MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 16
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَائِرَ اللَّهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَائِدَ وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(2) حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3) يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنْ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4) الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ (5) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6) وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَمِيثَاقَهُ الَّذِي وَاثَقَكُمْ بِهِ إِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (7) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (8) وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ (9) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (10) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ هَمَّ قَوْمٌ أَنْ يَبْسُطُوا إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ (11) وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمْ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللَّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمْ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمْ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمْ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ (12) فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَى خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(13) وَمِنْ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمْ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمْ اللَّهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ(14) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنْ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ قَدْ جَاءَكُمْ مِنْ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ(15) يَهْدِي بِهِ اللَّهُ مَنْ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ وَيُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِهِ وَيَهْدِيهِمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (16)
لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَنْ يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)
لَقَدْ كَفَرَ
(LaQaD KaFaRa)
“Küfretmektedirler.”
Her dil kendine özgü kurallar geliştirerek mânâlar kazandırır. Türkçede hal sigası vardır. ‘Geliyor’ deriz. Arapçada hal sigası yoktur. Fiilin başına gelen harflerle ifade edilir. Türkçede fiil çekimleri çok fazla gelişmiştir. ‘Ahmet geliyor’ deriz, bir de ‘Ahmet gelmektedir’ deriz. Her ikisi aynı mânâyı taşımaktadır ama aralarında fark vardır. Biri isim cümlesidir, diğeri fiil cümlesidir.
Mazinin üzerine “Kad” geldiği zaman geçmişteki bir olayın hâlen sürmekte olduğunu ifade etmiş oluruz. Başındaki “Lam” ise tekit içindir, kesin olarak böyledir denmiş olur. Hangi kelimenin başına gelirse onu tekit eder. “İnne” ise cümleyi tekit eder. “Kad” burada “Kefera” kelimesini tekit etmektedir. Yani şimdi küfretmektedirler demektir.
Evet, Kur’an nâzil olduğu zaman Hıristiyanlar küfür içinde idiler. Hazreti İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Hâlen de bu iddialarına devam etmektedirler.
İşte, “Kad” kelimesi bunu tahlil ediyor. Yani küfretmişler ve yine de küfürlerini sürdürmüşlerdir. Bizans yıkılmış, Papalık dağılmış ama bu bâtıl inançtan vazgeçmemişlerdir. Bu haber gaybi bir haberdir
“Küfretmek” bile bile bir şeyi inkâr etmek demektir. Hafera, kabere, gafere kelimeleri ile akrabadır. Toprağı kazıp tohumu toprağa kapatmak yani üzerini örtmek küfretmektir. Kendisine yapılan iyilikleri görmemek, nankörlük etmek, küfretmek demektir. Bile bile bir şeyin aksini iddia etmek küfretmek demektir.
“Kefera” “Bi” harfiyle geldiğinde, onunla başka bir şeyi kapatma anlamına gelir. Allah’la küfretmek demek, Allah’ı inkâr etmekten ziyade, Allah’ı kullanarak başka bir şeyi gizlemek demektir. Bir sözle bir şeyi gizliyorsun ama onu öyle gizliyorsun ki başkasını örtü yapıyorsun. İşte o durum onunla küfretmektir.
Küfrün fıkhî mânâsı ise hakemlik sistemini ve yargıyı kabul ettikleri halde cizye vermeyenlerdir. Yani bedenen askerliğe katılmadıkları gibi bedel de vermeyenlerdir. Buradaki küfrü o mânâda anladığımız takdirde, onlarla aynı devlet içinde yaşamamamız gerekir. Oysa biz Hıristiyanları ülkemizde barındırdığımız gibi, biz de onların ülkelerinde barınıyoruz. Birçok konularda Hıristiyanlarla beraber olmamız gerektiği Kur’an’da belirtilmiştir.
Bizim iki görevimiz vardır.
Biri davet görevidir, uyarı görevidir, tebliğ görevidir. Orada bizim herhangi bir görevimiz yoktur. Kabul edip etmemiş olmaları bizi ilgilendirmez. Buradaki görevimiz budur.
Diğer bir görevimiz daha vardır. Diğer insanlarla anlaşacağız, o zaman sözlerimizde duracağız, onlar da sözlerinde duracaklardır.
Kuran, insanların zihniyetini çarpık düşüncelerden arıtma hususunda ısrarlıdır. Ne var ki bunu silah zoru ile değil, tebliğ yoluyla yapmaktadır. Yanlış inançlar insanlığı geri bırakmaktadır. Papalık bu yanlış inançtan dolayı bugünkü hâle gelmiştir. Bâtıl düşüncelerinden dini ayıklamadığınız takdirde insanlığı küfre sürüklersiniz. Papalığın en büyük ve zor işi Hıristiyanlığı bâtıl inançlardan arındırmasıdır; arındırması gerekir. İnsanlığın Hıristiyanlığa ihtiyacı vardır. Bugünkü uygarlık tıkanmıştır, yeni uygarlığa ihtiyaç vardır. Bu bâtıl inanış içindeki Hıristiyanlık dünyaya hizmet veremez.
Kur’an’ın bunların bâtıl inanışlarının üzerinde bu kadar fazla ve ısrarla durmasının sebebi onları kötülemek değil, aksine onları yüceltmek ve kendi safiyeti içine getirmektir.
İnsan aklı o kadar çarpıktır ki, tanrıyı öldürerek insanların günahlarını tekfir etmektedir. Kendisi ölmeden halkını kurtaramayan tanrı nasıl tanrıdır? Gidip sonra gelecekse, o tanrı nasıl tanrıdır? Bu mantıksız inanıştan dolayı Avrupa’da büyük kafirler yetişmiştir.
Jan Jak Ruso (Jean Jacques Rousseau) diyor ki: “Ben Tanrı’ya inanmıyorum ama inanacak olsam Müslümanların Tanrı’sına inanırım.” Demek ki Jan Jak Ruso’yu dinsiz yapan Hıristiyanların bu çarpık inancıdır.
Batı dünyası bugün artık gayet iyi biliyor ki, Hazreti İsa kendisinin tanrı olduğunu iddia etmemiştir. Pavlus bu bâtıl anlayışı ve putperestliği Hıristiyanlığa zerk etmiştir.
الَّذِينَ قَالُوا
(elLaÜIyNa QAvLUv)
“Demiş olan kimseler.”
Diyen kimseler bellidir, dedikleri de bellidir. Bunlar ayrı ayrı değil toplu olarak demişlerdir. Hıristiyanlık Filistin’de doğmuştur. Hazreti İsa hayatında 12 havari bulmuştur. Hazreti İsa insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Havarilerine tebliğ edecekleri kimselerin Yahudiler olmadığını, dağılıp bütün insanlığa tebliğ yapmalarını söylemiştir.
Devlet kavmîdir. Yeryüzü yüze yakın kavimden oluşmaktadır. Her kavmin devleti ve kendilerine özgü devlet dilleri vardır. Hazreti Musa İsrail oğullarını bir devlet kuran topluluk hâline getirmiş, insanlığa örnek kavim yetiştirmiştir.
İşte bu örnek kavmi yaymak, tüm insanlığı kavmi topluluklar hâline getirmek için Hazreti İsa gelmiş, bu görevi fazlasıyla yapmıştır. Önce havariler dünyaya dağılmış ve İncil’i insanlığa ulaştırmışlardır. Sonra Roma/Bizans İmparatorluğu oluşmuş, Hıristiyanlık insanlığın dini olmuştur. Sonra Avrupa müstemlekeciliğini Hıristiyanlığa dayanarak yapmıştır.
İşte, insanlığa İbrahimî uygarlığı ulaştırmada Hıristiyanlığın çok büyük katkısı olmuştur. Bunun dışında uygarlaşmadaki son büyük sanayileşme hamlesini Hıristiyanlar yapmışlardır. Hıristiyanlığın bu büyük başarıları biraz da dinlerini bozduklarından böyledir. Yeni hamleler son derece düzgün ve sistematik olarak kurulur. İnsanlar önce direnirler, sonra bozarak onu kabul ederler. Sünnetullah böyledir.
Akevler’de başlayan “Adil Düzen Çalışmaları” bozulmuş, Millî Görüş ve Gülenciler elinde dünyaya yayılmıştır. Bunu normal kabul edeceğiz ama hatalarla birlikte mücadeleye de devam edeceğiz. Daha ilerisine ancak böyle gidilir.
