MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 19




(Va EiÜ QAvLa MYVSAy)
“Musa demişti”
Buradaki “Ve” harfi nereye atfedilmektedir. Bundan önce iki yerde İsrail oğulları anlatılmıştı. Biri onlardan misak aldığından söz etmiştir. İkincisinde ise onların ‘biz Allah’ın oğullarıyız’ sözlerinden söz etmişti. Bundan önce “İz” geçmemişti. ‘İsrail oğullarından misak almıştık’ denmişti. Oradaki hitap bizedir. Zikrediniz, hatırlayınız, öğreniniz. İsrail oğulları ile nasıl sözleşme yaptık. Sizlerle de yapıyoruz. Onları örnek alın. Oradaki “LeKad”a buradaki “İz” tekabül etmektedir. “İz”i isim kabul etmektedirler, “Kad”ı harf kabul etmektedirler. Oysa “Leİz” söylenmez ama “LeKad” söylenir.
“Darabtü Ahmede iz caeni” derseniz, “Ben Ahmet’i bana geldiğinde dövdüm” demiş olursunuz.
derseniz, “Ben Ahmet’i bana geldiğinde de dövdüm” derseniz. Başka zamanda dövmüşsünüz, geldiği zamanda da dövmüşsünüz anlaşılır.
Allah İsrail oğullarından misak almıştı, Hazreti Musa ile konuşurken de misak almıştı anlamına gelir. 20’inci âyetten 12’inci âyete atıf yapmaktadır. Böylece konular iç içe anlatılmaktadır.
Sinemada film seyrederken bir sahne devam ederken birden değişir, başka konuya gider, ondan sonra tekrar o sahneye döner. Buna ihtiyaç vardır. Konular arasındaki irtibat böyle sağlandığı gibi, insan beynine bu şekilde hitap etme onu seyirde daha çok dikkatli olmaya sürükler. Üst şuurla yeni sahneyi seyrederken alt şuurla da eski sahne üzerinde hesaplamalar yapar. Beyinde iki ayrı alan vardır. Ayrı ayrı düşünebilmektedir. Bilgisayarda da böyle iki işlem beraber yürütülmektedir.
Sanatın görevi insanların duygularını harekete geçirerek onları sahneye çekmektir.
İşte, Kur’an bütün sûrelerde bu sanatı uygulamaktadır. Kur’an’ın bunu yapmasının başka sebebi bizi karşılaştırma ve muhakeme sistemine götürmedir.
1- Helal ve haramı.
2- Temizliği.
3- Uluslararası davranışlarda adil olmayı.
4) Alınan misakla peygamberlik müessesesi anlatılmaktadır.
Şimdi burada misaklara dönülmektedir. Misaka atfedilmektedir.
Toplulukları oluşturan kurallar sözleşmelerle meydana gelir. Tevrat, Kur’an ve diğer mukaddes kitaplar verilen sözlerin yerine getirilmesini emretmektedir. Diğer içerikler sözleşme örnekleridir. Yani Kur’an sözleşmeleri esas almakta, bize sözleşmelerdeki sınırlamaları bildirmektedir.
İşte, içtihat ve icma müesseseleri budur. Demokrasi budur. İcma ve içtihatlardır. Demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesidir. Bu kanunlarla değil, icma ve içtihatlarla gerçekleşebilir.

