MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 23




(MiN ECLi ÜAvLiKa)
“Bu ecilden dolayı”
Kuyularda sular yavaş yavaş toplanır, belli zaman içinde belirli miktarda su toplanır. Böyle kuyulara veya su havuzuna “icl” denmektedir. Kuyunun dolması beklenir. Sonra başında toplanır ve suyu bölüşürler. İşte bir kuyunun veya havuzun dolma zamanına “ecl” denmektedir. Dolma zamanı ise ecelin gelmesidir. Yani bu takdirde gelen vakit suların taksim edildiği saat anlamındadır.
Araplara göre “ecel” kelimesi, artık su alabilirsiniz, müsade vardır demektir.
Meyve ağaçlarında meyvelerin olgunlaşmadan yenmemesi için ağaç sahibi çıkış yerine dikenler koyar. Kendisine de yasaktır, çıkamaz. Günü gelince dikeni indirir, kendisi önce çıkar ve toplar, herkese de artık serbest hâle gelir. Mandalina bahçelerinde meyveler toplanır ama üzerinde bir kısım meyve kalır, artık onlar da serbesttir, herkes yiyebilir. (Bir hatıra: Yetmişli yıllarda Süleyman Hoca ve M. Adil Aktuğ ile bir hoca efendiyi (Fevzi Omay) ziyarete gittik. Mandalina ağaçlarında mevsim sonuydu, ağaçların tepesinde kalmış olan tek tük meyvelerden toplayıp yemiştik. O kadar leziz mandalina yediğimi hatırlamıyorum. RNE)
İşte böyle, önce yasaklanmış olup serbest hâle getirme zamanı geldiğini ilan etme demek “ecel” demektir. Evet manâsına da gelir. Kur’an’da bu manâsı ile zikredilmemektedir. “Ecl” kelimesi burada sebep anlamında zikredilmektedir. Bu manâda başka zikredilmiyor.
Sebep yol demektir. Kur’an’da tamamen yol anlamında geçmektedir. Bizim bugün kullandığımız fıkıhçıların da kullandıkları anlamda sebep kelimesi geçmemektedir. “Ecl” kelimesi Türkçedeki sebep anlamına gelmektedir. Bu sebepten dolayı anlamı verilebilir.
Buradaki “Min” “Bi” manâsında olabilir. O takdirde, bu sebeple, dolayısıyla denmiş olur. Li manâsında da olabilir; bu maksatla, bunun için anlamına gelir.
Buradaki “Min” harfine teb’iz manâsı verilmektedir. Tebyin-i cins manâsı da verilmektedir. Çünkü işaret edilen olaydır. İbtidai gaye olarak alırsak olay oradan başlamış olur. Yani “min Zalike” yani Hazreti Adem’den gelen bir beşeri zaaf dolayısıyla anlamına gelir. “Bi” değil de “Min” getirilmesi yani hakiki ifadeden mecazi ifadeye geçilmesi aynı zamanda ibtidai gaye anlamını da vermesidir. Yani İsrail oğullarına yani size kısası niçin şeriat olarak koyduk; çünkü insanın fıtratı böyledir.
“Min Ecli Zalike” denerek iki raculün ilk insanın oğlu olduklarını da açıklamış olmaktadır. Burada bilhassa “İsrail oğullarına böyle yazdık” diyerek bize emri şeriatın men kablüna ile bildirmiş olmasının hikmeti nedir?
Bugün İsrail oğulları gaflet ve dalalet içindedirler. Onlara göre onlar seçilmiş kavimdirler ve insanüstüdürler. Görev olarak seçilmiş olabilir. A. Gül cumhurbaşkanıdır. Onun bizden hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ona verilen görevden ileri gelmektedir. İsrail oğullarının seçilmiş olması bu anlamdadır. Yoksa onlar insanların üstünde değildir. “Cana can” olarak zikretmekle, İsrail oğullarının da diğer insanlara eşit olduğunu ifade ediyor.
Sonra idamı kaldırma çabası İsrail oğullarından gelmektedir. Hıristiyanlar da Tevrat’ı şeriat kitabı kabul ediyorlar. O halde nasıl oluyor da böyle saçmalık yapabilirler. Bu sebeple İsrail oğullarının Tevrat’ında yazdık diyor. Burada başka bir hususa da işaret etmektedir. O da Tevrat’tan başka tek şeriat kitabı vardır, o da Kur’an’dır. Diğer kitaplar ahlaki kitaplardır. O zamana kadar da şeriat vardır. Ancak, o şeriat bizdeki hadisler gibidir, yani Hazreti Nuh’un uygulamalarıdır. Sonra insanlar sünnete dayanarak şeriat oluşturdular. İlk defa Tevrat ilâhi kitap olarak hükümler getirdi, zamanla değişmeyecek hükümler getirdi. Uygulama farklılıkları dışında Tevrat’ın getirdiği hükümler ile Kur’an’ın hükümleri arasında fark yoktur.
Bugün Hıristiyanlar ve Yahudiler bir araya gelmişler, ittifak hâlinde İslâmiyet’i ortadan kaldıracak olurlarsa Mesih gelecektir diyorlar. Yahudiler kitaplarında var derken Mesih gelecektir diyorlar. Hıristiyanlar da İsa Mesih yeniden gelecektir diyorlar. Uzlaşmış bulunuyorlar. Mesih gelecek. Bu ya İsa Mesih olacak yahut yeni Mesih olacak ama gelecek.
İşte bunun gelmesi için de Hıristiyanlar ve Yahudiler birleşip dünyayı zorla Batılıların uşağı hâline getirecekler. Yenemedikleri ve sorun olanlar Müslümanlardır. Müslümanları soykırımına uğratırlarsa sorunları bitecektir.
Kur’an bu âyetlerle onlara diyor ki;
Peki, siz madem ki Mesih’i bekliyorsunuz… O geldiği zaman ilk sizin başınızı kesmesi gerekir, çünkü “Avrupa kriterleri” deyip Tevrat’ın hükümlerini ters çevirdiniz!..