Kur’an nâzil olduğu zaman Medine’de Yahudiler vardı, onlarla problemler olmuştu. Hıristiyanlarla hiçbir problem olmamıştı, Hıristiyan Habeş kralı hicret eden Müslümanları misafir etmişti. Bizans/Roma İmparatoru Heraklius gelen mektubu dinlemiş ve hoş karşılamıştı. Akıllı siyasetçi onların inançlarını benimseyip savunma yaparak desteğini daha ileri götürebilirdi. Kur’an öyle yapmıyor. Bir taraftan onları desteklerken, en ağır uyarılarını da Hıristiyanlara yapmaktadır. Bu da gösteriyor ki Hazreti Muhammed ya peygamberdir ya da iyi siyasetçi değildir. Oysa iyi siyaset yapmıştır ki kurduğu düzen günümüze kadar gelmiştir. Demek ki peygamberdir.
"Diyen kimseler" kimlerdir?
Pavlus bu iddiaları ortaya atarak insanlığı Roma ile barıştırmıştır. Hazreti İsa’nın iki kişiliği vardır. Birini papa, diğerini ise imparator temsil eder. Hıristiyanlık devlet dini olmuştur. Doğuda patrik imparatora bağlı idi, batıda ise krallar papalığa bağlı idiler.
Her iki mezhep mensupları da Hazreti İsa’nın tanrılığı ilkesini benimsemişlerdir.
Diyenler bunlardır. Hattâ Lüter (Luther) kilise hakimiyetini yıkmak için papalığa karşı çıkmıştır ama Hazreti İsa’nın tanrılığına dokunmamıştır. Çünkü onun derdi Avrupa’yı sömürü sermayesine yem yapmaktı. Bugün de Hıristiyanlar ya dinlerini terk etmekte ya da hâlâ Hazreti İsa’nın tanrılığına inanmaktadırlar.
III. Bin Yıl Medeniyeti bu bâtıl içtihadı ortadan kaldıracaktır.
Evet, Hazreti İsa birçok bakımdan diğer peygamberlerden faziletlidir. Hazreti Muhammed’den de faziletli tarafı vardır ama Hazreti İsa tanrı değildir. Kilise bu gibi saçma iddialardan derhal vazgeçmelidir. Hazreti Musa’nın mucizesi vardı. Hazreti Muhammed’in mucizesi Kur’an’dı. Hazreti İsa ise kendisi mucizedir, hâlâ dünyayı etkisi altında tutmaktadır.
Kur’an düzeninin en büyük destekçisi Hıristiyanlık olacaktır. İncil’i okuduğunuz zaman, içindeki yanlış tarafları ayıkladığınızda size iman telkin eder. Müslümanların da İncil’e ihtiyaçları vardır.
Kuran insanın aklına hitap eder.
İncil ise insanın duygularına hitap eder.
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ
(EinNa elLAHa HuVa eLMaSIyXu iBnu MaRYaMa
“Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler küfretmişlerdir.”
Tevrat’ta ve Kur’an’da emirler vardır: Namaz, zekat, hac ve oruç.
Hazreti İsa bunlarla meşgul olmamıştır. Hazreti İsa insanların şeklî hareketlerine değil de iç yapılarına hitap etmiştir. Bunun iki sebebi vardır.
İnsanları inandırmadan onlara yeni bir şey getiremezsiniz. Nitekim Mekke döneminde Hazreti Muhammed aleyhisselâm da bunu yapmıştır. Bu sebeple İncil ibadetlerden bahsetmez ama din de ibadetsiz olmaz.
Hazreti İsa düzen ve ibadet için de Tevrat’ın hükümlerini önermiştir. Ne var ki ruhunu yitirmiş şekildeki ibadetler de Hıristiyanları ilgilendirmemiştir. Bu sefer kendileri böyle ibadetler uydurmuşlardır. İslâmiyet’te de tarikatlar böyledir.
İslâmiyet kentte doğmuş ve peygamber kent hayatını örneklemiştir. Müçtehitler dönemine kentlerde tarım ve ticaret topluluklar arasında gelişti.
Türkler Müslüman olduklarında çobanlık dönemimi yaşıyorlardı. Kent hayatına göre gelişmiş şeriat Yörüklerin hayatına uymadı. İşte onlar da tahrif ederek şeriatın yerini tarikata verdiler, cem evleri ihdas ettiler. Türkiye’de var olan bugünkü Alevilik sorunu budur.
Hıristiyanlar da uygarlığı yeryüzüne götürdüklerinde halkın kabul edeceği mistisizmi başa çıkardılar. Bâtıl inanışlar böyle doğdu. Gerek Hıristiyanlar, gerek ehli tarikat müsbet ilme aykırı birtakım fıkralar ve hikayeler anlatırlar. O devirlerde böyle yapmaları gerekiyordu. Ancak onların bâtıl inanışlarına o devirde ihtiyaç olduğu için Allah da izin verdi. Ne var ki bugün de aynı şeyi yapıyorlar. İşte Kur’an onlara bugün hitap ediyor. Bundan dolayı bu ayet “Lekad” kelimesiyle başladı.
Tarikatlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Müsbet ilme aykırı hiçbir şey İslâmiyet’te yoktur. Artık bizim uyarılarımıza kulak vermelidirler.
Benzer benzetmeyi Cumhuriyet inkılapları için de yapabiliriz. O gün yasaklanan bir şey o gün için gerekli olduğu için Allah izin verdi. Ama bugün artık şeriata aykırı yasaklara devam etmek küfürdür.
Hıristiyanlar ne yaptılar?
Bu konu Yahudilerde başlamıştır. Onlar İsrail oğullarını seçilmiş kavim kabul ediyor, kendilerinin de Allah’ın oğulları olduklarını iddia ediyorlardı. Diğer insanları dışlıyor ve başka halkları insan bile kabul etmiyorlardı. Pavlus bir adım attı, bütün İsrail oğullarını Tanrı’nın oğlu olmaktan çıkarıp yalnız Hazreti İsa’yı Tanrı’nın oğlu yaptı. Hıristiyanlık âleminin bunun üzerinde durabilmesi için akıl yoluyla izah etmek zorunda kaldı.
Allah’ın oğlu olması halinde tanrılar çoğalmış olacaktı. Bu sefer Tanrı’yı İsalaştırdı ve Tanrı olan İsa’dır dediler.
Ölümü izah etmek mümkün olmadığı için de o göğe çekildi gitti dediler.
Evet, Kur’an Hazreti İsa’nın haça gerilmediğini veya gerilirken öldürülmediğini bildirmekte, Hazreti İsa’nın öldüğü de açıkça ifade edilmektedir. Ama hâlâ Hazreti İsa’nın geleceği beklenmektedir.
“El-Mesih” burada sıfat olarak değil ad olarak bildirilmektedir. Hazreti İsa’nın bir adı da “Mesih”tir. Tevrat’ta Mesih’in geleceği bildirilmiştir. Hıristiyanlar Mesih’i insan üstü hâle getirdiler. “İsa” da beklenen demektir, “asa” sözünden türemiştir. Kur’an’da İsa’nın isminin Mesih olduğu bildirilmektedir. Yani genel olarak Hazreti İsa’nın asıl adı “İsa” olarak bilinmekte, “Mesih” sıfatı imiş kabul edilmektedir. Oysa asıl adı “Mesih”tir. “İsa” da beklenen adam demektir. Bugün de yeniden geleceği beklenmektedir.
Bu kelimeye dayanarak Hazreti İsa gelecektir diyebiliriz.
Kur’an’da Hazreti İsa Mesih’e ait pek çok müteşabih âyet vardır.
Evet, Hazreti İsa beklenmektedir. Tekrar yeryüzüne gelecektir. Ancak kendisi gelmeyecek, din gelecektir; Hıristiyanlık yeniden eski saffetine kavuşacaktır.
Dinlerin iki görevi vardır.
Biri, kişileri düzeltmek, onları üstün insan yapmak. Bunu Hazreti İsa yapmıştır.
Diğeri de, insanlar arasında Adil Düzen kurmak. Bunu da Hazreti Musa yapmıştır.
Kur’an bunları bir arada insanlığa sunmuştur.
Ne var ki, Kur’an daha çok düzenle ilgili uygulama yapmıştır. Hazreti Muhammed, Hazreti İsa’ya benzeyen değil, Hazreti Musa’ya benzeyen bir peygamberdir, şeriatı uygulamakla görevlidir. Kur’an’da tarikat da vardır (İncil’de vardır), ama Hazreti Muhammed onu uygulamamıştır. Tarikatlar sonra bu uygulamayı yapmışlardır.