(LiQaVMıHIy)
“Kavmine”
Resuller hep kavme gelmiştir, yani kendi içlerinden gelmiştir, onların dilini bilenlere gelmiştir. Başka türlü olması zaten düşünülemez, yalnızca bir tane İslâm devleti olamaz. O zaman Müslümanlar bir devlet içinde toplanacaklar ve hepsi Arapça konuşacaktır. Emeviler böyle yaptılar, işgal ettikleri ülkelerin halklarını Araplaştırdılar. Oysa Hazreti Peygamber Arabistan’ın dışına çıkmamıştır. O tüm insanlara resuldür, mübelliğdir ama o insanların başkanları değildir.
Hazreti Musa peygamber de “Ey kavmim” diye hitap etmektedir, “Ey ümmetim” dememektedir. Bu hitap devletlerin kavmî olduğunu belirleyen açık beyandır.
“Kavm” ne demektir?
Bir ağacın gövdesine “kavm” denmektedir. “Şa’b” ise ağacın dallarıdır. İnsanlık bir ormansa; kavm da insanlığın ağaçlarıdır, şa’b dallarıdır. Sonra kabile gelmektedir. Kabile/bucak ise her gün birbirleriyle karşılaşan ve kendi hukuk düzenini kuran bir topluluktur. Kabileler de aşiretlerden/ocaklardan oluşmaktadır. Aşiret kabileden farklı olarak birlikte yaşayan insanlar demektir.
Kişi, aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il, kavm/ülke ve nâs/insanlık.
On aile bir aşireti oluşturur. Yüz aşiret bir kabileyi, yüz kabile bir şa’bi, yüz şa’b bir kavmi, yüz kavim de nâsı oluşturmaktadır. Biz Türkçede bunlara ocak, bucak, il, ülke ve insanlık diyoruz.
Bunların görevleri nelerdir?
Önce “aşiret” kelimesinin manâsıyla biliyoruz ki birlikte yaşayan en küçük topluluktur. Beş vakit namazı bunlar birlikte kılarlar.
Kabile ise her gün birbirleriyle karşılaşan kimselerdir. Bunlar birlikte çalışırlar. Kendilerinin kamu hukuku vardır, hakemleri vardır. Yönetimleri tamamen bağımsızdır. Tek merkezi kanun sistemi yoktur. Özel hukukta fıkıh mezhepleri vardır. İsteyen istediği hukuku benimser, bir hukuk uygulanmaz. Nizalarda herkes kendi hukuku ile ilzam olunur. Yani ispat külfeti kime ait değilse onun hukuku uygulanır. Bugün artık bu sistemi dünya kabul etmiştir. Bir Türk ile bir Fransız mukavele yaptığı zaman, mukavelenin altında ‘Bu mukavelede geçmeyen hususlarda Fransız hukuku uygulanır’ derseniz, o uygulanır. İslâmiyet’ten aldıkları sözleşme serbestliğini artık tüm dünya kabul etmiştir. Kamu hukukunda ise esas suçun işlendiği bucağın hukuku geçerlidir. Her bucak kendi ceza hukukunu kendisi hazırlar ve uygular. İnfaz ise kişinin bulunduğu bucakta yapılır. Bir katil bucağını terk edip ilçesi dışında bir yere kaçsa, gittiği yerin bucağı da diyetini ödese, kısas diyete dönüşmüş olur. Görülüyor ki İslâmiyet’te ölüm cezası yalnız ve yalnız kısasta vardır. Yani öldüren öldürülür. Başka ölüm cezası yoktur. Zinada recm ise Kur’an tarafından kaldırılmıştır. Kısasta bir daha o ilçeye gelmemek şartı ile affedilmemiş olsa bile kısas uygulanmaz.
İlin yani “şa’b”in görevi hakemlerin bucaklarda verdikleri kararlara uymayanları bertaraf etmektir, yani iç güvenliği sağlamaktır. Mâli suçlarda kişinin borçlanma ehliyeti elinden alınır, mallarına dokunulmaz. Bedeni suçlarda kısas vardır. Affedilirse diyete dönüşür, affedilmezse kısas yapılır. Kısas bucakta yapılır ama o bucak kısası kabul etmiyorsa kendi cezasını uygular.
Ülke yani “kavm” ise savunma kuruluşudur. Dış güvenliği sağlar. Kavm mukavim yani direnen anlamına gelir.
İnsanlığın görevi ise uygarlaşmadır. İnsanlığın ve bucakların güvenlik güçleri yoktur.
Kavm kelimesi özel olarak 30 milyonla 100 milyon arasında nüfusu olan ve devleti kuracak dilleri bilenlerden oluşan bir topluluktur. Yerel diller vardır ancak halkın hepsi bölge merkezlerinde ulusal dili bilir ve onunla anlaşır.
Askerliği yaparken herkes ulusal dil ile konuşur. Her bölgenin askerleri başka bölgeden oluşturulur. Dolayısıyla ordu bir kabile veya şa’bden değil, tüm ülkenin halkından karışık olarak oluşturulur. Bunun için bir ortak dile ihtiyaç vardır, ortak dilin olması gerekir.
Kürt kardeşlerimizin aşiret reislerini istemeye, yerel yönetimlere devletin karışmamasını talep etmeye, kendi illerinde Kürtçe konuşmayı istemeye elbette hakları vardır. Medreseler açarlar, Kürtçe lise eğitimini yaparlar. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde veya bölge merkez illerinde Kürtçe konuşmaları, oralardaki üniversitelerde Kürtçe dilinde ders istemeleri düşünülemez. “Bi lisani kavmihim” denmektedir.
Beş vakit namaz kılan ve Kur’an’a inanan dindar Kürt kardeşlerimizin de Türkçe düşmanlığı yapmalarına aklım ermiyor. Böylece haklı davalara da ülkemiz kavuşamıyor. Hâlâ camilerde oturup serbest dersler yapamıyoruz. Bin yıllık medreselerimiz, bir asra yakın oluyor, kapatıldı; hâlâ açamıyoruz. İngilizceyi ve diğer Batı dillerini bize zorla okutuyorlar da, Kur’an dilini serbestçe tedris edemiyoruz. Eğitime başlarken Fatiha’yı okuyamıyoruz. Bunun sebebi bu ayrımcılık zihniyetidir veya bahanesidir.
Kavim hakkında bir söz daha söyleyebiliriz. Kavim şa’blerin birleşmesinden oluşan bir topluluğun adıdır. Bununla beraber aşiretten başlayıp insanlığa kadar kuruluşların ortak adı da kavimdir, müşterek kelimedir.

(YAv QaVMIy)
“Ey Kavmim”
“Ya” harfi hitabın tevcihi içindir ama tahsis için değildir. Başkaları da dinler, onlar da yararlanabilirler. Hazreti Musa İsrail oğullarına gelen bir resuldür. Tevrat da İsrail oğullarına nâzil olmuştur. Ama onun peygamberliğinden ve kitabından diğer insanlar da yararlanabilirler. Nitekim Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı laikleştirerek stua ekolünü kurdu. Sonra Romalılar bunları 12 levha kanunları diye tedrise başladılar. Roma devleti bunu benimsedi ve büyük imparatorluk oluşturdu.
Hazreti İsa geldi, Tevrat hükümlerini beşerileştirdi. Böylece Tevrat tüm insanlığın resmi şeriatı oldu. Hazreti Muhammed ise başkan olarak Arapların başkanı olmuştu ama tüm insanlığa gönderilmiştir ve Kur’an tüm insanlığın kitabıdır. İnsanlığın ilim dili Arapçadır, Kur’an dilidir.
“Kavim” kelimesinin sonunda olan “kesre” “ya”dan dönüşmüştür. Hitaplarda eğer hitabı uzaktakilere yapmıyorsan kısa yaparsın; “Fatma” yerine “Fato” demiş olmamız gibi.
İsrail oğulları örnek kavimdir. Ana dilleri İbranicedir. Bir ara İbraniceyi unuttular ama sonra Arapçanın da yardımı ile İbraniceyi dirilttiler. Uzun zaman devletleri olmamıştır. Ama şimdi devlet kurmaya çalışıyorlar. Ama kuramıyorlar. Bunun kaynağı yine kendileridir. ABD Yahudileri İsrail’deki Yahudilerin gelişip hakim olmamaları için her iki tarafı yani Yahudileri ve Filistinlileri silahlandırıp durmadan savaştırmaktadırlar. Bunun için hem İslâm âlemine hem Müslümanlara, en çok da kendilerine dünyayı cehennem ediyorlar. Bu kavm Filistin topraklarına sahip olacaktır. Çünkü Allah orasını onlara vaat etmiştir. Ne var ki kendi devletlerini kuramayacaklar; Kur’an ehli belki de Hıristiyanlarla beraber o topraklara girip güveni sağlayacak ve Filistin’i onlar için barış yurdu yapacaklardır.

