MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 25




(ElLav elLaÜIyNa TAVBUv)
“Tevbe edenlerin dışında.”
İnsanlar isterlerse dağ başına çekilir ve kendi başlarına yaşarlar. Yahut bir geminin içine biner, denizlere açılır, balık avlayarak geçinirler. Bunlardan istediğimiz bir şey yoktur. Onlar bize zarar vermedikleri takdirde biz de onlara zarar vermeyiz.
Ne var ki insanlar öyle yaratılmamıştır.
İnsanlar kendilerinin yenebileceklerini bildikleri kimseleri tepeler ve hayatlarını öyle sürdürürler. Bize saldıracak olanların saldırmalarına imkan vermeyiz, saldırırlarsa biz de onlara saldırırız.
Sonuçta insanlar birbirine saldıracak şekilde yaratılmışlardır. Sadece müslim olanlar saldırma yerine barışı tercih ederler. Onlar savaşmak da istemezler.
İşte onların arasında bir grup çıkar, saldıranlara karşı saldırmak istemeyenleri korurlar. Korunanlar “müslim”, koruyanlar “mü’min”dirler. Müslimler mü’minlere onları korudukları için bir bedel öderler, buna “cizye” denmektedir.
Barışı isteyenlerle barışı istemeyenleri ayırmanın vasıtası nedir?
Taraflar birer hakem seçerler, iki hakem de baş hakemi seçer. Sonunda onların aldığı kararlara taraflar kayıtsız şartsız uyarlar. Hakem kararlarını kabul etmeyen kimseler Allah ve resulüyle yani hakemlerle harb içindedirler. Onların cezaları yukarıda sayılanlardır. Öldürülme, asılma, el ayak kesilmesi ve sürülme. Bunların hangisinin tatbik edileceği hususu hukuk düzeninde hakemlere aittir. Yargılanırlar ve cezaları verilir.
Savaşta ise ceza verme savaşı yapan komutanın yetkisindedir, o mağlup olanlara gereken cezayı kendi takdiri ile verir.
Hakem kararlarını dinlemeyerek fitne çıkarmak katlden eşeddir. Fitne savaş durumunu gerektirir. Fesad ise mahkeme kararı ile tenkili gerektirir.
PKK’nın durumu savaş durumu değildir, çünkü cephe kurmuş ve bizimle alenen savaşa girmiş değildir, fesad çıkarmaktadır.
Fitne ile fesad arasında ne tür fark vardır?
Fitnede silahlı cephe oluşturulur ve saldıranlar sizi öldürmek isterler.
PKK ne istiyor?
Onu kendisi de bilmiyor.
Gerçek olan şudur. Cumhuriyetin ilanında Türkiye birtakım inkılaplar yaptı. Kürtleri rahatsız eden iki önemli husus vardı. Bunların en başta geleni, Kürtler samimi Müslümandırlar, hayatlarını inanca dayandırmışlardır. Bunların medreseleri kapatılmıştır, tarikatları yasaklanmıştır. Bu da yetmemiş, ayrıca aşiret reisleri de oradan sürülmüşlerdir. Oradaki aşiret reislerinin etkileri dine hizmet olduğu içindir. Türkler dindar bir millettir. Hükümdarlara dinlerini korudukları için saygı gösterirler. Din önemini kaybettiği zaman aşiret reislerinin de bir değerleri kalmaz. Tarihin hemen her döneminde din adamları ile siyaset adamları anlaşmış ve ülkeleri idare etmişlerdir.
Bu savaşta isyan eden Kürtler yenilmişlerdir. Ne var ki Türkiye hiçbir zaman bütün Kürtleri asi saymamıştır. Sadece isyan edenleri cezalandırmış, diğerleri ise eşit vatandaşlık haklarından hep istifade etmişlerdir.
Zamanla ne olmuştur?
Türkiye’yi işgal etmek isteyen sömürü sermayesi bir taraftan Cumhuriyet hükümetlerini baskı altına alarak dine ve sosyal yapıya saldırtmış, diğer taraftan karşı tarafı da destekleyerek isyan ettirmiştir. Burada istenen Anadolu Müslümanlarının arasını açmak, onları birbirleriyle savaştırarak kendi sömürüsünü sürdürmektir.
İşte böylece zorunluluklar içinde dağlara çıkmış olan PKK’lılar görevlerini yerine getirmedikleri için tasfiye ediliyorlar.
Şimdi durum nedir?
İşte bu âyetteki istisnanın durumu PKK’lılara uygulayacağımız hükümlerdir.
“Tevbe edenler” denmektedir.
“Tevbe” nasıl olacaktır?
Önce Müslim Kürtler ayrı bir parti kurmamakta, Türkiye’deki Müslim partilere oy vermektedirler. İslâmiyet’le ilgisi olmayan çok az kişi de Kürtçülük yapmaktadır. Öyle bir duruma getirilmiştir ki, Kürtlerin partisi Kürtleri temsil ediyor da onların oyunu almış Ak Parti Kürtleri temsil etmiyor. Durum öyle değildir. Kürt menşeli milletvekillerinin tamamı ancak Kürtleri temsil ederler. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bunların temsilcileri ile oturup müşavere yapmalıdır. PKK’lıların durumu ise tamamen farklıdır. Onlar bugün isyan durumundadır. Görüldükleri yerde öldürülmelidirler. Ne var ki kanlarının heder olduğuna dair mahkeme kararı olmalıdır. Her PKK’lının aleyhinde öldürülme kararı olmalıdır. Pasaportla girenler için de durum aynıdır. Pasaportsuz gelen yabancıların kanı hederdir, öldürülebilir.
Şimdi kendileri hakkında öldürülme kararı çıkarılmış kimseler, öldürülmeden yahut yakalanmadan önce tevbe edebilirler.
“Tevbe” ne demektir?
Biz hakemlerin kararlarına uyuyoruz. Hakemler idamımıza karar verirlerse idam ediliriz. Hakem kararlarını tanımama insani değildir. “Biz pişmanız” derlerse tevbe etmiş olurlar. “Tevbe etme” demek hakem kararlarını kabul etmelerinden ibarettir. Bunu beyan eden kimse gelir ve teslim olur. Kendisi hakemini seçer. Bu arada bir fitne yapmayacağına dair bir dayanışma ortaklığı kefil olursa kişi serbest bırakılır.
Hakemler tarafları dinlerler. Kararlarını verirler. Kararlara uyulur.
