz konusu değildir. Kur’an’ın bize emrettiği önce on aileden ibaret olan aşireti kurmadır.
Biz İzmir’de 1960’larda kurmaya başladığınız bu kuruluşu başaramadık. Bunun ana sebebi bilgisizliğimizdir. Bilmiyorduk; bilmediğimizi de bilmiyorduk. O zamanki bilgilerimizle bugünkü Müslümanların ve Hıristiyanların durumunda imişiz. Uygulamalar yaptıkça bilemediklerimizi öğrendik ve buraya kadar geldik.
Şimdi ikinci hamleyi yapma durumundayız.
İşte bu âyet şimdi biz bir avuç Adil Düzen Çalışanlarına hitap etmektedir.
Evet, biz bir aşiret/ocak kuracağız. Beş vakit namazı beraber kılacağız.
Sonra bir kabile yani bir bucak oluşturacağız. Bu bucak “İkinci Kur’an Medeniyeti”nin Medine’si olacaktır. Biz kendi bucağımızın güvenliğini Kur’an’a göre koruyacağız. Bugünkü mevzuata göre ceza uygulamasını yapmayacağız. Bucağımızı kooperatif olarak kuracağız ve bizim hakemlerin verdiği kararlara uymayanları kooperatif dışına çıkaracağız. Böylece biz kendi içimizdeki güvenliği kendimiz sağlayacağız.
Sonra “Adil Düzen Partisi”ni kuracağız ve anlatarak, ikna ederek, örnek uygulamaları göstererek siyasi partileri bağımsız bucaklar düzenini getirmeye zorlayacağız.
Bağımsız bucak ne demektir?
3 bin kişi ile 10 bin kişi arasında oluşturacağımız sitelerde ceza hukuklarını kendileri koyacak, mahkemelerini kendileri kuracak ve idam cezaları dahil bütün cezaları kendileri uygulayacaklar. O bucağı terk edenlere kısas uygulanmayacak, devletten diyet istenecektir.
“Adil Düzen”e göre kurulacak bir bucak refah ve saadette diğer bucaklara fark atacak, dolayısıyla diğer bucaklar da Kur’an’ın öğrettiği sisteme gireceklerdir. Böylece insanlar ocak ve bucak kuruluşları düzenine zorlanmadan kendiliklerinden gireceklerdir. Düzende zorlama yoktur. Her bucak kendi düzenini kuracaktır. İsteyen istediği düzeni kuracaktır. Bir bucak diğer bucağa karışmayacaktır. Dinler her bucağa tavsiyede bulunacak, tebliğde bulunacak ama onları zorlamayacaktır. Barış böyle sağlanır. Bucağı veya ocağı beğenmeyen oradan hicret edebilecektir. Biz buna “hicret demokrasisi” diyoruz.
Merkez bucaklar oluşacaktır. Bu mü’minlerin bucağı olacaktır. Bu bucaklar il ve ilçe merkez bucaklarıdır. İl merkez bucağı mü’minlerden yani gönüllü askerlerden oluşacak, onlar taşra bucaklarından cizye alarak onların güvenliklerini sağlayacaklardır. İşte burası, bu merkez ilçe bundan önce sözü edilen muhariplerin faaliyet sahasıdır, hakemlerin kararlarına uymayanları tenkil edeceklerdir.

(itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Bundan önceki âyette “Allah” kelimesi geçmiş, haberi nekre gelmişti, bu sebeple orada “topluluk” manâsını verdik. “Allah” kelimesi burada iade edilmiş, zamir gönderilmemiştir. Yukarıda muhatap olanlar başka, buradaki muhatap olanlar başka ise, zamir getirilmez, kelime iade edilir. Harfi atıfsız “Ey iman edenler” diyerek başladığına göre, muhatap olanlar farklı olabilir. Birincideki muhataplar merkez bucağının mü’minleri; buradaki muhataplar ise taşra bucak mü’minleridir. Bu sebepledir ki “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak anlayabildiğimiz gibi, O’nun halifesi olan topluluğu olarak da anlayabiliriz.
“İttika” emri Kur’an’da değişik yerlerde tekrar edilmektedir. Bizim bilgilerimiz iki şekilde kesin bilgiye dayanır. Mesela, bir insanın diyeti 1 000 000 TL’dir dersek, burada artık içtihat yoktur. Diyet varsa bu verilecektir demektir. Burada içtihat yoktur, takdir yoktur. Ama bir ağacı kesene tazmin ettirilecek miktar kesin değildir. Burada kişinin takdiri söz konusudur. İşte takdir söz konusu olan hallerde “ittika” emri verilir, yoksa “biliniz” denir.
Eğer buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak anlarsak; o zaman ittika ediniz, yetkili sizsiniz, âhirette hesabı sorulur, bu dünyada müeyyidesi yoktur demek olur. Takdir edenleri mesul etmeme bakımından bu şekilde âyetleri yorumlarız. Ama mağdur olanların mağduriyetlerini değerlendirirken o zaman Allah’ın halifesi olan topluluğu anlarız. Yani takdirlerin hakemlere gidilerek hakemler tarafından denetleneceği anlamına gelebilir. Yargının üstünlüğü burada da uygulanır.

(iBTaĞUv iLaYHı eLVaSİyLaTa)
“Ona vesile ibtiğa ediniz.”
“Vasl” kelimesi “Sad” harfi ile bitişik demektir, “Fasl” ise ayrı demektir. Kişinin töremesine fasıle denmektedir. “Sad” harfi “Sin” harfine dönüşmüştür. Ulaşmak için yol arama demektir, yani yoldur, bir yere ulaştıran yoldur.
