MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 17




(Va QAvLaTi eLYAaHUvDu Va elNaÖaRa)
“Ve Yahudiler ve Nasara dedi.”
Bundan evvelki âyetlerde; biz Nasarayız diyenlerden, Meryem oğlu Mesih’in tanrı olduğunu söyleyenlerden ve Kitap Ehli’nden bahsetmiştir.
Burada Kitap Ehli’nden değil de, yalnız Yahudi ve Nasara’dan bahsetmektedir. Yani bütün Ehli Kitap’tan değil, yalnız Yahudi ve Nasara’dan bahsetmektedir. O halde Ehli Kitap bunlardan daha geniştir. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler ve Hindular Ehli Kitap’tır. Laik hukuk düzenine (yani metinlerine) sahip olanlar da ehli kitaptır.
Yahudi ve Nasara’nın özelliği, kendilerinin seçilmiş topluluklar olduklarına inanmalarıdır. Burada Yahudiler ayrı Nasaralar ayrı dediler denmiyor, ikisi birden biz seçilmiş kavimiz demektedirler. Şimdiye kadar Yahudiler ve Hıristiyanlar bir olup da bu şekilde kendilerini dünyayı yönetmeğe memur ve mümtaz olduklarını iddia etmemişlerdir. Bu ancak 20. yüzyılın ilk yarısından sonra ortaya çıkmıştır.
Tekel sermaye dünyanın ekonomisini ele geçirince, Yahudi ve Hıristiyanlık dışı tüm dinleri ortadan kaldırmak ve tüm insanlığı bu dinlerin uzlaşması ile meydana gelen yeni bir dinle yönetme ilkesini benimsemiştir. Onlara göre; Yahudiler seçilmiş kavim oldukları için, Hıristiyanlar ise Tanrı’nın askerleri oldukları için, onlar Allah’ın oğullarıdır. Madem ki Hazreti İsa Allah’ın oğludur, ona tapanlar da Allah’ın oğludur. Dünyayı yönetmek onların hakkıdır.
20. yüzyılda, Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nda Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında kanlı savaşlar olmuştur, daha doğrusu Yahudilere zulüm yapılmıştır. Ne var ki, gerek Birinci gerek İkinci Cihan Savaşları’nı Yahudiler çıkarmışlardır. Birinci Cihan Savaşı ile imparatorlukları yıkarak Filistin’de vatan oluşturdular. İkinci Cihan Savaşı’nda ise Yahudileri Filistin’de toplamak için Hitler’i araç olarak kullandılar. Böylece İkinci Cihan Savaşı sonrasında birleşip birlikte dünyayı nasıl yöneteceklerine karar verdiler. Önce dünyayı kapitalizm ve komünizm blokları olarak ikiye ayırdılar. Soğuk savaşla denge kurmaya çalıştılar. Türkiye’de başlayan dine dönüş hareketine zamanla katılan İran/Humeyni ve Rusya/Gorbaçov ile bu çatışma sona erince, Hıristiyanları ve Yahudileri birleştiren ortak düşman aradılar. İkiz kuleleri kendileri yıktılar ve bunu Usame bin Ladin’e mâl ederek tüm dünyayı İslâm âlemine saldırtmak istediler.
Bugün Yahudilerle Hıristiyanları birleştirmeye çalışan birçok mezhepler vardır. Bunların başında Yahova Şahitleri ve Evangelistler gelmektedir. Bunlar Yahudileri ve Hıristiyanları tek din içinde birleştirmeye çalışmaktadırlar. Bunların içinde Kur’an yoktur. İşte, onların felsefesi, onların Allah’ın oğulları olduğu, yani seçilmiş topluluklar olduğu anlatılmaktadır.
Demek ki buradaki âyet çağımızı anlatmaktadır.
“Yahudiler”den bahsederken “Hud” denmekte, “Yahudiler” denmekte, “Ellezîne Hâdû” denmekte ve “İsrail oğulları” olarak denmektedir. Daha çok “HVD” kökü geçmektedir.
“Hud” bir peygamberin adıdır, Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen peygamberlerdendir. “Hade”nin tevbe etti, rücu etti anlamına geldiği lugatlarda yazılıdır. Bir yerde “hudna ileyke” denmektedir. Kelimenin ilk mânâsı bilinmemektedir. Kelimenin ilk mânâsı gözle görülen şeyin ismi olmalıdır. Eğer bir kelimenin ilk kökünü bulamıyorsak, o zaman onun akrabaları olan kelimeye gideriz. “HVD” köküne çok yakın “HDY” kökü/kelimesi vardır. Hidayet etmek, yol göstermek demektir. “Hadi” kılavuzdur.
“Hudna ileyke” demek, sana doğru yol aldık anlamına gelmiş olur. Ters yolda giderken şaşırmışken birileri size doğru yolu gösterirse “HVD” olur. Siz de o yola giderseniz Haid olursunuz. Baştan sorduğunuz yolu tutarsanız hadi olursunuz.
İsrail oğullarına “haid oldular” denmektedir. Yani doğru yolu buldular. “Yehud” kelimesi aslında fiil-i muzaridir ama isimleşmiştir. Başına bu sebeple harfi tarif (El-Yehudu) gelmiştir. “Türk” kelimesinin başına “el-Türk” gelir. “El-Arab gelir.
“Nasara” kelimesi: Hazreti İsa Nasıra’lıdır, yani memleketi Nasıra’dır. Bununla beraber havariler “biz Allah’ın ensarıyız” dediler. Dolayısıyla Hıristiyanların adı “Nasara” olmuştur; yardımcılar anlamındadır.
“Yahudiler”in kıyamete kadar görevleri bozulma, sonra tevbe etmedir. “Havd” kelimesi “avd” kelimesine de akrabadır. İsrail oğullarının kaderi devamlı bozulma ve düzelmedir. Başarılı oldukları zaman azarlar ve bozulurlar. Nitekim bugünkü durumları böyledir. Ondan sonra başlarına bela gelir, zulme uğrarlar ve bu sefer düzelirler. Yeniden refah bulurlar. Yeniden azarlar. “Yehudu” demek “yaudu” (döner) demektir.
“Hıristiyanlar” hep yardımcı (Nasara) olacaklardır. Önce Hazreti İsa’ya yardım ettiler. Sonra Roma ve Bizans devletlerine yardım ettiler. Sonra Yahudilere yardım ettiler, onların işçisi oldular, böylece bugünkü uygarlık oluştu. Şimdi de “Adil Düzen”e yardım edecekler ve “Üçüncü Bin Yıl Medeniyeti” böyle oluşacaktır. Onun için bunlar her zamana “Nasara” olacaklardır, yani ensar olacaklardır.

(NaXNu EaBNAEu elLAHı)
“Biz Allah’ın oğullarıyız.”
Üstün olmanın yolu nedir?
Üstün olmak için ya asil ırktan olmak gerekiyor, ya da asil dinden olmak gerekiyor.
İşte, Hıristiyanların kendileri asil olmamakla beraber peygamberleri asildir. Dolayısıyla onlar asil topluluklardır. Yahudilerle Hıristiyanlar birleşirler, aralarında kavga olmazsa dünyaya hükmetmeye görevlenmiş olurlar. Yahudiler Hazreti İsa’yı Mesih kabul etmiyorlar, Mesih’i bekliyorlar. Hıristiyanlar da Hazreti İsa’nın geleceğini bekliyorlar. Yahova şahitlerinin felsefesi budur.
Madem ki Hıristiyanlar Mesih bekliyorlar... Madem ki Yahudiler de Mesih bekliyorlar... Mesih geldiği zaman öğreniriz... Hazreti İsa’nın kendisi gelirse, demek ki Mesih o imiş... Yok, eğer başkası Mesih’im derse, o zaman da Hıristiyanlar yanılmış olur... O halde birleşelim ve Müslümanları öldürelim ki Mesih gelsin...
İşte, yirminci yüzyılın fitnesi budur.
Yahudi ve Hıristiyanlar bu âyette marifedir. Herkes değil, bazıları hud olurlar. Mamafih dinlerde böyle saplantılar vardır. Müslümanlar da yalnız kendilerinin cennete gideceklerine inanıyorlar; oysa Kur’an bu inanışı tekzib ediyor.
İnsan kâinatta Allah’ın halifesidir. Kâinatı Allah dört varlık için yarattı; melek, cin, ruh ve insan. Bu dört yaratığın dışındakilerin bir değeri yoktur. Taş kendi varlığından habersizdir, dolayısıyla muhatap değildir. Bunlar içinde melekler ve ruhlar bâtın âlemin varlıklarıdır. Zâhir âlemin varlıkları ise insanlar ve cinlerdir. Cin sıcak cisimlerde yaşar, güneş ve yıldızların içinde yaşar. İnsan ise soğuk dünyanın ve gezegenlerin tek halifesidir.
İnsana çok büyük üstünlük verilmiştir. İyi insanlar melek ve cinlerden daha üstündürler. Kötü insanlar da onların çok altındadırlar. İnsanlar sıcak âlemde yaşayamazlar. Oysa cinler hem güneşte hem de gezegenlerde yaşayabilmektedirler. Ama insanlar bunların üstünde evrim yapabilen varlıklardır, dolayısıyla iyileri Allah’a en yakın olanlardır. Bu üstünlüğün şerefini koruyamayanlar ise esfel-i safiline uğrarlar.
Yahudi ve Hıristiyanların hataları budur.
Önce, tüm insanlar eşit şartlara sahiptir. Irk veya din mensubu ayırt edilmeyecektir. Diğeri ise iyi insanlar, kötü insanlar olur. Halbuki onlara göre mensubiyetle iyi veya kötü olunmaktadır. Her insan iyi veya kötü olabilir. İneğe tapan iyi bir Hindu da Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

(Va EaXibBAEuHUv)
“Ve O’nun habibleriyiz.”
“Habbe” kabarcık demektir, tane demektir. Yuvarlak küçük parçalar habbedir. “Kubbe” kelimesi de buraya akrabadır. İnsan birisini sevdiğinde kalbinde sıcaklık hisseder. Sıcaklık da çıkan kabarcıklarla ortaya çıkar. “Muhabbet” kelimesi oradan gelir. Türkçede “kanım kaynadı” deriz. Bir annenin çocuğuna olan muhabbeti böyledir. Eşlerin birbirlerine duydukları sevgi böyledir. Genellikle çocuğunuz kötü de olsa onu seversiniz.
İşte, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’ın kendilerini sevdiğini, kötülük yapsak bile bizi sevdiği için bizi cezalandırmaz derler.
Burada Yahudilerin yaptığı hata nedir?
Bu sevgiyi yalnız kendilerine tahsis etmekte, başka dinde olanları Allah’ın sevmediğini söylemektedirler. Oysa iyi insan nerede olursa olsun, hangi dinden olursa olsun o iyidir. Allah’ın habibidir. Allah kâinatı kendisi yaratmıştır, kendi eseridir. Kimse eserini bozmak istemez. Ne var ki insanı yüceltmiş, ona bozma imkanı vermiştir. Ama bozarsa da cezalandıracağını bildirmiştir.
Kur’an’da “Allah sizi sever” deniyor. Demek ki Allah’ın insanlardan sevdikleri vardır. Bunlar aynı dinden olanlar veya aynı ırktan olanlar değil, kendileri iyi olan kimselerdir. Her insan iyiliğin ne olduğunu, kötülüğün ne olduğunu bilir.
İşte, insanın kendi içtihadı ile amel etmesi bunun için emredilmiştir. Biz insanız, iyiliği ve kötülüğü ayırırız. Hata etsek de sorumlu değiliz. Hata etmememiz için Allah peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Kişi onlara ulaşır, onların doğru söylediklerine kanaat getirir de onlara uymazsa, o kişi kâfirdir. Yahut kendisine anlattığın zaman ‘bana anlatma’ deyip reddederse, o da kâfirdir. Allah işte bunları sevmez; bunlar ister Hıristiyan olsun, ister Yahudi olsun, ister başkaları olsun, fark etmez.

