MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 21




(Va uTLu GaLaYHiM)
“Ve onlara tilavet et.”
İsrail oğulları denizi geçmiş, Sina’da Tevrat’ı almışlar ve kendilerine yer aramak için kuzeye doğru gitmişler. Filistin’e geldiklerinde Hazreti Musa onlara; işte Allah’ın vaat ettiği mukaddes topraklar burasıdır, buraya girin demiştir. Hazreti Musa’nın kavmi ise girmeyi reddetmişler, sen ve rabbin savaşın demişlerdi. Allah da onları kırk yıl çöllerde dolaşmaya mahkum etmiş, böylece cezalandırmıştı. Gaye sadece ceza verip eziyet etme değildi. Ceza bir eğitim idi. Kırk yıl o kavim çöllerde olgunlaşacak, ondan sonra Hazreti Musa’nın şeriatını yaşatacak seviyeye ulaşacaklardı. Demek ki cezada birinci gaye caydırıcılıktır, yani başkalarının benzer suçu işlememeleridir ama bir diğer hikmet suç işleyenin ıslah edilmesidir.
“Onlara tilavet et” deniyor. Buradaki “onlar” İsrail oğullarıdır. Bakara Suresi’nde İsrail oğullarına doğrudan hitap etmiştir, burada ise “sen onlara tilavet et” diyor. Aynı şekilde bize de bugünkü İsrail oğullarına yapacağımız tebliği bildirmektedir.
“Ve” harfi nereye atıf yapmaktadır?
“Ey ehli kitap” hitabına atıf olabilir. Yani biz “Besmele” ile “Ey ehli kitap” diyerek Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap ederek onlara Allah’ın tebliğini doğrudan ulaştırıyoruz.
Şimdi de Allah bize diyor ki; onlara tilavet et, onlara söyle!
Bu atıfta bir hazf kabul etmek zorunluluğu vardır. Birinci hazf ya ehle-l kitabın başında kul hazf olmuştur. Orada “söyle”, burada “tilavet et” demiş olmaktadır. Bu takdirde biz âyetleri okuduktan sonra Adem’in iki oğlu kıssasını bizim dilimizle anlatmalıyız. Örnek olarak bunu senaryo yapar, film hâline getirir, böylece onlara tilavet etmiş oluruz. Yani yukarıdaki âyetleri okuyarak bunları da piyes hâline getirerek onlara anlatma durumundayız.
“Onlara tilavet et” denmektedir.
Neden “onlara tilavet et” diyoruz?
Çünkü onlar şeriat dışı işler yapıyorlar. Güya kendi kafaları ile şeriat oluşturuyorlar. Ölüm cezasını kaldırıyorlar. Oysa kısasta hayat vardır. İnsanlar eğer ölüm cezası ile cezalanmazlarsa, insanların nefsi müdafa hakları doğar, onlar da adam öldürürler ve böylece düzen kalmaz, devlet kalmaz. Bu sebeple bize “onlara tilavet et, onlara anlat” denmiş olmaktadır.
Sorun nerden doğmaktadır?
Hıristiyanların şeriat kitapları yok. Kendilerini serbest görüp güya hukuk oluşturuyorlar. Yahudilere göre Tevrat yalnız İsrail oğullarının kitabıdır. Bu konuda Hıristiyanlarla sorunları yok. Oysa bizim Kur’an’ımız var, biz Kur’an’la hükmedelim diyoruz. Onlar ise biz akılla hükmedelim diyorlar. İşte, bugün mevcut olan bu ana tartışma konusunun çözülmesi için Adem oğullarının hikâyesi anlatılmaktadır.

(NaBaEa iBNaY EAvDaMa)
“Adem’in iki oğlunu onlara anlat.”
“Nebe’” geçmişte olanları aktarmadır. “Haber” ise gelecekte olacakları anlatmaktır.
İki kardeşi ele almaktadır. İki kardeş arasında nasıl ölüme götüren hareketler olduğunu bildirmektedir. Şeriatta konan her hüküm insan fıtratına uygundur. Sizin nefsinizden uydurduğunuz hükümler ise insan fıtratına aykırıdır. İki oğul hikâyesini anlatmasının sebebi insanın ruhi yapısına önem vermiş olmasındandır. Ayrıca iki kardeşten bahsederek en yakın insanların bile birbirlerini çok basit şekilde öldürdüklerini anlatarak, insanlar arasında kısas olmazsa dengenin olamayacağı anlatılmaktadır. Hazreti Adem’in iki oğlu olarak örnek vermesinin sebebi ise insandan itibaren bu meselenin irsî olduğunu, ilk insanlardan bunun başladığını bildirmiş olmasıdır.
“Adem” insan anlamındadır. Dolayısıyla ilk insan Adem değil de İsrail oğullarından iki kişidir diyenler var, bu da kabul edilebilir. “İki Adem oğlu” dediğimiz zaman iki insanı kastetmiş oluruz. Ben ise birinci manâyı tercih ediyorum.
“Adem” siyah deri demektir. İlk insanın zenci yani siyah derili olduğu bugün ilmen sabit olmuştur. Şöyle ki, insanın renklerini düzenleyen altı tane gen vardır. Siyah derililerde renklerin bütün genleri bulunmaktadır. Oysa beyaz renklilerde bazı renk genleri mutasyona uğramıştır. Onunla beyaz tenli olmuştur. Yani beyaz renkli anne babadan siyahın genlerini taşımıyorlarsa siyah insan oluşamaz ama siyah renklinin genini tahrip etsek beyaz renkli oluşabilir. Böylece biyoloji ilmi “Adem” kelimesi ile bildirilen bilgiyi teyid etmektedir. Ayrıca DNA izleri ile Adem’in yaratıldığı yer ve zaman tesbit edilmektedir. Beyaz insanın ortaya çıktığı yer ve zaman da artık bilinmektedir.
Bizim varsayımımız şudur. Yasak meyveyi yemeden önce Adem’in tüyleri vardı. Yasak meyveyi yeyince DNA’ları mutasyona uğradı, tüyleri döküldü. Bundan önce olan bu çocuklarından öldüren kaçtı ve kuzeye gitti. Neandertal insan budur. Bu nesil biraz sonra doğaya uyamadı ve tasfiye oldu. Uzaklara gittiği için de bir daha bu nesil birbirleri ile eşleşemedi. DNA araştırmaları bunun böyle olup olmadığını ortaya çıkaracaktır.