İşte, Hazreti İsa üçüncü bin yılda gelecektir ama kendisi değil, kendi peygamberliği gelecektir. İncil’in uygulaması yapılacaktır.
Bediüzzaman bunu uzlaştırıcı üslupla belirtmiştir. Gelir ama herkese görünmeyebilir demiştir. Asıl gelmesi, Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşecek, küfrü ve şirki dünyadan kovacaklardır demiştir. Bu sözlerin isabeti günümüzde çok iyi anlaşılmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı Örgütü’ne üye olarak katılmak istemiştir. Amerikan halkı Müslüman evladı Obama’yı başkan seçmiştir. Papa, Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiş, “arzın ve semavatın rabbine dua ettim” demiştir. İşte beklenen Mesih budur.
قُلْ
(QuL)
“Kavl et”
Buradaki emir kimedir?
Kur’an bu âyetlerde muhatap olarak mü’minleri değil Ehli Kitabı ve Hıristiyanları almış, doğrudan onlara hitap etmiştir.
“Kul/söyle” emri ile de şimdi bize hitap etmektedir. İslâm âlemini temsil eden biri söyleyecektir. Bu âyete göre onlara hitap edecek biri olmalıdır.
Bu kimdir? Burada söyleyecek kimse kimdir?
Bunu Hazreti Muhammed kabul edemeyiz. Kabul edersek, o zaman bu âyetler ne bugünkü Hıristiyanları muhatap alır, ne de bugünkü mü’minleri görevli kılar.
Evet, bu emir hepimizedir. Önce hepimiz Hıristiyanlardan dost edineceğiz ama taviz vermeyecek, Kur’an’ın bu tebliğini onlardan her birine ulaştıracağız. Her mü’min nebinin halifesidir, onun yaptığı görevi o da yapacaktır.
Ondan sonra İslâm âlemini temsil eden bir halifemiz olmalıdır. O söyleyecektir.
Bu nasıl olacaktır, nasıl söyleyecektir?
Yeryüzünde dört büyük din vardır. Bunlar İbrahimî dinlerdir. Budistler, Hindular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Dinlerin mezhepleri olacaktır. Her din üç, dört, beş ana mezhebe ayrılır. Demek ki yirmiye yakın mezhepler olacak, bunlar dinî dayanışma ortaklıklarını oluşturacaklardır. Üçüncü bin yıl medeniyetini bunlar kuracaklar, bu kurumlara dayanarak kuracaklardır. Görüşme ve tartışma bunlar arasında olacaktır.
Bunun merkezi neresi olacaktır?
Şimdilik Türkiye’de bu imkanı sağlamalıyız.
İstanbul’da açık bir kent kurmalıyız. On dönümde bir yüz hanelik semt kurulabilir. Bir bucak yüz dönümde oluşur. On bin dönümlük yer yeterlidir. İşte burada onlara tamamen serbestlik veririz. Orada bu merkez oluşur. Bunun için bir belediye başkanının bize ‘evet’ demesi yeterlidir.
İşte, “kul/söyle” emri böyle yerine getirilebilir.
Adil Düzen Çalışanlarına düşen görevler büyüktür.
Biz bunları 1960’larda söylediğimiz zaman; ‘bizi kim iktidar eder, bize kim bu imkanları verir’ diyorlardı. Bugün her şey oldu, tek başımıza iktidar olduk ama maalesef biz elimizdeki imkanları kullanamıyoruz. Arkadaşlarımız kendi dünyalarına daldılar. Biz Adil Düzen Partisi’ni kurup onların yaptığını yapmamalıyız.
فَمَنْ يَمْلِكُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا
(Fa MaN YaMLiKü MiNa elLAHi ŞaYEn)
“Kim Allah’tan bir şeye malik olursa.”
“Fe” harfi atıf harfidir. Bir konuşmaya “fe” harfi ile başlanamaz. Demek ki bundan önce başka şeyler söylenecek, ondan sonra bundan sonraki cümle söylenecektir. O söylenecek cümleleri duruma göre söylenmek üzere bize bırakmıştır.
Biz de gücümüzün yettiği kadar söyleyelim.
a) Tanrı’nın birinci vasfı vacibu’l-vücud olmasıdır. O yeniden var edilemez, yok da edilemez. Eğer yeniden var olabiliyorsa, onu var eden Tanrı olur, o olmaz. Hazreti İsa ise doğmuş, büyütülmüş ve ömrü sona ermiştir. Yaşadığı ömür ise birkaç senedir. Yahut 2000 senedir. Oysa kâinat 13.7 milyar yıl önce yaratılmıştır. Milyonda bir zaman içinde var olan nasıl tanrı olacaktır?
b) Hazreti İsa 2 metre bile değildir. Dünyanın çevresi 40 milyon metredir. 20 milyon kat daha küçük olan nasıl tanrı olabilir? Dünyanın güneşten uzaklığı 10 000 defa daha büyüktür. Güneş sistemi 500 bin defa daha büyüktür. Ondan sonra yıldızlar sistemi gelir, uzay gelir, kürsi gelir, arş gelir. Bunların içinde Hazreti İsa veya Hazreti Muhammed nasıl tanrı olabilir?
c) Kaldı ki Hazreti İsa’nın kendisi tanrılık iddiasında bulunmamış, normal insan olarak yaşamıştır. Kendisi ben tanrıyım demediği halde, biz ona nasıl tanrı diyebiliriz?
d) Kur’an gelmiş, onun peygamberliğini tasdik etmiş ama Allah’ın oğlu olduğu iddiasını şiddetle reddetmiştir.
Sonra Allah’ın sıfatları vardır.
1- Allah’ın başlangıcı ve sonu yoktur, zaman ve mekan dışındadır. Çünkü zamanı da mekanı da O yaratmıştır. Oysa Hazreti İsa aramızda yaşamıştır. Şimdi de göktedir diyorsunuz.
2- Allah tüm kâinatı ve kanunları var etmiştir. Hazreti İsa neyi var etmiştir. Bilakis, kendisi var edilmiştir.
3- Allah istediği şeye “ol” der, o da olur. Asılmaya, çarmıha gerilmeye, göklere gitmeye ihtiyacı yoktur. Aranızda yaşayarak tanrılık yapabilirdi.
4- Eğer o tanrı ise şimdi bizi görüyordur. Kendisini astıracak kadar fedakar olan Hazreti İsa şimdi neden merhamet edip de bu kadar zulme ses çıkarmıyor?
Bugün müsbet ilim harikalar meydana getiriyor. Cebimizdeki telefonla Ay’da olsak bile konuşabiliyoruz. Ay’a gidebiliyoruz. Gecemiz gündüz olmuş, elektrikle her yeri aydınlatıyoruz. Bilgisayarımızla yazıyoruz, hesaplar yapıyoruz.
Bunları nasıl elde ettik?
Müsbet ilimle elde ettik.
İşte o müsbet ilim Hazreti İsa’nın tanrı olmadığını bize kesin olarak söylemektedir. O ilimleri geliştirenler de Hıristiyanların kendileridir.
İşte, biz Hıristiyanlık âlemi ile karşılaşırken, bu izahları yaptıktan sonra “öyleyse” deyip yani “Fe” harfini getirip Allah’a karşı direnecek, O’na bir şey yaptıracak kim vardır.
Ateist sermaye insanlığa bazı şeyler yutturmaktadır: Aklınız var... Siz peygamberlerin sözlerine ne diye uyuyorsunuz... Sosyal ve doğa kanunlarını ne diye dinliyorsunuz... Gücünüzle istediğinizi yapınız...
Bizim akıllılar da çıkıp ne diyor; din kamuya giremezmiş!
Behey beyinsizler. Din dediğin, Allah dediğin giremezmiş diyorsan, sen kimsin? Senin başın ağrısa O’nun doktoruna, O’nun ilacına baş vuruyorsun. Hazreti İsa’ya tanrı diyenlerle laiklik iddiasıyla Allah’ı dışlayanlar arasında ne fark vardır. Hattâ bunlar onlarınkinden daha akılsızca, daha aptalca inanç ve küfürdeler. Sizin bir kılınız bile size ait midir? Bugün biyoloji ilmi açıkça ortaya koymuştur ki insandaki bir tüy bile ancak birtakım planlamaların ve çalışmaların ürünüdür. Bir saç kılını yine Allah’ın bize lütfettiği makasla kesmesek durduramayız, büyür durur. ‘Makası biz yaptık’ diyebilir bu kâfir. Görelim bakalım, çarşıdan almadan bir makas yap. O makası yapanlar Allah’a inandılar, O’nun emrine girdiler, çalıştılar da öyle yaptılar. Allah onlara güç verdi, bilgi verdi, ilham verdi de yaptılar. Sen yapsana, sen!