(QuL)
“Söyle”
Emir kimedir?
Her halde Hazreti Muhammed’e emir olamaz. Çünkü o zaman böyle bir Yahudi ve Hıristiyan ittifakı yoktu, hep birlikte böyle bir şey söylemiyorlardı. O zamanın en ileri Yahudi merkezi Medine idi. Bizans İmparatorluğu’ndan kaçanlar oralara yerleşmişti. Hıristiyanlarla Yahudiler arasında en yakın dostluk yirminci yüzyılda kurulmuştur.
O halde “söyleyecek olan” şimdi biziz, bu emri bize söylemektedir.
Batı henüz bizi tanımamış, muhatap almamıştır. Erbakan’ı muhatap almadı. Ama AK Parti’yi muhatap aldı. AK Parti de görevden kaçtı, artık bunu söyleyecek durumu yoktur.
Şimdi insanlık ikinci Erbakan’ı beklemektedir.
Bu seçimden sonraki seçimde böyle bir zatın zuhur etmesi beklenmektedir.
İşte o kimse yani yeni Erbakan, Hıristiyan ve Yahudilere diyecek ki; siz dünyayı yönetmeye yetkili olduğunuzu söylüyorsunuz ama durum öyle değildir.
Türkiye bunu nerede söyleyecek?
-Birleşmiş Milletler’de söyleyecek...
Türkiye nerede söyleyecek?
-NATO’dan çıkacak ve çıkma gerekçesi olarak bunu söyleyecek. NATO’da Türkiye’den başka Hıristiyan olmayan bir ülke var mı? Türkiye’yi de sadece İslâm birliğine önderlik yapmasın diye AB kapılarında bekletiyorsunuz.
İşte buraya yazıyoruz:
-Gelecekte bu sözleri siz de duyuracaksınız, onlar da duyacaklar…

(Fa LiMa YuGaüÜiBuKuM Bi ÜuNUvBiKuM)
“Zenblerinizden dolayı neden sizi ta’zib etmektedir.”
Hıristiyan âlemi huzursuzluk içindedir. Yirminci yüzyılın en büyük savaşları Hıristiyan devletler arasında olmuştur. Ruslar da Hıristiyan, Papalık da Hıristiyan. Çin ile Ruslar arasında çatışma olsa ABD ne tarafta yer alacaktır, AB ne tarafta yer alacaktır?
Bugün küresel tekel sermaye bile krizler içindedir, sömüren ve sömürülen devletlerin desteği ile ayaktadır. Avrupa’da ve Amerika’da zenginler lüks içinde yaşarken, sokaklarda sabahlayan evsiz halk vardır. Çin sosyalist ülke olmuş ama birliğini korumaktadır. Sizin ne gibi bir ayrıcalığınız vardır ki siz kendinizi Tanrı’nın temsilcisi kabul ediyorsunuz.
“Zenblerinizden dolayı azab”dan bahsetmektedir.
Demek ki zenblerden dolayı bu dünyada azab vardır.
Bu azap nasıl olacaktır?
Azapların çeşitleri vardır.
- 1) Zelzele olur. 2) Sel olur. 3) Fırtına olur. 4) Yangın olur. Bunlar doğal âfetlerdir.
- 1) Salgın olur. 2) Kıtlık olur. 3) Savaş olur. 4) Fitne olur. Bunlar da sosyal âfetlerdir.
Hıristiyan ve Yahudiler bunları yaşamıyorlar mı?
Batı bu dönemde dünyada en güçlü seviyeye çıktı. Bugün de bu durumunu korumaktadır. Şimdi tam tepe/zirve noktadadır. Artık insanlık uyanmaktadır. Çin tamamen devreye girmiştir. Kaddafi bile Batı’ya kafa tutabilmektedir. O halde üstünlüğünüz nerde?!.
Hıristiyanların ve Yahudilerin günahları nelerdir?
- Başta şirk koşmaktadırlar. Kendilerini tanrı yerine koymakta, dünyayı dinsizliğe götürmektedirler.
- İkinci günahları olarak zina yasağı ve kısas gibi şeriat hükümlerini ayaklar altına aldılar. İnsanlığı ahlaksızlığa zorlamaktadırlar. Okullar, sinemalar, medya, eğlence yerleri hep ahlaksızlığı yayma çabası içindedir.
- Ekonomide faizi meşru yaparak insanlığı sömürmektedirler. Böylece insanlık büyük ıstıraplar içindedir.
- İnsanları birbirleri ile savaştırarak biz hakimiyetimizi koruyalım diyen sömürü sermayesinin silahlı orduları hâlindedirler.
Bu azapları çekmektesiniz...
Ama asıl büyük bir azap daha sizi bekliyor...
Papalığın desteği ile İslâmiyet ile birleşenler, tüm dünya insanlarını barışa çağıranlar; işte onlar kurtulacak, diğerleri helâk olup gideceklerdir.

(BaL EaNTuM BaŞaRun MinMan PalaQa)
“Siz Allah’ın halk ettiği beşersiniz.”
“Bel” harfi kendisinden önce gelen cümleyi ne tekzib eder ne de tasdik eder. Ondan sonra gelen cümleyi tasdik eder, teyit eder. Evet, sizin içinizde ve diğer insanların içinde O’nun oğlu değil ama Allah’ın halifesi olanlar vardır. Sizin ve diğerlerinin içinde Allah’ın sevdiği kullar vardır. Ama sizin bir ayrıcalığınız yoktur. Diğer insanlarla aynısınız. Aynı kromozomları ve aynı genleri taşıyorsunuz. Kanda asalet yoktur. O’nun oğlu değil yaratığısınız.
“Adem” siyah deridir. “Buşr” ise tüysüz deridir. Hazreti Adem tüylü yaratıldı. Yasak ağaçtan yeyince tüyleri döküldü. Bugün yeryüzündeki tek tüysüz canlı insandır. Biz Adem oğullarıyız, Adem değiliz. Biz beşeriz. Hazreti Adem ise meyveyi yemeden önce “Adem”di; yedikten sonra “beşer” olmuştur.
Canlıların deri örtüleri vardır.
Ne işe yarar?
Canlıların birbirlerini tanıması için değişik şekilde vücut örtüleri sahibidirler. Böylece erkek dişisini tanır, anne yavrusunu tanır.
Canlılar düşmanlardan korunmak durumundadır. Kendilerini gizlemek için de vücut örtülerini kullanırlar.
Canlılar soğuktan ve sıcaktan korunmak için vücut örtülerini kullanırlar.
Canlılar dışarıdan gelecek darbelere ve mikroplara karşı da vücut örtülerini kullanırlar.
Her canlı yalnız bir çevrede yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla değişik kıyafete gerek yoktur.
İnsanlar hayvanlardan çok farklıdır. İnsanlar değişik topluluklar oluştururlar. Her topluluk ayrı elbise giyer ve kendilerini o şekilde gösterirler. Kadın kadın elbisesini, erkek erkek elbisesini giyer. Kadın evli olup olmadığını gösterecek elbise giyer; koca arıyorsa nasıl koca aradığını göstermek için de özel elbise giyer.
İnsanlar kendi durumlarını, mesela yoksulluklarını göstermemek için evlerinde ve köylerinde başka elbise giyerler, uzak yerlere ve toplantılara gidince başka elbise giyerler. İnsanlar değişik iklimlerde yaşamak ve değişik mevsimlere uymak için değişik elbiseler giyer. Bugün insanlar uzaya gidiyorlar. Bu ancak farklı elbise giymekle mümkündür.
O halde insanlar çıplak yaratıldılar ki her yere uygun elbise giysinler, oranın şartlarına uysunlar ve her yerde yaşasınlar.
İşte bunu ifade etmek için; “Sümme izen entum beşerun tenteşirun / Sizi topraktan yarattı, sonra birden her tarafa yayılan beşer oldunuz.” denmektedir. Burada “Sümme” kelimesini kullanmasının sebebi vardır. Hazreti Adem yaratıldıktan sonra belli bir zaman içinde tüylü olarak yaşadı. Hattâ çocukları oldu. O çocuklardan biri kardeşini öldürdü, kaçtı, kuzeye gitti ve orada neslini türetti. Onlar Neandertal insan oldular.
Sonra Hazreti Adem ile Havva yasak ağaçtan yediler. Birden tüyleri döküldü ve beşer oldular. Ondan sonra elbise giyerek yeryüzüne, hattâ göklere bile intişar etmişlerdir. Neandertal insan yeni şartlara ve iklim değişikliklerine uyamadığı için helâk olup gitmiştir. “Sümme”den sonra “İzen”in gelmiş olması, değişmenin birden olduğunu ifade eder.
Siz yaratılan bir beşersiniz. Tüm insanlar gibi aynı genleri taşıyorsunuz. Sizin diğer insanlardan bir farkınız yoktur.
İnsanlar çoğalınca ayrıldılar ve birbirlerinden uzaklaştılar. Zamanla dilleri değişti, ayrı ayrı kavimler oldular. Buradaki intişar tarım döneminden önceki göçebe dönemini anlatmaktadır. Bundan sonra da uzaya açıldığımız zaman beşerun tenteşirun oluruz. Bu farklılık insanların farklı tanrılara tapmaya başlamalarıyla sonuçlanmıştı. Her kabile kendi dilindeki tanrıya tapar, diğer kabileleri kendi tanrılarına düşman sayardı. Biz şimdi Kur’an’a inanmayanları nasıl Tanrı’nın düşmanı kabul ediyorsak, onlar da öyle yapmaya başlamışlardı.
İşte, ilk defa Mezopotamya’da insanlar bir araya gelerek kentleşmeye başladılar. Tanrılar arası savaş yerine tek Tanrı’ya tapma öğretisini Hazreti Nuh getirmiştir. Hazreti Nuh kendi ülkesinde bu sorunu çözmeye çalışmış, arkasından gelen Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberler de tek Tanrı’ya inanmayı getirmişlerdir. Bunun anlamı şudur. Tüm insanların Tanrı’sı birdir. Şeytanın Tanrı’sı da aynı Tanrı’dır. Sonra Hazreti İbrahim peygamber geldi ve tüm insanlığı Hazreti Nuh’un şeriatına çağırdı.
İşte Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâmiyet, hattâ Budizm ve Hinduizmin görevi insanlığı barışa götürmektir. Bunların kendilerini diğer insanlardan farklı görmeleri ve üstün saymaları ise varlık hikmetlerine aykırıdır.
Evet, insanlığı barışa götürme görevini Allah’ın onlara vermesi bir fazilettir. Ama bu fazilet ırktan değil görevden ileri gelmektedir. Üstünlük görev yetkisi anlamındadır. Kişinin üstünlüğü yoktur, görevin üstünlüğü vardır.
-Ehliyete göre görev vardır.
-Göreve göre de yetki vardır.
-Yetkiye göre sorumluluk vardır.
-Sorumluluk kadar da hak vardır.
Yani üst göreve atananların hakları üstün olabilir ama sorumlulukları da yüksektir.
Ne bir dine mensup olmak ne de bir kavme mensup olmak bir üstünlük sağlamaz, görevli olup olmama üstünlük sağlar. Kur’an gelmeden önce Allah belli kavme peygamberler göndermiş ve onlara görev vermiştir. Kur’an’dan sonra ise artık yeni peygamber gelmeyecek, yeni kitap gelmeyecektir.
Kur’an’dan sonra artık atanmış görevli yoktur. Bütün mü’minler atanmışlardır. Tevrat’a, Kur’an’a, İncil’e göre, Vedalara göre, Burhanlara göre düzen kurulacaktır. Askerliğe katılanlar mü’min olacaklar, katılmayanlar ise müslim olacaklardır.
İşte, seçilmiş olanlar yani görevli olanlar bu görevlilerdir. Dünyanın güvenliğini bunlar sağlayacaktır. Bir kavme veya bir dine mensup olma artık fark etmeyecektir.
Burada bir şey daha hatırlatmamızda yarar vardır.
Din ile siyaset arasındaki ilişkiler nasıl olacaktır?
Din kişileri ele alacak ve zor kullanmadan onları eğitecektir. İnşaat malzemesini üreten fabrikalar gibidirler. Malzeme üretirler. Sonra siyasiler ve iş adamları onları organize eder, üretim yapar ve yapıları kurarlar.
İnşaat malzemesi üretenler malzemeyi tüccarlara satarlar. İnşaatçılar tüccardan malzemelerini alırlar. Topluluklarda da dinler ve medreseler insan yetiştirirler ve arz ederler. Siyasiler ve meslekî kuruluşlar ise bu malzeme ile sosyal ve ekonomik yapıyı oluştururlar.
Demek ki sorun iş bulma sorunudur. Yani yetişmiş insanların kendilerine iş bulmaları gerekir. İnşaatçılar malzemecileri bulup bana şöyle malzeme yap demezler; malzemeciler inşaatçılara beğendirecek malzeme üretirler. İşte, din ve ilim adamları da yetiştirdikleri insanları iş adamlarına ve siyaset adamlarına beğendirmeye çalışırlar. Siyasiler ve iş adamları da mevcut insanları değerlendirmek zorundadırlar.
Yahudiler âlimlerini, Hıristiyanlar din adamlarını yetiştirmekle, Müslümanlar ise bunları organize ederek insanlığın güvenini sağlamakla yükümlüdürler. Belki de Budistler ve Hindular ise yeryüzünün üretimini organize edeceklerdir.
Henüz tam olarak nasıl işbölümü olacağını bilememekteyiz.
Bu görevlerin bölüşülmesi için önce her ülkede her dinden insanlar bulunmalıdır. Çin’de Hıristiyanlık ve Müslümanlık olacaktır. İstanbul’da da Hindular ve Budistler bulunacaktır. Bunun için yeryüzünde kıta merkezleri oluşacaktır. Bu merkezlerden biri de İstanbul’dur. İstanbul’da tüm dünya devletlerinin birer bucağı, hattâ ilçesi olacaktır. Dolayısıyla her din mensubu İstanbul’da yer alacaktır. Pekin’de de öyle olacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bunlar yer almaktadır.
Hedef nedir?
Hedef insanlığın barışıdır. Bu sebepledir ki Hak dinlerin ortak adları selam/barış dinleridir. Kur’an ehlinin adı ehl-i İslâm değildir, ehl-i imandır. Nasara ehli din ehlidir. Şüphesiz her din mensubu her konuda insan yetiştirecektir ama zamanla birileri bir alanda başarılı olacak, o alanda hakim olan o din olacaktır.
“Beşer” kelimesi iyice değerlendirilmelidir. Bu işbölümü içermektedir.