(Bi eLXaqQı)
“Hak ile”
İki Adem oğlunun hikâyesi hak ile nasıl anlatılacak?
Diğerlerinde, mesela Felak Sûresi’nde “kul bi’l-hakki” denmemiş de burada neden “bi’l-hakki” denmiş, ne vurgulanmak istenmiştir?
Buradaki “Bi” hâl olarak değil sebebiyet anlamındadır. Hâl olarak anlat değil de, hakkı açıklamak için anlat. Neden kısas olduğunu anlatmak için anlat. Yani kısasın hakikatlerden dolayı olduğunu anlat denmektedir.
Burada bize bir şey daha emredilmektedir. Biz tebliğimizi yaparken sadece Allah emrediyor diye yetinmeyeceğiz, hikmetlerini de anlatacağız.
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre dinî hissiyata dayalı parti kurmak yasaktır, kurulursa kapatılır. Oysa dinî fikriyat üzerine bir İslâm partisi kurmak yasak değildir. Siz eğer partinizi dinî hissiyat üzerinde kurarsanız kapatılır ama dinî fikriyat üzerinde kurarsanız kapatılamaz. Örnek verelim. Kısası savunursunuz, hikmetlerini anlatarak savunursuz. Bu yasak değildir. Kur’an’da da böyledir diyebilirsiniz. Ama Kur’an’da böyledir, bizim onu kabulden başka çaremiz yok, yoksa cehenneme gideriz derseniz, bu suçtur ve partiniz kapanır.
Buna karşı şu itirazı yapabilirsiniz. Biz her şeyin hikmetini bilemeyiz, dolayısıyla Allah emretmişse yapmalıyız. Hikmetini izah edemediğiniz bir şeye siz uyarsınız, onunla amel edersiniz ama bilmediğiniz şeye başkalarını davet edemezsiniz. Yani ona dayanarak parti kuramazsınız. Siz kendiniz uyarsınız. Hele sizin mezhepte olmayanlar zaten sizin içtihatlarınızla amel edemezler.
“Hukka” kelimesi develere verilen yemin kovasına denir. Her yem vakti bir dolu kova verilir. Kova dolu ise “hak” denir, boş ise “batın” denir. Devenin payına “hak” dendiği gibi insanların payına da “hak” denir. “Hak düzen” demek, herkesin hakkını alması demektir. Katilin kısasen katledilmesi de haktır.

(EiÜ QarRaBAv QuRBAvNan)
“İkisi bir kurban takrib etmişti.”
“Kurban” kelimesi “kırba”dan gelir. Türkçede de kullanılmaktadır. Batılıların “matara” dedikleri su kabıdır. Yolculuk yapan insanlar yiyeceklerini normal olarak meyvelerden alabildiler ama su her yerde bulunmazdı. Yaprakla örtüldüğü gibi kabak bitkisinin içini boşaltırsanız doğal su kabı olur. Herhangi bir kap anlamına da gelebilir.
“Karraba” kelimesi su kabını doldurmak anlamımdadır. “Kurban” kelimesi masdardır, nekredir. Tek kap anlamına geldiği gibi benzer kaplar anlamına da gelir. Yani bir tür kap demek olur.
İnsan ilk yaratıldığı günden itibaren aşiret hayatı başlamıştı. Adem’in çocukları vardı. Çocukları evlenmişler ve torunları olmuştu. Bunlar bir arada yaşamaya başladılar. Topladıkları meyveleri veya kırbaya doldurdukları suları getirip Adem’e veriyor, Adem de onları ihtiyaca göre bölüştürüyordu. Beş on tavuğun horozu veya beş on civcivin anası da böyle yapmaktadır. Tam bugünkü mübadele yoktu ama iyi çalışan kimselerin hakları da Hazreti Adem tarafından gözetiliyordu. Diyelim ki, aşiret içinde suyun depolandığı bir yer vardı. Bu taşlarla yapılmış ve çamurla sıvanmış bir yer olabilir. Gelen sular bu havuza doldurulabilir. Yahut toplanan meyvelerin saklandığı yer olabilir. İşte, yerleşik kap dolunca artık onun içine yenisi ilave edilemez. Ertesi gün yeniden devşirmek için kabın boşaltılması gerekir. O takdirde onlar dışarıya dökülür. İşte, kardeşler getirdikleri şeylerden birinin kabını boşaltmış, diğerini boşaltmamış olabilir.

(Fa TuQubBiLa MiN EaPaDiHiMAv)
“İkisinin birinden kabul edildi.”
Kabul eden kimdir?
Babaları Adem’dir.
Burada ilkel dönemin hukuku da anlatılmış olmaktadır. Devlet aşaması döneminden önce insanlar kabileler hâlinde yaşarlardı. Kabile başkanı kabilenin bütün fertlerini tanımaktadır. Herkes onun emrindedir. Tüm yaptıklarını ona yapmış kabul edilirdi. Sonra da ihtiyaçları ondan alırdı. O Tanrı’nın halifesi olarak bütün insanların tüm sorunlarını çözerdi.
İlk baba ve ilk oğullar, üstelik Tanrı ile görüşmektedir. Bunun çocukları üzerindeki etkisi çok büyüktür. Yusuf Sûresi’nden bildiğimiz gibi, çocukların temel sorunu kardeşlerinden farklı muameleye maruz kalmalarıdır. Kardeşler arasında yarış vardır.
Kardeşlerden biri suyu önce getirmiştir. Baba onunkini kabul etmiş, diğeri ise geç getirmiştir, yer kalmadığı için kabul etmemiştir. Yahut beraber getirmişler ama birininki daha iyi olmuştur, diğerininki o kadar iyi olmadığından kabul etmemiştir.
“Kabul etme” demek ne demektir?
İlkel insanda mübadele ve borçlanma genleri mevcuttur. Mülkiyet fikri bebeklerde bile vardır. O halde Hazreti Adem çocuklarının çalışmasını değerlendiriyor ve onları alacaklı kılıyordu. Birim olarak muzu seçmiş olabilir. O onlar için para olmuştur. Alışverişlerde para alınıp verilmiyor ama zihinde kaydî para olarak bir şey para oluyordu. Kabul edilmesi demek onu alacaklı kılmak demekti.