“İbtiğa ediniz” denmektedir. İbtiğa Türkçede kullandığımız müteşebbis anlamındadır. Girişimci olmak demektir. “İttika etmek” mevcut düzen içinde kalmak, kuralların içinden çıkmamak, haksızlık etmemektir.
Topluluğa ittika ettirmek, ona vesile aramak ve onun yolunda cihat etmek.
İttika ve ibtiğa iftial bâbından getirilmiştir. Oysa cihad mufaale bâbından getirilmiştir. Aynı baplar yan yana zikredilmiştir. Demek ki ittika ile ibtiğa beraber olacak, cihad ayrı olacaktır. Önce ittika ile ibtiğayı karşılaştırmamız gerekir. Sonra ikisiyle cihadı karşılaştırmamız gerekir. İttika ile ibtiğa dahili faaliyettir, müsbet faaliyettir; cihad ise harice karşı yapılmaktadır.
Vesile ibtiğa edilecek, sebilinde cihad yapılacaktır.
Sebil ile vesile, ikisi de yoldur. Bunları da karşılaştırmamız gerekir.
Kur’an böylece bize emirler vermektedir. Bunları tanımlayıp anlamak ve müessese hâline getirmek ise bize aittir.
İttika bir şey yapmayı değil yapmamayı emretmektedir. İçtihat ve icmalarınızda hududu aşmayın denmektedir. Gerçi burada da bir şey yaparken ittika edin denmektedir. İttikaya delalet ibare iledir. Bir işte ittika olacağı için işaretle delalet etmiş olur. Vesile ibtiğa edinde ise yapma ibare ile olmuş olacaktır.
Topluluğa nasıl ulaşılacaktır?
“Vesile” kelimesi burada marife gelmiştir. O halde belli yolla ulaşınız denmektedir.
İbtiğa emri mükelleflere emredilmiştir. Ben Türk milletine veya ilçemdeki Bahçelievler halkına veya mahalle halkına ulaşmakla emrolunuyorum, biz emrolunuyoruz.
Kur’an’da yol olarak sırat, tarik, sebil, sebep, vesile olarak bahsedilmektedir. Ayrıca cüded olarak yani caddeler geçmektedir. Şır’a da yoldur. Aynı manâlara gelen kelimeler yan yana getirilerek üzerinde çalışılmalı, aralarındaki farklar ortaya konmalıdır.
“Sebil” merkezlerden geçer ve merkezleri birbirine bağlar. Ağ hâlindeki yollardır. Türkiye’nin kara yolları sebildir.
“Sırat” ise bir yeri diğer bir yere götüren, başlangıcı ve sonu olan yoldur.
“Tarik” ise bir kimsenin kendi alanında dolaşması için yapılan patika yollardır. Şehir içi servislerin yolları tariktir.
“Vesile” ise bir yere varmak için değişik yolların çatallaşarak birleşmesi anlamındadır.
“İttika etmek” demek, sahanın dışına çıkmamak, trafik kurallarını ihlal etmemektir.
“Vesile aramak” demek, nereye gideceğinizi belirlemektir. Trafik levhalarına bakarak yol alırsınız. Yalnız kurallara uyularak yol alınmaz. İşte “vesile” demek, levhalara bakın ve o levhaların gösterdiği istikamette yol alın demektir.
Halk aşiret içinde oturur. Başkanlarına bağlıdır. Başkan aşiret ile temas etmekte vesiledir. Başkana uymakla topluluğa uyulmuş olunur. Başkan tekbir alır, başkan rükua gittiğinde herkes ona uyar, rükua giderlerse kişiler topluluğa uymuş olurlar.
Sonra herkes ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıklarından birine katılır. Dayanışma sorumlusu vesiledir. Onlar da bucak başkanını seçerler. Başkan bucak halkının bucak topluluğuna ulaşması için vesile olmuş oluyor. Topluluk başkana biat etmekle sağlanmış olur. Başkan olma emredilmiyor, başkan bulma emrediliyor.
“Vesile” müfrettir ve marifedir. Vesilenin müennes olmasından anlıyoruz ki, başkanın kendisi değil de başkanlık müessesesi yani dayanışma ortaklıkları kastediliyor.
Vesile insanlık kan damarlarına ve sinir sistemine benzer. Toplar damar var, atar damar vardır. Duyu sinirleri vardır, hareket sinirleri vardır. Sinir sistemi veya kan dolaşımı sistemi vesiledir.
Her fert kendisi bir vesileye bağlanacaktır, yani dayanışma sorumlusunu seçecektir. Bunu yapmak farzdır. Dayanışma sorumluları da başkanı seçeceklerdir. Bu da onlara farzdır.
O halde on kişi bir araya gelince her biri diğer dokuz kişiyi de kendisine vesile yapmakla yükümlüdür. Sadece tercih hakkı vardır. Sıralanmasını isteriz. Sıraların tersleri toplanırsa vesile olma derecesi bulunmuş olur. Başkan seçilmiş olur.
“El-Vesile”nin burada marife olması dayanışma ortaklıklarının ve başkanın seçilmesinin mevzuatla olacağını gösterir. Seçilmek değil seçmek farzdır. Demokrasi budur.
Taşra bucaklardan sonra il merkez bucaklarını, ülke merkez bucaklarını halk oluşturur.
Böylece insanlık organize olmuş olur.
İttika etmek kurallara uymaktır.
Vesile ibtiğa etmek ise örgütlenmedir.

(Va CAvHiDUv FIv SaBiLiHİy)
“Ve O’nun sebilinde cihad ediniz.”
“Cihad etmek” gayret etmek demektir. Cihad mallar ile ve can ile yapılır. Cihadın mutlaka düşmana karşı yapılması gerekmez. Zor işi yapmak cihattır.