(YaĞFiRu MaN YaŞAyEu)
“Meşieti olanı mağfiret eder.”
“Ğafara” örtmek demektir. “Ğafara lehu” onun için onun lehine örttü demektir. “Affetmek” suç işledikten sonra o suçun cezasını vermemektir.
“Mağfiret etmek” demek, suçu işlemediğini kabul etmek demektir.
Mağfiret ve affın mânâları; biri mahkum edip ceza vermektir, biri de hiç muhakeme etmemektir. Acaba hangisi muhakeme etmemektir, hangisi muhakeme edip ceza vermektir?
Şimdiye kadar verdiğim mânâlarda; “mağfireti” suçu sabit görüp ona ceza vermemek şeklinde, “afvı” ise suçu silmek şeklinde idi. Buradaki “Li” harfi şimdi beni başka türlü düşündürdü. “Mağfiret etmek” muhakeme etmemek, suçu görmemek demektir. “Afv” ise suç sabit olduktan sonra cezasını silmek demektir şeklinde yorumluyorum. Sizler de düşünün; eski görüşüm mü, yoksa yeni görüşüm mü doğrudur? Gerçi iki istidlal değişmektedir. Ne var ki sonuçlarda bir değişiklik yoktur.
Burada usul üzerinde bir açıklama yapabiliriz.
Acaba bu yorumları nasıl yaptık?
Önce afv ve mağfiret aynı anlamdadır. Bu hususta icma vardır. Şimdi bizim bu iki kelimeye farklı manâ vermemiz gerekir. Biz farkı böyle tesbit ettik. Siz farkı başka bir şekilde tesbit edebilirsiniz. Sizinki de doğru, benimki de doğru olabilir. Çünkü âyet bir o manâsıyla bir de öbür manâsı ile indirilmiş olabilir.
“Yeşau”nun faili olarak aynı iki manâ üzerinde durabiliriz. “Yeşau”nun faili “Men” olabilir yahut “Allah” olabilir. Yani mağfiret edilmesini isteyenin günahlarını mağfiret ederiz anlamı çıkar. Yani tevbe eden ve yaptığından pişman olan kimseleri mağfiret ederiz deniyor. Yahut fail “Allah”tır. O zaman Allah meşiet ettiğinin günahını mağfiret eder demektir.
Şimdi Hıristiyanlara ve Yahudilere hatırlatıyor. Eğer siz şimdiye kadar yaptıklarınızdan vazgeçerseniz, artık yukarıda saydığımız günahlara devam etmezseniz, Allah sizin günahlarınızı görmeyecek ve sorguya bile almayacaktır demektir.
Dinsizlikten ve ahlaksızlıktan vazgeçeceksiniz.
Faizden, sömürüden ve zulümden vazgeçeceksiniz.
O zaman biz sizin günahlarınızı görmeyeceğiz, diyor Allah.
Bugünkü uygarlığı Hıristiyanlar ve Yahudiler oluşturdular. İslâm uygarlığından yararlanarak teknik ve ekonomide hamle yapmışlardır. Dinler yaşlanmış, bâtıl itikatlara dalmış ve şeriatı bozmuşlardır. Düzenin değişmesi gerekiyordu. Bunun için geçici olarak dinler mağlup olmalıydı. Faizli sistem denemesi zorunlu idi. Faizli sistem olmasaydı sermaye terakümü olmaz ve bugünkü uygarlık doğmazdı. O halde, evet, onlar günah işlediler ama Allah onlara bu günahları işleme iznini vermiştir. Şimdi ise artık öyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla artık tevbe ederlerse Allah eski günahlarını sormayacaktır. Ama devam ederlerse, şimdi de o günahları işlerlerse, o zaman onları cezalandıracaktır.

(VaYuGaüÜuBu Man YaŞAEu)
“Ve meşieti olanı azab eder.”
“Men”den sonraki cümlede “Men”e giden bir zamir olması gerekmektedir. “Yeşau”daki zamir “Men”e gitmektedir. Yani, Allah kimi isterse onu mağfiret eder, kim isterse de ona azab eder manâsının verilmesi asıldır. Bununla beraber mef’ul olan “Men” de hazfedilmiş olabilir. Yani “YeşauHu” asıldır, “Hu” hazfedilmiş olur. Hazfetmek hazfetmeden evvel olduğu için burada isteyen Yahudi ve Hıristiyanlara azab ederiz manâsı çıkar. Yani tevbe etmeyip ‘hayır, biz eskisi gibi faize, hırsızlığa, fuhşa ve isyana devam edeceğiz diyorlarsa, Allah onları da ta'zib edecektir.
Faili “Allah” yaparsak dahi Allah gelişigüzel affeder veya azab eder şeklinde değil, diğer amellere bakarak mağfiret eder anlamı vermek zorundayız. Allah’ın adaleti bunu gerektirir. Her halükarda bu âyet Yahudilerin ve Hıristiyanların artık bu yaptıklarından vazgeçmelerini istemektedir.
Burada bir şey daha sorulabilir. Muhatap olan Hıristiyanlar onların din adamları mı, yoksa siyasileri veya halkı mıdır? Biz Nasarayız diyenler olarak alırsak, Hıristiyan olsun olmasın kendilerini Hıristiyan sayanların hepsine hitap etmektedir. Din adamları zinaya ve faize dalmamışlarsa onlar muhatap değildirler. Katolikler faizi meşru saymamışlardır. Protestanlar faizi meşru görmüşlerdir, bundan dolayı buradaki muhatap onlardır. Ortodoks veya Katolik din adamları değildir.
İlk bakışta Protestanlar İslâmiyet’e daha yakın gibidirler. Ne var ki bunlar iyi niyetli değildirler, sömürü sermayesinin oyuncağı olmuşlardır. Sonra da faizi helal kılma, kısası ortadan kaldırma gibi günahlar işlemişlerdir. Biz onları kendimize daha yakın bulamayız.

(Va LilLAHi)
“Ve Allah’ındır.”
Fiil cümlesinden sonra isim cümlesi gelmiştir. Bu takdirde bu cümle hâl cümlesidir. Yahudiler ve Hıristiyanlar biz Allah’ın çocuklarıyız dediler, oysa yerin ve göklerin mülkü Allah’ındır. Çocukları olsaydı O’nun mirasçısı olurlardı.
Demek ki bu nahnu'nun veya ebnaûn'un hâlidir.
Niçin çocuklar vardır, niçin miras vardır; bu âyet onu izah etmektedir.
Çocuklar vardır, çünkü baba ölümlüdür. Çocuk olmazsa onun malı mülkü havada kalır, sahibi olmaz. Oysa Allah lâyemuttur, dolayısıyla O’nun oğula ihtiyacı yoktur.
Buradaki “Lam” mülkiyet içindir. Şimdi mülkiyetin anlamı nedir, onu tesbit etmemiz gerekir. Mülkiyetin anlamı, sahibi olduğunuz malı istediğiniz şekilde tasarruf edersiniz. İsterseniz başkasına verirsiniz, isterseniz yer bitirirsiniz, isterseniz yakıp yıkarsınız. Batılılar buna “mutlak mülkiyet” demektedirler.
İslâmiyet’te böyle bir mülkiyet yoktur. Böyle bir mülkiyet yalnız Allah’a aittir. İnsanlar mâlik değil zilyet sahibidirler, yani malı korumak ve bakımını yapmak karşılığında ondan yararlanma hakları vardır. Semavat ve arzın ve aralarında bulunanların mâliki Allah’tır. Biz O’nun görevlisi ve yetkilisi olarak üzerinde tasarruf eder, karşılığında yararlanırız. Bunun başka anlamı, biz mallar üzerinde istediğimiz tasarrufları yapamayız. Ancak şeriatın izin verdiği işleri yaparız. Mesela, tarlamıza tütün ekip de insanları zehirlemek için kullanamayız. Şeker pancarı ekebiliriz. Sonra tarlamızı istediğimiz zaman ekip istediğimiz zaman boş bırakamayız. Böyle yaparsak elimizden alırlar. Osmanlılar üç sene ekilmeyen tarlaları o kişilerin elinden almakta idiler.
Biz bunu şöyle geliştiriyoruz. Devlet vatandaşın elinden başka vatandaşa vermek üzere her zaman toprağı elinden alabilir. Bunun için toprağın vergi değerinin iki katını vermesi gerekir. Toprağın değeri de geçmiş on yılda ödediği öşrün on katıdır.

(MüLKü elÖaMAVAvTı Va ElEaRWı)
“Semavat ve arzın mülkü.”
Kur’an’da semavat ve arzın mülkünün Allah’a ait olduğu 18 yerde geçmekte, bu sûrede de dört defa geçmektedir. Biri bundan önce geçmişti. İkisi bundan sonra geçecektir.
“Semavat ve arzın mülkü Allah’ındır” dedikten sonra, “O her şeye kadirdir” diyor; 5 defa da “O her şeyin kadiridir” der. Bir yerde de açıklama yapar: Her şeyi halk etti ve takdir etti. Arz ve semavat ile kadirin altı yerde tekrarı, mülk ile takdir arasında bir ilişkinin mevcut olduğunu ifade eder. Mülkte planlama vardır. Bir mülk belli amaçla kullanılır. Amaç belli olur, ondan sonra da o amaca gidiş yolu belirlenir: Bu da takdir yani planlama ile olur.
İki çeşit planlama vardır. Biri mekanda planlama, biri de zamanda planlamadır. Biz mekanda planlama yaparız. Zamandaki planlama bize ait değildir. Biz mekana sahibiz. Yerleri değiştirebiliriz. Büyütüp küçültürüz ama zamanı ileri-geri alamayız. Zaman bize uymaz, biz zamana uyarız. Bunun manâsı; biz ne şartlar altında ne yapacağımızı biliriz ama o zamanın ne zaman geleceğini yani zaman içinde ne olacağını bilmeyiz. Oysa Allah kâinatta ne olacağını takdir etmiş ve neyin ne zaman olduğunu O bilmektedir.
İnsanlık tarihinin akışını bilmekteyiz. Allah’ın nuru insanlığı aydınlatacaktır. O’nun nuru tamamlanacaktır. Ama bunun ne zaman hangi derecede olduğunu biz bilemeyiz. Zamanını belirlemek Allah’a aittir.
Hıristiyan ve Yahudilerin biz Allah’ın oğullarıyız ve Allah’ın sevgilileriyiz demiş olmaları sebebiyle, sonunda Allah onlara azab edecek, bazılarını da bağışlayacaktır. Bunu biliyoruz ama bunların ne zaman olacağını bilmemekteyiz.
Allah kâinatı yaratmış ve takdir etmiştir. Kadere göre her şey yürümektedir. Hıristiyanların ve Yahudilerin, biz seçilmiş kimseleriz deyip dünyaya hükmetmeleri ve bugün de birlikte bizi sömürmeleri ne zamana kadar sürecektir? Onların arası ne zaman açılacaktır?
Aslında tüm dünya Yahudilere kin beslemekte, kan kusmaktadır. ABD halkı kuzey-güney savaşına sermayenin fitnesi ile girmişlerdir. Köleler Hıristiyanların elinde idi. Sermaye köleliği kaldırdı ki benim işçim olsunlar diye. Devlet değil özel banka olan Merkez Bankası’yla (FED) tüm Amerika’yı sömürmektedirler. Amerikan halkı onların kölesi durumundadır. Onları Müslüman ve Hıristiyan düşmanı yaparak, beyaz-siyah diye bölerek sömürmeye devam ediyor. Bunu bilen Amerikan halkı bir zenci Müslümanın çocuğunu devlet başkanı yaptı. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nı organize eden sermayedir. Hitler bertaraf edilmiştir ama Yahudi düşmanlığı bitmemiştir. Rus Çarlığını yıkarak Sovyetleri oluşturup milyonlarca insanın ölümüne sebep olan sermayedir. Müslüman ülkelerde diktatörleri üretip onlara dinsizlik yaptıran ve halklarını ezdiren sermayedir. Bütün Müslümanlar bunun böyle olduğunu bilmektedir. O halde, bugün canciğer olup İsrail devleti adına zulümler yapan Hıristiyanlar çok yakın zamanda yeter diyeceklerdir. İşte o zaman Allah’ın azabı gelmiş olacaktır. Bir kısmını da affedecektir. Ama bunun ne zaman olacağı bize meçhuldür.