Burada biz onlara ceza vermiyoruz, sadece hakem kararlarını uyguluyor. Bunların affı caizdir. Cezaları diyete çevrilir. Diyet ödenir. Onların öldürülmesini istemeyenler diyetlerini öderler. Bir yabancı devlet ancak diyetleri ödemeyi tekeffül ettikten sonra aflarını isteyebilir. Bunun için bizim onlara hakim olmamız gerekmektedir.

(MiN QaBLi EaN TaQDiRUv)
“Sizin kadir olmanızdan önce.”
“Qıdr” kelimesi kazan anlamındadır. Yemekler bu kabın içinde karılır, yapılır veya pişirilir. Belli zaman beklenir. İşte “mikdar” kelimesi buradan gelmektedir.
“Takdir etmek” demek ölçümlendirmek demek, aynı zamanda plan yapma demektir.
“Bizim onlara kadir olmamız” demek, onların artık bizden kurtulmasına imkan kalmaması demektir. Bunu iyice anlamamız için; eğer kişi bizim güven alanımıza gelir de teslim olursa ve hakem kararlarını kabul ederse, biz ona kadir olmadan tevbe etmiş olur. Öyle değil de kaçak bulundukları dağda onları bulursak, o zaman biz onlara kadir olmuş oluruz. Dağ eşkıyası için hüküm budur.
Kent eşkıyası için ne söyleyebiliriz?
Bir apartman dairesi kiralıyor, oradan eşkıyalığı sürdürüyorlar...
İşte bunun için Kur’an onlu sisteme göre organize olmamızı istemektedir. Bir aile 3 ile 10 kişi arasında oluşur. 10’a yakın aile bir aşireti/ocağı oluşturur, bunlar günde beş defa toplantı yaparlar, birbirlerini çok yakın olarak tanırlar. Her türlü hareketler ve görüşmeler onlar tarafından bilinmektedir. 10’a yakın aşiret/ocak bir semt oluşturur. Biz bunu bugün yüz dairelik apartmanlar olarak belirliyoruz.
Apartman/semt yönetimi bucak başkanının atadığı görevliler tarafından yapılır. Seçimle gelmez. Buna “semt” diyoruz. Semte belli kapılardan girilir. Kapı kartla açılır, kartla kapanır. Herkesin hangi saatlerde girdiği veya hangi saatlerde çıktığı belirlenir.
Bucak semtlerin merkez aşiretini doğrudan elinde bulundurur ama taşra aşiretlere karışamaz, yani apartmandaki katlara karışamaz. Katların içinde cereyan eden olaylardan aşiret başkanı sorumludur. Aşiret başkanının da tam yetkisi vardır; istediğinin aşirete girmesine izin verir, istediğini de sürebilir. Yani bir aşirette oturanlar başkanlarının mutlak emirleri içindedirler; şu da var ki, her zaman aşiretlerinden ayrılabilirler.
Hukuk düzeni içinde iç güveni sağlama yetkisi bucak başkanına aittir. Bucak başkanı aşireti istediği zaman dağıtabilir, istediği kimseleri bucak dışına sürebilir. Bu sürme suçlu olma anlamında değildir, bucak güvenliği için onun dışarıda olması gerekir.
Eğer bucak başkanı aşiret başkanı da olsa bucak dışına sürmüşse ve bunu ilçe yönetimine tescil ettirmişse, artık sürülen kimse o bucağa giremez. Girerse kanı heder olur. Bucak başkanının sürdüğü kimse bucak başkanı tarafından affedilebilir. Bucak başkanının sürdüğü kimsenin canı dışarıda güvencededir.
Bir kimse katil olmuş ve hakemlerce kısasa mahkum edilmiştir. O kimse teslim olursa ve sehpaya gelirse asılır; gelmezse irtidat etmiş olur, kanı hederdir.
Demek ki kırda/dağda olanlar için gerekli olan güvenlikli yere gelip tevbe ettiklerini beyan etmeleridir. Kentte oturanlar için af ise sürülmeyi kabul etmeleridir.
Demek ki burada bir kelime geçmektedir, o da “takdirû” diyor.
Şimdi bunu tanımlamak kime düşer, ne zaman biz onlara kadir sayılırız?
İşte bu içtihattır. Ben başka türlü tanımlarım, siz başka türlü tanımlarsınız. Benim içtihatlarım benim bucağımda, sizin içtihatlarınız sizin bucakta geçerli olur.
Demek ki tanımları şöyle yapıyoruz.
- “Fitne” hakemleri tanımamak ve yurt dışında cephe kurarak silahla saldırmadır. “Fesad” ise yurt dışına çıkmayıp ülke içinde suçsuz insanlara saldırarak tedhiş yaratmadır. Birinde tenkil vardır, af yoktur. Diğerinde savaş vardır. Hakem kararı toptan alınır ve silahla saldırılır, karşı cephede kim varsa öldürülür.
- “Kadir olmak” demek, kent dışında güvenli olmayan yerlerde yakalarsak biz ona kadir olmuş oluruz demektir. Kent içinde hakem kararlarını kabul ettiğini beyan eden kimse biz ona kadir olmadan tevbe etmesidir. Kent içinde fiil mahkemece sabit olursa kısas hükümleri uygulanır, yoksa sürülür.

(GaLayHiM)
“Onlara”
Biz onlara kadir olmuşuz. Eşkıya gelip teslim olmuştur. Artık isyan hükümleri uygulanmaz, kısas hükümleri uygulanır.
Şimdi, diyelim ki bizim 35 yıldır 30.000 şehidimiz olmuştur. Bizim öldürdüklerimiz de bu miktarın içindedir. Yani bu çatışmada ister biz öldürelim, ister onlar öldürsün, değişmez; ailelerine diyet verme zorunluluğu vardır. Bizim öldürdüklerimizin diyetini devletimiz öder. Onların öldürdüklerinin diyetlerini onların dayanışma ortaklığı öder.
Bizim öldürdüklerimize kısas uygulanmaz. Onlardan öldürenlerden teslim olmayanlara kısas uygulanmaz, öldürülürler. Ne var ki teslim olurlarsa onlara kısas hükümleri uygulanır. Affedilirse diyete dönüşür. Bazı hususları ortaya koymamız gerekir. Kısasın uygulanması için maktulü katleden bilinmelidir. On kişi katletse ama katleden bilinmese, tetiği birisi çekmiştir ama tetiğin çekilmesi hususunda hepsi birden katl etmeye katılmıştır. Tetiği çeken öldürülür. Bilinmiyorsa kimse öldürülmez, diyete dönüşür.
O halde, eğer bir kimse kardeşinin katilini bulur ve kanıtlarsa, kısas isteyebilir. Bulamazsa diyet ister; ağır diyet ister. O halde PKK mensuplarına kısas uygulanamaz. Ya tenkil uygulanır ya da diyet ödenir.