(VaLaM YaTaKabBal MiN elAXaRi)
“Ve diğerinden kabul olunmadı.”
“Kabul edilmemek” demek karşılığını vermemek demektir. “Tekabbül” tefe'ül bâbıdır. Karşılamak anlamındadır. Bir şeyi kabul etmek mukabilini vermek veya vaad etmek demektir. Bugün müteahhitler inşaat yaparlar. Sonra kabulü yapılır ve istihkakları verilir. İşte, burada reddedilen bir şey vardır. Daha iyisini kardeş yaptığı için, diğeri ihtiyaç olmadığı için reddedilmiştir. Şimdi fıkıh bakımından şu soru ile karşı karşıya geliriz.
İstısna' akitlerinde kabul en önemli sorundur. İnsanlıkta da ilk kavga kabul ile başlamıştır. Bu sorun Batı’da hâlâ çözülememiştir. İhale edenler teminat mektubu alır, sonra da rüşvet almadan kabulünü yapmazlar. İhale yolsuzluklarındaki temel kaynak kabul müessesesi yani kontrol müessesesidir.
“Adil Düzen”de bu sorun şöyle çözülmektedir. Genel Hizmet kabul yetkilileri vardır. Üretici ürününü, inşaatını bunlardan birine götürür. Kime kabul ettirebilirse ona kabul ettirir. Kabul edenler kontrol ücretlerini alabilmek için kabul etmeye çalışırlar. Kabul edenler çok olduğu için üretici serbest rekabetten yararlanarak malını kabul ettirir. Sorumluluk artık kontrole geçer. Eğer mamulde arıza varsa artık üretici değil kontrol eden sorumludur.
Malda arıza olduğunu gören tüketici ise soruşturmacılara gider ve soruşturmacılar gerçekten eksik olup olmadığını tesbit ederler. Gerekirse hakemlere gidilir ve hakemler son kararı verirler. Böylece kabul kısmı dengeli bir şekilde çözülmüş olur.
Kabile döneminde yönetim askeri yönetimdir. Pater yani ata, baba ne derse o olur. Gerekeni öldürebilirdi. Bu ilkel dönem insanlığın çocukluk dönemidir. İnsanlar henüz hür hâle gelmemiştir. Şeriat yoktur. Klan dönemidir. Peygamber yerine şamanlar vardır. Hazreti Nuh peygamberden sonra şeriat başlamıştır. Mezopotamya tabletlerinden anlıyoruz ki artık hukuk başlamıştır. Kur’an bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir.
Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlilere dünyadaki ilk Hukuk devleti denebilir. Otoritenin korunmak istenmesi hukuk kurallarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Lagaş Kralı Urukagine tarafından oluşturulan ilk yazılı kanunlar "fidye ve bedel" sistemine dayanıyordu. (İnternet bilgisi)
Türkler devletlerini kabile hayatında kurdular. Birçok kabileleri yönetimleri altına almışlar, onlardan vergi alarak iç işlerine karışmamışlardır. Böylece “yerinden yönetimli devlet sistemi” ortaya çıkmıştır. Bizim “bucak ve ocak sistemimiz” bu ilkel hayata çok benzer. Tek farkı, bizde “hicret müessesesi” var, eskilerde ise bu imkansızdır.
Yirminci yüzyıldan önce “hicret düzeni”ni kurmak mümkün değildi, çünkü henüz sanayileşme olmamıştı. Kabilesinden ayrılan kimse kendisine yaşama imkanı bulamazdı. Sanayi döneminde her yer yaşanacak şekle girdi.

(QAvLa LaEaQTuLanNaKa)
“Seni katledeceğim dedi.”
Evet, işte insan budur. Basit bir çıkarı için kardeşini katleder. Zaten melekler insanın bu huyundan huylanarak, ‘onları yaratma, biz yeteriz’ demişlerdi.
Allah insana neden böyle bir meleke vermiştir?
Vermiştir, çünkü insan ulaşacağı teknoloji ile tüm diğer canlılara galip durumdadır. Onun çoğalma dengesini tutacak başka varlık yoktur. Ancak kendileri gruplanır, aralarında savaş çıkarsa çoğalma dengelerini sağlarlar.
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra “savaş” yapılmıyor ama bu sefer “terör” hortluyor. Terörün öldürdükleri belki savaştan çoktur. Savaşın ikinci hikmeti ise uygarlaşmadır. Uygarlıkta müessir olan iki şey vardır. Biri savaş, diğeri ise evlilik. Evlenme ve çocuk yapma arzusu insanların uygarlaşmasına sebep olmaktadır. Yirminci yüzyılın son yarısında insanlık bunların ikisini de kaybetmiştir. İnsanlık bunun için sıkıntıdadır.
İnsanın bu öldürme dürtüsünü ortadan kaldıran şey hukuktur ve kısastır. Ya savaş ya kısas. Savaş hukuk dışı bir olgudur. Kısas ise hukuk içi olgudur. Burada Hıristiyan ve Yahudilere anlatılmak istenen bu durumdur. Kısası kaldırırsanız terörü getirirsiniz. Kısası büyük sermaye kaldırmaya çalışmaktadır. Onlara göre devlet tek sermaye devleti olacaktır. Güvenlik nizami silahlı kuvvetlerle değil, tetikçilerle sağlanacaktır. Tetikçiyi bulmak için de idam cezası kalkacak, hapishaneler otel olacak ve para dünyanın düzenini sağlayacaktır.
Sermayenin bu hayalinin gerçekleşmeyeceği burada bildirilmiştir. Basit bir kurban meselesinde kardeşini öldüren bir insan yapısı tetikçiden korkarak öldürmekten mi vazgeçecek. O halde parası olmayanlar da öldürecekler ve düzen sağlanamayacaktır.