(Va MAv BayNaHuMav)
“Ve aralarındaki…”
“Semavat ve arz ve aralarında” üç yerde geçer, bir yerde de “içindekiler de” geçer. Bunların üçü bu sûrede geçmektedir.
“Ara” ile “iç” ayrı ayrı mıdır?
Evet, semavatı ayrı arzı ayrı düşünürsek, ikisi arasında ayrılık vardır. Aralarındakiler olur. Semavat ve arzı birlikte düşünürseniz, o zaman o ara da semavat ve arz içinde olur.
Bir zerreyi ele aldığınız zaman, o zerre ışık hızında değilse, uzaklığın karesi ile başka zerreleri çeker. O zerrenin semasıdır. Belli bir yakınlığa vardığında artık uzaklık kalmaz, ondan sonra ise çekim yoktur. Uzaydan gelen taşı yer çeker ama yere düştükten sonra artık taş yerle birleşir ve o da yer olur.
Zerreler birbirine yaklaşarak kalırlar. Onların seması oluşur. Çünkü iki misli kuvvetle çekerler. İşte bu çeken merkeze “arz”, dışındaki uzaya da “sema” denir. Ay yerin semasıdır. Ama diğer gezegenler ay ve yerin ortak semasındadır. Güneşin seması vardır. Güneş sistemi onun semasındadır. Ama diğer yıldızlar güneş sisteminin semasındadır. Yıldızlar da galaksiyi oluştururlar, onun seması kâinattır.
Burada “Mâ” getirilmiştir. “Men”den yani insan ve meleklerden bahsetmemektedir. Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Ya insan, melek, cin ve ruh memluk değildir, onlar Allah’ın bir cüz’üdür, dolayısıyla O’nun mülkü dışındadır. Yani bunlar kâinat var edilmeden de var idiler, sonrasında mahluk değildirler. Bu anlayış vahdet-i vücuda gider. Yani ruhumuz Allah’ın bir cüz’üdür. Bedenimizle irtibat kurduğunda orada görevli olmaktadır. Bu sebeple “Men”den bahsedilmemektedir.
Başka bir yorum ise; benim ruhumdan demek, bana ait ruhumdan üfledim demiş olur. Ruhlar âlemi ayrı, kâinat ayrı olmuş olur. O takdirde “Mâ” “Men”i de içine alır. Nasıl “âlim” dediğimiz zaman erkek âlim, “âlime” dediğimiz zaman kadın âlim anlaşılırsa; eğer kadın olsun erkek olsun “âlim” dediğimiz zaman bu sefer ikisini ifade eder ama “âlime” dediğimizde hiçbir zaman erkeği ifade etmezse; bunun gibi “Men” şuurlu varlığı ifade eder. “Mâ” şuursuz varlıkları ifade eder. Ama eğer ikisi birden kastedilecekse “Mâ” getirilir.
“Allah” ne “Mâ”dır ne de “Men”dir. “Mâ” eşyayı, “Men” de mahluk insanı ifade eder. Dolayısıyla Allah için “Men” de “Mâ” da geçmektedir.
“Ve Mâ Benaha” “Ve Men Benaha” manasındadır.
“Arz” dediğimiz zaman taşınmaz varlıkları ifade etmiş oluruz.
“Sema” dediğimizde taşınmazların üzerindeki boşlukları ifade etmiş oluruz.
“Beynehuma”dan kastımız ise; taşınmazların üzerindeki taşınırları ifade etmiş oluruz.
Şimdi atmosferi ele alalım; arzda mıdır, semada mıdır?
Önce onların içindedir. Yerde olanlara göre atmosfer semadır ama ayda olanlara göre atmosfer arzdır. İşte bu sebeple aralarında olarak belirtilmektedir.
İnsanlar atmosferde yaşarlar.
Atmosfer gaz ve sıvı olarak arza dahildir. Bu sebeple içinde de denebilir.
Kur’anda böyle deniyor. Bir insanın, Hazreti İsa’nın yaratılmasından bahsetmektedir. Sonra insanların bu husustaki görüşlerini anlatmakta, ondan sonra da tüm kâinatı zikrederek bizi oralara götürmektedir. Çünkü Allah için bir insanı yaratma ve kâinatı yaratma aynı şeydir. “Ol” der, o da olur. Sonra doğa kanunları ile kişinin yapısı birbirine benzerdir. Onu bilen öbürünü de bilir. Kur’an yorumlanırken bu hususların göz önüne alınması gerekir. Doğadaki bir kanun ama acaba toplulukta nasıl ortaya çıkar.

(Va EiLaYHi eLMaÖIyRu)
“Ve mesîr O’nadır.”
“Sare” dönüşme fiilidir. “Sare ettinu hacaran” dersen, çamur taşa dönüştü demiş olursun. “Mesîr” “menzil” gibi masdar-ı mimidir. Zaman ve mekanı, bir de masdarı ifade eder. Kur’an’da “Mesîr Allah’adır” denmektedir. Ayrıca “mesîriniz nârdır” denmektedir. Bir yerde de cennetin mesîr olduğunu söylemektedir. İsm-i mekan olarak alırsak dahi dönüşme yeri olur. Dönüş yeri olamaz.
Bizim varsayımımız şöyledir.
Canlı demek, yüze yakın elementleri alıp özel bir şekilde dizerek bir fabrika yapma demektir. Bunun için en küçük atomlar kullanılmaktadır. Biz ise böyle bir şey yapamıyoruz. Bundan daha önemlisi, baştan siz onu dizip meydana getiriyorsunuz, sonra o kendi kendisini yapıyor. Diyelim ki, bir elektrik motoru yahut cep lambasını yaptınız. O cep lambası öyle yapılmıştır ki, kendisi kendi benzerini yapıyor. Böyle olsaydı işimiz ne kadar kolay olurdu. Buzdolabı yapar, ondan sonra bir eve koyardık; altı ay sonra bir buzdolabı daha olurdu.
Canlı demek, böylece atomları dizerek yapıyı meydana getirmektir.
Canlılar âlemi iki çeşittir.
Bunu anlayabilmemiz için biraz daha kimyaya dönelim.
Hidrojen en küçük atomdur. İki hidrojen atomu yan yana gelerek molekül oluşturur. Oksijenle yan yana gelerek su meydana getirir. Bunlar birbirine yaklaşmazlar, aralarında bizimle güneş arasındaki mesafeden daha fazla mesafe vardır. Molekülün yarıçapı 10^(-8)’dir. Oysa atomum çapı 10^(-13)’tür Arada 10^5 kat kadar uzaklık vardır. Yerin güneşten uzaklığı da yarıçapının 0.24 10^5 katıdır.
Eğer atomlar birbirine çok yaklaşır ama değmezlerse, o zaman yine dizilebilmektedir. Birbirini çeken iki şey birbirine çok yaklaşırlarsa o zaman birbirini iterler. Böylece iki uzaklık arasında gidip gelirler. Top oynayan iki kimse gelen topu öbürüne atar, öbürü de ona atar. Böylece top gidip gelir ama oyuncular saha içinde kalmak zorunda kalırlar.
Güneşte de hayat olduğuna dair fiziki bulgular vardır. Güneşten gelen ışıktan güneşte olan olayları takip edebiliyoruz. Örnek olarak oksijenle karbon birleşiyor ve bir ışık çıkarıyorlar. O ışığı bildiğimiz için güneşte ne tür olaylar olduğunu biliyoruz. Yeryüzünde nasıl oksijen, hidrojen, karbon ve azot devrederek hayat oluyorsa, orada da buna benzer devir vardır. Bizde moleküller arası birleşme ve ayrılma vardır. Orada ise örnek olarak karbon 14 olmakta ve karbon 12’ye inmektedir. Yani burada elektron alıp vermekte, orada ise hidrojen atomunu yani nötronunu alıp vermektedir.
Kur’an ise cinlerin ateşten yaratıldıklarını söylemektedir. Demek ki onlar güneşte yaşamaktadırlar. Güneşte hayatın nasıl sürdüğünü de böylece öğrenmiş oluyoruz.
Şimdi öbür dünyaya doğru yol alalım. Cehennemde yaşamak demek, oranın sıcağına dayanmak demektir. Bu nasıl olacaktır? İşte bu moleküler hayattan atomik hayata dönüşle olacaktır. Eğer bir preste sıkıştırırsak elektronlar dışarı çıkarlar, çekirdekler birbirine yaklaşırlar. Çekirdek sayısı kadar elektrik olur ama eşlerini kaybetmiş olurlar.
Ateşe dönüşme işte budur.
Kur’an’ın başka yerlerinde de buna delalet eden âyetler vardır. Örnek olarak, orada ne ölür ne yaşarlar denmektedir. İpek böceği bir kurttur. Krizalit devresine girer ve birkaç hafta sonra kelebek olarak çıkar. O geçiş devresi ne hayat ne de ölüm devresidir. İşte, cehenneme girecekler veya cehennemden çıkacaklar böyle krizalit devresini geçirirler. Görevliler onu yeniden dizayn ederler.
İşte buradaki “mesîr” budur.
Cennete gidecekler için sadece bir yerde “mesîr” kelimesi getirilmekte, oysa cehennemdekiler için pek çok yerde zikredilmektedir. Cennete gidecekler için bana dönüştürüleceksiniz denmektedir. Cennet biraz da tanrılaşmaktır. Elbette Tanrı ile insan hiçbir zaman birbirine benzemezler ama Tanrı gibi onlar da ölümsüz hâle gelmektedirler. Tanrı nasıl her istediğini yapabiliyorsa, onlar da ne arzu ederlerse orada bulacaklardır. Bu sebepledir ki cehennemdekiler için ateşe dönüşmeden bahsediyor, cennettekiler için ise Allah’a dönüşmekten bahsetmektedir.
O halde buradaki mesîr insanların ölümlü hayattan ölümsüz hayata dönüşmesidir. Cennettekiler başka dönüşümle, cehennemdekiler başka dönüşümle dönüşeceklerdir.
Kur’an’da bir de rücudan bahsetmektedir; “Dönüş O’nadır” denmektedir. Dönmek, gidip gelmekle olur. Biz O’ndan ayrılmış, buraya gelmişiz. Sonra tekrar O’na rücu edeceğiz.
İşte, vahdet-i vücutçular bu âyetlere dayanarak; O’ndan geldik, O’na gideceğiz, biz O’nun parçasıyız, gurbete düştük demektedirler. Mevlana kamışa bunları söyletir; beni bir kamışlıktan kopardılar. İnsan da Allah’tan kopmuştur, O’na dönmek istemektedir.
Biz bunu şöyle yorumluyoruz: Bu kâinat cennet ve cehennemin kâinatı değildir. İnsan başlangıçta cennet ve cehennem kâinatında idi. Yeryüzüne, dünyadaki bedene üflendi. Böylece o âlemden koptu. Biz şimdi onları hatırlamıyoruz, nisyan perdesi bizi bürüdü. Ama âhirette oradaki beynimize döndüğümüzde eski hayatımızı da hatırlamış olacağız.
Âyetleri buraya aldım, isteyenler üzerinde düşünsünler...