(KaTaBNAv)
“Ketbettik.”
Türkçede kanun var, mevzuat var. Mevzuat her türlü yürürlükte olan kurallardır. Belediye meclisinin aldığı karar da mevzuattır. Bakanın genelgesi de mevzuattır. Kanun ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden çıkan mevzuattır.
Şeriat dendiği zaman dört delile dayalı hükümleri içerir. Kıyasla sabit olanlar da şeriattır. Kitabet ise Tevrat’tır, Kur’an’dır. Daha önce şeriat vardı. Ama ilk şeriat kitabı Tevrat’tır. Kur’an ise son şeriat kitabıdır. Bundan sonra yeni kitap gelmeyecektir.
Şeriat canlıdır. Hayat değiştikçe şeriatın hükümleri değişir. Bunun için devamlı içtihat ve icmalara ihtiyaç vardır. Bununla beraber bu değişme bazı değişmez ilkelere dayanmaktadır. Yoksa birlik ortadan kalkar. Bir çocuk doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve ölür. Her zaman değişmektedir ama o yine o olarak kalmaktadır. Değişme kişiliği değiştirmez.
İşte, kitap topluluğun genetiğidir. Kuruluştan ölümüne kadar değişmez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez hükümleri vardır. Bunlar bu devlet yıkılmadıkça değişmez.
İnsanlığın da böyle değişmez hükümleri vardır. Hazreti Adem’den başlar, kıyamete kadar değişmez. Bir canlının genetiği de nesiller boyu bile değişmez. Örnek, bir insandaki DNA zinciri ilk döllendiği tarihten itibaren hep aynı kalır ve her hücrede yer alır. Onun uygulanması devam eder. Ayrıca insanın DNA’ları da kıyamete kadar değişmeyecektir.
Şeriatın bir kitap kısmı vardır ki Hz. Adem’den başlar, kıyamete kadar aynı kalır. Ne var ki değişik topluluklarda değişik şekilde uygulanır. Topluluklar arasındaki fark kişiler arasındaki DNA farkı kadardır. Ayrıca bir toplulukta da değişmeler olabilir. İnsanda DNA değişmemekte ama yapısı değişmektedir.
Burada İsrail oğulları örnektir.
Doğa, Canlı, İnsan, Kavim genel kurallar içinde özel kuralları içermektedir.
İnsanlara yazılı hukuk düzenini öğretmektedir.
Buradaki zorluk şudur.
Mısır’da Firavunlar kanunlar yapardı. İstedikleri zaman da değiştirirlerdi. Mısır’da kanunnameler oluşmadı. Oysa Mezopotamya’da ve Roma’da kanunlar oluştu. Krallar değişik kanunlar yaparlardı. Peygamberlere de yeni kitaplar gelirdi. Oysa Tevrat İsrail oğullarının değişmez kitabıdır. Bugün İsrail devleti kanunlar yapmakta, bir müddet sonra değiştirmektedir. Bu kanun değildir, şeriattır. Kitap ise değişmeyen kuralları içerir.
İnsanın 46 kromozomu vardır. Bu kromozom üzerinde milyarlarca genler vardır. Bunlar Hazreti Adem’den beri değişmemektedir. İnsanlara akraba canlılardan olan maymunların kromozomların sayısı bile aynı değildir. İşte, Hazreti Adem’den beri değişmeyen bu kromozomlar insanı oluşturur.
Öyle bir kitap yazalım ki kıyamete kadar o değişmesin. İşte o kitap Kur’an’dır.
Sonra, her yeni çocuk olduğu zaman kromozomlar değişmemektedir ama genler değişmektedir. İşte topluluklar yeni insan demektir. Kromozomlarda değişme yoktur ama genlerde değişmeler vardır. Tevrat Kur’an uygulamasının biridir. Sünnet de öyledir. “Adil Düzen” ise Kur’an’ın ikinci uygulanışını ifade edecektir.

(GaLAv BaNIy EiSRAvEIyLa)
“İsrail oğullarına yazdık.”
“Seriye” geceleyin baskın yapan askeri müfrezenin adıdır.
“İsra” gece yürüyüşüne çıkarma demektir.
Hazreti Yakup amcası İsmail’i Mekke’de ziyaret etmiş ve oradan Filistin’e dönmüştür. Seyahatini gece yapmıştır. Bugünkü Kudüs’e geldiği zaman, orada gece uyurken bir rüya görmüş, o rüyada ona insanlığın geleceği gösterilmiştir. Hz. Adem’le, Hz. Nuh’la, Hz. İbrahim’le görüşmüş, ondan sonra kendilerinden gelecek olan Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Muhammed rüyada gösterilmiş idi. Ayrıca kendisine gelen vahiy ile çocuklarının görevli bir ulus oluşturacağı bildirilmişti. İşte bundan sonra adı “İsrail” olmuştur. İsraAllahi demektir. Arapça tamlama ilkesine göre Allah’ın gece yürüttüğü kimse anlamına gelir. İsmail de Allah’ın işittirdiği kimse demek olur. Cebrail Allah’ın gücü, Mikail Allah’ın keyl edeni, ölçeni anlamına gelir.
“İsrail oğulları” insanlığın uygarlaşmasında önderlik edecek bir kavimdir. Bugün nüfusları on milyon kadardır. On milyar insanlıkta binde birdirler ama bugün dünyadaki bütün siyasî, iktisadî ve ilmî faaliyetlerin en etkin olanlarıdır. Dinsizleştirmede de başa güreşiyorlar. Bunların yeryüzündeki silahları ve fesatları kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an İslâmiyet’in yayılmasını bunlara dayandırmaktadır. Allah şeytanın yardımcılarını bile kendisi görevlendirmiştir. Bugün dünya dinsizleşmektedir ama bu dinsizliği yeryüzüne getiren ve yaygınlaştıranlar İsrail oğullarıdır. Serapa ateist olan Marks bir Yahudidir.

(EanNaHUv)
“Diye”
Kim bir nefsi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir diye yazdık.
Türkçede kullanılan “diye” yerine Arapçada bu “ennehu” kelimesi gelmektedir.
“Hu” “Enne”nin ismidir. “Hu” mübtedadır, ondan sonra gelen haberdir. Cümlenin tamamı “ketebe”nin mef’ulüdür. Tevrat’ta böyle yazılmış ve böyle hüküm konmuştur. Başlangıcı ise Hz. Adem aleyhisselâmdan başlar.
Kur’an’ın hükümleri de böyledir. Kur’an’da tek farklı olan vahyin yerini içtihat ve icmaların almasıdır.

(MaN QaTaLa NaFSan)
“Kim bir nefsi katlederse.”
“Men” kim anlamında yalnız şuurlu varlıklar için kullanılmaktadır. Melekler, cinler, ruhlar ve insanlar kastedilir. Allah ise ne “men”dir, ne de “mâ”dır; O’nun dilde karşılığı yoktur. “Men”deki umumilik insanları eşit hâle getirmektedir. Yani katil kim olursa olsun hüküm değişmez. İnsan olan herkes “men”dir.
“Nefsen” kelimesi de kişiliği ifade eder ve yalnız insanlar için zikredilir. Bir insan diğer bir insanı katlederse. Katletmenin iradi olması gerekir. Çünkü “Men”in fiilidir. Yani katil kişi değil de başkası olursa o zaman bu cümlenin ifadesi içine girmez. Ceza hukukunda kasıt esastır. Bir kimse hata ederek veya farkında olmayarak bir suç işlerse buna ceza verilmez. Mâlî tazminat öder ama ceza verilmez. Cezanın verilebilmesi için kişinin kasden öldürmesi gerekmektedir. Bu hüküm “katele” fiilinin failliğinden gelmektedir. Kastedilmeden ölüm etkili olursa bu katil olmaz, katlin müsebbibi olur.
“Men”in içine akıl hastaları veya çocuklar dahil midir?
Evet, kaza ile de olsa, hata ile de olsa, biri diğerini katledince, kısas olmasa bile diyet olarak karşılığını ödemesi gerekmektedir. Buradaki “Men”in umumi olması diyetin her zaman ödenmesi gerektiğini ifade etmiş olur. Öldüren veya öldürülen söz konusu olmaksızın ölüm ve öldürme olayı sosyal bir olaydır, tüm topluluğun ilgilenmesi gerekir.
Nefis nerde başlar?
Doğmuş olan herkes nefstir. Doğmadan anne karnındaki çocuğu öldürmek de nefsi öldürmektir. O da nefs içine dahil midir? Kur’an’da hayat nefesle alakalandırılmıştır. Sağ doğmuş olma üzerinde çeşitli görüşler vardır. Bize göre en sağlam görüş nefesin alınmasıdır. Çocuk anne karnında annesinin ciğeri ile yaşar. Yani kirlenen kan annesinin akciğerinde temizlenir. Dolayısıyla akciğer henüz büyümüş değildir, hava alıp verme durumunda değildir. Doğduktan sonra hava ile temasa geçen ciğerler birden büyür ve nefes alıp verecek hal alır. İşte nefs yani kişilik burada başlar. O halde çocuğun sağ doğup doğmadığını belirlemenin yolu ciğerlere bakmaktır. Ciğerler büyümüşse sağ doğmuş olur.
Bu âyetin bize öğrettiği şey, insanın katledilmesi canlı doğması ile alakalıdır. Doğmadan çocuğun aldırılması bu âyetin şümulüne girmez. Ne var ki insanın kişiliği döllenme ile başlar. Erkek veya kadın olarak belirlendiği gibi, genetik kişiliği de oluşmuş olur. Sağ doğmayan çocuğun diyetini âkilesi ödemediği gibi kısas yapılmaz. Diyette onda bire kadar düşürülür.
Doğumu tarif ettiğimiz gibi ölümü de tarif etmemiz gerekir. Kalbin durması, kanın ciğerlerde temizlenmemesi durumu ölümdür. Ne var ki bazı hallerde kalb durmakta, sonra suni olarak çalıştırılabilmektedir.
Kalp ne kadar zamanda durursa ölüm gerçekleşmiş sayılır? Kalbin çalışması kişinin sağ olduğu anlamına gelmez.
Ölüm beyindeki elektrik aktivitenin tamamen durmasıdır. Bu EEG ile ölçülebilir veya vücuttaki tüm reflekslerin total olarak olmaması ile anlaşılır. Böyle bir kimsenin organları alınıp başkasına nakledilebilir.