(QAvLa EinNaMAv YaTaQabBaLu elLAHu)
“Sadece Allah kabul eder diye kavl etti.”
Demek ilk yaratılan insan hemen Tanrı’sını tanımıştır.
İlk insanla bugünkü insan arasında hiçbir fark yoktur.
Ben bir köyde doğdum. Köyüm kapalı bir hayat yaşıyordu. Tarım döneminden, yani beş bin sene önceki tarım döneminden hiçbir farkı yoktu. Günlük hayat tam ilkel tarım dönemi hayatı idi. Bu durum benim orta, lise ve üniversiteyi okumamı engellememiş, alt sıralarda yer almamıştım. Bunun dışında okula gitmeyen ve İstanbul’a gelip işe başlayan arkadaşlarım İstanbul’da büyük iş sahibi olmuşlardır. Sadece görgü onları İstanbul’un en büyük müteahhitlerinden biri yapmıştır.
Öyle olunca da İlâhi vahyi alan ve tebellüğ eden kimsenin Allah’ı idraki ile bugünkü insanın Allah’ı idraki aynıdır. İman bakımından herhangi bir ilerleme olmamıştır. Yirminci yüzyıl insanı daha inançsızdır, bir şeyleri bildiğini sanmaktadır.
“Allah kabul eder” diyor. Kabul eden babası olduğu halde “Allah kabul eder” diyor. Çünkü biliyor ki babasına o işi yaptıran Allah’tır. Babası öyle karar vermişse babasına Allah öyle karar verdirmiştir.
Bugün bu anlayışa ulaşan kaç mü’min vardır? Mustafa Kemal’e saldıran, Tayyip Erdoğan’ı diri diri yemek isteyenler bu gerçekleri göremiyor. Olan her şey takdir-i ilâhidir. Biz olmuş olanlara değil olacaklara bakmalıyız, biz geçmişe değil geleceğe bakmalıyız.

(MiNa eLMütTAQIyNa)
“Muttakilerden Allah kabul eder.”
Bu ifadeden anlıyoruz ki kardeşi yaptığı takribi uygun yapmamış, iyi yapmamış. O sebeple kabul edilmemiştir, reddedilmiştir. Kardeşine diyor ki; senden kabul edilmemişse kusurlu sensin, yanlış yaptın, eksik yaptın, dikkat etmedin, o sebeple kabul olunmamıştır. Kardeşi eğer iyisini yapmasaydı, daha kötüsünü yapsaydı, o zaman onunki kabul edilecekti.
Bu hasettir. Yani bir kimse ondan daha iyisini yaptım derse, bu hayırda yarıştır. Burada topluluğun yararı vardır. Ama bir kimse o benden daha kötüsünü yapsın ki ben kazanayım derse, bu hasettir ve topluluğa zararı vardır. Kardeşlerden biri iyiliği temsil etmekte, diğeri ise kötülüğü temsil etmektedir.
Burada kurallı çoğul kullanılmıştır ve “Min” ile teb’iz edilmiştir. Adem aleyhisselâm zamanında dil bu kadar gelişmiş değildir. Ne var ki insanların dilden anlayışları bugünkü insanların ana kavramlarına uygundur. Bu da ferdin cemaate mensup olmasıdır. Fert olmadıklarını, cemaatin bir üyesi olduklarını bilmektedirler.
***

(LaEiN BaSaOTa EiLayYa YaDaKa)
“Yedini bana bast etsen.”
“Yed” el demektir, kol demektir; aynı zamanda güç demektir, üstünlük demektir.
“Bast etmek” uzatmak, “eli bast etmek” saldırmak anlamındadır. “Ellerini bast etsen” denmiyor. O zaman gerçek manâya gelir ama eli bast edince tek elin uzatılması, zamanla saldırma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Bast” kelimesi “İlâ” ile kullanıldığı zaman saldırma anlamına gelir. “İla”sız veya “Li” ile kullanıldığı zaman ise ikramdır. Demek ki burada “İlâ” “Alâ” manâsına gelmektedir.
Arapça kelimeler zamanla her harf ile özel manâlar taşırlar. Min, İlâ, An, Alâ, Bi ve Li harficerleri fiillere özel manâlar verirler. Bunların bir kısmı kullanılmaktadır, bir kısmı ise henüz kullanılmamaktadır. Ama öyle yeni kavram ortaya gelir ki siz onu orada kullanırsınız, sözünüz yine fasih olur. Uygarlık geliştikçe dil de gelişir. Başka bir deyimle dilin gelişmesiyle uygarlık da gelişir.
Dilde gelişme nasıl olmaktadır?
- Köklerin kullanılmayan kalıpları olur. Bablar ve sıfatı müşebbeheler bunlardandır.
- Harficerlerle isimlerin veya fiillerin kullanılması.
- Mecazi yahut kinaye ifadelerinin kullanılması.
- Biz buna yazı dilinde dördüncüsünü ilave ediyoruz. Fransızlar “ve” yerine “de”, “dir” yerine “e” sesi kullanırlar, “et” olarak yazarlar, diğerini de “est” olarak yazarlar. Biz de misal olarak mişli geçmişi Arapçaya çevirmek istiyoruz. Arapçada bu siga yoktur, ikisi için aynı kalıp kullanılır. Biz son harfine özel hareke koyarak bunu ifade etmiş oluruz. Yahut Arapçada olmayan bir ek varsa ona bir harficer uydurabiliriz. Buna ne gerek vardır? Bu sayede bilgisayara eksiksiz tercüme yaptırabiliriz.
Bu sistemi geliştirebilmemiz için Kur’an Arapçasına çok iyi hakim olmamız gerekmektedir.
“Bast” kelimesini ele alıp değişik manâların nasıl verildiğini incelememiz gerekir.
Hazreti Adem’in iki oğlundan biri diğerini öldürmekle tehdit ediyor. O da “sen bana elini uzatsan bile ben sana elimi uzatmam” diyor.