(iÜKuRUv NiGMaTa elLAHi GaLaYKuM)
“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini zikrediniz.”
Musa aleyhisselâm kavmine “zikredin/anın” diyor.
“Zikretmek” ne demektir?
Türkçedeki anmak anlamındadır. Ne var ki anmak sadece dil olduğu halde, Kur’an namaza “zikir” demektedir. Yani görevi hatırlayıp da yapmak demektir. Yani gereğini yapınız demiş olmaktadır. Bu sözü ne zaman söylemektedir? Kavim nasıl zikredecektir? Her biri ayrı mı zikredecektir, yoksa topluca mı zikredilecektir? Topluca zikir nasıl olacaktır?
Burada mücmel emir verilmiştir. Önce birileri anlatacak diğerleri dinleyecektir. Böylece topluca zikir yapılmış olur. Fiilde da herkes kendisine düşen görevi yapacaktır. Başkanın önderliğinde işler yapılacaktır. Her nimetin bir külfeti vardır. “O gün nimetlerden elbette sorulacaksınız” deniyor. Demek ki nimeti hatırlamak demek sorumluluğu hatırlamak demektir. Her birimizin Allah’ın verdiği nimetleri hatırlayıp onun şükrünü eda etmemiz gerekir. Emir cemaate olduğuna göre başkanın yönetiminde bu şükür eda edilecektir. Zaten Hazreti Musa Peygamber bu hitabı yapmakla vereceği görevleri hatırlatmaktadır.

(EiÜ CaGaLa FIyKuM EaNBiYAEa)
“İçinizde nebiler ca’letmişti.”
Buradaki “İz” zaman zarfıdır, hatırlanacak zamanı bildirmektedir, zikredilecek zamanı bildirmektedir. Fiil ister mazi ister muzari olsun “İz” geçmiş zamanı, yine fiil ister mazi olsun ister muzari olsun “İza” gelecek zamanı bildirir. “İza”da şart da olduğu halde, “İz”de sadece haber vardır.
“Ce'ala” koymak, yerleştirmek, görevlendirmek anlamındadır.
İsrail oğulları için nebiler görevlendirilmişlerdir. İsrail oğullarının tarihini kısaca hatırlayalım. İnsanlık göçebe dönemi yaşarken, Milattan önce 3500 senelerinde Mezopotamya’da kentleşme başlamıştı. O dönemdeki insanlar Fırat ve Dicle üzerinde barajlar yaparak bugünkü sanayi uygarlığının temellerini atmışlardı. Tarımda ve sanayideki gelişmeye insanlar ayak uyduramadığı için barajlar patlamış, Mezopotamya’yı sular almıştı. Hazreti Nuh peygamber ilk uygarlığı insanlara öğretmişti.
Milattan önce 2000 yıllarında Hazreti İbrahim gelmiş, Mezopotamya uygarlığını beşerileştirmekle görevli kılınmıştı. Dört küçük oğlunu doğuya göndermiş, onlar orada Brahmanizmi kurmuşlardı. Brahmanlar da İsrail oğulları gibi seçkinlerdi. Sonra Yahudilerde Hazreti İsa gelip Tevrat’ı beşerileştirdiği gibi doğuda da Buda gelip bir kabile dini, bir kavim dini olan Brahmanizmi beşerileştirmişti.
Hazreti İbrahim’in diğer iki oğlundan biri İsmail’dir, onu da Mekke’de bırakmıştı.
Üçüncü oğlu İshak’ı ise Filistin’de bırakmıştı. İshak’ın oğlu olan Yakup İsrail oğullarının atasıdır. Oğlu Yusuf ve 11 kardeşi Mısır’a gitmiş, orada merkezi devlet eğitimini almışlardı. Yusuf Sûresi tefsirlerimizde izah ettiğimiz gibi, bu küçük bir olay değildir. On ailelik bir aşiret özel eğitim almaz da yeni uygarlığa hazırlanmazsa yeni uygarlık kurulamaz. Havariler de on iki kişi idiler ama bugün dünyanın en kalabalık dinini oluşturuyorlar.
Eğer Akevler başarısız ise bu on kişilik/ailelik aşireti oluşturamamış olmamızdandır. Aşireti de bu on kişilik özel eğitim almış kimseler kuracaklardır. İstanbul Yenibosna’da bunun temelleri atılmaktadır. Henüz on aile olamadık.
İşte, İsrail oğulları Hazreti Musa’nın önderliğinde yola çıkmış, Sina’ya gelerek önce göçebe bir kabile devletini kurmuşlardır. Bu devlet kırk yıl çölde dolaşmıştır. Çöl gayet geniş bir sahadır. Deve sürüleriniz varsa onlarla dolaşıp durursunuz. Tüm ihtiyaçlarınızı deveden sağlarsınız. Deve süt verir, yün verir, deri verir, giyersiniz. Keser etini yersiniz. En önemlisi, sırtına yük koyar, kendiniz de biner, haftalarca çölde dolaşabilirsiniz. Develerin hörgüçlerinde depoladığı sular vardır, onunla haftalarca dolaşabilir, hatta isterseniz depodan siz de su alıp içersiniz.
Aşiret olarak doğan İsrail oğulları çölde dolaşa dolaşa bağımsız kabile olma özelliğine ulaşmışlardır. Hazreti Musa ölmeden önce Filistin’i Yuşa’ya göstermiş, işte siz buraya gireceksiniz demiştir.
Sonra Yuşa mukaddes topraklara girmiş ve orada İbrani uygarlığını kurmuştur. Bu devlet şeriata dayalı ilk merkezi devlettir. Şöyle ifade edelim, yerinden yönetimli merkezi devlettir. Mezopotamya site devletlere sahipti. Mısır merkezi devlete sahipti. İbranilerin devleti ise yerinden yönetimli merkezi devlet olmuştur. Yani bir taraftan siteler kendi varlıklarını koruyorlar ve bağımsızdırlar, diğer taraftan devlet vardır, gerek savunmada gerek ulaşımda merkezi devlet devreye girer.
İşte, İsrail oğullarının kurduğu yerinden yönetimli devlet sayesindedir ki Fenikeliler ve Yunanlılar dünyaya yayılıp siteler kurdular. Grek uygarlığı böyle doğdu. Roma ve Bizans Hıristiyanlık sayesinde varlığını sürdürmüştür. Bugünkü uygarlık da Yahudi Hıristiyan ittifakının eseridir.
İnsanlığın bugün ulaştığı yüksek uygarlık Hazreti Musa’nın kavmi olan İsrail oğullarının çabaları sonucudur. Bugün teknoloji sayesinde eğer gecemiz gündüz olmuşsa, mesafeler kısalmışsa, sesimiz uzaklara kadar gidebiliyorsa, beynimizden daha hızlı bilgisayarlar çalışıyorsa, işte bütün bunlar Hazreti Musa’nın kavmi sayesinde olmuştur.
Bunu kimler yapmış?
İsrail oğulları içindeki nebiler yapmış. Bunlar bir araya gelip ortak bir cemaat oluşturmamışlar, değişik zamanlarda değişik dönemlerde gelen nebilerdir. Her biri kendi görevini yapmıştır. Bundan dolayıdır ki “nebiyyin” denmemiş de “enbiya” denmiştir.