Pişmanlıktan yararlanma diye kanun çıkarılır, baskı altında olanlar yararlanamaz. Pişmanlıktan yararlanma yerine dağda yakalanmadan veya vurulmadan önce kim kente gelip karakola teslim olursa, ona artık kısas hükümleri uygulanır yani diyete dönüşür. Bu gibi caniler diyetlerini aslında kendi malları ile öderler. Ama malları yoksa o zaman âkileleri öder. Kendilerinden tahsil edilir. Yani devlet öder, onlar zorunlu çalıştırma sitelerinde çalıştırılırlar. Müebbet hapis gibi bir şey. Ne var ki sadece çalışmak zorunda olup başka herhangi bir sıkıntıya maruz bırakılmazlar.
Çalışma bucağı kurulur. Bucak başkanı seçimle gelmez, atama ile gelir. Bucak on kadar semte ayrılır. Her semte bir komutan merkezden atanır. Mahkum istediği semtte oturur, yani kendi üstünü kendisi seçer; istemediği zaman da değiştirebilir. Kişi çalışır. Geçimi çalıştığı kısımlardan karşılanır. Artanla diyet ödenir.

(FaGLaMUv)
“Bilin.”
İttika etmek var. İlm etmek var. Eğer bir şey içtihada dayalı ise o zaman ittika eden denir. Kararı siz verirsiniz ama bu karar keyfi olmamalıdır. Bunun iki müeyyidesi vardır. Biri, bu dünyada hakemler kararı ile ittikanın ihlal edildiğine karar verilebilir. Burada karar verecek hakemler kesin delillere dayanmalıdır. İçtihadı bozan sebepler olmalıdır.
İçtihatta çelişki varsa, kararın bazı kısmı uygulanamıyorsa, icmaa aykırı ise, müsbet ilmin verilerine aykırı ise, maslahata uygun değilse içtihat bozulur. Hikmet içtihadın illeti olmaz ama hikmet içtihadın reddine illet olur. Yani içtihat eden kimse hikmetlere dayanarak hükümler koyamaz ama muteriz hikmete dayanarak kıyası reddedebilir.
“İn La” manâsına gelen istisna harfi “Fa” alabilir. O halde bunu bilin, yani içtihatlarla değil icmalarla hareket edin. Onlara ne muamele yapılacağı hususu icma ile belirlenmiş olmaktadır.
Genel olarak ceza hukuku içtihatlara dayandırılmaz, icma gerekir. O halde yapılacak muamelenin ne olacağı hususu icma ile sabit olmalı yahut baştan hakem kararları ile belirtilmelidir. Yöneticilerin keyfine kalmamalıdır.
O halde ne yapmalıyız?
Önce memleketimizi biner hanelik bucaklara ayırmalıyız. Her bucak kendi yönetimini kendisi kuracaktır. PKK’dan bize teslim olanlar olursa, bunlardan bir bucak onu kabul ederse, onlara vermek zorundayız, verip vermemekte serbest değiliz. Bunların diyetleri ödenecektir. Diyetin miktarı ülkeye göre değişmektedir. Küçük meblağlar “bucak dayanışması” tarafından, orta meblağlar “il dayanışması” tarafından, büyük meblağlar “ülke dayanışması” tarafından, çok büyük meblağlar “insanlık dayanışması” tarafından ödenir. Ölüm diyetleri ülke dayanışmasınca ödenir. Diyetin miktarı her ülkede değişir. Bu 66 yıllık vasat ücrettir. Bucaklar bu diyeti kabul ederlerse suçlular onlara teslim edilir, etmezlerse suçlular bucağı kurulur. Bucağa giriş serbesttir. Mahkumların çıkışı yasaktır.

(EinNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Allah’ın gafur ve rahim olduğunu bilin.”
Topluluk gafur ve rahim olmalıdır. Bu bilinir hâle gelmelidir.
Yani gerek Kürt sorunu gerekse PKK sorunu çözülmelidir. Ne var ki bunlar birbirinden ayrı olaylardır, bunların birleştirilmesi söz konusu değildir. Türkiye’de Kürt olan sadece 7 ilimiz değildir, en az 7 ilde daha aynı derecede Kürtler meskundur. O illerde AK Parti ileride, Bağımsızlar (BDP) geride; diğer illerde ise Bağımsızlar (BDP) ilerdedir. Ne var ki ikinci parti hep AK Parti’dir. Türkiye’de Kürtleri temsil eden iki parti vardır. Bilsek ki bu altı ilin tamamı bağımsızlara bağlıdır, veririz topraklarını, istediğiniz yere gidin deriz! Ne var ki AK Parti de en az bağımsızlar kadar Kürtleri temsil eder. Akevler İzmir ortağımız Abdülkadir Aksu, bir soruya cevap verirken; “İşte ben Kürdüm ve partim onlardan çok Kürtleri temsil ediyor” dedi. Evet, AK Parti bu yedi ilimizin oylarına muhtaç değildir. Ama oradaki kardeşlerimizi kaderleri ile baş başa bırakmadığımız için biz onlarla beraberiz.
Sorun Kürt sorunu değildir, sorun ülke sorunudur. Yaşlanmış bin yıllık imparatorluğumuz yıkıldı. Cumhuriyeti kurduk. Zaman kazanmamız gerekiyordu. Kuruluş döneminde tavizler verdik. Şimdi güçlüyüz, artık o sıkıntılı günleri atlatmak zorundayız. Bizim kanunlar çıkarıp gerek Kürt vatandaşlarımızın PKK’ya verdiği destek hususunda, gerekse bizatihi elemanlarına uygulayacağımız hukuk belli olmalıdır. Bu kuralları sadece biz değil, onlarla uzlaşarak beraber ortaya koymalıyız.
“Fa’lemû” emri bize bu uzlaşmayı emretmektedir. Herhangi bir konuda uzlaşma imkanını bulamazsak, o zaman hakemlere gideriz. Hakemlerin kararı kesindir ve ilmîdir. Cümlenin başında “Fa” gelmesi hükmün umumiliğini ifade eder. Yani ceza hukukunda içtihatla değil, baştan kararlaştırılmış ittifaklarla hareket etmeliyiz.
Buradaki “Allah”tan maksat O’nun halifesi olan “devlet” veya “il” veya “bucak” olabilir. Esas mevzuat bucaklarda tedvin edilir. Güvenlikle ilgili hükümler illerde uygulanır. Savunma ile ilgili hükümler ise ülkelerce uygulanır. Hakemler uluslararası kuruluşlardır.