إِنْ أَرَادَ
(EiN EaRAvWa)
“İrade etse.”
Yani Allah irade etse, öyle olmasını istese.
Bir zelzele olur, tüm insanlık seferber olur, yaraları yıllarca saramaz. Ya o zelzele biraz daha ileri gitse de denizde gemilerin battığı gibi karalar batsa, kim karşı gelecektir. Ozon tabakası deliniyor diye kıyamet koparıyoruz. Ya denizler buharlaşıp uçsa, Hazreti İsa bir şey yapma gücüne mi sahiptir. Bir grip virüsü çıkıyor, sokaklara çıkamıyoruz.
Allah bu kâinatı kendi düzeni içinde eksiksiz var etmiştir. 13.7 milyar yıldır evrimleşmektedir. Hazreti İsa yoktu ama kâinat bu hâle geldi. Ağaç dikerken, gübrelerken, büyütürken Allah’ın oğula ihtiyaç yoktu da, şimdi hasat yaparken oğula ihtiyacı oldu, öyle mi? İhtiyacı yoksa onu niye var etti? O mu var etti, yani çok tanrı oldu? Neden oluyor da bir oğlu oldu ama başka oğlu olmadı?!.
İnsanlık hâlâ bu bâtıl düşünceden kendisini kurtaramıyor.
Müslümanlar da “kutlu doğum haftası” ile onlara özeniyor, Hazreti Muhammed’i ucun ucun tanrılaştırıyorlar.
İşte, bugün insanlığın başına musallat olan ateizm bu gibi bâtıl inançların bir sonucudur. Tüm dünyadaki dinler akıllarını başlarına toplamalı, dinlerini bâtıl inançlardan temizlemelidir. İşte o zaman dinsizlik de sona erer, sermayenin tahakkümü de sona erer.
Döndük dolaştık ve ilk güne geldik. Sorun “Lâ ilâhe illallah” demekten ibarettir. Bunu demek kolay sanırsınız ama kolay değildir. Bunu demek çok zordur. Erbakan tanrılaştırılıyor, Erdoğan tanrılaştırılıyor. Mustafa Kemal tanrılaştırılıyor... İnsanlar bir türlü Yaratan’a inanamıyor, yaratılanı yaratan yapıyor! Bununla beraber Allah müdahale etmiyor. İnsanlığın kendi akıbeti içinde ilerlemesine izin veriyor.
أَنْ يُهْلِكَ
(EaN YuHLiKa)
“Helak etmeyi murat etse.”
“Heleke” iki dağ arasındaki uçurumdur. Hayvanlar oralarda otlarken yuvarlanır ve helak olurlar, yani ölürler. Kötü bir şekilde, beklenmedik bir tarzda insanın ölmesi “helak” olarak ifade edildiği gibi; zelzele, yangın veya savaş sebebiyle bir topluluğun dağılması da “helak” olarak ifade edilmektedir.
“İhlak etmek” uçuruma yuvarlayıp ölümüne sebep olmak demektir.
Bizim hayatımız iğne ipliğine bağlıdır. Bir damar tıkanır ve insan ölür. Yerin küçük bir sarsıntısı ölüme sebep olabilir. Uzaydan gelen bir parça yere çarpar, onu darmadağın edebilir. Beynimizdeki devreler karışır, abuk sabuk konuşmaya başlarız.
Biz kim, Tanrı kim ve nerde.
Ama insanoğlu işte böylesine şaşkındır.
Burada anlatılan yalnız Hıristiyanlar değildir, tüm insanlar böyle sapıklık içindedirler.
الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ
(eLMaSIXa İBNa MaRYaMa va EumMaHUv)
“Meryem oğlu Mesih’i ve ümmünü.”
“Meryem oğlu Mesih” yukarıda zikredilmişti. Burada zamir gönderebilirdi. Böyle olmamış ve izhar edilmiştir. Muttasıl zamire atıf yapılamaz, dolayısıyla “ummehu” kelimesini atfetmek için izhar yapmıştır. Takdim ve tehir yapılarak da ifade edilebilirdi. O zaman annesi Hazreti İsa’dan daha önemli olmuş olurdu. Bununla beraber bu şekilde izhar edilmesinde başka bir hikmet olabilir. Yukarıdaki Mesih ona tanrı diyenlerin hayali mesihidir. Buradaki Mesih ise Meryem’in oğlu olan ve anası gibi olan Mesih’tir. Farklı anlamda Mesih olduğu için izhar edilmiştir. Anası ile beraber zikretmesi, ikisinin de insan olması ve birinin diğerine muhtaç olmasıdır.
Burada ve yukarıda “İsa” kelimesini getirmemektedir. Çünkü konunun beklenen bir peygamber olması ile ilgisi yoktur. Hazreti Musa peygamber Hazreti Harun peygamber ile, Hazreti İbrahim peygamber oğulları ile, Hazreti Davut peygamber Hazreti Süleyman peygamber ile, Hazreti Zekeriyya Hazreti Yahya ile hep birlikte peygamberlik yapmışlardır. Hazreti İsa’nın beraber olduğu nebi de Hazreti Meryem’dir. Hıristiyanlık Hazreti İsa kadar Hazreti Meryem’in de eseridir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar Hazreti Meryem’e çok büyük saygı duyarlar.
Onları ihlak ederse, helak ederse acaba kim mâni olabilir?
Buradaki bu ifade “İn” ile getirilmiştir. Halbuki onları helak etseydi, yani “lev kane yuhlikü” şeklinde mazi sigasıyla gelmeli idi. Şimdi “helak ederse” deniyor.
Şimdi onlar hayatta değildirler ki helak etsin.
Evet, şimdi de helak edebilir. Ruhları vardır. Onları hepten yok edebilir. Eğer annesini eklemeseydi bu âyetle Hazreti İsa’nın şimdi hayatta olduğunu istidlal edebilirdik. Annesini de zikrederek o mânânın verilemeyeceği ifade edilmiş olur.
Burada Hazreti İsa ve annesinden bahsetmekle beraber, onun gibi herhangi birini helak etse kim karşı çıkabilir. Nitekim sonunda herkes ölmektedir.
Burada asıl işaret edilen husus Papalıktır. Yani Hıristiyanların etkisini ortadan kaldırsa, tüm insanlığı ona düşman yapsa, kim gelir de Hazreti İsa’yı ve Annesini bir daha dünyanın yarısından çok insanların gönlüne koyabilir? O halde bugünkü Papa’ya hitaben söylüyor. Siz Pavlus’u bırakamıyorsunuz ama ya Allah sizi bıraksa ne yapabilirsiniz?
Bugünkü Hıristiyanlar dinlerinden soğumuş bulunmaktadırlar. Papalık Hazreti İsa’nın ilahlık iddiasından vazgeçecek, şeriat olarak da Tevrat şeriatının yanında Kur’an şeriatını da kabul edecek, yeniden yine eski saltanatını bulacaktır. Kur’an’ın bunun üzerinde bu kadar durmuş olmasının mânâsı, Hıristiyanların bu saffete dönecek olmasıdır.
Kur’an okudukça ve üzerinde çalıştıkça her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz.
Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı tanrılaştırmaktan tevbe edeceklerdir, Allah da onların tevbesini kabul edecektir.
وَمَنْ فِي الْأَرْضِ
(Va MaN FIy eLEaRWı)
“Ve arzda kim varsa”
Yalnız Hıristiyanları değil tüm insanlığı yok etse, O’na kim ne diyebilir.
Tarihte pek çok dinsiz putperest çağlar gelip geçmiştir. Bunların hiçbirisi, yirminci yüzyıldaki din düşmanlığı ve ahlak bozukluğu kadar şiddetli olmamıştır. İki cihan savaşı çıkmış, insanlık atom bombası ile imha edilmiştir. Çağımız dünyası en ağır çevre kirliliği ile karşı karşıyadır. Çağın teknik gücü bunları durdurmaya yeterli gelmemektedir.
Burada yeryüzünün helaki sözkonusudur, insanlığın helaki sözkonusudur.