(Va CaGaLaKuM MüLUvKan)
“Ve sizi mülük ca’letmiştir.”
“Mülk” devlettir, saltanattır, iktidardır. Site devletlerinde site reisliğidir: Devlette ise devlet başkanlığıdır. “Mülk” burada çoğul getirilmiştir. İsrail oğulları çölde dolaşırken on iki sıbta ayrılmış ve her sıbt kendi yönetimlerini kendileri yapmıştı. Devlet sadece onların savunmasını yapıyordu. Mezopotamya’daki site sistemi ile Mısır’daki merkezi sistem birleştirilmişti. Devletlerin, illerin, bucakların ve ocakların bağımsız olduğu içtihadımızı bu âyet teyit etmektedir. Çünkü alt kuruluşları devletçik olarak adlandırmaktadır. ABD ve İsviçre federe devletlerdir, insan yapısına uygundurlar.
Burada “sizi mülük yaptı” demekle yönetimin demokratik olacağını ifade ediyor. Bir hanedan, bir atanmış vali değil, bizzat kavim mülük olmuştur. Mustafa Kemal’in hakimiyetin millete ait olduğu ifadesi bunun tercümesidir. Milletin kendisi meliktir.
“Mülük” kelimesi burada nekredir. O halde her sitenin ayrı yönetim şekli olacaktır.
İşte, bağımsızlığı ifade eden başka bir delil daha ortaya çıkmaktadır.
Bu nasıl sağlanacaktır?
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bunu yapmağa çalışmaktadır. Yenibosna’da bunun seminerlerine başlanmıştır. İnternette yayınlanacaktır. Takip eder katkıda bulunursanız hep beraber ilâhi emri yerine getirmiş oluruz.

(Va EAyTAvKuM MAv LaM YuETi EaXaDan MiNa elGAvLaMIyNa)
“Ve size âlemlerden kimselere vermediğini vermiştir.”
Kur’an’da İsrail oğullarının seçilmiş bir kavim olduğu bir çok yerde ifade edilmektedir. Biz yönetimde adalet isteriz. Adaleti de eşitlik içinde görürüz. Oysa gözümüz göreceği yerde hem görseydi hem işitseydi, kulağımız hem işitseydi hem görseydi, ayaklarımız hem yürümeye hem de yapmaya yarasaydı, onlar da burun gibi koklamaya başlasaydı biz olabilir miydik? O halde kâinat ve hayat farklılaşmaya dayanmaktadır. Kimilerine üstün görevler yüklenir. Kimilerine de başka görevler yüklenir. Herkes mareşal olsa ordu olmaz. İnsanlar da tek bir ümmettir. Kavimler arası görev bölüşmesi yapılmıştır.
İnsanlığı uygarlaştırma görevi İsrail oğullarına verilmiştir. Bunun sonucunda diğer insanlar onların köleleridir, ırgatlarıdır, malıdır anlamı çıkmaz. Mesela, Allah Türklere de askerlik kabiliyetini vermiştir. Araplara da ulaşılmaz dil vermiştir. ABD’ye silahlar vermiş, bombala bombalayabildiğin kadar demiştir. Almanlara teknik geliştirme kabiliyetini vermiştir. Dolayısıyla nimet demek hizmet demek, görev demektir.
“El-Âlemîn” kurallı çoğuldur, topluluğu ifade eder. Başındaki “el” de istiğrak içindir.
Bütün topluluklarda kimseye vermediğini size vermiştir denmektedir.
İsrail oğullarının dışında da peygamberler gelmiştir. O halde bunlara verilen ama başkalarına verilmeyen nedir?
Yukarıda tarihi anlatırken sanki İslâm hiç gelmemiş, sadece onlar her şeyi yapmış gibi anlattım. Evet, İslâmiyet’in uygarlığa etkisi Hazreti Musa’nın kavminin etkisinden çok fazladır. Ancak bunu bir kavim yapmıyor, tüm inanlıkta herkesin buna katkısı vardır. Bağdat’ta ilmî çalışmalar yapılıyorken Araplardan çok Arap olmayan, hattâ Müslüman olmayanlar da katılmıştır.
“Adil Düzen Çalışmaları” İstanbul’da yapıldığı zaman “Bin Dil Üniversitesi”ni kurduğumuzda tüm insanlar katılacak ve Kur’an’a hizmet edeceklerdir. Dinlerini değiştirmelerine gerek yoktur. Kur’an’ın düzen yönünü birlikte inceleyeceğiz. Bu sebepledir ki her kavmin üstün bir tarafı vardır. Ama yeryüzü uygarlığını geliştirme görevi İsrail oğullarına verilmiştir.
İsrail oğullarının hikayesi Mezopotamya’dan başlamıştır. Kendileri aslen Azeri Türklerindendir. Sümerlerden de değildir. Arap da değildir. İlk değişme Mezopotamya’da başlamıştır. Akadlarla karışarak yeni bir ırk olmaya başladılar. Mısır’a gittiler. Sonra Filistin’de yerleştiler. Oradan defalarca sürüldüler. Her sürüldükleri yerlerden oraya uygarlık götürdüler. Oralardan da uygarlık aldılar. Beşeri uygarlık böyle doğdu.
Bugün dahi yeryüzünün her yerinde yayılmış durumdadırlar. Tevrat onları birbirlerine bağlamakta ve şimdi Filistin’de toplanmaktadırlar. İnsanlar onları sevmeseler de onlar varlıklarını sürdürecekler, uygarlığa kıyamete kadar hizmet edeceklerdir.
Hele bugün para tanrı yerine geçmiştir. Cebimizde para olmazsa tuvalete bile gidemeyiz. Eskiden İstanbul’un her sokağında çeşme vardı. Halk gelir, su güğümlerini doldurur ve yaşardı. Şimdi ise onlar kurutulmuş, evlerin içine çeşmeler girmiştir ama eğer ay sonunda su parasını ödeyemezseniz susuzluktan ölür, belediye kokmasın diye cenazenizi Bin Ladin’in cenazesi gibi denize atar. İşte bu paranın sahibi bugün ABD’deki 200 aile Musa'nın kavmindendir. ABD Merkez Bankası (FED) onlarındır. Dünya merkez bankaları onlara bağlıdır. Adeta yeryüzünün tanrısı olmuşlardır, biz nefesimizi onlar sayesinde almaktayız! Karşılıksız para ile yeryüzüne hakimdirler. Savaşları onlar çıkarmakta, terörü onlar beslemekte, mafya onların, CIA onların. Üniversiteler onların, televizyonlar onların. Adeta onlarsız yaşamak mümkün değilmiş duruma gelmişlerdir. İşte Kur’an bunların bu durumlarını tasvir etmekte ve akıbetlerini de bildirmektedir; “Adil Düzen”in müjdesini vermektedir.
***