Mü’minler önce kendi aralarında kurallar oluşturur ve o kurallara göre hareket ederler. Sonra örgütlenerek birlikte hareket etme imkanını sağlarlar. Bunu yapmak oluşmak için gereklidir. Bunların görevleri nelerdir? Görev, insanların birbirleri ile buluşmalarını sağlamaktır. İşte bu buluşma araçlarına “sebil” denmektedir.
Benim bugün cep telefonum vardır. Yerimde istediğim insanla buluşabiliyor, konuşabiliyorum. İşte, mü’minlerin işi bütün insanlara birer cep telefonu temin etmek ve bütün insanların birbirleri ile bedelsiz konuşabilmesini sağlamaktır. Bugün bunu sermaye yapmaktadır. Kur’an ise bunun bedelsiz yani alınan vergi karşılığı yapılmasını emretmektedir.
Bugün ben uçağa biniyorum ve Avustralya’ya gidebiliyorum. Bunu para ile yapıyorum. Oysa “Adil Düzen”de bu parasız yapılacaktır. İşte bunu sağlamaya çalışmak demek, O’nun sebilinde çalışmak demektir.
Yollar nelerdir?
- Kara, deniz, hava ve demir yolları sebildir. Bunların garajları, istasyonları, iskeleleri de sebildir.
- Telefon, internet, basın yayın sebildir.
- Elektrik enerji yolları teller sebildir.
- Su yolları sebildir.
Bunları tesis etmek ve vatandaşların serbestçe birbirlerine ulaşabilmelerini sağlamak sebilinde cihattır. İşletmelerden paylar alınır, bunlar halka karşılıksız sağlanır. Güvenlik ve yargı da sebildir. Demek ki mü’minlerin bir tek görevi vardır, insanları birbirlerine ulaştırmak. Bu kişilerin özgürlüğüne katkıda bulunur ve topluluğu da oluşturur.
Burada dikkat edilecek husus şudur. Biz kimin neyi vereceğine, kimin nereye gideceğine karar vermeyiz. Sadece onların gitmelerine ve vermelerine imkan sağlarız. Verip vermeme, neyi verme neyi alma hususlarına biz karışmayız.
İşte adil devlet budur.
Sosyalistler ne verip ne alacaklarına karışırlar, kapitalistler ise gidip gelmeyi sadece parası olanlara sağlarlar. “Adil Düzen” ise gidip gelmeyi herkese sağlar, gidip gelmelerine ve alıp vermelerine karışmaz.
“Cahidû” kelimesi ile ifade edilen bu ulaşımın tamamen sağlanması demektir. Yani zor gerçekleşir. Onun için “cihad” kelimesi ile ifade edilmiştir. Herkese sağlanamıyor. O halde bir denge bulmamız gerekir. Önce parası olanlar daha çok konuşur. Parası olanlar para ile uçsun. Bizim onları engellememiz elbette söz konusu olmayacaktır. O halde halkın yollarının ayrı, zenginlerin yollarının ayrı olması gerekir. Yollar vakfı kuruyoruz. Parası olanlar para ile bu yolları kullanıyorlar, halk ise bedava kullanıyor.
Bunu sağlamak için de önce para ile biletleri maliyetin iki misli değerle satıyoruz. Satılan biletler kadar biletleri halkımıza bedava dağıtıyoruz. Böylece yarısını halk bedava kullanmış oluyor, diğer yarısını da zenginler paraları ile kullanmış oluyorlar. Yolculuk yapmayanlar paylarını borsada satabilir, diğerleri de alabilir.
Burada biz bir çözüm ürettik, siz de başka çözüm üretirsiniz.
İşte buradaki “cahidû” kelimesi ve “sebil”in marife olması bize çözüm üretmeyi farz kılıyor, çözüm biçimini ise insanın içtihadına bırakıyor.

(LaGalLaKuM TuFLiXUvNa)
“Felaha erersiniz diye.”
Olayların illetleri vardır, olaylardan önce olur.
Olayların hikmetleri vardır, olaylardan sonra olur.
Emirlerin hikmetleri vardır, belli sonuçlara varmak için emredilmişlerdir.
Sonuçlar da iki şekilde olur. Emredilen olay şart olmuş olur. O yapılmazsa sonuç olmaz. Ama yapılırsa sonuç ya olur ya da olmaz. Bir de olayların illeti vardır. Olay varsa sonuç da vardır. İlletleri ifade edeceksek o zaman “Li” harfi kullanılır, şartı göstereceksek “Lealle” harfi kullanılır.
Burada “Lealle” kullanılmıştır. Yani felaha ermek için, sebil için cihat etmek gerekir ama yetmez. Refah için başka şeylere de ihtiyaç vardır. Yani refah için bu âyette belirtilen ittika, vesileyi ibtiğa ve sebil için cihat şarttır. Ama bunlar yetmez. Bunların hepsi imkandır. İmkanı değerlendirdiğiniz zaman refah elde edilir. Onu değerlendirme işi de halka aittir. Yani mü’minler refah getirmez, mü’minler halkın isterlerse refah elde etmelerine imkan sağlar.
Bugünkü iktidarlar halka refah getirmekle uğraşıyorlar ve başaramıyorlar.
Oysa “Adil Düzen”de refahı halk getirecektir. Altyapı sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Güvenlik sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Faizsiz kredi sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Ürünler adil bir şekilde bölüşülecek. Ondan sonra halk istediğini yapacak, kendi refahını kendisi sağlayacaktır.
Buradaki “Lealle” bize devletin görevlerini de belirlemiş olmaktadır.
“Felah” refah demektir.
“Refah” ne demektir?
Hayatın temeli besindir. Bir insan bir gün çalıştığı zaman elde ettiği yiyecek kaç gün doyurur. İşte o refahtır. Bunun anlamı şudur. Az saat çalışmakla yaşayabiliyorlar demektir.