“Ğafurdur.” Yani işlenmiş olan cezalar diyete dönüşür, âkileler tarafından ödenerek PKK yüzünden mağdur olanların mağduriyetleri giderilir. Diyetlerinin ödenmesinden sonra PKK’lılar da normal vatandaşlığa dönmüş olurlar.
Kur’an okunurken işte böyle okunmalıdır. Günlük hayatın sorunları çözülmelidir. Fıkıh kitaplarından alınan bu hükümler güncelleştirilirken Kur’an’a dayanmalıdır.
“Gafur” suçların bağışlanmasıdır. Kısasın uygulanmaması, asilerin imha edilmemesi demektir. Bu dünya hayatında adalet yoktur. İnsanın yaptığı zulüm kendisine kalmaktadır.
1960 müdahalesini yapanlar ve üç devlet adamını asanlar şimdi hayatta değildirler. Onlar yapacaklarını yaptılar, zulmettikleri onlara kaldı. Mağdur olanlar da mağdur oldular. Ölenler öldü. Hapsolanlar hapis oldu. 28 Şubat’ı yapanlar da, 28 Şubat’a maruz kalanlar da o halleri ile gideceklerdir. Merhum Necmettin Erbakan’ı kimse diriltip de hakkını ödeyemez. Başbakanın sofrasında içki içerek caka satan general de bugün hayatta değildir.
Bunların hesapları âhirette görülecek. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu orada bulacaktır, hayır yapmışsa onu da orada bulacaktır. Bu dünyada tam adaleti tesis etme mümkün değildir. Cezalar intikam amacıyla değil, caydırıcılık amacıyla verilir. Cezalar adalet yerini bulsun diye verilmez. Çünkü ceza bir yarayı savamaz, iyileştiremez.
Yeni düzene geçtiğimiz zaman eski düzenin suçlularının cezalarını bitirmeliyiz. Asacaksak asalım, öldüreceksek öldürelim, bir değer ödeteceksek ödetelim. Ama bitsin artık, eski dertlerimizle uğraşmamalıyız. İşte bu mağfirettir.
Mağfiretle iş bitmez. PKK mensuplarını affettik, serbest bıraktık; ne olur? Çıkarlar, aç kalırlar ve yeniden daha başka PKK kurarlar. Bunlara merhamet etmeliyiz. Yani onları yerleştirmeliyiz, iş bulmalıyız, normal hayata alıştırmalıyız.
Bugün dünyada mevcut olan sorunların kaynağını bulmamız gerekmektedir.
İnsanlık uygarlaşan bir varlıktır. Arılar çok iyi bal yaparlar, petek yaparlar ama bundan bir milyon yıl önce yaptıkları balı aynen yaparlar. En iyisini yaparlar ama daha iyisini yapamazlar. Bitkilerin ürettiklerini yiyoruz ama biz basit bir şeker bile imal edemiyoruz. İnsanlar çok eksik ve cahil yaratıldılar ama bugün uzaya ve Ay’a gidebiliyorlar, evde imiş gibi uzaydakilerle konuşabiliyorlar. Elektrik sayesinde gecelerini gündüz yaptılar. Bilgisayarlar sayesinde birçok düşünme tekniklerini geliştirdiler. İşte bu evrimin sonucunda insanlar her zaman sorunlarla karşılaşıyor, çöze çöze ilerliyorlar.
Tarihteki birinci büyük inkılap Hazreti Nuh zamanında başlamıştır; insanlar göçebe iken tarıma geçmişlerdir. İkinci büyük inkılap ise bugün olmaktadır; insanlar tarımdan sanayiye geçmektedirler. Bu sebeple büyük değişim gösteriyorlar.
Bu değişimi başarmanın sırrı “Adil Düzen”in gelmesidir, şeriat düzeninin gelmesidir, Kur’an düzeninin gelmesidir.
Bu düzen nasıl gelecektir?
İşte buradaki yani bu âyetteki “Gafurun Rahimun” kelimelerine bakmamız gerekmektedir. Önce eski hataları ve yanlışlıkları kapatmamız gerekmektedir; bozuk ve zalim düzen içinde işlenmiş suçların kötü tesirlerini gidereceğiz, sonra da rahim sıfatıyla insanların sekiz sorununa çare bulacağız.
ACİLEN SEKİZ SORUNA ÇARE BULMALIYIZ.
Burada bu sekiz sorunu anlatmaya ve bu sekiz soruna nasıl çare bulacağımızı ortaya koymaya çalışacağız. Sizler de bundan sonra Kur’an üzerinde düşünürken bu sekiz sorunun çözümleri üzerinde durmalısınız. Yani topluluğun nasıl “gafur” sıfatını kazanacağını, nasıl “rahim” sıfatını değerlendireceğini düşünmeniz gerekmektedir.
Şuna da işaret edelim. Burada “gafur” ve “rahim” kelimeleri nekredir, marife değildir. O mağfiret ve rahmet âlemlerin Rabbi Allah’ın mağfireti ve rahmeti değildir, âhiretteki mağfiret ve rahmet değildir; bu dünyadaki mağfiret ve rahmettir. Allah’ın halifesi olan toplulukların mağfireti ve rahmetidir. Yani “Adil Düzen”i kurmaya çalışan seçilmiş sizlerin, siz mü’minlerin mağfireti ve rahmeti olacaktır.
Bu hususta bilgi sahibi olacağız. Bileceğiz, ondan sonra davranacağız.
Baştaki “Fa’lemû”nun manâsı budur.
NELERİ BİLECEĞİZ, NASIL BİLECEĞİZ?
- Klasik Arapça öğreneceğiz. Böylece Kur’an’ın manâlarını doğru şekilde anlamaya çalışmalıyız. KLASİK ARAPÇA nedir? 1) TECVİT, 2) LUGAT, 3) SARF, 4) NAHİV, 5) MEANİ, 6) BEYAN ve 7) BEDİ’ ilimleridir, 8) USULÜ FIKIHTIR; ulumu semaniyedir yani sekiz ilimdir.
- Kur’an’ı anlayabilmemiz için bu dil ilimlerini bilmemiz yetmeyecektir. Ayrıca mevcut fen ilimlerini de bilmemiz gerekir. Bunlar da MATEMATİK ilimleridir; 1) BİRİMLER, 2) SAYILAR, 3) İŞLEMLER VE 4) DENKLEMLERDİR; SONRA 5) ANALİZ, 6) TRİGONOMETRİ, 7) İHTİMALİYAT ve 8) BİLGİSAYAR ilimleridir.