(BiĞaYRı NaFSin)
“Bi gayri nefsin.”
Başka bir nefis sebebiyle olmaksızın denmektedir.
Buradaki “Bi” bedeliyet bisidir. “Bi'nî beyteke bi hamsin” dersem, elli lira bedelle evi bana sat anlamına gelir. Nefsin gayrisi sebebiyle katleden, “bigayri katli nefsin” demektir.
Bir kimse birini öldürmüşse ona karşılık o da öldürülür. Buna kısas denmektedir. Kısasın istisnaları vardır. Âm/genel olan bir lafız başka yerlerde tahsis edilmiş olabilir. Kur’an inzâl olduğu için yani bize cümleten vahideten geldiği için bütün hükümler orada mevcuttur. Dolayısıyla kitabın içinde âm olan lafız her zaman tahsis edilmektedir.
Biz ne Kur’an’daki sıraya bakarak, ne de nüzul tarihine göre manâ veririz. Dolayısıyla hâslar âmları tahsis eder. Kur’an aynı zamanda tenzildir, yani peyderpey nâzil olmaktadır. O da icma ve içtihatlarla ilgilidir. İçtihadımızın değişmesi ile şeriatın hükümleri değişmiş olur.
Kısasın uygulanmadığı yerler aşağıda belirlenmiştir.
- Öldürme kastı yoksa kısas uygulanmaz. Dövme kastı var ama öldürme kastı yoksa yine kısas uygulanmaz. Dövme kısası uygulanır.
- Bir nefis karşılığı kısas yapmak üzere öldüren de öldürülmez. Bu sebepledir ki başkan birisini kamu çıkarı için öldürmüşse kısas uygulanmaz, diyet ödenir.
- Affedilirse diyete dönüşür ve kısas uygulanmaz.
- Katil ilçesini terk ederse, kaçarsa, diyete dönüşür, kısas uygulanmaz. Diyeti ödememiş olsa bile Mekke şehrine giren oradan çıkıncıya kadar kısas uygulanmaz. Oradaki öldürmelere kısas uygulanır.

(EaV FaSAvDın FIy eLEaRWı)
“Veya arzda fesad çıkarması.”
Kısas, yukarıda belirtildiği gibi kişilere ika edilen bir öldürmedir. Mahkeme kararı ile katledilir. Bunun dışında kişi öldürmez ama fesat çıkarır. Örnek olarak tren yoluna engel koydu, tren devrildi, insanlar öldü. Burada kişinin öldürme kastı olmayabilir ama insanların ölümüne sebep olur.
Burada “Arz” kelimesi getirilmiştir. Buradaki arz bucak toprakları, il toprakları, ülke toprakları ve insanlık toprakları yani yeryüzü olabilir. Burada bir bucakta kişi fesat çıkarıyorsa, oranın düzenini bozuyorsa, o bucaktan sürülür. Gitmezse öldürülür. Mahkeme kararı ile öldürülse diyet ödenmez. Bucak başkanı kendi kararı ile öldürse kısas yapılmaz, diyeti ödenir. Kendisi öldürmüyor ama yaptığı neşriyat ve yalan haberler gibi olaylarda fesat çıkarıyorsa öldürülür.
Buradaki “Fi’l-Erdi” kelimesini zikretmesinden anlıyoruz ki, kişi belli bir kişiye yaptığı fesattan dolayı öldürülemez, orada verdiği zarar kadar tazmin ettirilir. Faili ve mef’ulü belli olan fiiller için öldürülemez. Öcalan gibi kendisi adam öldürmemiş olsa bile kurduğu örgüt adam öldürüyorsa o zaman o da öldürülür.
İki görüş vardır.
Filistin’de Hamaslılar kendi memleketlerini kurtarmak için savaşıyorlar. Çeçenler de istiklâl için savaşıyorlar. Bunlar kahramanlıktır.
Başka bir görüşe göre ise bunlar suçsuz olan insanların ölmelerine sebep oluyorlar. Fesat çıkarıyorlar. Acaba hangisi doğrudur?
Buradaki “arzda” kelimesi bu hususta bize işaretler vermektedir.
Kişi kendisine hasım kabul ettiği kişiyi hedef alarak öldürse burada kısastır. Ama hedef alınmaksızın ölsün de kim ölürse ölsün şeklindeki hareket fesattır. Ne var ki cephe oluşturulur, karşılıklı savaşa girişilirse, bu fesat değildir. Arzın dışında savaştır. Bu savaş tek başına yapılan hareketler değildir. Yerinden yönetim esas alınır. Ocak, bucak, il ve ülkeler iç işlerinde bağımsızdırlar. Eğer devlet illerin iç işlerine müdahale ediyorsa haksızlık yapıyor, il bucakların iç işlerine müdahale ediyorsa haksızlık yapıyor demektir. Ama bucak içinde herhangi bir fesadı durdurma tamamen fesadı ortadan kaldırmadır.
Ocak, bucak, il ve ülke içinde kişilerin fesat çıkarması karşılığı katledilebilir. Hakemlerin kararı olmadıkça ülkelere, illere, bucaklara ve ocaklara girilemez. Ancak içeride olanların çıkmasına izin verilmiyorsa, içeridekileri kurtarmak için girilebilir. Onun dışında muhasara edilir ve beklenir. Çıkanlar çıkar, kalanlar da kendi hallerinde bırakılır.
Fesadın arzda olması yani kişilere yönelik olmaması gerekir.
Demek ki:
-Dünya yüze yakın devlete ayrılacak.
-Devletler yüze yakın illere ayrılacak.
-İller de yüze yakın bucaklara ayrılacak.
-Bucaklar yüze yakın ocaklara ayrılacak.
Bunlar kendi topraklarında tamamen bağımsız olup istediklerini yapmaları tamamen yöneticilerinin yetkilerindedir. Dışarıda ise merkez bucakların düzeni vardır. Onu bozmak isterlerse o zaman arzda yani bucaklar yönetiminde fesat çıkarmış olurlar, katl caiz olur.
Burada savaş hâli de istisna edilmiştir. Hakemler kararı ile boşaltılması emredilen bir yer boşaltılmazsa orada olanlar savaşta ölmüş olabilir. Burada “arz” kelimesini kullanmış olması güvenliğin yerlere göre korunacağını ifade eder. İnsanlığı insanlık bölüşmüştür. Her ülke kendi ülkesinin savunmasını kendisi sağlar. Bu savunma gücüne karşı çıkanları öldürmek bu âyetin dışındadır. Her il iç güvenliğini kendisi sağlar. Her bucak kendi hukukunu kendisi uygular. Kuralımız şudur. Özel hukuk hakemlerce çözülür. Davalının bulunduğu yer mahkemesi bakar. Kamu hukuku ise her bucakta ayrıdır. Suç hangi bucakta işlenirse o bucakta muhakeme edilir, o bucağın kanunları geçerlidir. Kişinin mensup olduğu yer ve kimlik aranmaz. İşte bunun delili buradaki “Fi’l-Erdi” kelimesidir.
“Adil Düzen Anayasası”na deliller arıyoruz. Deliller böyle bulunacaktır.