O halde refah buğday/gündür. Bir kişi 2 kg buğday ile bir gün yaşamaktadır. Türkiye’de refah; yevmiye 2 kg buğdaydır. Yevmiye 50 lira ise, buğdayın kilosu da 1 lira ise, işte bu refahtır, 25’tir. Bir kişinin çalışması ile 5 kişi geçinecekse demek ki beştir. Giyecek, barınacak, dolaşacak için de birer pay ayrılırsa, Türkiye’de artık emek beşte birdir, % 20’dir demektir. Bu kadar yatırım yapılabilir.
Sosyalistler her şeyi devlete yaptırırlar.
Kapitalistler her şeyi sermayeye yaptırırlar.
“Adil Düzen”de ise rekabetin mümkün olduğu yerlerde her şeyi halk yapar ve para ile yapar. Rekabetin mümkün olmadığı yerde her şeyi devlet yapar ve parasız yapar.
***

(EinNa elLeÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
Başta hakem kararlarını kabul etmeyen muhariplerden bahsedildi. Sonra mü’minlerin görevleri anlatıldı. Bu görevin sadece güvenliği sağlamak olmayıp aynı zamanda insanların birbirleri ile buluşmaları imkanının sağlanması olduğu anlatıldı. Böylece topluluk bir vücut hâline dönüşmektedir. Şimdi ise hakem kararlarını kabul etmiş olmakla beraber mü’minlerin yanında yer almayanlardan bahsetmektedir. Bunlar cizye vermedikleri için müslim değildirler. Biz onlara saldırmayız ama aynı zamanda onları korumayız. Bizden olmayan davalarına da bakmayız, bizden olan kimseler arasındaki nizalara bakarız.
Bu hükmü nerden istidlâl ediyoruz?
İşte bu âyetten istidlâl ediyoruz. Onlar muhariplerin hükümlerine tâbi değildirler. Bizim imkanlarımızdan tek taraflı yararlanmaktadırlar. Vergilerini vermemekle nankörlük etmektedirler. Bunun için kâfirdirler, nankördürler. Onların durumunu Allah âhirete bırakmaktadır. Bize onları cezalandırma yetkisini vermemektedir. Bu mefhumu muhalefetle delalettir. Başka delilimiz yoksa mefhumu muhalefetle hareket etmek zorundayız.
Madem ki bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, o halde bizim kimseyi öldürme yetkimiz yoktur. Ancak muharipleri öldürebiliriz. Kâfirlerin durumu ise âhirete kalmıştır. Zekâtını verenin malını koruruz, vermeyenin mallarına ise biz saldırmayız ama saldıran olursa da biz korumayız.

(Lav EanNa LaHuM MAv FI eLEaRWı CaMIyGan)
“Yeryüzünde olanın tamamı onların olsa.”
Yeryüzü ve içinde olanların hepsi bütün insanlarındır. Bir kişinin öldürülmesi tüm insanların öldürülmesi gibidir. O halde bir insanı ihya etmek için tüm yeryüzü verilebilir.
“Cemian” “Mâ”nın hâlidir. “Ard” burada marifedir ve yeryüzüdür. Küfredenlerin âhiretteki azabı bu kadar büyüktür ama bu dünyada bizim ceza vermemiz meşru kılınmamıştır. Burada bu kadar mal varlıkları olsa demektir, yani âhirette olsa manâsı çıkmaz. Bu dünyada askerlik bedeli vermekle savacakları yükümlülüğü âhirette dünyaları verseler de artık kabul olunmaz. Çünkü mâli bedel yalnız burada geçerlidir, âhirette bedel yoktur. Orada cezalar da mükâfatlar da mal ile değil beden ile ölçülecektir.
Bu dünya âhirette kalacağımız yerlerin satın alındığı yerdir. Ödemeler burada yapılır, ondan sonra artık ödemeler yapılarak bir şey satın alınmaz. Madem ki bu dünya hayatı öldükten sonraki hayat için bir geçiştir, o halde o dünya hakkında bilgi sahibi olmamız da gerekmektedir. Mü’minler bu dünyanın düzenini sağlamak için bedenen askerlik yapacaklar, müslimler de cizye verecekler. Sonra biz tüm dünyanın güvenliğini sağlayacağız.
O halde ne bedenen ne de mâlen bu güvenliğe katılmayanlara karşı bize haksızlık yapılmış olmuyor mu?
İşte, mü’minlere deniyor ki; siz bu işleri bu dünyadaki başarı için değil, âhiretteki kazanç için yapıyorsunuz. Dolayısıyla kâfirler bu nankörlüklerinin cezasını âhirette ödeyecekler, hem de bedenen ödeyeceklerdir, çünkü orada mâlen ödeme yoktur.

(Va MiÇLaHUv MaGaHUv)
“Ve onunla birer misli de beraberinde olsa.”
Burada da önemli gramer kuralı uygulanıyor. Bir evin olur, bir evin daha olur. Ama bunlar birbirlerinden uzak evlerdir. Ama “birlikte olan iki ev” dediğiniz zaman bunlar bitişiktir. Yani yeryüzünün tamamı, bir de yine onlarla beraber, onlarla birlikte olan o kadar denmiş oluyor; “yeryüzü ve bir o kadarı daha” denmiştir.
Buradan anlaşılıyor ki yeryüzü sınırlıdır, sonsuz değildir. Oysa eskiler yeryüzünü düz kabul ediyor ve sonu olmayan manâsını düşünüyorlardı. Gökte onun üstünde o kadar olan deniyordu. Burada ise yeryüzünün sınırlı olduğu belirtiliyor, yani misli vardır demektir.