Bir taraftan bunları
beşikten mezara kadar tahsil etmemiz gerekirken
diğer taraftan da
bu ilimlerin uygulamasını Kur’an ve Fıkıh üzerinden yapmalıyız…
Yani örnekler Kur’an’dan alınmalı, içtihat ve icmalara gidilmelidir.
İşte, “Fa’lemû”nun emrettiği şey bunlardır.
Bilin ama neyi bilin?
Allah’ın gafur ve rahim olduğunu bilin; yani topluluğun gafur ve rahim olacağını bilin. Ona göre Allah’ın halifesi olma şerefinin hakkını verin.
Evet…
SEKİZ SORUN NEDİR VE ONLARIN ÇÖZÜMLERİ NELERDİR?
Yeni âyete geçmeden önce bu seminerde sizlerle bunun üzerinde durmak istiyoruz...
Topluluk nasıl rahim olacaktır?
Sekiz sorun nasıl çözülecektir?
1- İşsizlik
Tarım döneminde halkın çoğu kendi ürettiklerini kendileri tüketiyordu. İlkbaharda veya sonbaharda tarlasını eker, sonbahara doğru mahsulünü toplar ve ambara koyar, bir yıl onunla yaşardı. Kendisiyle beraber hayvanları da onlarla yaşardı. Eğer fazla gelirse onu ambara koyar ve ertesi sene için bekletirdi; yahut komşuya verir, sonra ondan alırdı. Tüm hayat böyle oluşmuştu.
Fazla ürettiklerini satar, onunla kendisinin üretmediği sanayi mallarını alırdı. Satamadığı veya kazanamadığı zaman hayati tehlikesi yoktu. Hasta olur veya gurbete giderse komşular ona yardım eder, tarlasını ekip biçerlerdi. Yani herkes yardımlaşma ile sigortalı idi.
Bazen bazı sebeplerden dolayı ürün elde edilemezdi. O zaman da komşular yardım toplar ve o aileyi yine yaşatırlardı. Yaklaşık 10 bin seneden beri bu düzen böyle sürüp gitmekte idi. Ancak 20’nci yüzyılda bu durum değişmeye başladı. Nüfus arttı, yeni teknoloji gelişti. Bugün artık kimse kendi ektiği ile geçinmiyor. Köylü ektiğini satıyor, kendisi de ihtiyaç mallarını satın alıyor.
Bu mübadele dönemi bundan 5 bin sene önce başladı, 20’nci yüzyılda tamamlandı. Bu iş bölümünü ortaya çıkardı, refahı meydana getirdi. Nüfus süratle artmaya başladı. Ne var ki bu durum aynı zamanda insanlığı büyük sorunlarla karşı karşıya getirdi.
Bu sorunların en başta geleni işsizliktir.
Önce insanlar ürettikleri malları satamamaktadırlar. Dolayısıyla köylerde tarımcılık zorlaştı. İnsanlar şehirlere taşınıp orada istikrarlı iş bulmaya çalıştılar. Başlangıçta bu başarılı oldu, bugünkü sanayi böyle doğdu. Ama sonraları krizler başladı. Birden mallar satılamadı. Satılamayınca üretim durdu. Üretim durunca işsizlik oldu. İşsizlik olunca mallar hiç satılamadı. Bu durumu aşmak için insanlık uğraşmaktadır ama henüz aşmış değildir.
İşte, çağımızdaki en büyük sorun budur; işsizlik ve dolayısıyla açlık.
Bugün insanların çoğu çalışmıyor yahut üretici olarak çalışmıyor. Yani tarım ürünleri üretmiyor. İnsanlar ya işsizdir ya da öğretmenlik gibi hizmet sektöründe veya sporculuk gibi boş işlerde üretmeyen ama tüketen olarak vakitlerini harcamaktadırlar. Çalışanların ürettikleri de yetmiyor. İnsanların bir kısmı aşırı israf içinde, diğer çoğunluk da açlık içindedir.
Allah’ın rahim sıfatının tecellisi için herkesin iş bulabilmesi ve aç kalmaması gerekir. Öyle bir düzen kurmalıyız ki, hiç kimse ben çalışmak istiyorum ama iş yok dememelidir. İsteyen istediği işte çalışabilmelidir. İşte böyle bir düzen kurabildiğimiz zaman Allah’ın rahim sıfatını tecelli ettirmiş oluruz.
Bunu nasıl kuracağız?
Herkese “çalışma kredisi” vereceğiz. Git, istediğin işverenin yanında çalış, maaşını gel benden al diyeceğiz. İşvereni borçlandırıp çalışanı alacaklı hâle getireceğiz. İşverenlere faizsiz icrasız kredi açacağız, onlar insanları çalıştıracaklar, ücretini biz ödeyeceğiz. Ham madde al, bedelini biz ödeyeceğiz. Verdiğimiz kredi için icraya gitmeyeceğiz. Ürettiklerini ne zaman satarsan o zaman bize olan borcunu öde diyeceğiz. Bu şekilde iş yapan işverenler çoğalacak, bilgili olan herkes sermayesiz işveren olabilecek, halk da istediği zaman istediği yerde iş bulabilecektir.
2- Borçlanma
İşte, insanların bir kısmı çalışıyor, teknoloji sayesinde bol ürün elde ediyor ve onu satıyor. Diğer taraftan tarımda çalışanlar ise ürünlerini teknoloji ile artıramıyorlar, hayatlarını çalışarak sürdüremiyorlar. Onlar da bugünkü bu şartlarda borçlu hâle geliyorlar. Yani yeryüzünde insanların bir kısmı borçlu, bir kısmı alacaklı; ülke içinde halkın bir kısmı borçlu, diğer kısmı alacaklıdır. Bu borç ve alacak ilişkisi kişiler arasında kalmamaktadır. Birkaç zengin ortaya çıkmakta, onlar alacaklı, halk ise borçlu. Bu durum yalnız bir ülkede değil, artık yeryüzündeki bütün ülkeler borçlu ve alacaklı durumdadırlar.
Borçlar gittikçe artmakta, insanlar borçlanarak yaşamaktadır. Bir taraftan borç miktarı arttığı gibi diğer taraftan alacaklılar azalmakta borçlular çoğalmaktadır.
Bunu sonu nereye varacaktır? Alacaklılar bu alacaklarını neye kullanacaklar, borçlular bu borçlarını nasıl ödeyecekler?
Bir gün gelecek halk borcunu öde/ye/meyecek. Böylece alacağın değeri kalmayacak. Sonunda ekonomi stop edecek ve insanlık açlıktan helak olacaktır. Zaman zaman ortaya çıkan ekonomik krizler bu iflas etmenin habercisidir.