(FaKaEnNaMa QaTeLe eLNaSa CeMiGan)
“Bütün nâsı cemian katletmiş gibidir.”
Kısas ve arzda fesad dışında adam öldüren sadece o adamı öldürmüş değildir. Sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Buradaki “Fa” “Men” şartının cevap fesidir. Gibi, benzeri manâsınadır. “Keennemâ” zikredilmeseydi sanki biri öldü mü herkesin öldürülmesi anlamına gelirdi. Oysa burada benzetme vardır. Bütün insanları öldürenin cezası ile bir kişiyi öldürenin cezası artmamaktadır. Öldürülen kaç kişi olursa olsun bir tane kısas vardır. Birkaç kişiyi öldürdü diye önce eziyet edilip sonra öldürülmez. Birinin katlinden tüm insanlık sorumludur. İşte bu sebepledir ki katl sadece özel hukukun konusu değildir, kamu hukukunun da konusudur. Affedilmesi hâlinde de diyet ödenmektedir.
“Ennemâ” “ennehu” gibidir, orada hüküm ifadesi geçmişti, burada ise olay geçmiştir. “Enne”den sonra fiil gelmeyeceği için “Mâ” harfi ziyade kılınmıştır.
“Nâs” harfi tarifle gelmiştir.
Burada kastedilen “nâs” nedir?
Bir toplulukta katili bulup cezalandırmak, diyet ödenecekse diyeti ödemek her bucağın görevidir. Buna göre bu fiili işleyen bütün bucak halkını öldürmüş kabul edilir. Ne var ki bucak işin içinden çıkamazsa il çıkar, il çıkamazsa devlet çıkar, devlet de çıkamazsa insanlık çıkar. Bu ifadenin taşıdığı manâ şudur. Eğer bir bucakta bir öldürme olayı vuku buluyorsa, o olayla tüm insanlık ilgilenmelidir.
Bu anlamda ve hakemler kararı ile olmak şartıyla Libya’da cereyan eden olaylara NATO’nun müdahalesi meşrudur. Filistin’de cereyan eden olay sadece Filistin olayı değildir. PKK olayı sadece Türkiye olayı değildir. Bir yerde bir adam ölüyorsa bütün insanlığın oraya müdahale etme yetkisi vardır.
Ne var ki bu müdahale yetkisi petrol çıkarları gereği olmamalıdır.
İnsanlık için tek çözüm vardır, hakemlik sistemi.
Türkiye yüze yakın vilayete ayrılmalıdır. Her vilayet kendi iç güvenliğini kendisi sağlamalıdır. Herkes hakemlerin kararlarına uymalıdır. Hakem kararlarına uymayan suçludur.
Şimdi biz diyoruz ki, Türkiye hepimizindir. Doğudaki halkın direnmesi halkın kendi iradesi değildir. Baskı uygulanmaktadır. Başbakan esnaf için kepenkleri kapattılar diyor. Korkuttular diyor. İşte zaten sorun odur. Başbakanın Hakkari’de işi nedir? Hakkarililer milletvekillerini seçer ve gönderirler. Başbakan Ankara’da onlardan güvenoyu ister. Oysa şimdiki uygulamada parti başkanlarının atadığı adaylar meclise gelmektedir. Bugün en gerçek seçim bağımsızların seçimidir. Çünkü onları halk doğrudan seçmektedir.
Dayanışma ortaklıkları ve bağımsız bucak sistemi demokrasinin hak ve hürriyetlerinin temelidir. Uygulanması ise hakemlerin karar alması ile mümkündür. İşte, hakem kararlarına uymayanları tepelemek insanlığın görevidir. İnsanlık el ele verip hakem kararlarına uymayanları bertaraf eder.
“Cemian” kelimesi sanki hepsini birden öldürmüş anlamındadır. Dayanışma ortaklıklarının temeli budur. Birimize yapılan hepimize yapılmıştır. Birlikte karşı çıkma durumundayız. Burada sadece “katl” zikredilmiştir. Diğer bedeni etkileyen fiiller de böyledir. Daha da ileri gideriz. Birisi diğerine borcunu ödemediği zaman hepimize ödememiş gibi olur. Bu sebepledir ki mahkemelerde dava açılır, topluluk onun sonucunu takip eder. Bundan dolayı mahkemelerde açılan davalardan harç alınmaz. Bu sebepledir ki avukatların ücretlerini topluluk öder. Çünkü hak hepimizin hakkıdır. Haksızlık yapan hepimize yapmıştır.
Türkiye’de ve dünyada dava harçları alınmaktadır. Avukatlık müessesesi çalıştırılmaktadır. Hakimlerin maaşları taraflara ödetilmiyor ama bilirkişi ücretleri taraflara ödetiliyor. Diyelim ki bir adam suç işledi, astık. Ondan savunma bedeli alma yetkimiz olmadığı gibi mağdurdan da fazla bir şey talep etmeyiz.
Devlet şirket değildir, kâr amacıyla oluşturulmamıştır. Devlet vergi alır, işletmelerden vergi alır, halktan haraç almaz. Bugün gelir vergisi vardır, kişilerin kazançlarından vergi alınmaktadır. Oysa şeriatta işletmelerin vergisi vardır. Üretilen mallardan kamu payı alınır. Kişilerden vergi alınmaz. Aldığı vergilerle de devlet kamu görevlerini yapar; yargılar, savaşır, yol yapar. Bunların bedelleri vergiden alınmıştır. Artık devlet bir daha sen bu köprüden geçtin diye vergi alamaz. Bu mantık, bu düzensizlik temelden değişecektir.
İşte, buradaki bütün nâsı katletmiştir sözünün manâları bunlardır. Cana can, mala mal. Birisi borcunu ödeyemedi mi hepimiz öderiz. Gerçek sigorta budur.