(LiYaFTaDUv BıHIy)
“Onunla iftida etmeleri için”
Bakınız, burada ikil zamir gönderilmemiştir, çünkü ikisi de bir sayıldığı için müfret zamir gönderilmiştir. Allah ve resulüne de böyle müfret zamir gönderilmektedir.
“İftida etmek” fidye vermek demektir, cezayı fidyeye çevirmek demektir.
Fidye var, diyet vardır. Fidyede feda etme vardır. Diyette ise eda söz konusudur. Diyette pazarlık yoktur. Fidyede ise pazarlık vardır.
Şimdi buna göre “fidye” ve “diyet” kelimelerini Kur’an’da okuyup hükümler üretebilirsiniz. Kur’an insanın müsbet düşünme mantığını geliştirir. Varsayımları koyarsınız. Ona göre sonra Kur’an’ı tararsınız. Varsayımınıza aykırı bir şey bulmazsanız varsayımınızı doğru sayarsınız.
İşte, fıkıhta oluşturulan bu muhakeme şeklini Batılılar teknikte ve ilimde benimsemişler, bu sayede bugünkü seviyeye ulaşmışlardır. Biz de bugün bu usulü değerlendirerek çağımızın problemlerini çözmek için kullanmaktayız.
Kur’an kâinatın haritasıdır. Kitab kâinatın yazıya dökülmüş şeklidir. Her yönüyle birbirlerine benzerler. Hukuk yapanlar Kur’an’ı ilmî metotla incelerler, kâinatı inceleyenler de kâinatı ilmî metotla incelerler. Hukukun incelenmesi zor olduğu için vahye dayandırılmıştır. Teknoloji ise basit olduğu için onu kıyasla çözmelerini istemişlerdir.

(MiN GaÜAvBı YaVMı eLQıYAMaTi)
“Kıyamet yevminin azabından.”
“Kıyamet azabından kurtulamazlar” deniyor. Âhiretteki dört azaptan bahsetmektedir. Biri burada geçmektedir. Kıyametin günü ve onun azabı. Üçü de marifedir.
“Kıyamet” marifedir. Bu kıyamet Kur’an’ın başka yerlerinde anlatılmaktadır.
Herkes öldüğü yerden öldürüldüğü zamanki hâliyle dirilecek ve üç melek gelecek, onları yargılama yerine getirecektir.
Bugün de yargılama bir azap olmaktadır. Hele tutuklu yargılanıyorsanız, hapisten hiçbir farkı yoktur. Tutuklu olmasanız bile yargılama zamanındaki soruşturma, ifadenin alınması, bunların hepsi azaptır.
“Gün” dönemdir, yargılama döneminde demektir. Bunun “azabı” da marifedir. Bu dünyadaki soruşturmaya ve yargılamaya benzemektedir. Aradaki fark, o gün kimse yalan söyleyemeyecektir. Yalan söyledi mi; eller ve ayaklar dile gelecek ve evet, ben bunu yaptım, ben buraya gittim diyecek. Bunlar dilleri ile söylemeseler bile çekilmiş filmler gösterilecek. Çünkü Allah’ın gizli kameraları her an bizi takip etmektedir. Böylece eller ve ayaklar konuşmuş olacaktır. Sahte belgeler ve gerçek belgelerin hepsi ortaya çıkacaktır. Zerre kadar iyi amel orada görülecek, filmi seyrettirilecek, zerre kadar kötü amel de yine orada seyrettirilecektir.
Buradaki azap böyle bir azaptır.
Bugün de soruşturmasında kişilere yapılanlar azaptır.
a) Devlet bu azabı tazmin etmelidir. İster “sanık” ister “tanık” olarak olsun, ifadesi alınan kimseye önce dolgun karşılığı verilmeli, kendisinin mesleğine göre ücreti verilmelidir.
b) Sonra soruşturması yapılıp tutuksuz olarak yargılanmalıdır.
c) Sonra onun müsait olduğu zamanlarında soruşturma yapılmalıdır.
d) Dördüncü olarak da soruşturma yapılanın ayağına gidilip soruşturma yapılmalıdır.
Mü’min ve müslimlerin soruşturması tutuksuz ve ayağına gidilerek yapıldığı halde, kafirlerin soruşturması tutuklu ve tamamen baskı içinde geçmektedir. Bu da onları sıkmak için yapılmaktadır. “Hayır, bizi de mü’min ve müslimler gibi soruşturun” deseler, bunun için yerde olanlar ve bir o kadarı yanında olsa ve onu da vermek isteseler bile kabul olunmaz. Soruşturmaları tutuklu olarak yapılır. Allah’la muharebe edenlerin soruşturması da böyledir. Onları yakaladığımız zaman askeri usulle sorgularız.

(MAv TuQubBiLa MiNHuM)
“Onlardan kabul olunmaz.”
Buradaki kabulü bu dünyadaki hayır olarak da değerlendirebiliriz. Yani cizye vermediği halde çok iyi insan olabilir, birçok iyilikler yapmış olabilir ama âhirete vardıkları zaman onlardan bu iyiliklerine karşılık soruşturma esnasında bir farklılık görülmez. Mutlaka onlar askeri soruşturma usulü ile soruşturmaya tâbi tutulur.
Askeri soruşturmada işkence meşrudur. İşkenceye göre tazminat ödenir ama işkence yapılır. Gerekirse öldürülür ama diyeti ödenir. Sadece kısasa tâbi tutulmaz.
İşte, “mü’min” ve “müslim” ile “kâfir müşrikler” arasında bu tür farklar vardır.
Kur’an’ın âyetleri iyice tetkik edilmelidir. Bunlar arasında mevcut olan dünyevi ve uhrevi farklar ortaya konmalıdır. Sadece atalarımızdan duyduklarımıza inanmak yanlıştır.