(LiTaQTuLaNIy)
“Beni katletmek için”
Hazreti Adem’e öğretilen isimlerden biri de “katl”dir. “Katel” kelimesi bugün kesilmiş et parçası için kullanılmaktadır. Adem aleyhisselâm zamanında henüz et yoktu. Ancak meyve devşirilirken ya dal kırılır meyveler öyle toplanır, ya da dal kırılmadan toplanırdı. Kırılan meyveli dala “katel” denmiş olabilir.
Şu kurala göre kelimelerin ilk konuş şeklini bulmaya çalışmalıyız. Allah Adem’e esmayı öğretirken ona gözle görülen şeyleri göstererek isimlerini söyledi. Sonra insana öyle meleke verdi ki insanlar bugünkü dili zamanla oluşturdular. Adem aleyhisselâm kıssa edilirken o gün ne kavramlar vardı diye düşünmemiz gerekir.
Kardeş kardeşe diyor ki, ben meyve veren dalım. Benden yararlanabilirsin ama beni koparıp atamazsın. Ama sen böyle bir şey yaparsan, meyve toplayacağın ağacı kesersen, gelecekte sen bir şey bulamazsın.
Kentte büyüyen insanlar ilkel hayatı bilmezler. Dolayısıyla dili de kökünden zor kavrarlar. Bunun için uygarlaşmadan önceki kır hayatını, göçebe hayatını yaşayanların hayatı filme alınmalıdır. O hayatı çocuklarımıza götürmeliyiz. Böylece dilimizin gelişme evrelerini iyi bilir, kelimelerin manâlarını daha iyi kavrarız.
Benim memleketim beş bin sene önceki hayatı yaşamakta idi. Hâlâ tesbit edilecek kadar bilinmektedir. Senarist Hakan (Kandal) arkadaşımız Amerika’ya gideceğine Gümüşhane’nin veya İzmit’in bir köyüne gitsin. Orada insanların nasıl yaşadıklarını tesbit etsin. Çünkü o hayat ölüp gitmektedir. Sonra çok çeşitlidir. Amerika’da kentler oluştu. Köyler imha edildi. Yerlileri yok. Varsa, o bizim değil onların işi.
Bizim Türkiye’nin geçmişini tesbit etmemiz gerekir. Adların çoğu Türkçe değildir.
Mesela Zigana Geçidi ne demektir? Kelkit ne demektir? Çoruh ne demektir?
Bu ilkel diller de kaybolmaktadır. O diller öğrenilmeli ve bu yer adlarının hangi dillerde ne manâda olduğu tesbit edilmelidir. Bugünkü uygarlığımız nasıl doğdu, bilmeliyiz.

(MAv EaNa BiBaSiTi YaDaYa EiLaYKa)
“Ben yedimi sana bast edecek değilim.”
Genel olarak nefsi müdafa ilkesi kabul edilmiştir. Biri size ‘ben seni öldüreceğim’ deyip ciddi tehditte bulunursa, senin nefsi müdafa hakkın doğar, sen onu öldürebilirsin ve sadece diyet ödenir, kısas yapılmaz. O halde maktul kardeşin kardeşini katletmeye hakkı olduğu halde, o bu hakkını kullanmayacağını söylemektedir.
Bugünkü kanunlarda da hüküm böyledir. Cezalandırma yetkisi yalnız devlete aittir. Biri seni katletmeye kalktığı zaman sen mukabele etmeyeceksin, o seni katledecek, sonra kısas yapılır. Ama eğer sen kendini savunmaya başlar, sen de onu katletmeye kalkışırsan ve o galip gelir de seni öldürürse, ona kısas uygulanmaz, sadece hafif diyet uygulanır.
O halde öldürülen kardeş İslâm’ın bu temel kuralını kullanmaktadır. Ben savunmaya geçmeyeceğim, senin katledilmen hak olacaktır demiştir.
Bugün kısas kalktığı için herkes kendisini savunmaya girer, dolayısıyla kısas ortadan kalkmış olur.
Öldürmelerde uygulanacak hükümler şöyle sıralanır.
- Sebep olma sonucu öldürmedir. Cezası sadece diyettir. Keffaret gerekmez.
- Hataen bir kimse başka birini öldürürse hafif diyet ödenir. Diyeti de âkilesi öder. Ayrıca keffaret gerekir.
- Şibh-i amd ile öldürme. Dövme kastıyla hareket ettiğin halde adam ölse şibh-i amddir. Ağır diyet ödenir. Kısas yapılmaz. Diyeti kendisi öder. Ödeyemezse zorunlu çalışma sitesinde çalışır.
- Amden öldürmedir. Bu takdirde kısas uygulanır. Af edilirse ağır diyet öder.
- Diyetli kısastır. Hem diyet verilir hem de kısas yapılır. Müştereken katillerde böyledir. Mağdurun seçtiği katil katledilir. Diğerlerinin her biri ayrı ayrı ağır diyet öder. Tetikçi katledilir, para verenler ayrı ayrı ağır diyet öderler.
Bunun dışında:
Tehdit edilen öldürülür de katil bulunmazsa tehdit eden hafif diyet öder.
Çatışan kimselerden biri ölürse diğerine diyet öder, ikisi ölürse iki taraf vârislere diyet öder.
Polis savunma yapabilir, karşı saldırıda bulunursa hafif diyet öder.
Bu âyetten öğrendiğimiz şudur: Bize saldırana karşı korunma ve savunmaya geçeriz. Ama karşı saldırıda bulunmayız. Olay tamamlandıktan sonra kişiye ceza veririz. Karşı saldırıda bulunur da kişi ölürse diyetini öderiz.
İşte, “diyetini öderiz” cümlesine bu âyet delildir. Çünkü savunma amacıyla da ölse bizim onu öldürme yetkimiz yoktur.
Her ikisi de ölmüşse kıyas yoluyla her ikisine diyet öderiz. Neden? Çünkü diyeti ödeyecek olanlar âkiledir, diyeti alacak olan vârisleridir. Hata diyeti ödenmelidir.