“Adil (Ekonomik) Düzen” bu soruna şöyle çözüm getirmektedir. Para karşılıklı çıksın. Halk üretsin, malı ortak ambara teslim etsin, aldığı belgeyi tüccara satsın, tüccar da belgeyi diğer tüccarlara satsın. Para mal belgesi karşılığı ortaya çıksın.
Belge karşılığı ambarda mal var.
Kasadaki belge karşılığı da halkta para vardır.
Karşılıksız para yoktur. Aracılar kârı para üzeriden değil mal üzerinden yapsınlar. Piyasada para sabit kalarak dolanır. Aracı kârı ve artan miktar yatırımlara dönüşür. Mal olur ve hisse senetleriyle yine halka döner. Borçsuz yaşama düzeni kurulur.
3- Tarımın Çöküşü
Sanayinin gelişmesi, teknolojinin sağladığı imkanlar, kentlerdeki refah insanları tarlaları bırakıp kentlere taşıdı. Başlangıçta bunun çok yararı olmuş, böylece sanayileşme ve kentleşme başlamıştır. Ne var ki sonunda köyler boşalmış, tarlalar ekilmez hal almıştır. Böylece bir taraftan işsizler ordusu ortaya çıkmış, diğer taraftan da yeterince üretim yapılmadığı için açlık ortaya çıkmaktadır. Tarım sadece düz yerlerde ve sanayi ziraatının yapıldığı yerlerde yoğunlaşmıştır. Ne var ki bu yerler artan nüfusa yetmemektedir. Yetse bile bu topraklar zamanla çoraklaştığı için gittikçe verim vermez hâle gelmektedir. Burada yapılan tarım hormonlu olmakta, insan sağlığını da tehdit etmektedir. Bu durumda insanlığı büyük tehlikeler beklemektedir.
Kur’an düzeni buna şöyle çare bulmaktadır.
Topraklar harmanlanıp yeniden gelişmiş tarım bilgilerine göre büyüklüklere ayrılacaktır. Tarım işletmeleri küçük işletmeler hâline getirilecektir. Her aileye onu işleyebileceği kadar arazi verilecektir. Sovyet ülkeleri ve yöneticilerinin yaptığı gibi halkın elinden zorla tarlaları alarak değil, özendirilerek yapılacaktır. Önce hazineye ait hâli yerler modern aile işletmeleri hâline getirilecektir. Tarım yapacaklara işletme mülkiyeti ile verilecektir. Yerli halk gelip yerleşmeyebilir. Bu durumda yabancı ülkelerden gelen göçmenler yerleştirilecektir. Bu da mümkün olmazsa, oradaki nüfusun artmasına imkan verilecektir. Çok evlilik ve çok çocuk bir asır içinde bu sorunu çözecektir.
Ayrıca köy sanayii geliştirilecektir. Bunun anlamı şudur. Tarımda iş varsa orada çalışacak ama tarımda iş olmadığı zaman boş saatlerinde gelip çalışacağı küçük destek sanayi tipi imalathaneler kurulacaktır. Bunun dışında tarım bölgelerindeki sağlık sorunu ve okul sorunu da devletçe çözülecektir.
Hastahaneler parasız olacak, refakatçi de hastahanede parasız kalabilecektir. Hastayı nakleden servisler tamamen ücretsiz olacaktır. Ayrıca doktorlar köylere kadar giderek muayene ve tedavilerini yapacaklardır.
Okul sorununu da çözmek için önce devam mecburiyeti kalkacak, isteyen internetten istediği okulu okuyabilecektir. Devlet sadece imtihanlar yapacaktır. Çalışarak okuma sistemi getirilmiş olacaktır.
Köyden kente gidiş gelişler tamamen bedelsiz olacaktır.
Bunların kaynağını nereden bulacaksınız diyemezsiniz. Kaynak insan emeğidir. Emek bu tarafa yönlendirilecek demektir. İşletmelerden “Genel Hizmet” karşılığı alınacak, üretimden pay olarak alınacak. Bu paylar bu hizmetler için harcanacaktır. Kentte çalışanlardan alınan paylar köylere aktarılacak demektir. Böylece köyde çalışmak ve yaşamak da cazip hâle getirilecektir. Bu payın miktarı değiştirilerek denge oluşturulur.
4- Karşılıksız Para
Yukarıda sayılan işsizlik, borç, köylerin boşalmasının temel sorunu paradır. Uygun para olmayınca dengeyi kuramazsınız. Nasıl gelişmiş hayvanlarda kan dolaşımı vardır. Kalb durduğu zaman nasıl insan ölürse, bunun gibi de gelişmiş insanlığın kanı paradır ve para insanlığı tek topluluk hâline getirmektedir.
Bugünkü paranın karşılığı yoktur. Merkez Bankası faiz karşılığı para ihraç eder. Bu para kanserli bir paradır. Kanser hücreleri gibi çoğalmaktadır. Merkez Bankası para çıkarır ve bankalara “faizle para” verir. Bir sene sonra yüzde 10 faizle geri verilmesini ister. Halk para basmadığı için veremez. Verebilmesi için Merkez Bankası yeniden faiz kadar para basıp bankalara verir. Böylece piyasada durmadan çoğalan bir “faiz parası” ortaya çıkar. Bu çıkışın reel ekonomi ile ilişkisi olmadığı için “enflasyon sorunu” ile karşı karşıya kalınır.
Dünyada ABD doları artıp çoğalmaktadır. Dünya devletleri deseler ki, biz dolarla değil kendi paramızla satış yaparız, ABD o gün iflas eder.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de faiz yasaklanmıştır, karşılıksız para çıkartılmaz.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de para dört yoldan çıkar.
- Halk tarım ürünlerini yıl başında sipariş versin, sen borçlanırsın, üretici de ürün borçlanır. Böylece yıl başında tüm yıllık tüketim ürünleri sipariş verilmiş olur. Halkın bu siparişi verebilmesi için nüfus başına bir para çıkarılır; karşılığı sipariş edilen mallardır.
- Üretimde çalışanlara çalışma kredisi verilir, işveren borçlandırılır, işçiye ödenir. Böylece üretim yapan emek karşılığı devlet para çıkarmaktadır. Ambarlarda mal vardır, halkta para vardır.
- Taşınmazlar karşılığı da para çıkarılır, halktan taşınmazların satın alınması için para çıkarılır, halka taşınmaz satılıp para piyasadan çekilmiş olur.