(120)Maide

(17)Maide 
(18)Maide

(85)Zuhruf

(5)Hadid

(44)Zümer

(42)Nur

(49) Şura

(189)Ali İmran

(2)Furkan

(2))Hadid

(40)Maide

(14) Fetih

(107)Bakara

(116)Tevbe

(9)Buruc

(27) Casiye

(158)Araf
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-609/ADİL DÜZEN DERSLERİ-439 30 Nisan 2010
MALDAN KAZANÇ
Bir mal üretilirken o malın girdileri vardır. Üretici emek, malı üreten emek. Üreticinin malı üretmesi için destek emeğe ihtiyaç vardır. Traktör olmadan şoför tarlayı süremez. Ayrıca çalışmayanların yeryüzü kira payları vardır. Yaklaşık olarak üretici emek kadar destek emeğe de ihtiyaç vardır. Onun yarısı kadar üretimde çalışanların payı vardır.
Bunlar olmadan üretimin yapılması mümkün olmaz.
Bunlar şu şekilde sıralanırlar:
a) Tesislerin kirası, b) Devlete verilen vergi, c) Genel hizmet, d) Ticarete kâr.
Batı modelinde bunlara para verilir. Herkes para olarak kârını alır.
Piyasaya giren para önce piyasadan çekilir. Tüccarlar malları en ucuza alırlar ve en pahalıya satarlar. Gelir vergisi olduğu için de kârlarını devletle bölüşürler. Malı çok üretirseniz, pahalıya mâl ederseniz ucuza satarsınız, kârınız azalır, hattâ zarar ederseniz devlet de sizden alacağı vergiyi almamış olur. Sizin kâr etmeniz ve devletin de gelir temin etmesi için üretimi yarıya düşürmeniz gerekir. Devlet de bundan hoşlanır, çünkü bütçe açığını kaptır.
Üretimi yarıya düşürmek demek, çalışan insanımızın yarısı iş bulamıyor demektir. Üretim yarıya düşüyor demek, insanımızın yarısı aç demektir.
Bu nasıl sağlanır?
Bu durum paradan vergi alınınca kendiliğinden sağlanır. Paradan vergi ve paradan kazanç demek piyasadan parayı çekmek demektir. Bunun mânâsı işletmeler iş yapmasın, işçiler iş bulamasın demektir. İşçilerin iş bulamaması demek üretim yok, yarı yarıya açız demektir.
Şimdi “Adil (Ekonomik) Düzen”deki üretim şekline geçelim.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de devlet üretimden pay alır. İşçiye üretimden pay verir, yani işçi üretimden pay alır. Kira üretimden pay olarak ödenir. Yani piyasadaki para miktarı aynı kalır. Sadece üretilen malların bölüşümünde sorun olur. Yani adil bölüşüm sistemi olsa bile millî hâsıla azalmaz. Haksız bölüşüm olsa bile fazla malı olanlar ellerindeki malları satmak zorunda oldukları için halkta da para az oduğu için ucuz satmak durumundadırlar. Dolayısıyla baştan üretirken adil ücret sitemi uygulansa bile, sonunda yine zulüm olur. Çünkü alınan ücret adildir ama üretim yarıya düştüğü için zulüm olmaktadır.
Devlet üretimden değişmez miktarda pay almaktadır: Sanayiden beşte bir, tarımdan onda bir almaktadır. İnşaattan da beşte bir almaktadır. Devlet bu sefer üretimin artmasından yararlanmaktadır. Devlet aldığı vergileri halkın yararına üretimi artıracak şekilde yönlendirmektedir. Yani üreticiyi destekleyecek tedbirleri artırmaktadır. Böylece gelen vergi halkı biraz daha refaha götürmekte, yani aynı emekle daha çok imkanlar elde etmektedir. Sonunda öyle bir yere gelinir ki, artık devletin gelirleri daha fazla üretime imkan vermemektedir. İşte bu da duraklama hâlidir. Böylece dengeli sistem devam eder. Öyle bir zaman gelir ki, devletin yatırımları yetersiz olur, bu sefer millî hâsıla düşler. Gelir daha da düşer. Böylece o devlet de yaşlanıp ömrünü tamamlar ve tarihe karışır.
Yaşlanan devletin tarih olması kadar normal bir şey yoktur.
Bunun telafisi yeni devlet kurmadır.
Biz ne yaptık?
Yıkılan devletimizi yeniden kurduk, Cumhuriyet’i oluşturduk.
Ne var ki yaşlanmakta olan bir uygarlığın kanunlarını aldık, hâlen de almaya çalışıyoruz. Bu gidişatta olabilecek en iyi durum ise yaşlı ile beraber tarih olup gitmedir. Dolayısıyla yanlış yolda yürünmektedir.
Mustafa Kemal 1933 yılında irat ettiği onuncu yıl nutkunda açıkça şunu demiştir: Ben sizleri muasır medeniyetin seviyesine çıkaracağım dedim. Sözümü tuttum. Türkiye muasır medeniyetin seviyesindedir.
Mustafa Kemal bunu söylerken yanlış bir şey demiyordu. Avrupa’da kapitalizm çökmüş, yeni bir düzen aranıyordu. O düzen de o gün için nasyonal sosyalizmdi. Almanya ve İtalya nasyonal sosyalizmle en ileri seviyeye ulaşmıştı.
Mustafa Kemal sözlerine devam etmektedir: Daha yapacağımız çok şey var. Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir.
Mustafa Kemal’den sonra müsbet ilim çok çok gelişti. Bugünkü müsbet ilim mukaddes kitapların söylediklerini tasdik etti. İşte size bunlardan birini anlattım; vergi paradan alınırsa krizler olur, vergi maldan/üretimden alınırsa sağlıklı ekonomik hayat olur.
Söylediklerimde hata varsa; buyurun, sütunlarımız sizlere açıktır...
Sonuç: Kur’an yalnız teşhis yapıp sorunu yerinde bırakmamış, “selem senedi” ile sorunu kökünden çözmüştür. Üretici malı üretiyor ve ortak ambara teslim ediyor. Aldığı belgeyi devlete vergi olarak veriyor. Devlet de o belgeyi sonra satarak paraya çeviriyor. Böylece paradan vergiden çok çok daha kolay usulle vergi tahsilatı yapılıyor. Maliye Bakanlığı yani maliye bürokrasisi bertaraf ediliyor.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-609/ADİL DÜZEN DERSLERİ-439 30 Nisan 2010
T A R İ H
DÜNYADAKİ OLAYLAR DİNLERDEN GELMEKTEDİR…
BİZ NE YAPMAK İSTİYORUZ?
İlim, geçmişte cereyan eden olayların bıraktıkları izleri izleyerek neler olduğunu bulmak ve onlara dayanarak da gelecekte neler olacağını keşfetmektir. Yani ilim bir tür gayb biliciliğidir, kehanettir.
Mesela, yarın saat 7.56’da güneş yeni batmış olacaktır. Bunu biliyoruz.
Nasıl biliyoruz?
Çünkü şimdiye kadar yaz-kış farklı battı ama yıllarca yaptığımız gözetlemelerde bunları öğrendik.
Bu gayb değil midir?
Hayır, gayb değildir. Çünkü güneşin hareketi hesabîdir, gaybî değildir. Oysa, ‘yarın şu kadar kg yağmur yağacak’ diyecek kimse yoktur; ‘yarın sağanak yağmur yağacak’ diyebilirsin ama kilogramını veremezsin.
Tarih ilmi de geçmişte cereyan eden olayları inceler, geçmişte şu oldu, şu oldu der; bundan sonra da bu olacaktır denir. Ama tarihte, gelecekte şöyle olacaktır demek çok daha zordur. Çünkü sosyal konularda hesabî olanların yanında gaybî olan pek çok olay vardır. Bununla beraber ihtimaliyat hesabı da artık kesin bilgiler verir. Örnek olarak, bin iki yüz defa zar atsam, yek gelme ihtimali altıda bir olduğu için 200’e yakın bir sayı elde ederiz.
Tarih kitapları da çok şaşırtıcı uydurmalarla doludur. Şimdi iki tarihi alalım. Bir Heredot Tarihi var, bir de Tevrat vardır. Heredot tarihini Tevrat’ı taklit ederek yazmıştır. İyonya Sitesi o zaman Yahudilerle meskun idi. Yunanlılar tüm faaliyetleri Tevrat’tan öğrenmişlerdir. Bununla beraber Tevrat’ta anlatılanlar bire bir tarih oluyor, Heredot’un anlattıkları bire bir efsane oluyor.
O halde, gerek geçmişi doğru öğrenmek gerekse geleceği doğru bilmek için Tevrat’ı ve Kur’an’ı iyi okumak gerekir. Tevrat’ta değişmeler vardır. Kur’an da mücmeldir. Onlar birbirini teyid ediyorsa, işte onda şüphe etmememiz gerekir.
Bugünlerde bir kitap okuyorum...
İleride daha ayrıntılı bilgi veririm inşaallah...
Kitabın iddiası şu: Dünyadaki olaylar dinlerden gelmektedir. Kötülük ve iyilik zaten vardır. Dinleri onlar kullanmaktadır...
Şöyle açıklayalım:
-Müslümanlar İslâmiyet’e dayanarak Avrupa’nın ortalarına kadar gittiler...
-Hıristiyanlar da dinlerine dayanarak dünyayı istila ettiler...
Bu dinler gelmeseydi bu istilalar olmayacak mıydı?
Olacaktı…
Ama din yerine başka bahaneler bulunacaktı…
Okumakta olduğum kitap öyle diyor…
Yukarıdaki yani kitaptaki bu tesbit ve teşhise katılmamak mümkün değildir. Bugünkü uygarlık tarihteki istilalar sonucunda doğmuştur. İnsanlarda savaşma ve istila etme psikolojisi vardır. Savaş olmak zorundadır. Bu yani savaş bir bahane ile olur. Nasıl insan yemek yemeden duramazsa, savaşmadan da duramaz.
Dinler burada amaç değil araçtır.
Dinler bunu bildikleri için; dinler savaşı yönlendirerek savaş potansiyelini insanlık yararına kullanır.
Çinliler ile Müslümanlar arasında 751 yılında Talas’da bir savaş oldu...
Müslümanlar galip geldi...
Aynı şekilde 1071 yılında Malazgirt’te Bizanslılar ile Türkler arasında savaş oldu...
Müslüman Türkler galip geldi...
Ama ne Talas’da ne de Malazgirt’te kanlı soykırımlar oldu…
Savaş zayiatı dışında, esir edilen imparator bile serbest bırakıldı..
Oysa, dine inanmayan kapitalist ve komünistler/sosyalistler yani dinsizler, iki cihan savaşında kırk milyon insanı katlettiler...
Dinler yeni insan yaratmaz, yeni topluluklar da meydana getirmezler; dinler insanları ve var olan toplulukları yönlendirirler, onların savaş dürtülerini “zulme” değil “adalete” çevirirler, kötülerle mücadeleye hasrederler...
İnanmayanlar kötülük cephesini oluşturur, inananlar iyilik cephesini oluşturur.
Biz ne yapmak istiyoruz?
İnsanların mücadele etme ve yarışma gücünü uygarlaşmaya yöneltmek istiyoruz. “Adil (Ekonomik) Düzen”in gelmesi için çile çekin diyoruz. İnsanlar mutlaka sömürüye ve baskıya karşı direneceklerdir. Biz ise bu direnmeyi “Adil (Ekonomik) Düzen” için yapın diyoruz; hem de savaşarak değil, “Adil (Ekonomik) Düzen”in örnek müesseselerini oluşturarak bunu yapın diyoruz. Savaşı önce mallarınızla yapın diyoruz. Nitekim Kur’an da böyle yapmamızı emrediyor: Mallarınızı harcayın, nefislerinizi tehlikeye sokmayın diyor.
Biz bunları söylemezsek insanlar mafyaya, çetelere, PKK gibi anarşi gruplarına katılacak ve kendilerini de devletlerini de mahvedeceklerdir.