“Azab”ın marife olması bütün kâfirlerin aynı statüye tâbi olmaları nedeniyledir. Yani soruşturma usulünde iyi olan kâfirler de askeri soruşturmaya tâbi olacaklardır. Kötü olan Müslimler de hukuk soruşturmasına tâbi olacaklardır. Bu hususta kâfirler eşit muamele göreceklerinden ve azapları aynı olacağından azap marife gelmiştir. Bu manâda anlarsak, oradaki soruşturma bizim soruşturmamıza benzemeyebilir.

(VaLaHuM GaÜAvBun EaLIyMun)
“Onlar için elim azap vardır.”
“Azab” kelimesi yukarıda marife gelmişti. İki soruşturma sisteminden askeri soruşturma uygulanacaktır demektir.
Şimdi burada âhirette karşılaşılan ikinci “azab” vardır. O da soruşturma bittiğinde muhasebede çıkan aleyhteki hesap onları cehenneme götürür. Soruşturma kötü geçmekle beraber beraat edebilirler ve cennete gidebilirler. Kâfir olmak cehenneme gitme anlamına gelmez ama askeri muhakeme ile muhakeme olunma anlamına gelir.
Burada “elim azap”tan bahsetmektedir.
“Azab” kelimesi nekredir, çünkü bizim bilmediğimiz azab şeklidir. Mesela, ateşte yakma azabı bizim bildiğimiz bir azab değildir. Çünkü biz birisini ateşe atsak külleri bile kalmaz. Âhirette insanlar ateşe atılacak ama orada yok olmayacaklardır, dolayısıyla oradaki azap bizim bilmediğimiz ve anlamadığımız bir azaptır.
“Azab” kelimesinin nekre olmasının başka bir sebebi ise bütün kâfirlere eşit şekilde uygulanmamasıdır. Kâfirlerin yaptıkları ameller kötü ise cehenneme gidecekler ve orada cezalarını çekeceklerdir; yaptıkları ameller iyiyse ve müşrik de değilseler, onlar da cennete gidebileceklerdir; yahut belki arasatta kalıp sonra cennete gideceklerdir. Bu kelimenin nekreliği açıkça delalet eder ki, kâfirlerin iyi niyetle yaptıkları salih ameller de boşa gitmeyecektir. Mü’minler gibi hesaba çekilecekler ve iyiliklerine karşılık iyilik bulacaklar, kötülüklerine karşılık kötülük bulacaklardır. Zerre kadar olanları da görmek bu demektir.
“Elîm” kelimesi sıkıntılı demektir. Ayakkabı sıkı geldiği zaman sıkıntı duyarsınız, acı duyarsınız; işte o sıkıntının adı “elem”dir. Bu elem sizi öldürmez ama yürümenizde size büyük eziyet verir. Âhiret cezası böyledir. Bedenin uzuvlarına bir şey olmayacak ama oradakiler sıkıntılı bir hayat süreceklerdir. Ruhların olgunlaşması böyle mümkün olmaktadır. Bu sebepledir ki dünyada en büyük sıkıntıyı peygamberler çekmişlerdir.
***

(YuRIyDUvNa EaN YaPRuCu MiNa elNARı)
“Ateşten huruc etmeyi murad ederler.”
Cümle hâl cümlesidir. “Lehüm”deki “Hüm”ün halleridir. Hâl geçici olma durumudur. Oysa sıfat devamlı olmadır. Burada hâl olarak getirildiğine göre cehennemde ebediyen kalacaklar anlamı çıkmaz. Burada anlatılan kâfirlerin cezalarını çektikleri zamandaki durumlarıdır. Kur’an’daki âyetlerde âhiretteki cennet ve cehennem halkı zikredilerek kurallı çoğullarla da zikredilmektedir. Oysa birçok âyetlerde ortak suçun olmadığı ifade edilmektedir. Bunun anlamı şudur ki, âhirette de suçlular bir topluluk oluşturacaklar, cezalarını birlikte çekeceklerdir. O halde dünyada çalışma evlerinde/sitelerinde suçlular topluluk oluşturacaklardır. Bu sebepledir ki biz suçlular bucağı kuruyoruz ve orada da insanlar ocaklar hâlinde organize olmaktadır.
“İrade etmek” demek istemek demektir, yapmayı istemek demektir. Bir şeyi başkasının yapmasını istemek irade değildir; o taleptir, sualdir. Bir insanın kendisinin bir şeyi yapmasını istemesi iradedir. İrade ile meşiet arasındaki fark; meşiet, planlama şeklinde ileride şunları yapayım veya yapsınlar dersiniz, bu meşiettir. Şimdi ben bunu yapayım deyip yapmaya koyulmaktır. Allah bir şeyi murad edince ona “ol” der, o da olur. Burada şey daha önce takarrur etmiş, dolayısıyla ilimde yani ilahi ilimde veya mahlukun ilminde o şey vardır demektir. Ona “ol” der, o da olur denmektedir.
Burada “ve” harfi ile atfedilmemiştir. Kıyametteki ikinci azabın hâli olarak getirilmiştir. “Mine’n-Nâr” diyerek üçüncü azaptan bahsetmektedir. Bu yukarıdaki elîm azabın vasfını mı ifade eder, yoksa o da ayrı bir azab mıdır? Arada “ve” harfi ile atıf olmadığına göre buradaki ahdi harici olarak tarif edilmiş yukarıdaki elîm azabı ifade eder. Marife olmasından anlıyoruz ki bununla kastedilen cehennemdir. Ateş olarak ifade edilmekle beraber bildiğimiz ateşten çok elîm azabı veren ateştir.
“Nâr” ne demektir?
Kömür oksijenle birleştiği zaman ışık salar, buna “ateş” denmektedir. Bununla beraber hidrojen yaktığı zaman da aynı ateş oluşur. Güneşteki sıcaklık ise bundan farklıdır. Orada hidrojen atomları birleşerek helyum yaparlar.