- Kuyumculardaki altın karşılığı da para çıkarılır, devlet altın parasını çıkarır. Kuyumculuk yapacaklara faizsiz olarak kredi verilir. Onlar da onunla altın satın alırlar, sermayeye sahip olurlar. Altın para piyasada altın değeri ile dolaşmaya başlar.
Uygarlaşmanın ortaya çıkardığı dört ekonomik hastalığın yanında dört sosyal hastalık vardır. Allah’ın rahim sıfatı bunlara da çare bulmalıdır.
5- Yargının Çalışmaması
Eskiden bir bucakta yaşayanlar bir taraftan birbirlerini yakından tanır, diğer taraftan onların bütün hareketlerini takip ederlerdi. Çıkan nizalar iki kişinin hakemliğinde çözülürdü. Bugün ise ilişkiler birbirini tanımayan kimseler arasında cereyan etmekte, nizalar hakemler tarafından çözülmemektedir. Mahkemeler oluşturulmuştur.
Eskiden mevzuat çok azdı. Herkes hukuk öğrenir, ona göre hüküm neyse yeni sözleşmeler yapılır ve bu bilinirdi.
Şimdi ise yeni sözleşmeler yapılıyor ama artık bir hakimin bu sözleşmeleri bilmesi mümkün değildir. Soruşturma, bilirkişi, raporlar ve savunma çalışamamaktadır. Mahkemeler on yıllarca karara bağlanamamaktadır. Mahkemeler bağımsız değildirler, tarafsız değildirler, halk nezdinde saygın ve etkin değildirler. Şöyle ki; kişi suç işlese bu mahkemeler ceza vermiyor, işlemese istedikleri zaman mahkum ediyor.
Yargı sorununu çözmediğiniz zaman insanlar kendileri ihkakı hakka yani kendi haklarını kendileri almaya kalkışırlar ve ilkel döneme dönülmüş olur. Bugünkü hukuk sistemi tarım dönemi hukuk sistemidir, çağımızın sorunlarını çözmekten çok uzaktır.
Kur’an buna çözüm getirmiştir. Önce topluluk hakemleri eğiterek yetiştirecek ve onlara güvenceli ehliyet verecektir. İlçede, ülkede ve insanlıkta yeter sayıda ehliyetli hakem olacaktır. Davacı ve davalı bunlardan birerlerini hakem seçecekler, baş hakemi de hakemler seçecektir. Bunların verdiği karar kesin olacaktır. Bunların kararlarına uymayanları silahlı kuvvetler yola getirecektir. Hakemlerin üstünlüğü tartışılmaz olacaktır. Parlamento da cumhurbaşkanı da hakemlerin kararlarına uymak zorunda olacaktır. Hakemlerin kararları bozulmayacak, infaz edilecek; herkes bilecek ki hakem kararından dönülemez. Hakemler ölüme hükmederlerse mahkum öldürülecektir. Ciddiyet burada başlar.
Hakem kararlarına karşı dava açılamaz ama hakemlere karşı dava açılır. Hakemler mahkum olurlarsa âkileleri ödeme yapar. Karar haksız da olsa kazanan bir daha kaybetmeyecektir. Kaybedişinin mağduriyeti ayrıca giderilir.
6- Terör
Yargı çalışmayınca insanlar bizzat kendileri ihkakı hakka kalkışırlar, bunun için mafyalar kurulur; iş mafyası, senet mafyası, rüşvet mafyası ve terör mafyaları oluşur. Haklı olmanız yeterli olmaz, rüşvet mafyasına bir şeyler verirsiniz ki hakkınızı alabilesiniz.
Devlet içinde devlet oluşur.
İnsanlar haklarını mahkemelerden alamayınca terör şebekelerine baş vururlar ve onlar devletin yapacağı ya da yapması gereken işleri yapmaya başlarlar.
Gizli terör örgütleri oluşur.
Devlet de bunlardan korunmak için gizli istihbarat teşkilatı kurar.
Böylece halk iki “gizli” arasında büyük huzursuzluk içinde yaşar. Vatandaş olarak konuşurken, düşünürken, hareket ederken, hattâ bir müsvedde tutarken yakalanırsam ne olur ne olmaz der, ona göre hareket eder veya edemez. Gizli mafya, gizli istihbarat teşkilatı deşifre olmaz, her şeyi gizli yapar. Böylece tüm halk korku içinde sırlar âlemimde yaşar.
Bugünkü PKK ile MİT arasında halk için fark yoktur, ikisi faili meçhul cinayetlerin aktörleridir; biri devletimizden güç ve imkan alır, diğeri yabancılardan…
Yargının çalışmadığı yerde bunlara ihtiyaç vardır ve oluşmuştur.
Kur’an bunlar için hükümler getirmiştir.
Yeni dünya düzeni ocak, bucak, il, ülke, insanlık olarak teşkilatlanmaktadır. Yerinden yönetim getirilmektedir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları oluşturulmaktadır. Böylece kişilerin meşru yollardan haklarını koruma görevi bunlara verilmektedir. Hakemler sistemi getirilerek çözüm üretilmektedir. Yüz dairelik sitelerle bir taraftan işsiz insan bırakılmamakta, diğer taraftan güvenlik de temin edilmektedir.
7- Basın Yayın
Eskiden birbirini tanıyan insanlar ve topluluklar içinde yalan söylemek zordu, çünkü sonra yalanları hemen yakalanırdı. Şimdi ise söylenenlerin doğru veya yalan olduğunu bilmek mümkün değildir. Radyo, televizyon, internet ve sokaktaki adamların fikirleri bizi daima yanıltmakta ve kandırmaktadır. Sömürü sermayesi basın ve yayını ele geçirmiş, yalan fabrikaları, yalan üretim merkezleri kurmuştur. Bu merkezler yani medya son derece kurnazca ve mahirce insanlara yalanları inandırmaktadırlar. Bilhassa askerler basının bu yalanlarına kanarak ve dolduruşa gelerek operasyonlar yapmaktadırlar. Türkiye’deki tüm müdahaleler dışarıdan organize edilmiştir. Orduya doğrudan emir gelmemiştir ama basın dolaylı olarak onu o hâle getirmiştir ki, o şartlar içinde onu yapmak zorunda kalmıştır.
Bir araba sürüyorsunuz ama camın önüne gelen görünmez ekran dışarıda olanların tersini gösteriyor. Levhada ok işareti sağa iken size solu gösteriyor. Siz böyle bir durumda araba sürebilir misiniz? İşte bugünkü basın, bugünkü medya budur.
Halklar basının ne gibi yalanlar söylediklerini keşfediyor da yaşama şansını buluyor. Yoksa eğer basına inansaydı MHP tasfiye edilecekti, CHP yüzde kırklara varan oranda oy alacaktı. Halk basının yalanlarına kanmadı. Yine de hatalar oldu. Bağımsızlar beklenmedik artış gösterdiler. Demirel’in yüzde beşi CHP’ye gitti.