İşte, 1960’larda, inanmış halk artık bir çıkış arıyordu. Kırk yıllık ateizm uygulamasına karşı çıkmaya kararlı idi ama bunu nasıl yapacaktı?
Biz o yıllarda bunun legal yoldan olmasını istedik. Necmeddin Erbakan ve Fethullah Gülen de aynı görüşte idi. Bugünkü Türkiye onlar sayesinde kanlı isyan ve ihtilallere sahne olmadı. Demokrasiye geçti ve en ileri seviyede bir devlet olduk. Bundan sonra da Kur’an Türkiye’yi aydınlatmaya devam edecek ve Türkiye en uygar/medeni ülke olacaktır; muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
İnsanlık, nerden nereye…
Reşat Nuri EROL
Önce kısa bir özet: Kurulan devlet, ikiye ayrılış, sonra yıkılış ve Babil’e esir olarak sürgün... Tekrar dönüş ve Romalıların istila ve zulüm dönemi… Hazreti Ömer Kudüs’ü alınca İsrail oğullarına da oralara girme imkanı sağlanmış... İsrail oğullarının yeniden canlanmaları ancak İstanbul’un Fethi sonrasında Amerika’nın keşfi ve gelişmesinden sonra olmuş...
Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ticaret gelişince, İsrail oğulları bundan yararlanmış ve zengin olmuşlardır. İşçiliği ve üretimi bilmeyen Avrupalılara Müslümanlardan öğrendikleri sanayii götürmüşler ve bundan yararlanarak dünyaya ekonomik olarak hakim olmuşlardır. Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıyor, kendi imkanlarını geliştiriyorlardı. Yirminci yüzyıla geldiklerinde, bunlar, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları “Yahudi Kongresi” toplantısında şuna karar verdiler: Müslümanlar o kadar zayıfladılar ki, artık bunların Hıristiyanlara karşı durması mümkün değil. Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı ortadan kaldıralım, çatışmayı başka bir şey üzerine bina edelim; “kapitalizm ve komünizm/sosyalizm rejimleri” üzerinde kuralım. Marx’a hazırlattıkları tezleri bazu Avrupalıları ve Almanları da kullanarak “Rusya’da/Sovyetlerde komünizmin/sosyalizmin merkezini” kurdular ve “ABD’yi de kapitalizmin merkezi” yaptılar. İslâm dünyasını da işgal ederek/ettirerek dine karşı şiddetli bir saldırıya geçtiler. İslâm âlemi dinsizleştirilecek, sömürgeleştirilecek ve asimile edilecek; Arapça eğitim dili olmaktan çıkarılacak...
Ancak, bir asır geçmeden “kapitalizm-komünizm/sosyalizm rejim bloklaşmaları” sona erdi; “komünizm” yıkılıp gitti, “kapitalizm” can çekişiyor… İslâm ülkeleri/devletleri bağımsızlıklar kazanmaya başladı, “dinsizlik akımı” da adım adım ortadan kalktı, kalkıyor...
Şimdiki soru/n şudur: İsrail oğulları çağımızdaki Batı uygarlığını bu hâle getirdiler. Bunu “dinsizliğe ve ahlâksızlığa dayanan faizli ekonomi” ile sağladılar. Büyük güç elde ettiler. Elleri üzerimizde dolaştı. Şimdi ise elleri tutulmuştur. Sovyetler yani “komünizm” yıkıldı, “kapitalizm” de çöküyor.. ABD’de yani “kapitalizmin merkezinde” Müslüman evladı Barack Hüseyin Obama başkan oldu… AB ülkeleri Papa yani “din” etrafında kenetleniyor... İslâm ülkeleri çok yönlü kaynıyor, çok yönlü bağımsızlıklarına kavuşuyor... Peki, bu durumda, bundan sonra İsrail oğullarının durumu ne olacak?..
Tekrar tarihe dönelim, minik bir özet daha yapalım: İsrail oğulları, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un oğullarıdır. Hz. İbrahim’in diğer oğlu İsmail Mekke’de yerleşmiş, Hz. Muhammed aleyhisselâm da onun torunu olmuştur. Allah insanlığı bir uygarlıkta toplamayı murad etmiş ve bu görevi Hz. İbrahim’in çocuklarına vermiştir. Hz. Yakup’un çocukları Hz. Yusuf’un başkanlığında yeni bir ulus ortaya çıkarmış, bu ulus insanlığı bugünkü hâle getirmiştir. Kur’an Araplara (yani Hz. İbrahim - Hz. Muhammed koluna) nâzil olmuş, onlar da uygarlaşmada etkili olmuşlardır. Hz. Muhammed aleyhisselâm Mekke ve Medine’de yaşamış, Arap Yarımadası’ndaki ilk devleti (Medine Sözleşmesi/Anayasası ve Medine Devleti) kurmuş, bu devlette Yahudiler de yer almışlardır...
Mezopotamya (Babil) ve Mısır medeniyet merkezleri… Fenikeliler ve Grekler… İbraniler ve Araplar… İnsanlar önce toplayıcılık, sonra avcılık ve daha sonra da çobanlık dönemini yaşadılar... Develerin yaşayabildiği geniş ovalara yayılan Arapların geçimleri çobanlıktı... Mekke şehri Hz. İbrahim’in oğlu İsmail tarafından Milattan 2000 yıl önce kurulmuştu... Medine’nin kuruluşu Miladi yıllara rastlamakta... Medine tarıma elverişli bir yerdi, halkı iki medeniyetin muhacirlerince oluştu… Medine yavaş yavaş gelişmiş ve Mekke’ye yetişecek hâle gelmişti... Kur’an, Mekke ve Medine’de nâzil olurken İsrail oğullarından bahsetmekte, “Beni İsrail’e/İsrail oğullarına” hitap hem Mekke hem Medine sûrelerinde geçmekte; “Yakub’un âli” geçmekte, “İsrail’in oğulları” geçmekte, bir yerde de “zürriyet” olarak geçmekte… “İsrail” Hazreti Yakub’un adı mıdır, yoksa başka birisi midir; bu ayırım neye göre yapılmaktadır?.. Bunun ayrıca araştırılması gerekmekte...
Mesele önemli ve derin; bugün kısa ama geniş bir giriş yaptım, devam edeceğim…
İnsanlık, nerden nereye-2
Reşat Nuri EROL
Bu konu ile ilgili önceki yazımızda ne dedik? İnsanlık, nerden nereye…
Önemine binaen, hayırlı bir vesileyle araya bir “KİT/BİT/İDO’nun satışı” yazısı daha girdi: İstanbul Belediyesi faizli borç batağında…
Önceki konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz; İnsanlık, nerden nereye…
***
İnsan için ilk yaradılıştan itibaren görevlendirme var, görev/ler var. Yani biz bu dünyaya bir görev görmek için geldik. Kâinatta abes olan, işe yaramayan hiçbir şey yok. Neyin ne için yaratıldığını bilemediğimizde birçok boş ve işe yaramayan şey var zannederiz, hattâ zararlı ve kötü zannederiz. Mesela, bizi en çok rahatsız eden varlıklar olarak virüsler var. Oysa virüs işe yaramasa bile bedenleri son olarak ortadan kaldıran canlımsı varlıktır. Ölmüş bedenleri bakteriler çürütürler. Bakterileri ise virüsler parçalarlar. Böylece canlı tekrar cansız hâle gelir ve yeni canlılara malzeme olur. Doğadaki düzen için vardır her şey.
Evet, Allah bize “hastalık/problem/sorunlar” vermiştir ama “deva/çare/çözümler” de vermiştir, her derde deva/şifa da vermiştir. En büyük şerefli görev insana verilmiştir. Bu görevleri bize öğretmek için nebiler, resuller, nakibler ve kitaplar göndermiştir.
Kuvvete (zulme) dayanan yönetimler görevlileri yabancılardan seçerler.
Hakka (adalete) dayanan yönetimlerde görevliler kendi içlerinden atanırlar.
Bizim için “ADALET” mülkün/hükmetmenin/yönetmenin temeli ve ana esası olduğuna göre; “Adil (Ekonomik) Düzen” uygulamasını nasıl yapacağız?
Topluluklar aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il ve kavm/ulus/devlet olarak iç içe teşkilatlanmışlardır. Aynı dili konuşan topluluklara “kavm/ulus” denmektedir. Her ulus bağımsız olup kendi başkanlarını kendileri seçer ve genel hizmetlilerini ve kamu görevlilerini kendilerinden seçerler. Yabancılar kamu görevi, hattâ genel hizmet bile alamazlar.
***
İllerin yani “şa’blerin” durumu da böyledir.
Bucaklar yani “kabileler” de böyle yönetilirler.
Ocaklar yani “aşiretler” de kendi kendilerini yönetirler.
Beşeriyet/insanlık da başkanlarını kendileri seçeceklerdir.
Bunların dışında ve bunların arasında “mizan/denge” unsuru olarak “karye, belde, medine ve mısr”da ise yine o topluluk içinde olanlar görevli olacaklardır. Ne var ki bir bucak halkı semtlere göre ayrı halk olmadığı için kendi semti dışında olanlar görev yapacaklardır. Yalnız bunlar da sonunda kendi seçtikleri kimsenin emrinde görevli olacaklardır.
İnsanlık, ülke, il, bucak, ocak başkanlarını halkın temsilcileri “sıralama usulü” ile seçerler. Ayrıca kıta görevlilerini dayanışma ortaklıkları “biat/bağlanma yoluyla” oluştururlar. Bölge için de ülke halkı biat yoluyla oranın hizmetlilerini ve görevlilerini oluştururlar. İlçe görevlilerini il halkı, semt görevlilerini bucak halkı aynı şekilde ve aynı sistemle oluşturur.
Kırk yıllık araştırmalarımızın sonucunda ortaya çıkan “nizam/sistem/düzen” bu şekilde kurulup uygulanırsa, tamamen ve bir bütün olarak uygulanmış olur. Biz istihsanla iki durumu daha ekliyoruz ve bunu da “dengenin korunması” ilkesine dayandırıyoruz.
Birincisi; halk bağlanırken (biat ederken) kendi bucağından olanlardan ama kendi semtinden olmayanlardan, kendi ilinden olanlardan ama kendi ilçesinden olmayanlardan, kendi ülkesinden olanlardan ama kendi bölgelerinden ve kendi kıta merkezlerinden olmayanlardan birine bağlanacaktır.
İkinci olarak; bağlanılan kimseler merkezin ehliyetli kimselerinden olmalıdır. Bunu da “emaneti ehline veriniz” kaidesine istinaden yapıyoruz. Biz buna ilaveten başkanın atadığına bağlanmazlarsa başkan başkasını atar, halk birleşip başkasını seçmez diyoruz. Bu da yine zaruret dolayısıyla yapılan bir istidlaldir, tefrikanın olmaması için gerekmektedir.
İnsanlık ve Türkiye, nerden nereye-3
Reşat Nuri EROL
SEÇİM!!! 12 Haziran Seçimi!!!
12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var…
Acaba biz doğru dürüst seçim yapmayı, sayı saymayı biliyor muyuz?!.
Hele hele, yüzde 10 barajının olduğu bir “seçim” ne kadar “demokratik”tir?!.
Kritik bir soru daha: İnsanlık, dünya, Avrupa, Batı ve biz seçim yapıyor muyuz?!.
Tekrar ana sorumuzu/sorunumuzu soruyor/hatırlatıyoruz: İnsanlık, nerden nereye?!.
Her neyse… Şimdilik böyle “derin” konuları boş verin, biz asıl konumuza dönelim…