Eski Yunanlılar kâinatın yaratılmadığı, sonunun da olmadığı iddiasında idiler. Şimdi kâinatın yaratıldığı ve ölüme doğru gittiği bilinmektedir. Beklenmedik bir olay tüm insanlığı yok edebilir. Sadece çevre kirliliği her yıl artmaktadır. Bu artış devam ederse, 200 yıl sonra yeryüzünde insan diye bir şey kalmayacak, aynı zamanda canlılar da varlıklarını yitirecekler. Bugün ilmen tesbit edilmiştir ki her şeyin ömrü vardır. Cansızların da ömrü vardır.
Kendilerini tanrı kabul ederek ve ‘laik düzen kuracağız’ deyip Allah’ı inkar edenler, O’na karşı çıkanlar, bu sorunlara bir tedbir, bir çare düşünebiliyorlar mı?
Burada bilinen bir fıkrayı yazarak duymayanlara duyurmak isteriz. Bu bir temsildir.
Bir grup ilan vermişler; biz canlıyı var ettik, artık Tanrı ile yarışabiliriz! Muvafıklar ve muhalifler tartışmışlar, sonunda Firavun’la Hazreti Musa’nın karşılaştığı gibi karşılaşmaya karar vermişler. Büyük bir salon, mahşeri bir kalabalık, yeni tanrılarını seyretmek isteyen insanlar... Sahne açılmış ve canlıyı yarattıklarını iddia eden kimseler gösteriye çağrılmış... Kendilerinden emin bir şekilde sahneye çıkmışlar... Sözcüleri söze başlamış: “Canlı var etmek için önce şu, şu maddeleri alırız” demiş. Muhalif el kaldırmış, hakemlerden söz istemiş, hakemler de ona söz vermişler: “Bunlar bizim Tanrı’mızın malzemesini kullanıyorlar, kendi malzemelerini kullansınlar!” Ve tartışma oracıkta bitmiş.
Kur’an’da deniyor ki; “Ey ins ve cin halkı, gücünüz yetiyorsa arz ve semavatın dışına çıkın.” Bu ne arsız ve yüzsüz insandır ki, O’nun yarattığı biri çıkıyor, O’nun yarattığı yerin nimetlerinden yararlanıyor; sonra da O’na baş kaldırıyor!
جَمِيعًا
(Va MaN FIy eLEaRWı CaMıGan)
“Ve arzda kim varsa, cemian.”
İşlenen suç o kadar büyüktür ki, suç ortaklarının tamamının ortadan kalkması gerekir.
“Cemian” kelimesi bu sebeple zikredilmiştir.
Sonra yeryüzünün tamamını ortadan kaldırmak daha dehşetlidir, daha basittir. Dengelerden birini bozarsanız yeryüzünde hayat kalmaz. Dünyayı güneşe biraz yaklaştırırsanız, yahut biraz uzaklaştırırsanız... Dünyayı biraz daha yavaş döndürürseniz… Havanın içindeki çok az miktardaki helyumun miktarını değiştirirseniz… Hayat kalmaz.
Müsbet ilimler ilerledikçe kâinatın, yeryüzünün, insan vücudunun ne kadar mükemmel ve uyumlu bir şekilde var edildiği ortaya çıkar. Şaşılacak şey değil midir ki; bir dakika nefes almazsa helak olacak bir durumda ama yine de kendisini bir şey sanıyor!
Allah en büyük nimetini Hıristiyanlara vermiştir. Vâris oldukları ilim mirası Hıristiyanları en yüce yerlere çıkarmıştır. İlmin elbette sonu yoktur. Daha çok şey öğrenilecektir. Bununla beraber her şeyin bir olgunluk devresi vardır. Bir fidan dikersiniz, belli bir zaman sonra meyve vermeye başlar. İnsan on beş yaşına geldiği zaman ergenlik yaşına ulaşır. İnsanlık da bugün ergenlik çağına gelmiştir, yeni bir hayata başlayacaktır.
Geçmişte de elbette insanlar teknoloji içinde yaşıyorlardı. Ata binmek de teknolojidir. Odayı ısıtmak da teknolojidir. Yelkenli gemiler de teknolojidir. Ne var ki, bunların hiçbirisi insanı uzak yerlerle görüştürememiştir. Bunların hiçbirisi hayatı filme alamamıştır. Gerçekten, harika keşifler son asırda gerçekleşmiştir.
Bugün insanlar “cemi’” olmuşlardır, yani bir araya gelmişlerdir.
Artık yeryüzünde gidilmeyen bir ağaç dibi kalmamıştır.
Bu büyük uygarlığı kimler kurdu?
Hıristiyanlar.
Dünyanın en güçlü dini kuruluşunu kimler oluşturdu?
Hıristiyanlar.
Şimdi Allah onlara diyor ki; artık yeteri derecede ilim edindiniz, gerçekleri gördünüz, küfürden vazgeçin. Size bu nimetleri bahşeden Allah ve O’nun kıymetli peygamberine ve annesine artık gereksiz iftiralarda bulunmayın.
“Cemian” sözü içinde biz Müslümanlara da hitap vardır. Tebliğ etme, gerçekleri anlatma görevi bize düşmektedir. Allah bizi onlara muhtaç etti, onları da bize muhtaç etti. Viyana kapılarından geri döndük ama şimdi işçi olarak oradayız. Eskisine nazaran tebliğ gücümüz şimdi daha fazladır. Şimdi biz Kur’an’ı onlara ulaştırma durumundayız. Yoksa tüm insanlık birden yok olabilir.
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(Va LilLAHı MülKü elSaMAvVAvTı Va eLEaRWı)
“Arzın ve semavatın mülkü Allah’ındır.”
“Allah” kelimesi bu âyette dört defa geçmektedir. Hepsinde kastedilen “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Böyle olmakla izmar edilmemiş, izhar edilmiştir. İki defa da Meryem oğlu Mesih’ten bahsedilmiştir, izmar edilmemiş izhar edilmiştir.
Hıristiyanların düşündükleri Allah ve oğlu Meryem oğlu İsa, kâinatı var eden, ona düzen veren Allah değil de, insanların Tanrı’sı olan ve insanlara mükafat verecek, mücazat verecek Allah’tır. Kur’an’ın ortaya koyduğu Tanrı ise kâinatın ver edicisi, şeriatın kurucusu ve Tanrı’dır. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için kâinattaki olayları ele alalım. Birincisi; insan yaratılmadan önceki Tanrı yeryüzünü koyduğu doğal kanunlarla terbiye etmiştir. İkincisi; Hazreti Adem’i yarattıktan sonra ise yeryüzünü topluluklar hâlinde var etmiş, onlara farklı tanrılık yapmıştır. Onları kendisine halife yapmış ve onları muhatap almıştır. Bu farklı tanrılıktır. Her iki Tanrı aynı Tanrı’dır ama birinde başka usulle tezahür eder, diğerinde başka usulle tezahür eder. Hıristiyanlar Tanrı’yı sadece sosyal işlerle ilgilenen bir Tanrı kabul etmişler, Hazreti İsa’yı onun oğlu kabul etmişlerdir. Kur’an ise her iki Tanrı’nın tek Tanrı olduğuna işaret ederek onların oğul isnadı felsefesini çürütmüştür. Allah böyle sadece sosyal işlerle ilgilenen Tanrı değil, tabiî ve sosyal kâinatın Tanrı’sıdır. Bunu demektedir.
Kailler değişmektedir.
Birincisinde Hıristiyanlar Allah’tan söz etmektedirler.
İkincisinde ise biz Allah’tan söz ediyoruz.
Bizim Tanrı anlayışımızla onların Tanrı anlayışı farklıdır. Bize göre Allah hem kâinatın var edicisi hem insanların rabbidir. Onlara göre Hazreti İsa’nın babası olan Tanrı daha çok insanların rabbidir. İnsanların rabbi olarak Tanrı’nın oğlu kabul edilmektedir.
Söyleyenler değişince lafız izhar edilir.
“Ahmet geldi mi?” diye sorana ya “yalnız Ahmet geldi” dersin, yahut sadece “geldi” dersin. “O geldi” dediğimizde cümle beliğ olmaz, yahut farklı şey kastedilir.
Burada ise kail doğrudan Allah’tır. Bu sebeple “Allah” lafzı tekrar edilmiştir ve buna işaret etmek üzere tekrar edilmiştir.
Allah kâinatı var ederken başka varlıkları araç olarak kullanmıştır. Şöyle ifade edelim. Toprağı var ederken herhangi başka bir madde kullanmamıştır. Öyle olsaydı onu da başka bir şeyden var edecekti. O yaratılışta ne biz, ne cin, ne melek ne de ruh vardır. Oysa yeryüzünü oluştururken kâinatta yarattığı maddeleri bir araya getirerek yeri var etmiştir. Canlıları da oradaki topraktan var etti. İnsanlar da bir canlıdır.