(VaMaN EaXYAvHAv)
“Kim onu ihya ederse.”
Nefsi katletmek kolay anlaşılmaktadır.
“Kim onu ihya ederse”nin anlamı nedir?
Basit anlayışıyla “nefsi ihya etmek” demek, onu ölümden kurtarırsa demektir.
Diyelim ki biri hastaydı, tedavi edilmesi gerekirdi, tedavi etmedik, adam öldü; tedavi ettik, dirildi. İşte o tedavi eden onu ihya etmiş olur. Onu değil bütün nâsı ihya etmiş olur. O halde doktorun ücretini bütün insanlık vermelidir.
Bir kimse çocuk yaptı. O da birini ihya etmiştir. Çocuğa bakıp büyütme insanlığın görevidir. Çocuk yalnız anne babasının çocuğu değildir, insanlığın çocuğudur. Bütün insanlık onu yaşatmak ve yetiştirmekle mükelleftir.
“Her nefis ölümü tadacaktır” deniyor. Burada “kim nefsi ihya ederse” diyor. O halde ölen insanın ruhu değil nefsidir; bedeni de değildir, çünkü beden de her gün değişmektedir.

(Fa KaEanNaMAv EaXYay elNAvSa CaMIyGan)
“Sanki bütün insanları birlikte ihya etmiştir.”
İnsan denilen varlık diğer hayvanlardan çok farklıdır. Bir arı kovanında yüzbinlerce arı vardır. Bunlar bir ümmettirler. Ayrıca yeryüzünde milyarlarca kovan vardır ama bu kovanlar bir ümmet değildirler. Oysa insanlar on milyara yaklaşıyorlar, bunlar tek ümmettir. Çin’de doğan bir çocuk benim kardeşimdir, ben ondan sorumluyum; onu doğuran annesine ve babasına gerektiğinde katkıda bulunmalıyım. Zelzele olmuş, sel olmuşsa, benim onlara katkıda bulunmam gerekmektedir; çünkü biz bütün insanlarla bir olmuşuzdur.
Bunu nasıl başaracağız?
İşte sorun budur. Kızılay çadırları gönderir ama isterse gönderir. İane değil, yardım değil, vecibe ve dayanışma için yapar bunu.
“Adil Düzen Anayasası”nda dayanışma ortaklıkları anlatılmaktadır.
Şimdi bu genel kural içinde bir taraftan insanların haklarına taaddi etmeyecektir, diğer taraftan her ferdin hukuku görülecek, ihtiyaçları giderilecektir.
Bu sorun nasıl çözülecektir?
Bu sorunun çözümü şuub ve kabail olarak hazırlanmamızla olacak. İnsanlar ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler hâlinde örgütlenecekler. Ayrıca bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları oluşacak. İlçelerde hakemler, bölgelerde ihtisas hakemleri, kıta merkezlerinde ise üstün hakemler olacak. Çıkan her türlü nizalar hakemler tarafından çözüme ulaştırılacak. Dayanışma ortaklıkları hakem kararlarına göre infaz edecekler. Tüm yeryüzü tek bir canlı imiş gibi yaşayacak, gelişecek, uygarlaşacaktır.
İnsan cüzi iradesi ile ne derece özgürse külli irade içinde de o derece mutidir. İnsan böyle yaratılmıştır. İnsanın saadeti budur.
İntihar saldırısı iki bakımdan Kur’an’ın emirlerine aykırıdır. Birincisi; intihar ferdî harekettir, oysa ferdî savaş yoktur. İkincisi; insan kendi kendisini var etmemiştir. Bu nedenle kendisi kendisinin, değildir. Bu nedenle kendisini de öldüremez.

(Va LaQaD CAEaTHuM RuSuLuNAv)
“Onlara resullerimiz gelmişti.”
“Ve” harfi “erselnâ”ya atfetmektedir. “Ve Câethum” dememiş de “VeLekad” kelimesini getirmiştir. “Ketebnâ”ya doğrudan atfetmiş olsaydı Tevrat’ta yazıldığı zamanda resuller gelmiş olacaktı. Halbuki resuller daha sonra gelmişlerdir. Bunun için araya “Lekad” gelmiştir. Şimdi resuller gelmiştir. Tevrat’ta böyle yazdık, şimdi de resullerimiz gelmiştir.
Allah kitaplar göndermekte, onları anlatmak için de resuller göndermektedir. Yalnız resul gelmiştir ama resulsüz kitap gelmemiştir. Kitap ölü şekillerden ibarettir. İnsan ise canlıdır. Allah’ın halifesi şekiller değil de insandır. Cebrail Kur’an’ı Hazreti Muhammed’e getirmiş, bize de O’ndan alanlar getirmişlerdir. Gerek hadiste gerekse kıraatte bunun için râvi önemlidir ve şarttır.
“Resuller” burada kuralsız çoğul getirilmiştir. Çünkü resuller ayrı ayrı zamanlarda ve değişik topluluklara gelmişlerdir. Biz biliyoruz ki insan genetiği en uygar eğitimi alabilmektedir. Bir çocuğu ele alsak, on beş yaşına kadar insanlarla temas etmeden büyütsek, sonra onu bir topluluğun içine bıraksak, iki üç sene içinde onların dillerini öğrenir ve onların yaptıklarını yapmaya başlar. O halde, eğer Allah herhangi bir kimseyi alsa ve melekleri görevli yaparak mesela bundan on bin sene önce ona rüyada bu hayatı gösterse, bunu değişik zamanlarda yapsa, o kimse bizim kadar bilgili ve eğitimli olabilir. Allah böylece Hazreti Adem’den başlayarak böyle seçilmiş insanları gönderdi, onlar o topluluğun üstünde ve insanlığın uygarlaşmasında yardımcı oldu.
Bugün kesin olarak bilinen bir şey vardır. Uygarlık Mezopotamya’da başladı, Hazreti Nuh peygamberin öğretileri ile gelişti. Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığının bir uzantısıdır. Sonra ikinci uygarlık İbranilerde başladı. Hazreti Musa’nın şeriatıyla insanlık aydınlandı. Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı onların uzantısıdır. Üçüncü uygarlık ise Hıristiyanlıktır. Hazreti İsa’nın şakirtleri Roma ve Bizans’a gelirler ve Hıristiyanlık ortaya çıkar. Sonra birinci Kur’an uygarlığı başlamıştır. Bugünkü Avrupa uygarlığı bu uygarlığın devamıdır.
Demek ki uygarlılar “resuller”le tesis edilmiştir. Tevrat Nuh ve İbrahim uygarlığının kitaplaşmış şeklidir. Ondan sonra da bugünkü uygarlık oluşmuştur. Kur’an da İbrahimî dinin son halkasıdır. Allah insanlara Kur’an’ı öğretmek istemiş, bunun için önce Hazreti Nuh gelmiş ve ilk hazırlığı yapmıştır. O’nun torunlarından olan Hazreti İbrahim de Hazreti Nuh’un başlattığı uygarlaştırma faaliyetini yüklenmiş, dört oğlunu doğuya göndermiş, onlar orada önce Brahmanizm’i, sonra Budizm’i oluşturmuşlardır. Oğlu İsmail’i Mekke’de bırakmış, onun oğulları da orada Son Peygamberi yetiştirmişlerdir. Oğlu İshak ise Filistin’de yerleşmiş ve İsrail oğullarını oluşturmuştur. Onlara da peş peşe peygamberler gelmiştir.
Burada kastedilen “resuller” eski peygamberler olacağı gibi, bugünkü İslâm âlimleri de olabilir. Onlar şeriatı tebliğ edeceklerdir. İşte, bizim istediğimiz, sizin Tevrat’ta olan hükümlerden başka bir şey değildir diyecekler. Avrupa müktesebatı deyip dalalete gitmenizde mana yoktur. Tevrat ve İncil’de olmayan hükümler uyduruyorsunuz. Siz kimsiniz, kâinatı var edenden daha akıllı mısınız? Eğer Tevrat’ta, İncil’de, Furkan’da bulamıyorsanız; işte Kur’an, gelin birlikte tüm insanlık olarak bu kaynaktan yararlanalım. Bizim dememiz gereken budur. O halde buradaki “resuller”den maksat bugünkü İslâm âlimleridir.
Biz onlara ne diyoruz?
Gelin diyoruz, geçmişte söylenen ne varsa hepsine kulak verelim. Filozofların hayallerine de kulak verelim. Marks’ı da Jan Jak Russo’yu da dinleyelim; ama peygamberleri de dinleyelim. Buda’yı Konfüçyüs’ü, Musa’yı, İsa’yı da dinleyelim. Bu arada Kur’an’ı da okuyalım. Müçtehitleri de dinleyelim...
Sonra oturup düşünelim...
Bize göre doğru ne ise onu yapalım. Anlaşır icma edersek, tüm insanlık onu dinlesin ve yapsın. İhtilafa düşersek herkes kendi reyi ile hareket etsin, ülkeler kendi reyleri ile hareket etsin, iller kendi icmaları ile hareket etsin, bucaklar kendi icmaları ile hareket etsin, ocaklar kendi icmaları ile hareket etsin. Kişiler kendi reyleri, içtihatları ile hareket etsin. İşte bunu söyleyecek olanlar Adil Düzen âlimleri olacaklardır. Buradaki “resuller” bunlardır.