“Nâr” ve “Nûr” ikisi de aynı kökten gelmektedir. “Nâr” kendisi yanıp değişmeler oluşan ışıktır. “Nûr” ise bu ışık bir yere çarpar ve yansır, o nûr olur. Kaynakları farklı olmakla beraber kendilerinin yapısı aynıdır. Aynı kökten gelmeleri bunu teyit etmektedir.
Cinler ateşten yaratılmıştır. Cinlerin yapısı ile insanların yapısını anlayabilmemiz için atomlar hakkında bilgimiz olmalıdır. Atomlar hidrojen atomlarının birleşmesiyle oluşur. Karbon altı hidrojen atomu içerir, ayrıca altı da nötron içerir. Bazı karbon atomları 6 değil de 2 fazla nötron içerir, 14 atom ağırlıklı olur. Oksijen de 8 hidrojen atomu ve 8 de nötron içerir ama bazı oksijen atomları 16 değil de 18 atom ağırlıklıdır.
İnsanlar da 14 atom ağırlıklı karbon içermektedir. Bunlar belli yüzdedir. Canlı ölünce bu nisbet azalmaya başlar. Bu sayede canlının ölüm tarihi bilinebilir. İnsanlarda oksijen ve karbon sonucu sadece ışık meydana geldiği halde, güneşte oksijen karbon birleşip ayrılma sonunda ışık ve hidrojen atomları birleşerek helyumu oluşturmaktadır.
Hem insanlar hem cinler bu hidrojen atomlarının birleşmesinde ortaya çıkan helyum ve neşredilen ışık ile yaşıyorlar. Sadece insanlar karbon ve oksijen atomlarını birleştirip ayırdıkları halde, cinler oksijenin ve hidrojenin ağırlıklarını değiştirerek bu enerjiyi kullanıyorlar. Cinler ile insanlar arasında sadece sistem farkı vardır. Birileri yüksek sıcaklık içinde yaşadıkları halde, insanlar düşük sıcaklıklar içinde yaşamakta, hattâ düşük sıcaklıklara inebilmektedirler. İnsanların yüksek sıcaklıklara mütehammil olmaları için yapılarını ona göre değiştirmeleri gerekir.
İşte bu durum yani cinlerin yaşadığı şartlar burada marifeli “Nâr” olarak ifade edilmiş, her nâr değil de belli nâr ifade edilmiştir.

(Va MAv HuM BiPaRIyCIyNa MiNHAv)
“Ve onlar oradan huruc edemezler.”
Fiil cümlesine isim cümlesi atfedilmiştir. Bu isim cümlesi hâl cümlesidir. O durumda çıkamazlar ama hiç çıkamazlar anlamına gelmez. Başka duruma geçince çıkabilirler.
“Harac” ism-i fail olarak getirilmektedir. Nekre olarak gelen ism-i failler daha çok fiil manâsını taşırlar. Çıkamayacaklar anlamındadır. Buradaki zamir Nâra gitmektedir.
Arapçada bazı kelimeler vardır ki onlar lafzen müzekker oldukları halde mânen müennestirler. Bunlar 150 kelime kadardır. İki ana grup vardır. Biri insandaki çift uzuvlar, göz, kulak, el, ayak gibi olanlar mânen müennestirler. Eşleşmelerine işaret etmektedir. Diğeri de doğurgan olanlar mânen müennestirler. Yer ve Güneş müennestir, oysa Ay müzekkerdir. “Nâr” da ışık üreten bir şey olduğu için müennestir. Oysa “Nûr” yansımadan ibaret olduğu için müzekkerdir. Bütün eşyanın çoğulları müennestir. “Kavm” kelimesi ya kurallı çoğulla yani “Hum” ile yahut erkek tekille “Hu” ile işaretlenir, “Ha” zamiri gönderilmez.
Buradaki menfilik hâldeki menfiliktir. Tebid yoktur. Öyle olsa “Len Yahrucû” denmiş olurdu. Onlar çıkmayı isteyecekler ama çıkamayacaklardır. Ateşten çıkmak için atomsal yapıdan moleküler yapıya geçmek gerekecektir. Bu da ancak belli krizalit devreden geçme ile mümkündür. “La Yemutu Fiha ve La Yahya” âyeti o geçiş dönemini ifade eder.
Düzen değişmesi de böyle zordur. Faizli düzenden faizsiz düzene hemen geçilemez. Ayrı yeni bucaklar kurulmalı, o bucaklar yeni düzeni tesis etmeli; sonra diğer bucaklar eski düzeni sıfırlayıp belli dinleme çağından sonra yeni düzene geçmelidir.
Bu nasıl olacaktır?
Bunlar üzerinde düşünülmektedir. Önce oranın elektriği, suyu, gazı kesilerek halk oradan tehcir edilir. Sonra oraya yeniden hicret başlar. Yeni düzende gelip yerleşmiş olurlar.
Şöyle yapıyoruz. Önce o sitedeki taşınmazlar değerlendiriliyor ve herkese pay senetleri veriliyor. Sonra başka pay senetleri çıkarılıyor ve oranın yeni plana göre imarı yapılıyor. Maliyete göre yerler fiyatlandırılıyor. Para ile satılmıyor, senetlerle satılıyor. Kimin elinde senedi varsa ancak o alabiliyor. Eksiği olan diğerlerinden satın alıyor. Fazlası olan satıyor. Serbest piyasa oluşturuluyor.
İşte bu âyet bize bir düzenden başka düzene geçilemeyeceğini ifade etmektedir. Biz de yeni düzeni yeni oluşumlarda oluşturuyoruz. Eski düzeni değiştirmek için de evvela o siteyi öldürüyor ve yeniden diriltiyoruz. Pay senetleri vererek kimseyi mağdur etmiyoruz.