(LiEaQTuLaKa)
“Seni katletmek için elimi sana bast edecek değilim.”
“Liektuleke” sözünü tekrar etmiştir. Savunmamı yaparım ama seni öldürmeye kalkışmam demektedir. Tekrar etmesi, katl için elimi uzatmam ama başka hususlarda elimi uzatabilirim demektir. Mefhumu muhalefetle manâlandırırsanız, başka şey için elimi uzatırım demiş olursunuz. Mefhumu muhalefeti kabul etmezseniz, istishabla başka şey için elimi uzatabilirim demek olur.
“Katl” kavramı genel olarak öldürmek anlamındadır. “İmate etmek” Allah için geçerlidir. İnsan ise katl eder ama imate etmez. Katl beklenmedik bir ölümdür. Mevt ise eceli ile ölümdür. Mevt daha genel, katl ise özeldir.
Katl kelimesi ile mevt kelimesini tefrik edecek şekilde uygarlaşmış olmaktadır. Bu da doğaldır. İlk insan sebep sonuç ilişkilerini biliyordu. Sebepsiz sonuç olmayacağını biliyordu. İnsanın iradesiyle iş yaptığını biliyordu.

(EinNIy EPAvFu)
“Ben havf ediyorum.”
“Hafe” devşirilen meyvelerin konduğu kaptır. Kamıştan örmekte idiler. Çardaklarını da onunla yapmışlardır. Çardağa girmek demek anlamında olmaktadır.
Tarihte evrim vardır. Zaman geçtikçe daha ileri tipte türler ortaya çıktı. Maymun benzeri varlıktan şimdiki homo sapiens insan meydana geldi. Genetik bilgi geliştikçe yeni türün ancak yeni kromozomlarla oluştuğu kesinleşmiştir. Bu yeni çiftin de 60 bin yıl önce Nil’in yukarısında meydana geldiği ilmen sabit olmuştur. O halde bugünkü insan 60 bin yıl önce oldu. Bedeni insana çok yakın ama insan olmayan türler olabilir. İlk insanın neler bildiğini bu âyetlerden öğrenebiliriz. İlk insana bunları Allah öğretti, bir çoğunu başka canlılardan almışlardır. İşte kazılarla bunların ortaya konması gerekmektedir.
İnsanın özelliği kendi kendisini evrimleştirmesidir. Bu sebeple insanda hayvanda bulunmayan özellikler vardır.
Kendi kendini evrimleştirme |
Kişi | 1.Kişiliğini koruyarak birey olur. 2.Eğitimle uygarlığı aktarır. |
Eğitim | 3.Gelişmek için yarışır. 4.Çatışma içinde evrimleşir. |
İnsan | 5.Borçlu ve alacaklı olur ve birlik oluşur. 6.Birlikte üretir, ayrı ayrı tüketir. |
Evrim | 7.Sözleşmeyi yapar, ona uyar. 8.Kendi koyduğu kurallara uyar. |
Topluluk | 9.Kendi kurduğu topluluk içinde yaşar. 10.İç içe topluluklar kurar. |
- Canlılar ya topluluğun üyesi olurlar, ya da ayrı ayrı yaşarlar. Oysa insanların bir taraftan topluluğu olur, diğer taraftan da kişiliklerini korurlar. Topluluğun üyesi olarak uygarlaşırlar. Kişiliklerini koruyarak topluluğu evrimleştirirler. Hiçbir şey kendi kendisini evrimleştiremez.
- Evrimleri nesilden nesile aktarmak için eğitim müesseseleri oluşmuştur. Aile temel eğitim müessesesidir. İnsanın ömrü 100 yıldır. İlk üçte biri öğrenmekle geçer. İkinci üçte biri ise uygarlaşma ile geçer. Son üçte biri evrimleştirmekle geçer, torunlarını yetiştirir.
- Gelişmek yani evrimleşmek zorunda olan bu insan yarış içindedir. Kim yenilik yaparsa o ileri gider, diğer topluluklar çöküp giderler. Yarış içinde olmak insanları evrimleştirir.
- İnsan en güçlü varlıktır. Evrimleşerek tüm varlıkların üstüne çıkar. Doğadaki besin zinciri ayıklama kanunları insanlarda geçersizdir. Onun için insanlarda ayıklama savaşlarla, çatışmalarla olmaktadır. İnsan dışında hiçbir canlı kendi türü ile çatışmaz, savaşmaz. Besin olarak da birbirlerini yemezler.
- Uygarlaşmak için birlikte üretip ayrı ayrı tüketmek gerekir. Çünkü ancak bu suretle kişilik korunarak birlik sağlanır. İnsandan başka bu şekilde yaşayan bir canlı yoktur.
- Birlikte üretip ayrı ayrı tüketebilmek için insan çalışır ve alacaklı olur, topluluk borçlu olur. Sonra başkalarının ürettiklerinden satın alır ve borcunu kapatır. İşte bu özellik, borçlu ve alacaklı olabilme özelliği insana hastır.
- Borçlu ve alacaklı olabilme demek, sözleşme yapma, anlaşma yapma demektir. Borçlanma sözleşme müessesesi ile olur. İnsandan başka sözleşme yapan başka varlık yoktur.
- İnsanlar kendi koydukları kurallar içinde yaşarlar. Kurallarını değiştirebilirler yahut değişik topluluklara katılabilirler. Başka bir canlıda böyle bir şey söz konusu değildir.
- İnsan kendi kurduğu topluluk içinde yaşar. Oysa diğer canlılar topluluk içinde doğarlar ve topluluklarını değiştiremezler.
- İnsanlar iç içe topluluk kurarlar. Bu sayede tüm yeryüzü tek topluluk olur. Oysa diğer canlılarda böyle iç içe topluluk yoktur. Bu durum evrimleşmenin kuralıdır; değişmek ve büyümek.
İşte, insan bu özellikleri taşıyan bir varlıktır.
Bunlar tedrici bir şekilde elde edilmez, irsen buna sahip olmak gerekir.
Peki, insanlar bundan evvel alet yapmıyorlar mı, ateş yakmıyorlar mı, taş yontmuyorlar mıydı? Bunların hepsini yapıyorlardı…
Arılar bal yapabiliyorsa, petek yapabiliyorsa, canlılar da her şey yapabilirler. Ne var ki onların yaptıklarında evrim olmaz, değişme olmaz, hep aynı şeyi yapabilirler. Eğer bir toplulukta kullanılan eşyalar, odalar birbirinin aynı ise o insana ait değildir. Arı tek düze petek yapar ama bölme yapamaz.
İşte bu kıssanın tahlilinden Adem oğullarının eski canlılardan neleri tevarüs ettiklerini öğreniyoruz.