(Bi eLBayYİNAvTı)
“Beyyinat ile”
“Beyyin” “beyan”dan feîl vezni üzere sıfatı müşebbehedir. Fail manâsında da olabilir, mef’ul manâsında da olabilir. Fail manâsında olduğu zaman dişi de olsa sonuna te harfi almaz, mef’ul manâsında olduğu zaman sonda te harfi alır. Burada “te”li çoğul yapıldığından demek ki mef’ul manâsındadır. Bunun anlamı belgelerle size geldi, kanıtlarla size geldi demektir. O halde resuller sadece mübelliğ değildir, sadece mübeşşir değildir, aynı zamanda mübeyyindir, yani kanıtlayıcıdır. O halde biz Adil Düzen Çalışanları da kanıtlarla onlara varacağız, lafla değil ilimle varacağız.
Prof. Dr. İlhan Arsel’e (“Şeriat Devletinden Laik Cumhuriyete” diye yazdığı 850 sayfalık kitabına) reddiye yazdık (1200 sayfalık iki ciltlik “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabımız). Onlar okumadılar. Kendilerini âlim diye ilan eden ilahiyatçılar da okuyup seslerini çıkarmadılar.
Neden?
Çünkü orada anlattıklarımız onların bildikleri İslâmiyet değil, orada Kur’an İslâmiyet’i vardı; onu kabullenemiyorlar, karşı da çıkamıyorlar. En iyisi susmak, Masonların yaptığı gibi tartışma dışında bırakmaktır. Bu suskunlukları ispat etmektedir ki onlar resullük görevini görmüyorlar, resullerin vârisleri değildirler.
“Onlara geldi” dendiğine göre, bizim onlara gitmemiz gerekir. “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabımızda biz cevap verememişsek siz cevap verin. Acziyet içinde saldırılara cevap vermemek, tüm insanlığın günahını yüklenmek değil midir?
Prof. Dr. İlhan Arsel böyle yazdı, Kur’an’ın uydurma olduğunu söyledi, buna cevap veren çıkmadı; biz de onun gerçekten doğru söylediğini zannettik, onun için Kur’an’la ilgilenmedik derlerse, bugünkü Müslüman din adamları, dinî hizmet dolayısıyla maaş alan din adamları nasıl cevap vereceklerdir?
Biz onların görevlerini yaptığımız için bize teşekkür ve dua edeceklerine; tam tersine bize cephe alıp ‘o yaptığınız İlhan Arsel’in yaptığından da kötüdür’ diyorlar!
Bu âyet bize bizim yaptığımızın yani cevap vermemizin haklılığını göstermektedir.
Bir de diyorlar ki; bu işler mühendislerin işi değildir, doktorların işi değildir; din adamlarının işidir!
Soruyoruz; son peygamberden sonra din adamı var mıdır?
Önce bu fahiş hataya düşüyorlar. Onun dışında, buradaki “beyyinat” kelimesiyle istenen ilmî verilerdir. Bu da mühendislikle, tabiplikle mümkündür. Biz mühendis olduk, doktor olduk ama ilâhiyatı da öğrendik. Siz de ilâhiyatçı olduktan sonra doktor olabilirsiniz, mühendis olabilirsiniz. Bize haset edeceğinize kendinize gıpta ettirin.
Biz “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Erbakan gibi büyük şahsiyete kabul ettirdik. Siz ise kabul ettirme yerine laik siyasetçilerin emrine girip İslâmiyet’i şeriat dışına çıkardınız. Gaflet ve dalalettesiniz. Dalalette değilseniz gelip bizimle tartışın da biz de sizin aydınlatmanızla hidayete erelim. Ama tartışamazsınız, çünkü cahilsiniz.
“Beyyinat” kelimesi üzerinde biraz daha durmamız gerekir. “Beyyinat” deyince sistematik olarak beyyineler sistemidir. Yani ayrı ayrı beyyineler değil de, birlikte birbirine dayanan beyyineler ile varmamız gerekir. Birincisi Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ispat etmemiz gerekir. A4 250 sahifelik “Kur’an Mucizeleri” kitabımızla bunu yapmaya çalıştık. Diğeri ise getirdiği hükümlerin doğal ve sosyal kanunlara uygunluğudur. Bunu da “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” ile yapmaktayız. Usulü fıkıhla ilgili çalışmaları da Dr. Hasan Özket ile yaptık; şimdilik ara verilmiş ise de; inşaallah Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu ile devam ederler... Fıkıh çalışmalarına Müh. Yasin Kılar’la başladık ama şimdilik terk etti; inşaallah o da yeniden başlar, kaldığı yerden devam eder ve çalışır...
Buradaki “beyyinat”ın kurallı dişi çoğul olması, bizim yapacaklarımızın her konuda çalışıp sonunda bir bütün olarak insanlığa sunmamız gerektiğini göstermektedir. Allah madem ki bizi Kur’an cemaati içinde yaşattı, yani bizi bununla görevli kıldı, kaçmamız mümkün değildir. Kaçarsak cezamız büyük olur.

(SümMa)
“Sonra”
Evet, resuller geldikten sonra.
Buradaki “Sümme” mutlak atıf değil de sebep sonuç ilişkisini de taşıyan bir atıftır.
“Gadibe Fa Katele” derseniz, kızdı ve kızgınlığından katletti demiş olursunuz. “Gadibe Sümme Katele” derseniz, önce kızdı sonra başka sebepten dolayı katletti demiş olursunuz. Yani burada katlin tehir edildiğini ifade etmiş olursunuz ama tehirin sebebini de açıklamış olursunuz. Olaylarda sebep-sonuç ilişkisi yoktur, tehir edilmesinde bir ilişki vardır.