(YAv QaVMı)
“Ey kavmim”
Hazreti Musa onlara Allah’ın onlar üzerindeki nimetlerini hatırlattıktan sonra onlara görevlerini hatırlatarak emir vermektedir. Kavmim, kavmim demektedir. Çünkü onları Mısır’dan ne olaylarla çıkarmıştır. Olay Firavun’la tartışma ile başlamıştır. Hazreti Musa mucizeleri Firavun’a değil, İsrail oğullarına göstermişti, mucizesini kavmine göstermişti.
Kavmi ona uymuş, Mısır’dan çıkmışlardı. Samiri macerası ve kırk yıl çölde dolaşıp durmaları hep Hazreti Musa’nın azimli iradesi sayesinde olmuştur. Harun hemen zafiyet göstermişti. İşte kavmim, kavmim demesi buradan geliyor. Adeta Hazreti Musa kavim olmuş, kavim de Musa olmuştu.
Hazreti Musa’nın hikayesi “Adil Düzen Çalışanlarına örnek olmalıdır. Sıkıntılarla karşılaştıklarında hemen pes diyenler oyunu kaybederler. Kırk yıl biz de çölde değil ama siyasetlerde ve ekonomilerde sürüklendik. Hazreti Musa ve kavmi gibi sebat gösterebiliyor muyuz? Görevimizi unuttuk mu, unutmadık mı? Yoksa, olmuyor diye bıraktık mı? Hazreti Musa’nın azmini gösterdik mi?

(uDPuLUv eLEaRWa)
“Arza duhul edin.”
Musa aleyhisselâm onlardan arza girmelerini istemektedir.
İnsanlar hep alıştıkları şeylerde dururlar. Yenilik yapmak son derece zordur. Yeniliği yeni nesille yapmak gerekir. Eski nesli de inandırmak çok zordur.
Musa aleyhisselâm bu arza girin diyor.
“Arz” kelimesi yeryüzü anlamında olduğu gibi görünen arz anlamındadır. Marifeli gelince de belli yerdir. Buradaki arzın neresi olduğu tarif edilmektedir. Tevrat’ta bu topraklar tarif edilmiştir. 265’inci seminerde bu yerler belirtilmişti. Burası Akdeniz’in doğusunda bir yerdir. Güney tarafı Akdeniz’in güney tarafı hizasıdır. Doğusu ise Tuz gölüdür. Kudüs’ün yer aldığı ülkedir.
“Duhul ediniz” deniyor. “Ale’l-erd” denmiş olsaydı, orasını istila ediniz denmiş olurdu. Oysa burada sadece “duhul ediniz” denmiştir. O halde bu duhul savaş anlamında duhul değildir. Oraya duhul edip ne yapacaklardır? Onlar badiyelerde çobanlıkla geçinen bir kavimdir. Duhul edip de ne yapacaklardır?
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde iki grup gelmişti. Kimileri Yörük yani göçebe idi. Bunlar dağlara gelmişlerdi, oralarda hayvan otlatıyorlardı. Kimileri de tarımla uğraşan Özbekler gibi gruplardı. Bunlar Anadolu’ya asker olarak geldiler. Asırlarca Yörükler dağlardan inmediler. Cumhuriyet döneminde yeni yeni indiler. Oysa uygarlık kentlerde oluşur. Göçebe hayatı insanları çilekeş yapar, dayanıklı yapar, çalışkan yapar. Kentlere gelip yerleştiklerinde birden orada yeni uygarlık oluştururlar.
İsrail oğullarının uygarlık kurmaları için kentlere gelip yerleşmeleri gerekmektedir. Hazreti Musa peygamber bunlara bunu söylemektedir. Girin, o kentlerin içinde onlarla kaynaşarak yeni uygarlığı kurun demektedir.