***
Sayma paketlemedir. Gelişigüzel paketleme yapabilirsiniz. Önce 3’lü paketler, sonra 7’li paketler, sonra onları 11’li paketler yapabilirsiniz. Bizim zaman ölçülerimiz böyledir; 60 saniye, 60 dakika, 24 saat, 4 hafta, 12 ay, 7 sene gibi. Bugün ise “ikili ve onlu sistemler” kullanılmaktadır. Kur’an 3 ve 7 tabanlı 2’li ve 10’lu sistemleri kullanmaktadır. Kâinat da bunlara göre var edilmiştir. 12 sayısı 3’ün 2’li sistemi içinde yer almaktadır. 4*3=12 eder. Yıl içinde 12 ay vardır. Gezegenlerin dizilişi de 3’ün 2’li sistemiyle oluşturulmaktadır.
(4+3+3+2*3+4*3+8*3+16*3+32*3+3*10+64*3+128*3) şeklinde dizilmiştir.
Buna “Body Dizisi” denmektedir.
Eskiden beri ordular “onlu sistem”e göre oluşturuluyor; “onbaşı, yüzbaşı, binbaşı” kavramları buradan gelir. 10’lu kuruluş 3’e ayrılmıştır. Sonra 5’li sistem kullanılmaya başlandı. Buna göre bir askeri birlik 3’ün 4’lüsü olmalıdır.
Demek ki bir devletin 3 milyonluk ordusu vardır. 50 milyonluk bir devletin 10 milyon savaşçısı vardır. 3 milyonun üçte biri asker olacak demektir. Barış zamanında bu sayı beşte bire indirilecektir, yani insanlar (ihtiyatlar) gerektiğinde askere kısa zamanda gidecektir. Bu da 600 000 eder. Bu miktar bugünkü ordularımızın miktarı demektir.
Sivil teşkilatlanmayı da buna paralel yapabiliriz. 3*5=15 eder. Demek ki 15’de bir zaman askerlikte geçecektir. Bu da yaklaşık senede bir ay eder.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmalarımız buna tamamen uygundur.
İnsanlık 12 kıtaya ayrılacak, her kıta 10 ülkeye ayrılacak, her ülke 12 bölgeye ayrılacak, her bölge 10 ile ayrılacak, her il 12 ilçeye ayrılacak, her ilçe 10 bucağa ayrılacak, her bucak 12 semte ayrılacak, her semt 10 ocağa ayrılacak, her ocak da 12 aileden oluşacak.
Her aile 3 ile 10 kişi arasında olacaktır.
“ADİL DÜZEN ANAYASASI”na onlu sistemi uyguladık. Son çalışmamızla sistemde küçük değişmeler/ilaveler de yaptık. Kıta, bölge, ilçe ve semtler için 10 yerine 12’yi getirmiş olmaktayız.
Yeryüzünü 12 kıtaya ayırmamız gerekmektedir. 1) Güney Amerika, 2) Kuzey Amerika, 3) Afrika, 4) Avustralya, 5) Antartika, 6) Büyük Okyanusya, 7) Avrupa, 8) Sibirya, 9) Çin, 10) Hint, 11) Ortadoğu, 12) Hindiçin.
Ayrıca ülkemizi de 12 bölgeye ayırmamız gerekmektedir. 1) Samsun, 2) Tekirdağ, 3) Bursa, 4) İzmir, 5) Adana, 6) Van, 7) Diyarbakır, 8) Erzurum, 9) Kayseri, 10) Konya, 11) Afyon, 12) Ankara.
***
SEÇİM!!! 12 Haziran Seçimi!!! 12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var/mış!!! Seçim yapıyormuşuz ve yüzde 10 barajı da varmış!!! İktidarda, sekiz-buçuk yıldır elinde “Anayasa Çoğunluğu” olan “bir parti” varmış ama; ne bu “seçim barajı”nı kaldırmış, ne de “yeni bir anayasa” yapabilmiş!!! Ama bundan sonra yapacak/mış; hem de “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmaları ve çalışanları olmadan!!!
Şimdiye kadar yap/a/madıkları, bundan sonra yap/a/mayacaklarının teminatıdır… Saymayı, sistemleri, adaletli seçimleri ve hepsinden daha önemlisi “ilmî çalışmaları” bilmeyenler “seçim” ve “anayasa” yapamazlar...
İnsanlık ve ticaret, nereden nereye-4
Reşat Nuri EROL
SEÇİM/miş; barajlı(%10), engelli, yasaklı.. vs’li SEÇİM!!! Siz Türkiye’de “seçim yapıldığını” zannediyorsanız, bu yazıyı okumayın; “sözde seçim” yazıları ile oy/alanın…
İnsanlıkta gelişmenin ve ilerlemenin olması için yarışmanın, çatışmanın ve rekabetin olması gerekir. Canlılar âlemi böyledir. Türler arasında çatışma olduğu için gelişme ve ilerleme olmaktadır. Çatışma, yarışma ve rekabet demek aynı zamanda ayıklanma demektir. Kurtlar kuzuları yiyerek yaşarlar. Kuzu kaçar, kurt koşar. Kuzu zayıfsa kurt onu yakalar, yer ve kurt hayatını devam ettirir. Güçlenir ve başka kuzuları yakalayıp yer. Kuzu sağlamsa, kurt zayıfsa, bu sefer kuzu kaçar, kurtulur ve kurt aç kalır, daha zayıf hâle gelir, başka kuzuları yakalayamaz, bu sefer kurt ölür. Kuzular onları yiyen kurt kalmadığı için çoğalırlar. Canlılar âlemindeki bu çatışma, yarışma ve rekabet türler arasında da vardır.
İnsanlarda ise bu çatışma, yarışma ve rekabet topluluklar arasındadır. Topluluklar yarışırlar. Sağlıklı topluluklar ayakta kalır, diğerleri ezilip giderler. İki çeşit topluluk vardır; “yapıcı topluluklar” ve “yıkıcı/yok edici topululuklar”. Yarışmanın olabilmesi için onların var olması gerekir, ama sonunda hakimiyet yapıcı topluluklara ait olmaktadır. Mikroplar yenerlerse hasta ölmekle kalmaz, hastayı öldürmek isteyen mikroplar da hastayla ölürler. Allah sağlıklı toplulukları galip getirecek silahları ve gücü vermiş, bu güç bahşetmede taraf tutmamıştır. Tebliğ herkese yapılmaktadır. Daveti kabul edenler galip geleceklerdir. Tebliği kabul edenler “sağlıklı topluluklar” gibi, kabul etmeyenler ise “mikroplar” gibidir. Allah, “Ben sizinle beraberim” diyor ve şunu demek istiyor: Sonunda siz galip geleceksiniz, zafer sizin olacaktır; sizi yok edip ortadan kaldırmak isteyenler yok olacaklar... “Zekat/vergi” temizlik demektir. Kazancınızda haram vardır. Çünkü siz bütün insanların ortak şeylerini kullanarak üretiyorsunuz, onların en azından “kira payları” vardır; onları ayırıp halka yani kamuya “vergi/zekat” vermelisiniz. Haramlardan kurtulmak için: 1. -Vergileri eksiltmeden vereceksiniz... 2. -Faiz almayacaksınız, faiz vermeyeceksiniz... 3. -Karşılıksız para, karşılığı olmayan para çıkarmayacaksınız... 4. -Tekel oluşturmayacaksınız, serbest pazar ekonomi sisteminin var olmasına dikkat edeceksiniz...
Çok açık bir şekilde, “Adil (Ekonomik) Düzen” geldiği zaman, İsrail oğulları yani Yahudiler de dahil olmak üzere, insanlığı sömürenlerin ve sömürtenlerin durumlarının ne olacağına açıklık getiriliyor. Özellikle onların doğal düzenin aslına dönmeleri gerekmektedir.
İki temel kurum var; toplantılar/namazlar ve kamu bütçesi yani zekat/vergi. Toplantılar yapılacak, vergiler ödenecek, bir de başkanın meşru emirleri yerine getirilecektir...
Malların mübadelesi sistemi yalnız insanlar arasında vardır. Mübadelede aracısı yani “tüccar” olma da yine sadece insanlarda vardır. Ticaret insanlara mahsus bir meslektir.
Ticaret yapmak için: 1. Nerede ne var ve neler kimlere lazımdır; bunlar bilinecek ve olandan alınıp muhtaç olana götürülecek. 2. Malları alıp satacak kadar sermayen veya kredin olacak. 3. Değişik halkların dillerini bilip onlarla ilişkiler kurabileceksin. 4. Ticaret çok kârlıdır ama çok rizikoludur. Bu sebeple ancak başka imkanları olmayanlar ticaret yaparlar. Tarımı, sanayii, inşaatı bilenler ticarete heves etmezler. İsrail oğulları hep ticaretle meşgul olmuşlardır. Çünkü onlar ülkelerden ülkelere sürüldükleri için her yerde kendi halkları vardır. Ticaretten başka da işleri yoktur. İşte bugün dünyaya ekonomi bakımından hakim olmaları bu ayrıcalıklarından doğmaktadır. Ticareti iyi biliyorlar, buna hakları da vardır ama bu arada “faizli işler” yapıyorlar, o zaman da “ekonomik krizler” doğuyor…
İyi bilinmelidir ki, “insan” demek “borçlu” ve “alacaklı” olan kimse demektir. Uygarlık “kredileşme” üzerine oturur. Dolayısıyla “kredileşme müessesesi” olmayanların uygarlaşmaları, hattâ yaşamaları mümkün değildir. Bu kredi “faizli” olursa “karz-ı kabiha”dır, “faizsiz” olursa “karz-ı hasen”dir. İşte, Allah’ın Yahudiler dahil bütün insanlardan istediği şey; faizsiz iş yapacaklar, karz-ı hasen içinde hareket edecekler...
Döndük, dolaştık “faiz meselesi”ne geldik; faiz meselesinin devamı gelecek yazıda…
İnsanlık ve faiz, nereden nereye-5
Reşat Nuri EROL
İnsanoğlunun serüvenini incelerken, döndük dolaştık ve “faiz meselesi”ne geldik…
Önce faizin zararları nelerdir, onun üzerinde duralım: 1- FAİZ parayı piyasadan çeker, döngüyü yavaşlatır, sonunda krize dönüşür. 2- FAİZ durup dururken malları ambarda pahalılaştırır, eski mallar satılmaz, dolayısıyla yenileri de imal edilemez. Böylece kriz ortaya çıkar. 3- FAİZLİ çalışma ancak enflasyonla olur. Enflasyon ise işsizliği doğurur. İşsizlik açlığı, açlık borcu, borç yoksulluğu, yoksulluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı da isyanı ortaya çıkarır. 4- FAİZCİ insanlar çalışarak değil de çalışmadan yaşamaya, bundan dolayı da “sefalet” ile “sefahat” yan yana yaşamaya başlar.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de “faiz” yerine “selem ve kredileşme” getirilmiştir: 1. FAİZ yerine devlet “vergi/zekat” alacaktır. Devlet, bir önceki yıl aldığı vergi kadar krediyi faizsiz verecektir. Bundan dolayı kazanan vergisini isteyerek daha çok ödeyecektir. 2. FAİZ yerine “selem” getirilmiştir; çünkü “faiz” veresiye satıp malı pahalılaştırır, “selem” siparişle alma olup malları ucuzlatır. 3. FAİZ yerine “kredileşme” ikame edilmiştir. Sen ne kadar parayı kullandırıyorsan o kadar da kullanma hakkın doğuyor. 4. FAİZ paraya para kazandırmadır, oysa “kâr” paraya mal kazandırmadır, yani malda kâr etmedir. Faizden kazanma hırsızlık demektir. Maldan kazanma ise herkesin “kâr” etmesidir.
İşte, bütün insanlardan ve özellikle İsrail oğullarından istenen, “faizsiz müessese”ye yani “selem ve kredileşme”ye katılma ve katkıda bulunmadır. Demek ki, “Adil (Ekonomik) Düzen” geldiğinde, Yahudiler, faizsiz çalışmak şartı ile aynen çalışmaya devam edeceklerdir.
“İnsan ve ekonomi” deyince, günümüzde “İsrail oğulları” yani “Yahudiler” akla geliyor. İnsanlık yeniden yapılanıyor, yeni dünya düzeni kuruluyor ve bu yeni düzen şimdiye kadar olduğu gibi “zulüm, sömürü ve savaş” üzerine değil, “adalet, denge ve barış” üzerine bina edilecektir. Diğer bütün insanlarla birlikte, İsrail oğulları da ekonomide yine rol oynamak istiyorlarsa, artık sermayelerini kötülükler içinde kullanmayacaklardır.