(EinNa KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çoğu”
Evet, İsrail oğullarından bir çoğu yani çok kimse demektir. Ekseriyet olması gerekmez. Buradaki zamir İsrail oğullarına gitmektedir. Ne var ki Hıristiyanların peygamberleri de İsrail oğullarındandır. Onlar Tevrat’ı şeriat kitabı olarak kabul etmektedirler. Dolayısıyla ikisi birden de muhatap olurlar. Hele sermayenin emrine giren Batılılar artık tamamen onlardan sayılırlar.
Gerçek olan şudur ki, bugünkü uygarlığı Avrupa’ya ulaştıran İsrail oğullarıdır. Onlarsız buralara gelemezlerdi. Dolayısıyla bugün onlarla beraber hareket etmelerini yadırgamamak gerekir. Tarihte ise birbirlerinin en büyük düşmanı idiler.
Biz şimdi Hıristiyanlara şunu söyleriz: Firavun da Hazreti Musa’ya aynı şekilde hitap etmiş, Musa aleyhisselâmı nankörlükle itham etmiştir. Avrupalıların sömürü sermayesine diyecekleri şudur: Evet, biz sizin sayenizde İslâmiyet medeniyetini öğrendik ve bugünkü uygarlığa ulaştık. Ne var ki sen de bizi beşyüz yıldır çalıştırıyorsun, bizim sayemizde bugünkü duruma ulaştın. Şimdi gelin artık birbirimizi ezmeyelim, Allah’ın dinine dönelim, “Adil Düzen”i insanlık düzeni olarak kabul edelim ve uygulayalım.
Bugünkü dünyaya Batı uygarlığı hakimdir. Batı uygarlığının etkisi altına girmeyen ve ona uymayan uygarlık kalmamış, İslâm âlemi de boyun eğmiştir. İslâm dininin yüceliğinden kimsenin şüphesi yoktur ama herkes onun başarısından şüphededir. “Adil Düzen”e kimse karşı değildir ama “Adil Düzen” olacağına kimse inanmamaktadır. Müslümanlar mağlup olmuş ve ümitlerini kesmiş bulunmaktadır.
Oysa olay çok açık ve basittir. Kur’an, “Allah nurunu tamamlayacaktır” diyor. “Onu söndürmek istiyorlar ama Allah nurunu tamamlayacaktır” diyor. Diğer taraftan da müsbet ilimlerin hangisinden yola çıkarsanız çıkın sonunda “Adil Düzen”e doğru gidilmektedir. Batılılar “aydınlanma çağı” demektedirler, on sekizinci yüzyılı “aydınlanma çağı” olarak görmektedirler. Oysa asıl aydınlığı getiren Kur’an olmuştur.

(BaGDa ÜAvLiKa)
“Bundan sonra.”
“Sümme” dedikten sonra “Ba’de” gelmiştir. “Sümme” zaten sonra demektir, “Ba’de Zalike” demenin anlamı nedir? “Sümme”nin tekidi midir, yoksa başka manâsı var mıdır?
“Sümme” sadece zamanda tehiri bildirir. “Ba’de Zalike” ise sebep-sonuç ilişkisini ortaya koyar. Şöyle ki, bundan sonra siz bunu yaptınız. Resuller geldikten sonra, âyetler beyan edildikten sonra böyle yaptınız.
“Zalike” nereye işaret etmektedir?
Müfret müzekkere işaret etmektedir. Beyyinata da işaret etmiş olabilir. “Zalike” yerine zamir getirilmedi de zalike getirildi. Anlatılanlara zamirle işaret edilmez. Oysa anlatılan topluluğa zamirle işaret edilir. Resullerin beyyinat ile gelmesinden sonra denmiş olur. Oysa zamir gelseydi bir ismi izmar etmesi gerekirdi. Kur’an’ın başka yerinde aynı ifade ba'dihi olarak geçmektedir. Orada beyyinata işaret etmektedir.
Necmeddin Erbakan “Adil Düzen”i tüm insanlığa tebliğ etmiş oldu. Onların yapacakları iş “Adil Düzen”i üniversitelerinde incelemek olmalıdır. Erbakan’ın tercüme edilen broşürlerinin dışında ana kaynağı bulmalıdırlar. Şimdi biz “Adil Düzen Anayasası”nda âyetler buluyoruz. İlk çalışmamız fazla güvenilir olmayabilir ama bundan sonra insanlar her soruya Kur’an’da delil aramalıdırlar. Örnek olarak biz diyoruz ki; askeri garnizonlarda askeri eğitim yapılır, askeri eğitimin tam yapılması için askeri alanlarda da askeri düzen uygulanmalıdır. Buna genel kuralla gideriz, mütemmim külden sayılır. Arabayı sattınız mı yedek lastikleri de satmış olursunuz. Bunu Kur’an’da ispat etmemiz gerekir. Delili umre haccın eğitimdir, hacda farz olan ihram umrede de farzdır ve ihramda iken avlanmak umrede de yasaktır. Bunu siz hurumda iken âyetinin mutlaklığından anlıyoruz.

(Fıy elEaRWı)
“Arzda”
Burada kastedilen “arz” yeryüzüdür, bu sebepledir ki izhar edilmiştir. Bundan önce zikredilen arz bucak arzıdır, buradaki arz ise yeryüzüdür.
Bugün İsrail oğulları yeryüzünün tamamına hakimdirler.
Bugün devlet içinde bulunmayan bir yer yoktur. Her devletin karşılıksız dolara kote edilmiş parası vardır. Dolayısıyla tüm yeryüzüne doların sahibi İsrail oğulları hakimdirler. Dünyayı tek devlet olarak ekonomi bakımından idare etmektedirler. Tüm yeryüzünde müsrifsiniz diyerek bugünkü durumu anlatmaktadır. “Fi’l-Arzi” kelimesini öne almakla bilhassa tüm yeryüzüne hakim olduklarını ifade etmektedir.