(EalLAHa RabBa eLGAvLaMIyNa)
“Âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.”
Evet, ilkel insan Allah’ı bizim kadar biliyordu. Bizim ondan daha fazla bilgimiz yoktur. Çarpıtılmış beynimizi yönetmek için eğitme ihtiyacımız vardır. Onların ilmi yoktu ama imanları büyüktü. Bizim imanımız zayıflamış, buna karşılık ilmimiz gelişmiştir. Durum böylece dengelenmiştir.
Hazreti Adem’in oğulları “Rab” kelimesini bilmektedirler. Çünkü onların çocukları var, yetiştiriyorlar. “Âlemler” kavramı da zor kavramdır. “Alem” sivri dağdır. “Alem” işarettir. Kurallı çoğul topluluğu ifade eder. O gün ise bir tek “âlemîn” vardır.
İnsanlar kendilerini diğer canlılardan ayırt eden özellikleri merakla öğrenmeye başlamışlar ve insanı bizden daha çok tetkik etmişlerdir.
Allah bu âyette ilk insanın uygarlık seviyesini anlatmaktadır. İnsanın yukarıda saydığımız özelliklerinden dolayı diğer canlılara benzemediğinin anlaşılması ilk anda başlamış bulunmaktadır. Bugün bizim “aşiret/ocak” dediğimiz ilk topluluk o zaman tüm insanlığın bütün irsî özelliklerini taşımaktadır.
***

(EinNIy EuRIyDu EaN TaBUvEa Bi EiSMiY)
“Ben senin benim ism'imi bev etmeni irade ediyorum.”
Evet, topluluk iki şekilde yaşar. Biri, herkes kurallara uyar. Diğeri de, kurallara uymayanları başkan bertaraf eder. Başkan bu gücünü topluluktan alır.
Biz bir aşireti oluşturduğumuz zaman, eğer başkanımıza itaat edersek, başkan güçlü olur. Verdiği emirleri yerine getirir. Bizim hakkımızı korur. Biz itaat etmezsek, o zaman onun gücü biter ve hiçbirimiz hakkımızı koruyamayız.
Türk ordusunu güçlü tutarsak o bizi korur. Ama o bize zulüm yapıyor. Bu durumda yapacağımız iş; bunu yanlış yaptın, düzelt demek olmalıdır. Yoksa; bu ordu yaramaz, vur abalıya olamaz. Osmanlılar bu işi yaptılar, yeniçerileri dağıttılar. Ne var ki yeniçeri zaten ek bir ordu idi. Asıl ordumuz sipahi teşkilatı idi, devam etti. Oysa bizim bugünkü ordumuz millî ordudur. Başka ordu kuramayız. Devletimiz politikasını değiştirip askerleri yeniden güçlendirirse sorun çözülür.
Bu kavramın temeli başkanın yetkilerine müdahale etmemektir.
Benim ism'imle çarpılman diyor.
O halde yönetim zalim ise, istersek orada kalıp başkana tebliğimizi yaparız, istersek oradan hicret ederiz. Başkan adil olunca da saldırıya uğradığımız zaman eğer cezalandırmayı devlete bırakırsanız, siz sabretmiş ve saldırmamış olursunuz. Mazlumun günahlarını zalim yüklenmiş olmaktadır. Yani bir insanın dünyada yaptığı sevaplar ile işlediği günahları karşılaştıracak, sevapları on kat sayılarak arttırılacak ve terazisi ağır gelirse cennete gidecek, hafif gelirse cehenneme gidecektir. Bir de uğradığı zulüm de böyledir. Zulmettikleri ile uğradığı zulümler de hesaba geçirilecektir. Bu âyet buna açıkça delâlet etmektedir.
Buradan kıyasla şu sonuca varırız. Allah bunu neden yapmaktadır? Çünkü kardeşin onu öldürmesine Allah izin vermiştir. Âhirette onu mükafatlandıracaktır.
İnsanın hasta olması da böyledir. Günahlarına keffarettir. Âhirette derecesinin yükselmesine sebeptir. O halde musibetlere sabretmek, hattâ sevinmek gerekir. Bu sayede âhirette yapamadığınız ibadetlerin sevabına sahip olunacaktır.