(Va LaHuM GaÜAvBun MuQIyMun)
“Ve onlar için ikamet eden azap da vardır.”
Elîm azaba “Ve” harfi ile atfederek “mukim azab vardır” denmektedir. Bu azab da nekredir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Dolayısıyla elîm azaptan farklıdır. Bundan önce cehennemden çıkamayacaklarını bildirdiğine göre bu azap da nâr içinde azaptır.
Demek ki cehennemde iki tür azap vardır, biri elîm azap biri de mukim azaptır. Elîm azap gidip gelen, şiddetlenen, sonra yavaşlayan azaptır. Mukim azap ise sürekli azaptır. Başka bir şekilde bir kimseyi dövdüğünüzde ona elîm azabı tattırmış olursunuz ama elini keserseniz mukim azap olmuş olur. Kıyamet gününden sonra elîm azap olacak, bu da tek azabı olmayacaktır. Ayrıca ateşte bir de mukim azap olacaktır.
Eşkıyalık yapıp hukuka teslim olduktan sonra mü’minlerin görevleri anlatılmış, sonra kâfirlerin hükümleri getirilmiştir. Bu arada âhiretteki azaptan bahsederek dünya azabının küfürden dolayı verilmeyeceği anlatılmıştır. Burada iki ayırıma da ayrıca dikkat çekilmiştir; âhiret cezası ile dünya uygulaması. Bunlar tamamen farklıdır. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir.
Hazreti Musa’ya indirilen Tevrat’ta âhiretten hiç bahsedilmemekte, sadece dünyevi hükümler anlatılmaktadır. İncil’de ise “Allah’ınkini Allah’a kralınkini krala veriniz” denmiştir. Yani âhiret dünyası ile dünya hayatını ayırmıştır. Burası çok önemlidir. Bugünkü lâikliktir. Tevrat yalnız Yahudilere indirilmiştir. Bu da ilk lâikliğin başlamasıdır. Yani yönetim İsrail oğullarından olmayanların işlerine karışmıyordu. Daha sonra Hazreti İsa ise yönetime karışmadı. Kur’an nâzil olduğu zaman Kur’an’da Tevrat da İncil de vardı, yani “iman” da vardı “düzen” de vardı. Bunların hükümleri birbirinden ayrılmıştır. İman ve ahlâkla ilgili kısımların cezaları Allah’a aitti ve âhirete bırakılmıştı. Oysa düzenle ilgili hükümler bu dünyada düzenlenmişti. Şimdi yeryüzü kavimlere ayrılmıştır.
Yüze yakın devlet oluşacaktır. Her devlet yüze yakın illere ayrılacak, her il de yüze yakın bucaklara ayrılacaktır. Bucak yönetimi ana birimdir. Her bucak kendi düzenini kendisi kuracaktır. Cuma namazlarını kıldıran imam aynı zamanda onların yöneticisi olacaktır.
Her bucak kendi şeriatını kendisi oluşturacaktır. Bunların İslâm düzenini kabul etmeleri gerekmez. Kendi sınırları içinde istediklerini yaparlar, biz onlara karışmayız. Bucakları dışına çıktıkları zaman yaptıklarından hukuk düzeni içinde sorumludurlar. Yargının kararına uymaları şartı ile biz onlara ilişmeyiz.
İşte, Kur’an bu iki âyet arasında hukuk düzeni dışında olanların serbest olduklarını ifade etmektedir. Hadislerle fıkıhçılar yeryüzünü dar-ı harb ve dar-ı İslâm olarak ayırmışlardır. Dar-ı İslâm’da hukuk düzeni uygulanır, yargı kararları dışında kişilere müdahale edilmez, savaş da yapılmaz.
“Adil Düzen”e nasıl geçilecektir?
Bugün bir düzen vardır.
Peki, bu düzen nasıl değişecektir?
Hazreti İsa geldiği zaman zamanının düzenine hiç dokunmamıştı. Son günlerinde, “Ben şimdi gidiyorum, size söyleyeceklerim vardır. Ama şimdi söylesem siz onları yapamazsınız. Ben gideceğim. Sonra benim gibi biri gelecek o, o işleri yapacaktır.” diyor. “Dünyanın merkezine hükmedilecektir.” diyor.
İşte Hazreti İsa’nın işaret ettiği dünyanın merkezi İstanbul’dur. İstanbul fethedilmiştir, Roma fethedilememiştir. Roma’nın fethedileceğine dair ne hadislerde ne de Kur’an’da bir işaret yoktur. Oysa İstanbul’un fethinden Mekke’nin fethinden başka bir fetih olarak bahsedilmektedir.
Bu sûrede birkaç defa işaret ettiğimiz gibi; Kur’an’ın esas uygulaması III. bin yıl uygarlığında olacaktır, “Adil Düzen”le olacaktır, Kur’an’ın yorumları ile elde edilecek sonuçlarla olacaktır. Kur’an yalnız kendilerine inmiş olan Müslimlerin şeriatı değildir, tüm insanlığın şeriatıdır. İsteyen herkes ondan yararlanır. Biz kendi düzenimizi kuracağız, aşiretten/ocaktan/apartmandan başlayıp kuracağız. Ondan sonra bucak, ondan sonra il, ondan sonra ülke oluşturacağız. Bu oluşum silah zoru ile değil, Avrupa Birliği’nde olduğu gibi katılmak isteyenlerin katılmaları ile oluşacaktır.
Bir zulüm yönetimi dünyayı işgale başlayınca herkes sığınacak yer arayacaktır...
İşte o zaman “Adil Düzen” insanlığın sığınma yeri olacaktır...
Böylece bütün insanlık “Adil Düzen”e geçecektir...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92