(ElMuQadDaSaTi)
“Mukaddes arza”
“Mukaddes arza girin” denmektedir. Hazreti Yakup peygamber Hazreti İsmail’i ziyaret edip Filistin’e dönerken geceyi bir yerde geçirmiş, bir rüya görmüş ve oranın mukaddes bir yer olacağı bildirilmişti.
Sonra Hazreti Süleyman peygamber onu inşa etmiştir. Kudüs oradadır. Kudüs mabedi onun zamanında yapılmıştır. Sonra Hıristiyanların eline geçmiştir. Daha sonra yanına Kudüs Camii yapılmıştır. Mabet Hıristiyanlar tarafından harap edilmiştir.
Kutsiyetin manâsı toplantı yeridir. Halkın görüşmek, konuşmak, ibadet etmek için toplandığı alan mukaddestir Mabetler bu bakımdan mukaddestir. Bugün Hıristiyanların ve Yahudilerin kıblesidir.
Müslümanlar da orasını ikinci mukaddes yer kabul ederler.
Üç mescitte kılınan namazların efdal olduğunda ittifak vardır.
Musa aleyhisselâm orasına mukaddes ülke demiştir. Mukaddes yerlerin özelliği oraların açık alan olmasıdır, herkesin gelip ziyaret ettiği ve dolaştığı yer olmasıdır.
Yahudilerin yeryüzündeki nüfusu 15 milyon civarındadır. Filistin’de beş milyonu yaşamaktadır. Beş milyonu da Amerika’dadır. Başka bir milyonu bulan yer yoktur. Bunların hepsi Filistin’e gelse 15 milyon olurlar. Yahudiler tarımı ve sanayii bilmezler, onlar ticareti bilirler. ABD’de üretilen mallar İsrail’e satılmakta, İsrail de onları dünyaya pazarlamakta, onların taşeronluğunu yapmaktadır.
Kur’an’da burası mukaddes arz olarak geçmekte, bir de Medyen’den çıkıp Mısır’a dönerken de mukaddes tuva vadisi olarak geçmektedir. Marife geldiğine göre bu iki yer aynı yer olmalıdır. Yani Musa aleyhisselâm da bu vadide Allah’la konuşmuştur. Demek ki bu yer insanlık için mukaddes olarak seçilmiştir. Yani tüm insanların toplanıp görüştükleri ve yaşadıkları yerler olacaktır.
Bizim Mekke için projemiz vardır, İstanbul için projemiz vardır ama Filistin için bir projemiz olmamıştır. Bunu bizim değil onların yapması gerekir ama biz burada kendimize göre bir proje önerelim.
- Tevrat’ta belirlenmiş vaad edilmiş toprak mukaddes toprak Yahudilerin olacak orada yerleşecekler ve orada organize olacaklardır. İller şeklinde teşkilatlanacak, kendi güvenliklerini kendileri sağlayacaktır.
- İsrail devleti olmayacak, ordusu bulunmayacak. Ülkenin savunmasını Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşmuş ordular yapacaktır. İç işlerine katılmayacak ama güvenlik hususunda görevli Hıristiyan ve Müslüman askeri birlikler olacaktır. Mekke ise tüm insanlığın ortak güvenliği ile korunacaktır.
- Burada tüm insanların gelebildiği açık yer olacak. Yani Kudüs mabedinin bulunduğu kent insanlığa açık kent olacaktır. Herkes gelecek ve gidecektir. Burada mülkiyet olmayacak, Mekke şehri gibi açık olacak.
- Buralarda kurulacak pazarlama yerlerinde ve üniversitelerde ise esas söz sahibi İsrail oğulları olacaktır. Herkese açık şehir ama iç yönetim İsrail oğullarının güvenliği ise Hıristiyan ve Müslümanların. Başka bir ifade ile belediye hizmetleri, ekonomik işler hep Yahudilerin olacak, sadece askerlik ve polislik hizmetleri Hıristiyan ve Müslüman mü’minlerin olacaktır.
“Mukaddes” sıfatının verilmiş olmasının sebebi budur. Siyasi güç olarak yetkileri olmayacak ama ilimde ve ekonomide tüm organizasyon onların olacak. Onlar seçilmiş kavim olarak kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Kimse onların ülkesine gitmek zorunda olmayacaktır ama gidenler de onların üstünlüklerini benimseyeceklerdir. Mekke ise insanlığın merkezi olacaktır. Orada seçilmiş kimseler değil insanlığın temsilcileri olacaktır. Oralarda adalet ve eşitlik ilkeleri geçerli olacaktır.
Neden bu böyledir?
Demokrasi iyi bir şeydir, insanların rahatı ve saadeti için iyidir de demokrasi ilerlemeye müsait değildir. Uygarlığı üreten merkez kapalı bir kuruluş olmak zorundadır. Bunun için Allah onlara o kenti takdir etmiş ve insanlığa vermiştir.
Şimdi bu belde mukaddes belde olduğu için herkes gelecektir ama oranın sahipleri İsrail oğulları olacaktır. Mekke’nin Kureyşlileri ise Arap değil tüm insanlıktan oraya giden gelen alim ve tüccar kimseler olacaklardır.
Böylece iki merkez birbirleriyle yarışacaklardır.

(elLaTIy KaTaBa elLAHu LaKuM)
“Allah’ın sizin için kitabet ettiği yer.”
Evet, Allah oraları onlara vermiştir. Geniş olan yeryüzünü tüm insanlara vermiştir. Ama bir kavmi seçmiş, onlara özel görevler vermiş, görevlere göre yetkileri vermiş, bir topluluk var, onlara arz-ı mev’udu vermiştir. Bizleri, bilhassa Hıristiyanları ve Müslümanları, onları oralara yerleştirme görevi ile görevlendirmiş. Ben bu âyeti anlamadan, başka âyetlere dayanarak Filistin’in onların yurdu olduğunu söylüyordum. Söylediklerim kimilerinin acayibine gidiyordu. Şimdi bakalım bu âyete ne diyecekler. Allah onlar için yazmıştır. Türkçede bile temlik etmeyi yazma ile ifade ederiz. Demek ki Allah o yerleri İsrail oğullarına, Hazreti Musa’nın kavmine yazmıştır, tapusunu Kur’an’da onlara vermiştir.
Filistinliler için bizim önerimiz olacaktır. Onlara Sina Yarımadası’nda bir vatan kuracağız; biz Hıristiyan ve Müslümanlar. Yahudilerden de maddî imkân sağlayacağız. Anadolu’da, bilhassa Karadeniz’in dağlarında toplanan sular vakıf olarak oluşturulacak ve Filistin’e de verilecek, Sina Yarımadası’na verilecektir.
Biz kendi kafamızdan projeleri çizersek sonunda işimiz hüsran olur.
Yahudiler faizden vazgeçecekler, Yahudiler savaş fitnesinden vazgeçeceklerdir. Biz de mukaddes topraklardan vazgeçeceğiz. Böylece takdir-i ilâhi gerçekleşecektir. Direnirsek Allah’ın ihbarı duruyor. Diğerleri gelir, sonra onlar bizim gibi olmazlar.
Bu yazılarımızı asker-sivil yerli-yabancı herkes dikkatle okumalıdır...
Yazarlarımız kopyacılıktan vazgeçip biraz da yeni şeyleri duyup yazmalıdır...
Bir âyeti okumaya başladığım zaman, bu âyette yeni bir şey yok, sadece eskilerin teyidi var derim, içime biraz da sıkıntı girer. Bu âyetin durumu da böyle, Musa aleyhisselâmın hikâyesi, bunu biliyoruz deriz! Halbuki ben şimdi iki şey öğrendim.
Biri, İsrail oğullarının ülkesi olan Filistin toprakları Kur’an’da onlara tescillidir.
Diğeri de, İsrail toprakları açık pazar toprakları olacaktır.
Allah bizlere Kur’an’ı okuyup anlama imkanı verdiği için ne kadar hamd etsek azdır.
Ben ve sen anlamışız, fark etmez, sonunda hepimiz öğrenmiş oluyoruz.
Birbirimizin hatalı anlayışlarını düzeltmemiz gerekmektedir.