Basın sorununun çözülmesi gerekir. Halka doğru söyleyen bir medya ortaya çıkarılmalı, halk da o medyaya inanmalıdır. Yoksa hiçbir kurum çalışmaz; hakimler adil karar veremezler, ya basın bize saldırırsa diye korkarlar; ordu/askerler bir şey yapamaz, ya basının diline düşersek derler. Bugün eğer Ergenekon’da orgeneraller yargılanıyorsa, basının bu olayları desteklemesinden ileri gelmektedir. Basın hakimlere ve savcılara saldırsa ertesi gün hepsi beraat ederler. Basını da bu halde tutan sermayedir, dolardır.
Basın sorununu nasıl çözeceğiz?
Bu sorunu baskı, yasak ve ceza ile çözemezsiniz. Bugün sermaye medya mensuplarına büyük paralar vermektedir; bir bakanın aldığı maaşın bile birkaç mislini vermektedir. Medya gücü sermayenin elindedir. İstedikleri kimseyi bir günde sıfırlarlar.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın kaseti bunun delilidir. Kasetin doğru veya yalan olması önemli değildir. Belki de öyle bir kadın ve kaset bile mevcut değildir.
Nerden bileceğiz?
Basın öyle söylüyor!
Mustafa Kemal hakkında birçok hikâyeler anlatırlardı. Biz de saf saf onlara inanır ve ona düşman olurduk. Sonra gördüm ki bütün bunlar tezgah. Bir taraftan tanrı haline getiriyor, diğer taraftan deccal yapıyor ve Türk halkını bölüyor. Ondan sonra ben insanlar hakkında karar verdim. Abdülhamit’i cenneti âlâya, Mustafa Kemal’i cehennemin esfeline gönderenler vardır. Ben onlarla ilgilenmiyorum. Çünkü söylenenlere inanmıyorum, Allah onların hesaplarını eksiksiz bir şekilde görür.
Nasıl bir medya oluşturmalıyız?
Önce medya kooperatifler hâlinde oluşmalı, yazarlar yönetici okuyucular da üye olmalıdırlar. Basın ve yayın tamamen vergiden muaf olmalıdır. Siyasi partilerin atama yaptıkları yazar kadrosu olmalı, bunlar milletvekillerinin özlük haklarına sahip olmalıdırlar. Bunlar maaşlarını devletten almalı ama istedikleri yerde yazabilmelidirler. Dağıtım tamamen bedelsiz olmalıdır. Herkesin okuma hakkı olmalı, bedelsiz olarak kitap ve dergiyi alabilmelidir. Bu basın halkı doğru aydınlatmalıdır. Bu arada sermaye basınına da dokunulmamalıdır. Onlar yalan bunlar doğru söyleyenlerdir denmemelidir, halk yalan ile doğruyu kendisi ayırmalıdır. Doğrulara rağmen yalanları izlerse kendisi cezasını çeker.
8- Müdahale Sorunu
Başlangıçta insanlığı dinler yönetiyordu. Peygamberler Allah’tan aldıkları vahiylerle insanlığın günlük ihtiyaçlarını çözüyordu. Peygamberden öğrendiklerini kendi çıkarları için uygulayan hanedanlar daha sonra yönetimi ele geçirdiler. Siyaset dünyayı saltanat şeklinde yönetmeye başladı. Din ile siyaset arasında uzun süren çatışmalardan sonra barış oluştu. Siyaset adamları din adamlarına saygı gösteriyor, din adamları da siyaset adamlarına itaat ediyordu. Roma, Bizans ve İslâmiyet’in saltanat dönemindeki uygulamalarla bu durum günümüze kadar böyle uygulanagelmiştir.
Son samanlarda sermaye yönetimi ele geçirmek istemektedir. 500 yıldır bunun savaşı yapılmaktadır. Sivil yönetimi sermaye oluşturmakta, orduyu da o teşkilatlandırmaktadır. Kendisini dinlemeyen hükümete karşı orduyu kullanmakta, kendisinin istediğini yapmayan ordulara karşı ise sivil yönetimi kullanmaktadır. AKP’deki bazı milletvekilleri ile birlikte CHP ve Ordu Irak tezkeresine (1 Mart 2003) izin vermedi; bunun için CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tasfiye edildi, bunun için Millî Görüşçü AKP milletvekilleri tasfiye edildi, bunun için Ergenekon ve Balyoz davaları vardır. Cumhurbaşkanı Ahmet N. Sezer o derecede onlara hizmet ettiği halde, tezkerenin geçmesine mâni olduğu için artık adı sanı duyulmamakta ve sesi çıkmamaktadır.
Sermaye öyle tezgah kurmuştur ki, kendisini dinlemeyen hükümetleri ordularla uzaklaştırmaktadır, kendisini dinlemeyen orduları da hükümetlerine tasfiye ettirmektedir. Bu sermaye-siyaset dengesi üzerinde sermaye sömürüsüne devam etmektedir. Bu sorunun çözümsüzlüğü ekonomik ve sosyal sorunların çözülmesini önlemektedir.
Adil Düzende bu soruna şu çözümler önerilmektedir.
- Sivil yönetim askeri yönetimden ayrılmalı, birbirlerine karışmamalıdırlar. Devlet başkanı asker olmalı ve denge oluşmalıdır.
- Askeri birliklerin faaliyet sahaları ayrılmalıdır. 12 ordu 12 bölgenin korunmasına hizmet etmelidir. Bir ordunun askerleri kendi bölgesi dışındaki halklardan oluşmalıdır.
- Askeri bütçe ayrı olmalıdır. Genel bütçe gelirlerinin beşte biri askere ait olmalı, gümrükler askere ait olmalı, bedeller askere ait olmalı, bir de bazı kamu hizmetleri bedel karşılığı askere verilmelidir.
- İsteyenler asker olmalı, isteyenler bedel vermelidir. Bedeli tayin orduya ait olmalıdır. Seçme ve seçilme haklarına yalnız askerlik yapanlar ve bunların kadın eşleri, bekarların ise yakınları sahip olmalıdır.
İşte, Allah’ın gafur ve rahim olması demek, sanayi dönemine geçerken oluşmuş büyük sorunların çözülmesi ve onların kötü tesirlerinin giderilmesi demektir. PKK’nın tasfiyesi demektir. Sonra da sekiz sorunun Allah’ın rahmet sıfatı ile çözülmesi demektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92