Hazreti İsa’nın bedeni vardır. Bu beden kâinatın bir parçasıdır.
Ona nasıl tanrılık isnat edilebilir.
Allah, bunların yanında bir de ruhları var etmiştir. Bunlar bu maddeyi kullanma imkanına sahiptirler. Allah kâinatı düzenlerken bunları da görevli kılıyor, onlara iş veriyor. Zaten kâinatı onlar için var etti. Yoksa şuursuz, kendisini bilmez bir varlığı yaratsa neye yarayacaktır. Evler yaparız ki içinde insanlar yaşasınlar diye. Arılara kovan yaparız, oraya girsinler diye. Ama arılar olmasa neden kovan yapalım.
“Semavat ve arz” kelimesi kâinatımızın adıdır, üç boyutlu uzayımızın adıdır. “Semavat ve arz” veya “seb’a semavat” derken ayrı ayrı semalar kastedilir. “Arz ve semavat” derken, bizim genişlemekte olan üç boyutlu kâinat murat edilmektedir.
Kâinatımız bundan 13.4 milyar yıl önce patlayarak genişlemeye başlamıştır. Işık hızı ile genişlemektedir. Bir şeyin genişleyebilmesi için kendisinden daha büyük boyutta uzaya gerek vardır. O uzay da “kürsi”dir. İradeli hareket yapabilmemiz için daha büyük boyuta ihtiyaç vardır. O da “arş”tır. İşte, Allah bunların yalnız hâliki değil, aynı zamanda mâlikidir. Biz ve melekler buraların mâliki değiliz; işçisiyiz, çalışanıyız. Mâlike’l-mülk O’dur. Hazreti İsa’nın durumu da bizim gibidir. Kendisine bir görev verilmiştir, o görevi yapmıştır.
Ay’ı Güneş’e karşı getirmektedir. Arzı ise semavata karşı ifade etmektedir. Sema çekim alanıdır. Arz ise çekim merkezidir. Böyle anlaşıldığı taktirde güneş de arzdır. Kâinatın varlıkları çekim alanları ve çekim merkezleri olarak var edilmiştir. Uzakta bulunan bir yerdeki herhangi maddeyi arz kendisine çeker. O ona yaklaşmaya başlar, sonunda bir yere gelir ki orada durur. İşte durduğu yerden sonra arz başlar. Allah arz ve semavatın mâlikidir.
وَمَا بَيْنَهُمَا
(Va MAv BaYNaHuMAv)
“Ve aralarında olanların da rabbidir.”
Canlılar arz ile sema arasında yaşarlar. Güneşten boşlukta gelen ışığı alırlar ve onları yerin toprağı ve havası ile birleştirirler. İşte hayat öyle başlar. Yani uzay boşluktur. Cisimlerin çekimine tâbidir. Birbirine ışık gönderirler. Düşen bir cisim gelir, onun kabuğunda durur ama kabuğun çevresinde gelen cismi durdurmayan ama yavaşlatan bir tabaka bulunur.
Buna “atmosfer” denir.
İşte “beynehuma” burasıdır. Asıl hayat da buradadır.
Canlılar enerjiyi harcayarak varlıklarını sürdürürler. Bu enerji dışarıdan gelir, arzın atmosferinde kullanılır ve hayat ortaya çıkar.
Bu olaylar sosyal olaylar değildir. Bunlar doğa olaylarıdır.
Hazreti İsa’nın bunlarla bir ilişkisi olduğunu Hıristiyanlar da iddia etmemektedirler.
يخْلُقُ مَا يَشَاءُ
(YaPLuQu May YaŞAyEu)
“Meşiet ettiğini halk eder.”
Cümle istinaf cümlesidir, kabul belirtiliyor. Biz “lillahi”nin hâli olarak kabul edebiliriz. Yani Allah’ın mülkiyeti ile halikiyeti arasındaki alakayı belirtiyor.
Mülk mü öncedir yoksa halikiyet mi öncedir?
Önce kâinat yaratılmıştır. Yeniden var edilmiştir. O kâinatta doğa kanunları vardır. O kanunlar ilk defa icad edilmiştir. Sonra o kanunlar içinde canlı ve cansız varlıklar halk edilmiştir. Sonra mahlukatın düzeni sağlanmıştır.
Hazreti İsa bir mahluktur. Kâinat içinde mahluktur. O’nun mülkiyetinde olan kâinatın bir parçacığıdır.
Kur’an bu âyetle diğer ilgili âyetlerde olduğu gibi Hıristiyanların teslis inancını şiddetli bir şekilde takbih etmektedir.
Önce bu teslis akidesinin menşeine inmek gerekir. Bugünkü İncillerde Hazreti İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu zikredilmektedir. Tanrı da baba olarak zikredilmektedir. Ne var ki bunlar İncil’de var kabul edilse bile mecazi olarak alınır. Kur’an’da da Allah’ın rahim olduğu zikrediliyor. Aslında rahim demek anne demektir. Annenin çocuğuna duyduğu şefkati duyan demektir. Kur’an Allah’a rahim sıfatını veriyor diye Allah’ın anne olduğunu söylemiyor. Hıristiyanlar da pekala bu kelimeleri değiştirmeseler bile bunu böylece yorumlayabilirler. O takdirde o zaman teslis çıkmazından kurtulurlar.
Allah’ı büyük olarak düşündüğümüz zaman sonsuzluğa gideriz.
Sonsuz nedir?
Düşündüğümüz sayıdan daha büyük sayıdır.
Varsayalım ki 1000 sayısını düşünelim. Sonsuz bundan büyüktür. 2000’e çıkalım, ondan da büyüktür. 100 000’e çıkalım, ondan da büyüktür.
Hâsılı, zihnimiz sonsuza her zaman yaklaşır ama hiçbir zaman varamaz.
Tanrı’yı da böyle düşünebiliriz. O’na yaklaşabiliriz ama hiçbir zaman zihnimiz O’na varıp kavrayamaz.
Bu arada insana dönelim. İnsan da yaratılanlar içinde özel yeri olan bir varlıktır. Önce kişiliği vardır, kendisine “ben” diyebiliyor.
Kâinat bilinen, insan bilen varlıktır.
Kâinat yapılan, insan yapan varlıktır.
Kâinatın karşısında bulunan insan Allah’ın halifesidir. Allah kâinatta neler yapıyorsa insan da cüz’i olarak onu yapmaktadır. Allah’ın zatı ile hiçbir benzerliği olmayan insanın sani’ ve hâlik olması bakımından benzerlikleri vardır. Bu göz ile bakıldığında insanda bir tanrılık tarafı vardır. Büyüklük bakımından bunun mukayesesi mümkün değildir, sadece çok çok küçük model olarak görebiliriz.
İnsandaki bu özelliktir ki insanı şirke götürmektedir. İnsan mâlik değildir. Yani kâinattaki her zerre Allah tarafından var edilmiştir. Kimsenin, meleklerin dahi onda bir ortaklığı yoktur.
İkinci fark da, çok çok cüzi olarak insan bir şey yapabilir. Bunu yine sonsuzlukla anlamaya çalışalım. Bir sayıyı sonsuza bölersek sıfır eder, yani yok olur. Oysa sayıları birbirine bölersek daima bir sayı eder. Yani bizim aramızda birbirlerimizle mukayese mümkündür. Kimimiz büyük kimimiz küçüğüz ama Allah’la mukayese edildiği zaman biz hepimiz sıfırız.
Evet, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed bizden daha faziletli olabilir. Bu fark çok büyük olabilir. Ama hiçbir zaman sonsuz olamaz. Belli sayı oranındadır. Oysa Hazreti İsa veya Hazreti Muhammed, ne kadar büyük olursa olsunlar, Allah’ın yanında sıfırdırlar. Yani büyüklükleri karşılaştırılamaz.
Hıristiyanlığın çıkmazı; sonsuz olan Allah ile sonlu olan Hazreti İsa’yı topluyor, çıkarıyor, bölüyor, çarpıyor. Oysa bu mümkün değildir.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)
(Va elLAHu GLa KülLi ŞaYEin QaDIyRun)
“Ve Allah her şeye kadirdir.”
Türkçede “kadar, mikdar” kelimeleri vardır, bunlar sayıyı ifade eder. Bir de “kudret” kelimesi vardır, bu da gücü ifade eder.
Sayı ile kudret arasında acaba ne ilişki vardır ki aynı kökten üretilmişlerdir?