(Va Lav TaRTadDUv GaLAy EaDBaRiKuM)
“Dübürlerinizin üzerine irtidad etmeyiniz.”
“Reddetmek” geri çevirmek demektir. “İrtidat etmek” demek, geri dönmek demektir. Savaşta bunun anlamı düşmana sırtını çevirip kaçmak anlamındadır. Savaşan iki ordu arasında savaşın öyle bir ânı gelir ki, artık savaşı terk etmek zorunda kalırlar, dönüp kaçarlar. Hazreti Musa işte bunu yasaklamaktadır. Cephe savaşına giren ordunun kararı ‘ya ölüm ya zafer’ olmalıdır. Yenilirsek imha oluruz, yenersek de imha ederiz. Savaş budur. Teslim olup esir olmak veya gerisin geriye kaçmak ise mü’minler için sözkonusu değildir.
“Dübür” arka demektir. “Kubul” de ön demektir. Arka demek geçmiş demektir, ön demek de istikbal/gelecek demektir. Uygarlaşma sözkonusudur. Nasıl insan devamlı yaşlanır, hiçbir zaman gençleşemezse, insanlık da böyledir, sürekli olarak yaşlanmaktadır. Uygarlaşmaktadır. Geri dönüş yoktur, yani irtica yoktur. Tekrar çöle dönüş yoktur.
Toplayıcılıktan avcılığa, avcılıktan çobanlığa, çobanlıktan tarımcılığa geçilmiştir.
Hazreti Musa şimdi onlara tarımcılığa geçmelerini emretmektedir, tekrar çöllere dönmemelerini istemektedir.
Türkiye’yi misal alırsak, saltanattan meşrutiyete, meşrutiyetten cumhuriyete ve demokrasiye geçilmiştir. Tek partili döneme dönülmeyecek, saltanata dönülmeyecektir. Durmak da yoktur. Demokrasiden daha ilerisine gidilecektir, bu da “Adil Düzen”dir.
“Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenmke isteyenler “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” seminerlerimizi takip edebilirler.

(Fa TanQaKiBUv PASiRIyNa
“Hüsrana inkılap edersiniz.”
“Hasar” zarar demek, azalma veya bozulma demektir. Ticaret yaparsınız, zarar ederseniz hasar görmüş olursunuz. Arabanız çarpar, bir yeri eğrilip kırılır, hasar görmüş olur. Burada “Halikin” değil de “Hâsirîn” demiş olmasından anlıyoruz ki, bu savaştaki kaçma değil, uygarlıkta geri dönüştür. İrticadır. Her irtica sonunda zarara uğratır, ileriye götürmez.
Musa aleyhisselâm burada tüm insanlığı ilgilendiren kural koymaktadır. Bir yenilik geldiği zaman onunla mücadele etmek, onu daha ileriye götürme ve onun zararlarını ortadan kaldırma olmalıdır. Yoksa hüsran olur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP iktidarda idi. Demokrat Parti geldi. Sonra AP, sonra ANAP, sonra DYP, sonra AK Parti geldi. Saadet Partisi’nin gelişi istenmedi, tekrar Demokrat Parti anlayışının gelmesi istendi, Adalet Partisi’nin gelmesi istedi, DYP istendi. Bunların hiçbirisi irticayı beceremediler. Bunun yerine yeni hamle yapan ANAP geldi. ANAP’tan daha ileri Millî Görüşçü AK Parti geldi. Ulus zarar etti, neleri zarar etti?
1- KİT’ler satılıp imha edildi.
2- Dış borçlar ve faizler birkaç misli arttı.
3- Türk tarım ve hayvancılığı iflas etmektedir.
4- Türkiye’de var olan sanayi işletmeleri yerinde saydı.
Her irtica hüsrandır. AK Parti’yi yıkmak hedefimiz olmamalıdır. Hedefimiz AK Parti’den daha ileri, mukaddes topraklara yani “Adil Düzen”e girmemiz olmalıdır. Mukaddes kelimesini böyle de değerlendirebiliriz. Yani ileri, gelişmiş, medeni kent anlamını verebiliriz.
***

(QAvLUv YAv MUvSAy)
“Ey Musa dediler.”
Kavmi “Ey Musa” diyor, “Ey Hazreti Musa” demiyor. Sahabeler de “Ey Muhammed” diyorlardı, “Ey Hazreti Muhammed” demiyorlardı, salat-ü selâm da getirmiyorlardı.
Biz Kur’an’a mı tâbi olacağız, yoksa atalarımızın yaptıklarına mı?
İşte, ben bu sebeple peygamberlerden bahsederken şatafatlı kelimeler kullanmıyorum. Onlara tam karşı imişiz havası olmasın diye bazen “hazreti” diyorum, bazen “aleyhisselâm” diyorum. Hayatımızı Kur’an’a dayanarak ayarlarsak mutlaka başarıya ulaşırız, dünyamızı ve ahiretimizi kazanırız. Atalarımızın dini ile hareket edersek hüsrana uğrarız, Şamanist oluruz.
Bana diyebilirsiniz ki; sen başardın mı?
Hamd olsun, ben başaramadım ama Allah bol bol in’am etti, ihsan etti. Kişi olarak seksen küsur yaşımda sağlığım yerinde bunları yazıyorum. Allah’ın en büyük lütfü ilimdir. Bunun dışında benim desteklediğim gruplar başarılı olmuşlardır. Risale-i Nur şakirtleri ve Millî Görüşçüler. Bütün bu nimetlere Kur’an sayesinde ulaşmış bulunuyoruz.