(La MuSRiFIyNa)
“Müsrifsiniz.”
“Serf” çürüyüp atılan meyvedir. Yahut boş yere akan sudur.
İnsanların vakitlerini veya mallarını boş yere harcamaları “israf”tır. Örnek olarak sigara israftır. Ciğerlerin hava yerine başka faydasız şeylerle işgal edilmesi israftır. İnsanın sigara içerek harcadığı zaman israftır. Kişinin parasını sigaraya vermesi israftır. Tütün yetiştirmek, onları üretmek, pazarlamak hep israftır. Fazla yemek yemek de israftır.
Bunun yanında ziynetli giyinmek, mescitleri süslemek israf değildir, ihsandır.
Bu ikisi yani israf ile ihsanın arasındaki sınırları belirlemek fıkhın temel konusudur.
Zenginler son model araba alırlar, ertesi sene onu ucuz satar ve yenisini alırlar. Böylece kendileri kerem içinde yaşarlar ama ikinci el arabalar maliyetten ucuz satıldığı için diğerleri de yararlanmış olur. Burada israf edilen reel ekonomideki değerler değildir, burada israf edilen finans ekonomisindeki paradır. Paranın israfı ekonomiye canlılık getirdiği için makbuldür. Reel değerlerin israfı haramdır.
Nakış yaparken zaman israfı yok mudur?
Yoktur, çünkü artan zaman orada değerlendiriliyor.
“İsraf” kelimesi yöneticiler için de kullanılmaktadır.
“Müsrifîn” denmektedir. Şeriat dışına çıkıp keyfî şekilde yönetmek “israf”tır, şeriatın içinde yönetmek “ihsan”dır. Halbuki kurallar dışında isteğe ve keyfe göre yönetmek ise israftır. Bu manâ bize buradaki âyette nelerin anlatıldığını açıkça ifade etmiştir.
Bugünkü İsrail oğulları nerelerde israf ediyorlar?
- Savaş fitneyi def etmek içindir. Oysa bunlar fitne çıkarmak için savaşları destekliyorlar. Silah satalım, onları savaştırıp güçsüz hâle getirelim ve biz yönetelim diye savaş çıkartıyorlar. İşte bu yaptıkları israftır.
- Faizi meşrulaştırıp karşılıksız para çıkarmak suretiyle paranın fonksiyonunu yitirmesine sebep oluyorlar. Yani para bir reel değerin karşılığı olması gerekirken, parayı karşılıksız çıkararak israf ediyorlar.
- Kısas katli önlemek ve fitneyi kaldırmak için olduğu halde, onu hapis cezalarına çevirerek israf yapıyorlar. Hapishanelerde boş yere zaman israfı yapılıyor. Ülkenin parasıyla masraf yapılıyor. İdamı kaldırmakla katli çoğaltıyorlar. Bunlar israftır.
- Ekseriyet kararı gibi saçma ve dengesiz kurallarla toplulukların istikrarını bozuyorlar. Bu da israftır.
Hâsılı, bugünkü sömürü sermayesi her sahada israf hâlindedir. Televizyon ve radyo programları bugünkü şekilleriyle tamamen israftır. Sporu sadece seyredip spor yapmamak ve özellikle futbol diye yapılanların tamamına yakını israftır. Gazete israftır.
İsrafları o kadar çoktur ki, bunların israflarını anlatmaya ciltler yetmez.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-615/ADİL DÜZEN DERSLERİ-445 11 Haziran 2010
YATIRIMLAR…
TEK ÇÖZÜM “ADİL DÜZEN”DİR…
Ekonominin değişmez kuralı vardır; yatırımlar artık emekle olur. Yani biz günlük ihtiyacımızı gideririz. Onun için çalışmak zorundayız. Bunu ithalat veya ihracatla karşılayamayız. Çünkü bir şeyi ithal edebilmemiz için ona karşı ihraç etmek zorundayız.
Bu ay dış ticaret 10 milyar dolar açık vermiş! Bunun anlamı bu sene 120 milyar dolar dışarıya borçlanacağız demektir. Bunun bir kısmını turizm gelirleri ile kapatabiliriz. Bir kısmını da dışarıda çalışan işçilerimizin ülkemize aktaracağı gelirle karşılarız.
Bunun yanında dış borçlarımız var, onların faizlerini ödüyoruz. 500 milyar dış borcunuz varsa, yüzde 10 faiz ödüyorsak, 50 milyar dolar eder. Demek ki her ay 5 milyar dolar da oradan açığımız vardır.
İthalat ve ihracatla işsize iş bulamayız. Artık emeğe ancak ülke içi yatırımlarla iş buluruz. Diğer taraftan yatırıma da ithalatla emek bulamayız.
O halde şimdi AK Parti’nin yaptığı gibi yeni yatırımlar yaptığımız zaman bunun emeğini nerden temin edebiliriz?
- Emeği mevcut tarımdan ve sanayiden işçi çekmekle sağlayabiliriz. Bunun anlamı biz üretimi durduracağız, yatırıma gideceğiz. Bunun yerine yıllık ihtiyacımızı ithalatla karşılayacağız. Bu durum bizim borcumuzu katlayacaktır demektir. Yatırımları ihraç edeceğimiz mallar üzerinde yapmamışsak, lüks evler yapmışsak, o borcun faizini ödeyeceğiz. Yani köylüm lüks eve geçecek, ondan sonra onun faizini ödemeye devam edecektir demektir Bunun zararı burada kalmayacak, tarlalarımız harap olacak, fabrikalarımız iflas edecektir. Türkiye’nin Osmanlılar gibi borçlanarak yıkılıp gitmesi kaçınılmaz kader olacaktır.
- Bugün işsiz insan vardır. Dört milyon işsizdir. Ev hanımları işsizdir. Öğrenciler işsizdir. Emekliler işsizdir. Eğer bunları harekete geçirirsek o zaman boşa giden emeği devreye sokarız ki bu yararlı bir şey olur. Ne var ki bunları devreye sokmak için hukuksal değişmelere ihtiyaç vardır. Gelir vergisi kalkmalıdır. Zorunlu sigorta kalkmalıdır. Faizsiz kredi verilmelidir. Vergiler üretimden alınmalıdır. Ortak ambar tesis edilmelidir. Ortak ambarlara mal teslim eden üretici vergisini mal senedi ile ödemelidir. Hasılı, “Adil (Ekonomik) Düzen” gelmelidir.
- Yatırımların yararlı olması için başka bir çözüm de dışarıdan emeğin gelmesidir. Yap-işlet-devret diye ihale edeceksek bir şart koşarız. Kanalı yap ama işçiyi dışarıdan getir. Türk işçisini çalıştırma. İhalede bu şartı koyduğunuz zaman işçiler gelip çalışır. Türkiye’den mallar alarak giderler. Türkler bunlara mal satacakları için fabrikalarımız harıl harıl çalışmaya başlar, tarlalarımız ekilmeye koyulur. Bu yatırımlarla Türkiye 1950’lerdeki gibi hamle yapar. Bir taraftan dış borçları tasfiye eder, diğer taraftan dış ticaret açığı ve cari açık kalmaz.
- Yatırımların yararlı olması için ortaklık şeklinde kurulması gerekir; yap-işlet-devret şeklinde değil. Yer bizden, yapmak sizden. Yapımızın işletmesi ortak olsun. Kanalı yap ama yarısı senin yarısı devletin olsun. Bu işletme şeklinin sıkıntısı ise iştirak edenlerin ne zaman ayrılabilmesidir. Yatırım senetlerle yapılır. Devlet senetleri pahalı alarak tasfiye edebilir.
Görülüyor ki, biz AK Parti’nin bu yatırımları yapmasına karşı değiliz. Aksine, yaptığı için çok destekliyoruz. Ama bunu ülke çıkarına yapmasını istiyoruz. Bunun için ondan sadece şunu rica ediyoruz. İhale dosyalarını hazırlarken bizi de dinleyin. Biz görüşlerimizi anlatalım. Sonra isterseniz yine ülkeyi satmaya devam edin. Bu halk size oy verdiğine göre bizim yapacağımız bir şey yoktur.
Siz öyle yapmıyorsunuz, bizimle görüşmüyorsunuz. Kazara bir mektubunuz ulaştı. Barajlar aşıldı. Görüşme yaptınız, söz verdiniz, anayasa üzerinde görüşecektik. Seçimden sonraya ertelettiler. İşsizliği seçimden sonraya ertelettiler. Sonunda size kendi emellerine ulaştıracak projeler ürettirdiler. Şimdi yine görüştürmeyeceklerdir.
Türkiye Osmanlıların borçlarını yüklenmişti. Halk Partisi bunları tasfiye etti. Yabancı sömürü yatırımları vardı. CHP bunları da devletleştirdi. 1950’ye gelindiği zaman hazinede büyükçe altın stoku vardı. Borçlar bitmişti. Yabancı sermaye tasfiye edilmişti. Artık yeni hamle yapılması gerekiyordu. Demokrat Parti böyle ortaya çıktı. Faizli kredi verdiler, Türkiye’yi yeniden yıkmak için hazırlığa başladılar. Buna direnen Adnan Menderes’i astılar. Buna direnen başbakanları tasfiye ettiler. Şimdi R. T. Erdoğan direnmektedir.
Tek çözüm “Adil Düzen”dir…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92