Sayı ile kudret arasında asrımızda anlaşılan iki önemli ilişki mevcuttur.
Birincisi, kâinatta kudret yani enerji sınırlıdır. Artmaz ve eksilmez. Bir yerden başka yere geçer ama değişmez. Kâinat zerrelerden oluşur. Cüz’ün la yetecezzadırlar. Artık parçalanmazlar, yeniden de var olamazlar. Bunların kâinattaki sayısı sayılıdır. Artıp eksilmemektedir. Kâinat ilk yaratıldığı günden bugüne kadar ne ise onlar o kadardır.
Ayrıca bunların enerjileri vardır. O da hızlarının kareleri toplamıdır. Bunlar da toplam olarak değişmez. Parçacıklardan kimi hızlanır, kimi yavaşlar ama toplam miktarları değişmez. Buna “enerji sakınım kanunu” denmektedir.
Yirminci yüzyılda keşfedilen bir şey daha vardır ki, enerjinin yani hızın da sayılı olduğu, taneciklerden oluştuğudur. Bu bakımdan da kâinat sayısaldır.
İşte, sayısal olan kâinatın sayılarını belirleyen Allah’tır. Sınırlı tutmuştur. Yani sonsuz bir şey yoktur. Eskiden zaman ve mekanın sonsuz olduğu iddia ediliyordu. Oysa bugün zamanın başlangıcının olduğu ortaya çıkmıştır.
Allah hâliktir ama aynı zamanda kadirdir. Yani her şeye gücü yeter anlamında olduğu gibi her şeyi ölçülü yapmıştır anlamındadır.
Öyleyse Hazreti İsa da ölçülüdür, sınırlıdır, sonsuz değildir. Dolayısıyla Hazreti İsa tanrı değildir.
“Kadir” kelimesi burada nekre olarak zikredilmiştir. Yani Allah’tan başka da kadir olan kimseler vardır demektir.
Gerçekten de öyledir. Sayı sayan bir varlık vardır, o da insandır. Diğer canlılar sayı saymayı bilmezler. İşte bu da insana has, insanın Allah’a benzer tarafıdır.
Burada nekre olarak geçen bu kelime başka yerde de marife olarak geçer. Orada da yalnız Allah’ın kadir olduğu ifade edilmektedir.
Buradan öğreniyoruz ki, insan matematiğin tüm formüllerini çözme gücüne sahip olamayacaktır. Allah ise bütün matematik formüllerini çözmüş durumdadır. Zaten bunu bugün görüyoruz. Kâinat en ince matematiğe dayanmaktadır. Bizim beynimizin yetişemeyeceği sayıda bilinmeyenleri içeren o kadar sayıda denklem vardır.
“Şey” kelimesi tasarlanmış demektir. Yani Allah tarafından olması istenmiş demektir. İnsan ancak onları düşünebilir. İnsanın düşündüğü her şeyi Allah halk etmeye kadirdir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-608/ADİL DÜZEN DERSLERİ-438 23 Nisan 2010
Demokrasi, sermaye, 12 Haziran Seçimi ve
PARTİLERİMİZ
Demokrasiyi Batı’ya tekel sermaye götürmüştür.
Sermaye önce Papalığı yıkmak için derebeyleri krallıklar hâline getirdi. Dinde reform yaparak ulusal devletler oluşturdu. Sonra kralları bertaraf edip tekel sermayeyi hakim kılmak için demokrasiyi icat etti.
Demokraside de hakimiyetini sürdürmek için -aynen ABD’de olduğu gibi- “çift parti sistemi”ni getirdi. İki partiyi de kendisi kurar. Halka, ‘bunlardan istediğine oy ver’ der, böylece kendisi idare eder. Genellikle “sözde demokrasi” uygulaması böyledir.
İki parti ile eğer bir ülkeye hakim olamayacaksa, bu sefer sistemi “tek parti” hâline getirir, halktan kopan sözde yani adı “demokrasi” olan diktatörleri de kendisi yönetir.
Başlangıçta Türkiye “tek parti” (CHP) ile yönetildi ve tekel sömürü sermayesi o dönemde Türkiye’ye istediklerini yaptırdı...
Türk halkı devletini yıkmamak için tek parti zulümlerine sabretti...
Sonra Türkiye “iki partili sistem”e geçti. Halk Partisi (CHP) ve Demokrat Parti (DP) on yıl ikili oynadılar. Batı’nın talimatı ile Mareşal Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ni (MP) kapattılar. Ne var ki, Adnan Menderes kendi başına hareket etti ve Türkiye’yi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirdi. Bunun üzerine 27 Mayıs 1960 müdahalesi gerçekleşti ve Demokrat Parti bertaraf edildi.
Türkiye bu sefer çok partili sisteme geçti.
İşte böylece Türkiye’de en ileri demokrasi oluştu.
Tekrar iki partili sisteme inmesi için büyük çaba sarf edilmektedir...
Türk milleti oylarını belli kişilere vermiştir.
a) Demokrat Parti’nin oyu tepki oyları idi. Adnan Menderes (Demokrat Parti) tepki oylarını değerlendirdi. Türk milleti de ona sahip çıktı.
b) Süleyman Demirel’in (AP) oyları da tepki oyları idi. Masonları da idare ettiği için uzun zaman siyasette kaldı ama halkın gönlüne Menderes kadar yerleşemedi.
c) Turgut Özal (ANAP) ise kendi insiyatifi ile birçok hamle yaptı. Halk onu çok yakından sevdi. Ne var ki cumhurbaşkanı oldu ve daha kendi hayatında partiyi yıktı.
d) Alpaslan Türkeş (MHP) ve Necmettin Erbakan (MNP, MSP, RP, FP, SP) tamamen kendi “özel” kişilikleri ile başkanlıklarını sürdürdüler.
Bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi oyunu “parti” olarak almaktadır.
Milliyetçi Hareket Partisi de oyunu “parti” olarak almaktadır.
Bu partiler liderleri dolayısıyla oy almamaktadırlar.
Bu durum demokraside önemli bir aşamadır.
Demokrat Partililer böyle bir particilik kuramdılar. Bunun iki sebebi vardır. Demokrat Parti sadece çıkar partisidir ve batıcılığı da buradan gelir.
AK Parti’de bugün R. Tayyip Erdoğan hakimdir. Ne var ki, AK Parti’yi Tayyip oluşturmadı, Millî Görüş Hareketi oluşturdu. Bu parti Erbakan’ın oluşturduğu İslâmî geleneği sürdüren bir partidir. Ancak, Erbakan’a olan bağlılık onları AK Partide toplanmaya yetmedi.
Demek ki, Türkiye’de artık “görüş partileri” oluşmakta, insanlar bir zihniyette ve görüşte olan bir “parti” etrafında toplanmaktadırlar.
Parti başkanlarının diktatörlüğü de sona ermiştir. Parti başkanı “başkan” olduğu için dinleniyor. Recep Tayyip Erdoğan parti başkanlığını bıraksa, başkası gelse, artık onu dinleyecekleridir demektir.
Bunlar demokraside büyük gelişmelerdir.
Halk Partisi’nde (CHP) olan olaylar dışarıdan yönetildiği için halkımız bu partinin oyunu yüzde 20’den aşağıya indirirse, ülke demokrasisi büyük başarı elde edecektir. Halk Partisi’nde eski kadro tasfiye edildi ama Deniz Baykal bertaraf edilemedi. Bu seçimde Halk Partililer oylarını düşürürlerse Kemal Kılıçdaroğlu gider ve yerine Deniz Baykal gelir. Baykal yeni kadrosunu daha iyi yönetir. Böylece demokrasiye doğru bir adım daha atılmış olacaktır.
Ben bu seçimde Saadet Partisi’nin Meclis’e girmesini istemiştim. Teklif ve proje hazırladım, yetkililere sundum ama sonuç olarak Saadet Partisi benim desteğimi kabul etmedi! Demokrat Parti ile Saadet Partisi’nin ve BDP’nin ittifak etmesini, koalisyon yapmasını, ana muhalefet partisi olmasını istedim. Benimle görüşmediler...
AK Parti büyük oy alacaktır.
AK Parti millet vekilliği listesinde isabetli hareket etmiştir. Üç devre milletvekilliği yapanın bu dönemde tekrar milletvekili olmaması kararını isabetli görüyorum.
Tayyip bey bundan sonraki seçimlerde aday olmamalı ama cumhurbaşkanlığına da aday olmamalıdır. Cumhurbaşkanı asker olmalıdır. Kendisi bir devre dinlenip hazırlanmalı, ondan sonra yeni anayasa içinde son hamlesini yapmalıdır.