Bunun için bazı şartlar var, bunlar gerçekleşmelidir: 1. Şimdiye kadar tekel oluşturmuş, dünyayı sömürmektedirler. Tekellerini devam ettirmek için de her türlü krizleri oluşturmakta, savaşlar çıkarmaktadırlar. Bundan sonra bunları yapmayacaklar... 2. Sermaye yani para güçlerine dayanarak devletleri de emirlerine almakta ve onlara halklarına zulüm yaptırmaktadırlar. Artık o paralarını siyasi güç olarak kullanmayacaklar, çünkü bundan sonra siyaset para ile yapılmayacak... 3. Bugün o sömürü paralarıyla ilim müesseselerine yani üniversitelere sahiptirler ve ilme düşünceleri körelten ateizm yaptırmaktadırlar. Artık ilim müesseselerine para güçleri ile değil, sadece beyinleri ile katılacaklar... 4. Dinsizliği, din düşmanlığını, ateizmi moda hâline getirmişler ve bütün dünyaya yaymışlardır. Artık bundan tevbe edecekler ve kefaretini de ödeyecekler...
İşte, İsrail oğullarının yeni dünya düzenindeki yerleri “zulüm ve kötülük” değil, “adalet ve iyilik” üzerine olacaktır. Böyle olur ve böyle yaparlarsa, III. bin yıl medeniyeti içinde insanlığa hizmet etmelerine imkan verilecektir.
Hülasa; beşyüz yıldır “kötülükler ve günahlar” işlemektesiniz: 1. Önce faizi meşrulaştırdınız ve böylece insanlığı sömürerek gayrimeşru servetler edindiniz; bugün de benzer şekilde sömürmektesiniz... 2. Savaş fitneleri ile önce derebeylikleri yıktınız... Sonra krallıkları yıktınız... Sonra imparatorlukları yıktınız... Şimdi de millî devletleri yıkmaya çalışıyorsunuz... Bütün bunları yaparken yüz milyonlarca insanın ölümüne sebep oldunuz... 3. Dini istismar ederek dinsizliği ve ahlaksızlığı dünyaya yaymaya çalıştınız... 4. Ele geçirdiğiniz sermaye/para/banka ve medya gücüyle dünyayı kana ve fitneye bulaştırdınız.
Sizin işte böylesine kökleşmiş kötülükleriniz ve günahlarınız vardır. Eğer tevbe eder, yukarıda anlattığımız hususlara riayet edecek olursanız, onlar tekfir edilecek, kefaret sayılacak ve yaptıklarınız iyilikle takas edilecektir. “Adil (Ekonomik) Dünya Düzeni” geldiğinde geleceğe bakılarak davranılacak, geçmiş sadece ibret alınmak için bilinecektir...
İnsanlık ve İsrail oğulları, nereden nereye-6
Reşat Nuri EROL
İnsanlığın yeryüzü serüvenini anlatmakta olduğumuz bu yazı silsilesinde, bundan önceki son iki yazıda “İsrail oğulları”ndan yani “Yahudiler”den de söz ettik.
Sözkonusu yazıların başlıklarından da anlaşılacağı üzere, “insanlık ve ticaret, insanlık ve faiz” yani “ekonomi, ticaret, banka, kredi, faiz…” vs veya “fitne, fesat, kriz, zulüm, terör, savaş…” vs deyince hep onlar akla geliyor...
Kur’an, her konuda olduğu gibi “kavim/ulus” konusunda da “tek örnek” verir ve en başından yani Bakara Sûresi’nden itibaren, bir tek kavimden söz eder, “İsrail oğulları”nı insanlığa örnek kavim olarak anlatır. Bugün, insanlığın bu örnek kavmi üzerinde duralım…
***
Allah İsrail oğullarına büyük nimetler vermiştir. Bugün dünyanın bütün büyük sermayeleri onların elindedir, küresel kapitalizmi onlar yönetiyorlar. Beş yüz yıldır yüksele yüksele buraya kadar gelmişlerdir...
İsrail oğulları içinde bir grup, Büyük İsrail’i (BOP) kurabileceklerini ve Ortadoğu başta olmak üzere, dünyayı yönetebileceklerini zannediyorlar ama yanılıyorlar…
İsrail oğullarının nüfusu insanlığı/dünyayı yönetmeye yetmez...
Ayrıca, artık insanlık/insanlar kendi kendilerini yöneteceklerdir, bundan sonra “yerinden yönetim sistemi” hükümran olacağı için onlara ihtiyaç olmayacaktır…
Geleceğin dünyasında insanlığı “gönüllüler” yani “mü’minler” yönetecektir...
Bir baba çocuklarını büyütür, evlendirir ve artık onları kendi hallerine bırakır... Allah insanlığı dört bin senedir büyüttü, yetiştirdi ve kendi kendini yönetecek hâle getirdi… İnsanlar/insanlık artık kendi kendini yerinden yönetimle yönetecek döneme erişmiştir…
***
Bugünkü İsrail oğullarının iki merkezi vardır.
Biri Amerika’dadır, New York Manhattan’da bir sokağa yerleşmişlerdir. Dünyanın bütün kâğıt paralarına onlar hükmetmektedir. Amerikan Merkez Bankası (FED) ABD devletinin yani halkın değil, onların özel bankasıdır ve dünyadaki bütün Merkez Bankaları o bankanın şubeleri gibi çalışmaktadır. Bu küresel tekel sömürü sermayesi varlığını bir müddet daha sürdürecek, Batı’nın “kuvvet uygarlığı” içinde görevlerini yapacaklardır...
Bugünkü İsrail oğullarının ikinci merkezi İsrail’dedir...
Bugünkü Amerikan Yahudileri ne yapıyorlar?
İsrail’e silah ve dolar transfer ediyor, onları savaştırıyor ve geri bırakıyor...
Oysa, “Adil (Ekonomik) Düzen” geldiğinde, yani “yeni dünya düzeni” kurulduğunda, Amerika dışındaki İsrail oğullarını savaştan uzak tutarak uygarlaşmalarını sağlayacaktır. Savaşmak, sömürmek, zulmetmek isteyenler ABD’ye gideceklerdir...
Gelecekte İsrail oğulları ikiye ayrılacaklardır.
Bir kısmı “Adil (Ekonomik) Dünya Düzeni ve Medeniyeti”nin yanında yer alacak ve yeryüzüne “Adil (Ekonomik) Düzen” geldiği zaman, onlar da insanlığa bu sistem/düzen içinde hizmete devam edecekler; ikinci grup içinde yer alanlar ise kendi tekel sömürü saltanatları yıkılmasın diye “Adil (Ekonomik) Düzen”e karşı çıkacaklar ve direneceklerdir...
***
Velhasıl, insanlık iki bloğa ayrılacak;
-Bir tarafta “kuvvet ve zulüm uygarlığı”nı sürdürmek isteyenler…
-Diğer tarafta “hak ve adalet medeniyeti”ni kurmak ve yaşatmak isteyenler...
İsrail oğulları yani Yahudiler de ikiye ayrılacak;
-Kimileri “kuvvet ve zulüm uygarlığı” içinde kalacaklar…
-Kimileri de “hak ve adalet medeniyeti”nde yerlerini alacaklar…
Mesele, “hakka ve kuvvete dayalı medeniyetler meselesi”ne gelip dayandı.
Yarın, “İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye” yazısı ile konuyu -şimdilik- bitirelim.
İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye-7
Reşat Nuri EROL
İnsanlık bin yılda bir sosyal evrim yani değişim yapar. Bu evrim doğuda “hukuk ve yönetimde” yapılır; peygamberler veya onların vârisi ilim adamları bunu yaparlar.
Hakka ve adalete dayalı bir medeniyet, 500 yılını doldurdukça zirveye çıkar ve çökmeye başlar. Bu esnada batıda kuvvete ve zulme dayalı yeni bir uygarlık doğar. Bu uygarlık doğu medeniyetlerinin kuvvete dönüşmüş şeklidir. Filozoflar ve işadamları yeni uygarlığı oluştururlar, “teknikte/teknolojide ve ekonomide” ilerleme başlar. Bininci senede doğu medeniyeti tamamen çöker, batı uygarlığı zirvede olur; 1500 sene sonra o da çöker.
Bugün yani içinde bulunduğumuz dönemde, peygamberlerin veya onların vârisi ilim adamlarının “doğu medeniyeti” dibe vurmuş durumda, yeniden oluşuyor ve yeniden yenisi doğuyor... Bugün hükümran olan “batı uygarlığı” ise gücünün zirvesindedir, en tepededir, artık çökmeye başlamıştır, çökmektedir...
İşte, insanlığın ve tarihin akışı budur, bunu hiç kimse değiştiremez.
***
Doğu medeniyeti İstanbul’un Fethi döneminde zirvede iken, batı uygarlığı Amerika’nın keşfi ve Rönesans’la yeni yeni oluşmaya başlamış… Aradan geçen asırların ardından bugünkü seviyesine ulaşmış, “teknolojide ve ekonomide” harikalar var etmiş…
Ama “hukukta ve yönetimde” ise dibe vurmuş...
Afganistan, Irak ve benzeri ülkeleri “adalet ve demokrasi” yani “hukuk ve yönetim” götüreceğim diye işgal ediyor ama beceremiyor; sadece sömürüyor, katlediyor, zulmediyor, o ülkelerin insanlarına her türlü vahşeti ve yoklukları yaşatıyor…
***
Hakka ve adalete dayalı yeni medeniyetin temelleri atılıyor.
Nedir bunlar; onların kavramlarıyla açıklarsak nedir bunlar?
1. Demokrasi dünyaya hakim olacaktır. Batılıların “ekseriyet demokrasisi” değil; İslâmiyet’in “sözleşme demokrasisi, içtihat ve icma demokrasisi” hakim olacaktır.
2. Laiklik gelecektir. Batılıların “dinleri dışlayan tanrısız bir dünya laikliği” değil, tam tersine “uzlaşmalı, bütün din ve inançların katıldığı ileri bir dünyayı oluşturma, dinde zorlamayı kaldırma laikliği” gelecektir. Bu düzende yasama, yürütme, yönetme ve yargılama kuruluşları bağımsız, kendi içlerinde demokratik oluşum ile görevlerini yaparlar.
3. Liberallik yani liberal bir ekonomi gelecektir. Sömürücü tekeller kalkacak, ekonomiye “sömürü sermayesi” değil, “üretici emek” hakim olacaktır. Sözde değil özde ve gerçek liberal ekonomi düzeni “faizsiz kredi sistemi” ile düzenlenecektir. Bu sistemde/düzende sömürü (sömürenler ve sömürülenler) olmayacaktır.
4. Sosyallik yani sosyal düzen oluşacaktır. Herkes yeryüzünün ortağıdır. Çalışmasa veya çalışamasa dahi herkesin yaşama (yaşayacak kadar yiyecek ve barınma) hakkı vardır. Onlar “yeryüzündeki kira payları” ile çalışmadan yaşayacaklardır. Aidatlı-primli sigorta sistemi kalkacak, herkes zekattan/vergiden kendisine düşen payını alacaktır.
Nihayet merkezden atanmış “hakimler” değil, yargıyı “hakemler” oluşturacak ve “hakem kararları” herkesi bağlayacaktır.
Bugünkü sözde demokrasi yani “ekseriyet demokrasisi” gidecek ve alternatif olarak onun yerini “yerinden yönetimli hicret demokrasisi” alacaktır.
İşte, insanlık “Adil (Ekonomik) Düzen”e yani “Adil Dünya Medeniyeti”ne doğru giderken, bu yeni insanlık medeniyetini yani “Adil (Ekonomik) Düzen”i başlatma görevini de Allah Türkiye’ye vermiştir. Tüm tarihî oluşumlar hep buna göre gerçekleşmiştir. Nasıl, Hazreti Yusuf’tan itibaren, Hazreti Musa ve kavmi Mısır’da yetiştirildiyse; geçtiğimiz iki-üç asır boyunca da Türkiye yetiştirildi, geliştirildi ve çağımızda görevini yapacak hâle getirildi. Şimdi Mısır’dan yani zalim düzenden çıkma, denizi geçme ve yeni medeniyeti kurma zamanıdır. İnsanlık/dünya ve Türkiye’deki gelişmeler bundan ibarettir. Anlayanlara...