(VaEiÇMiuKa)
“Ve ismini.”
Sovyetleri düşünelim. İnsanlığın en büyük zulmünü yapmıştır. İnsanların bütün mallarını mülklerini zorla ellerinden almıştır. İnsanları zorla çalıştırmıştır. İbadetleri yasaklamıştır. Karı kocayı birbirine düşman etmiştir. Kırk milyona yakın insanı katletmiştir.
İşte, zulmedenler zulme uğrayanların günahlarını da yüklenmişlerdir. Âhirete vardığımızda Sovyetlerdeki cennettekiler Türkiye’dekilerden fazla olabilir.
Bu âyetin bize teyiden öğrettikleri, bir devletin içinde iken kardeşin seni öldürse de, sen onu öldürmeye kalkışmazsan büyük sevap almış olursun. Yapacağın iş oradan kaçmak, hicret etmektir. Bu teslimiyeti Hazreti İsa bütün insanlardan istemiştir. Kur’an’da, hicret edip ayrı topluluk oluşturduktan sonra savaşmak ise en büyük ibadet sayılmıştır. Çünkü orada kendi zulmün için savaşmıyorsun, insanlığa zulmedilmemesi için savaşıyorsun.

(Fa TaKUvNa MiN EaÖXABı elNARı)
“Nâr ashabından olasın.”
Ben öyle murad ediyorum ki sen nâr ashabından olasın.
Buradaki “Fa” harfi sebep sonuç ilişkisi içindir. Ben elimi uzatmıyorum ki sen o sebeple nâr ashabı olasın. “Ben cennet ehli olayım” demiyor da “sen cehennem ehli olasın” diyor. Kötü kardeşten o da bıkmıştır.
Bazı mü’min kardeşlerim ‘Ben Karagülle ile cennette bile beraber olmak istemem’ demişlerdir. Onlarla herhangi bir ilişkim olmamıştır. Görüşmüş ve konuşmuş bile değilim. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış gibi bir durum. Ben dağ değilim ama temsilde hata olmaz. Cennet çok geniştir. Uzay kadar geniş olduğunu Kur’an bildiriyor. Hiç üzülmesinler, ben onların oradaki semtlerine gidip rahatsız etmem. Ben onlarla cennette olmayı isterim. Çünkü onlar bunu benim dalalette olduğumu sanarak söylemişlerdir.
İşte, maktul kardeş kardeşiyle cennette bile olmayı istememektedir.
Zaten azaba uğrayasın demiyor, nâr ashabından olasın diyor.
Bizim anlayışımıza göre cehennem insanların cinleşmeleri yani ateşe dayanıklı hâle gelmeleridir. Nasıl yaranız önce acır ama sonra alışırsınız, acımazsa; bunun gibi, cehenneme de insanlar alışacak, ondan sonra onlara orası zor olmayacaktır. Cennet ashabı cennetlik olacak, cehennem ashabı da cehennemlik olacaktır. Nasıl canlılarda dünyada seleksiyon varsa, insanlar arasında da böyle seçilme olacaktır. İyiler bir tarafa, kötüler bir tarafa gideceklerdir. Ama her ikisi de varlıklarını sürdüreceklerdir.
Bu dünyada da iki halk var.
Biri yerlerin halkıdır; insanlar böyledir.
Güneşlerin, yıldızların halkı var; bunlar da cinlerdir.
Cinlerin ve insanların iyileri cennete, kötüleri cehenneme gideceklerdir.
Şeytan ateşten yaratılmıştır. Salih amellerle melekleşmeye başlamış, cennete gidecekken tekrar oraya yani ateşe düşmüştür.
İnsan nasıl cehennemlik olacak, cin nasıl cennetlik olacak?
İnsanın moleküler olan yapısı atomik hâle dönüşecek, cinleşecek, cinin de atomik olan yapısı molekülere dönüşecek ve insanlaşacaktır. Kur’an bunun için bir krizalit devresinin geçirileceğini söylüyor. O dönemde ne yaşar ne de ölürler diyor.
Bu ayrılığın sonrasında bu karma hayatın gayesi nedir?
Farklılık olmazsa varlık olmaz. Birleşme evrimleşme demektir. İnsanlar âhirette bu sayede gelişmiş olacaklardır. İnsanlardan olmayan huriler ve gılkmanlar cinlerden gelenler olabilir.

(Va ÜAvLiKa CaZAvEu elJAvLıMIyNa)
“Ve bu zalimlerin cezasıdır.”
Buradaki “Va” harfi hâl vavı olur. Ve entenin hâli olur. Yani bu zalimliklerin cezası olarak sen cehennem ashabından olasın diyor. “Ve” yerine “Fe” getirilseydi açıklama cümlesi olurdu. Bu cümle mahzuf cümleye atfedilmiş olabilir. “Ve kul” olabilir, yani onlara kıssayı anlat ve İsrail oğullarına de ki, zalimlerin cezası böyledir.
Evet, bugün tekel sermaye bize ve dünyaya zulmetmektedir. Ne var ki bunlar dünyanın günahlarını yüklenmektedirler. Bunlar sabrediyor ve sermayenin zulmünü sabırla def ediyorlar. Bu sayede tüm günahkar insanlık cennetlik oluyor.
Biz insanlara sömürü sermayesine ne diyeceğimizi ifade etmiş oluyor.
Evet, Hazreti Adem’in bir oğlu başlangıçta şehit edilmiş oluyor. Neandertal insan böylece yayılmış olmaktadır. Onların homo saphiensin yanında yayılması homo sapiense zemin hazırlamıştır. Neandertal insandır, aklı başında bir varlıktır ama tüylüdür ve sosyal oluş henüz başlamamıştır. Yani sosyal duygular yoktur. Bu duyguların başında utanma gelmektedir. İnsanların hayvanlardan birçok farkları vardır. Örnek olarak hayvanlar gülmez, hayvanlar ağlamaz, hayvanlar utanmaz. Hayvanlarda kalıcı hafıza yoktur, unutup hatırlama söz konusu değildir. İşte neandertal insan sosyal tarafları gelişmemiş bir insandır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92