(EinNa FIyHAv QaVMan CabBAvRIyNa)
“Orada cebbar bir kavim vardır.”
“Cebbârîn” kurallı çoğuldur. Oysa “Kavm” tekildir ama cem ismidir, yani bir topluluğun ismidir. Bunlara çoğul sıfat olur. “Fîhâ” “İnne”nin haberidir. “Kavm” de İnne”nin ismidir. “Fîhâ Kavmun” de “Fiha” haber “Kavmun” mübteda olmuş olur. Gramerciler bu görüştedirler. Buradaki ifadeden bunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Biz ise Türkçedeki ifadeye göre cebbar bir kavim oradadır diyeceksek “Kavmun Cebbarun Fîhâ” deriz. Orada cebbar bir kavim vardır diyecek olursak “Fîhâ Kavmun Cebbârîn” deriz. Yani takdim tehirle mübteda ve haber yaparız. İkisi de merfu olduğu için mübtedanın üzerinde haberin takdimi bizce caiz olmamalıdır. Dolayısıyla bize göre “Fîhâ Kavmun” dediğimiz zaman “Fîhâ” mübteda “Kavmun” haberdir.
“Cebbar” demek zorba demektir, diktatör demektir, sağı solu belli olmaz demektir.
Bunu şöyle tanımlayabiliriz. İslâm dünyasında yargısız infaz yoktur. Devlet başkanı da olsa muhakeme etmeden asla karar veremez. Sonra kararı kurallara göre vermesi gerekir. Soruşturmacılara dayanarak karar verir. Hem soruşturmacı hem hakim olamaz. Soruşturmacı olayı tesbit eder, hakim ise olayın hükmünü verir; daha doğrusu hakemler verir. Eğer bir toplulukta kişi muhakemesiz hem hakim hem şahit yani soruşturmacı oluyorsa, o kavim cebbar kavimdir. Tarafların seçtiği hakemler soruşturmacıların şehadeti ile karar veriyorsa o yer silm/barış yeridir, o halk İslâm halkıdır. Cebbar kavme, diktanın oduğu yere girmeyeceklerini ifade ediyorlar.
Burada bizim alacağımız ders; Türkiye cebbar olsa da biz yine Türkiye’de kalıp tebliğe devam etmekle mükellefiz. İşte Adil Düzencilerin görevi budur. Bu sebepledir ki biz cebbar olan Türkiye yönetimine girdik ve oraya demokrasiyi getirmeye çalıştık. Bunu da başardık. Bugün anayasa ekseriyeti ile ‘bu yolda beraber yürüdüklerimiz’ iktidardadır. Onlar bizi bıraktıysa, o bizim iç sorunumuzdur. Yine aynı amaçla hareket ettiğimiz Risale-i Nur şakirtleri, elli sene evvel dışlanmış ve gariban durumda iken, cebbar kavmin içinde dünyaya yayıldılar. Avrupa’ya göç de bu anlamdadır.
Biz, bizim iktidarda olmamız değil, İslâmiyet’in dünyaya yayılması için çalışma görevindeyiz. Bediüzzaman ömrünü hapishanelerde geçirdi ama Risale-i Nurları orada yazdı.
O halde, kavim cebbar da olsa, orada bulunup tebliğ etmek zorundayız. Hele “Adil Düzen”in olmadığı dünyada tebliğimizi her yere ulaştırmak zorundayız. ABD’ye de gitmeliyiz. Bunları hep yapıyoruz. Eksiğimiz; Kur’an’ı öğrenmeden, “Adil Düzen”i bilmeden bunu yapıyoruz. Bizim çalışmalarımız bu sorunu da yakın zamanda çözecektir.

(VaEinNAv LaN NaDPuLuHAv XatTAa YaPRuCu MiNHAv)
“Onlar ondan huruc edene kadar biz asla duhul etmeyeceğiz.”
Duhul edin emri savaş emri olsaydı, o zaman bu ifadeye gerek yoktu. Demek ki emredilen savaşla girme değil, hıtta deyip girmedir, selam verip girmedir, sıkıntılar içinde olunsa da girmedir. Kavmi itiraz ediyor. Biz girersek onlar orada olamazlar diyorlar.
Bugünkü İsrail’in durumu da buna benzerdir. Tarım dönemi kalıntısı olarak toprak alıp Filistinlileri topraklarından etme çabaları içindedirler. Halbuki İsrailliler fabrikalar kurar, işçilere büyük ücret verirlerdi, bir adil düzeni, Tevrat düzenini uygularlardı. Filistinliler canı gönülden o fabrikalarda iş yapardı. Onlar dünyanın ticaretini ele alır, gerçekten arz-ı mukaddese yakışır bir düzen kurabilirlerdi. Osmanlılar Viyanalara kadar o sayede gittiler. Ancak, Amerika’nın sömürü sermayesi bunu istemiyor, İsrail’in gelişmesini istemiyor, İsrail’i ateşler içinde yaşatıyor. Bu durum hem Müslümanlara hem de Yahudilere zulüm oluyor.

(EiN YaPRuCUv MiNHAv FaEinNAv DaPıLUvNa)
“Onlar oradan huruc ederlerse o zaman biz dahil oluruz.”
İnsanlar başkalarını kovup kendilerinin oturmasını isterler. Oysa İslâmiyet’in emrettiği bir arada olmaktır. İktidardakileri indirip ben çıkayım demek şeytan işidir. Birlikte yönetelim demek insani bir öneridir. Bu sebepledir ki biz daima koalisyon (millî mutabakat hükümeti) taraftarı olmuşuzdur. Direk ve tek başına iktidarı Allah Erbakan’a nasip etmedi.
AK Parti de eğer şeriata göre iktidar olmak isterse neler yapacaktır?
- Seçim barajını yüzde 5’e indirecektir.
- Partiler oylarını diğer partilere kullandırabileceklerdir. Meclis’te temsil edilmeyen kişi kalmayacaktır.
- Millî mutabakat hükümeti kurulacaktır. Hükümette de bütün partiler, dolayısıyla bütün vatandaşlar temsil edilecektir.
- Yönetimin denetimi siyasi değil, yargı denetimi yani hakemlerin denetimi olmalıdır. Partiler davacı olabilmelidir.
İnsanların birlikte yaşamaya karşı olan bu direnişi Kur’an’da bu ifadelerle dile getirilmiştir. Bizim yönetimimizde taşra bucakları vardır, merkez bucakları vardır. Taşra bucaklar tutuculuğun temsilcisi olacaklardır. Merkez bucaklar ise ilericiliğin bucakları olacaklardır. Taşra bucakları da merkez bucaklarını izleyeceklerdir. Ne var ki nesil değişmiş olacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92