Partilerin sanık askerleri aday göstermelerini uygun görüyorum ama sivilleri kurtarmaya çalışmalarını çok hatalı buluyorum. Asker ülkesini düşünerek gerekli tedbirleri alma planını yapmıştır. Bu doğrudur. Onun görevidir. Ama sivillerin çirkinlikler yapmaları ise tamamen suçtur. Askerlere verilecek ceza da bunlara verilecektir, yahut genel af yapılmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-608/ADİL DÜZEN DERSLERİ-438 23 Nisan 2010
DİN, DEVLET VE BÖLÜNME
Kürtler ayrı devlet istiyorlarsa neler yapmalılar?
Önce Türkiye’ye “ADİL DÜZEN”i getirelim…
Dinler yeni topluluklar oluşturmazlar, oluşmakta olan toplulukların sağlıklı olarak oluşmalarını sağlarlar, oluşmuş olanların da sağlıklı olarak varlıklarını sürdürmelerine imkan verirler. Bununla şunu demek istiyorum ki bugün yeryüzünde dört büyük din ve onların değişik mezhepleri vardır. Bu din mensupları sosyal yapıları içinde oluşmuştur. Büyümüş ve gelişmiş topluluklar bölünürler. Hücre de öyledir, belli büyüklüğe ulaşınca bölünür. Dolayısıyla Budizm olduğu için Çin yoktur, Çin olduğu için Budizm vardır. Avrupa da böyledir. Hıristiyanlık olduğu için Avrupa yoktur, Avrupa olduğu için Hıristiyanlık vardır.
İslâm dünyası da böyledir.
Marx, insanlığın böyle parça parça olmasının sebebi ailenin mülkiyetin, dinin ve devletin olması olduğu görüşündedir; bunlar kalkarsa ebedi barış olacaktır demiştir!
Bu mesele böyle değildir.
İnsandaki bölücülük ruhu onda aileyi, dini, mülkiyeti ve milliyeti oluşturdu.
Saadet Partililer Ak Parti’yi bölücülükle itham etmektedirler. Evet, Ak Parti ile Saadet Parti arasında bir fark yoktur. Ama büyüyen bölünür. Türkler bunu bildikleri için bir devlet büyüdü mü onu hemen doğu ve batı devletlerine ayırmışlardır. Roma da öyle yapmadı mı? O sayede her iki taraf da bin yıl varlıklarını sürdürdüler. Bölünmek istemiyorsanız küçük kalırsınız ve başarısız olursunuz.
Akevler bir türlü bölünemediği için hep küçük kalmıştır, daha da küçülmeye devam edecektir. Tek hücreli canlılar büyürler bölünürler, büyürler bölünürler. Böylece çoğalırlar. Çok hücreli canlılar da büyürler, çoğalırlar ama aralarında ilişki devam eder, birlik oluştururlar. Yoksa bölünmeseler çoğalamazlar ve bir şey olamazlar.
Otuz milyon nüfustan az devlet olamaz. Yüz milyon nüfustan fazla devlet de hantal olur. Bir devlet önce nüfusunu artırmalıdır. Belli büyüklük alınca bölünmelidir. Ne var ki bölünen devletler birbirine yapışıp bütünlük oluşturmalıdır. Bölünmeler kavgalı gürültülü değil, anlaşmalı ve uzlaşmalı olmalıdır. Bölünme bir kaderdir. Onu önlemek intihar etmek demektir. Meşru bölünme imkanını vermezseniz kanla bölünürsünüz.
Türkiye henüz bölünme durumunda değildir.
Bunun iki sebebi vardır.
Biri, nüfusu 100 milyona varmamıştır, bölünmesi zordur.
Diğeri de, devletimiz henüz huzurlu bir devlet olamamış, sorunlarını çözememiştir. Bölündüğü takdirde iki taraf da düşmana yem olur. Açlık ve sefalet daha çok artar.
O halde Kürtler eğer ayrı devlet istiyorlarsa neler yapmalıdırlar?
a) Önce Türkiye’nin nüfusunu artırmalıdırlar. Bunu yapıyorlar.
b) Bölündüğümüz zaman ayrı ayrı devletlerimizi şimdikinden daha iyi bir şekilde yönetme durumunda olmalıyız. Bunu başarmak için de önce ülkede bağımsız iller oluşturmalıyız. Her il kendi kendisini yönetkeli ve gelişmeyi öğrenmelidirler. Hangi il başarılı olursa yarın o ilin çevresinde yeni devlet oluşabilir.
c) En önemlisi dış güçlere karşı nasıl hareket etmemiz gerektiğini de öğrenmemiz gerekir. İki devlet oluşsa bile başlangıçta ordu tek olmalıdır, tek kalmalıdır.
d) En önemli sorun ise yeni devletlere bölerken halk istediği tarafta kendi isteği kalmalıdır, kimse istemediği devlette yaşamaya mecbur olmamalıdır.
Bu son şartı hazırlamak son derece zordur.
Önce, Türkiye’de Kürt olmayanlar Kürt yönetimini kabul etmezler. Binlerce yıldır alışageldikleri Türk yönetimini tercih ederler.
Diğer taraftan Kürtler Türkiye’de öyle dağılmışlardır ki, kimse İstanbul’dan kalkıp Van’a gitmez. O halde ileride Türkiye iki devlete ayrılsa bile, bu Kürt-Türk olarak iki devlet olmayacak, Doğu Türkiye ve Batı Türkiye olacaktır.
‘Hayır!’ diyorlarsa, ‘Biz doğuda toplanıp kendi devletimizi kuracağız!’ diyorlarsa; bunun için yapacakları iş doğuya taşınmalarıdır. Bugün bunu engelleyen hiçbir şey yoktur. Kürtlerin çoğu zengindir. Yatırımlarını doğuda yapsınlar. Avrupa’ya giden işçiler doğuya gitsinler, oranın nüfusu artsın ve Kürtleşsin. Ondan sonra devlet talebinde bulunsunlar.
İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da Kürt devleti kurulamaz.
Bunun için:
-Bölünmeden evvel gelin Türkiye’de “ADİL DÜZEN”i getirelim...
-Sonra, “ADİL DÜZEN” içinde uygun olursa devletinizi de kurabilirsiniz.
Oysa, şimdi siz Türkiye’yi düşmanlarımıza satmaktasınız, hem de çok ucuz fiyatla!..
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-1
Reşat Nuri EROL
Bu köşede çok yazdım, çok hatırlattım: “KİT’leri satmayın, özelleştirmeyin, sömürü sermayesine peşkeş çekmeyin, yok etmeyin! Mutlaka satacaksanız asıl sahibi olan halka satın, halka arz edin, ÖZERKLEŞTİRİN!” Ama hepsinden daha önemlisi, “KİT’lerin ve BİT’lerin geçmişte icra ettiği ve bundan sonra yani gelecekte yerine getirmesi gereken fonksiyonları anlayın!” diye kaç kere yazdım… Biz “söyledik, yazdık, hatırlattık” ama…
KİT’lerin neredeyse tamamını sattılar, bitirdiler, kapattırdılar, yok ettiler...
KİT’ler tükenince sıra BİT’lere geldi ve geçen gün İstanbul’un İDO’su satıldı!
Belediye yönetimi adeta iflas etmiş durumda ya; sıradaki BİT’ler de satılacakmış!
Hani derler ya; “Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlar!” Olanlara tepki aynen öyle. Herkes “kör” veya “sağır” kesilmiş; olanları “gören” söylenip yazılanları “duyan” yok! AKP iktidarı satıyor, CHP ve MHP muhalefeti seyrediyor; en ufak bir tepki bile yok!!!
Acaba neden?!. Yoksa onların da kendilerine göre başka hesapları mı var?!.
İstanbul’da İDO’nun satışına tek tepki Saadet Partisi’nden geldi…
İDO’nun satışı, Saraçhane’deki İstanbul Büyükşehir binası önünde Saadet Partililer tarafından protesto edildi. Diğer partiler yani muhalefet ve STK’lar kör, sağır ve sessiz!!!
Saadet Partililerin yanı sıra vatandaşların da katıldığı protestoda, Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Selman Esmerer basın açıklaması yaptı. Esmerer, Büyükşehir Belediyesinin kâr yapan ve yatırımlarını tamamlamış kurumlarının neden özelleştirildiğine dikkat çekerek, yakın bir zamanda İGDAŞ ve diğer BİT’lerin satışından sonra, Belediyenin yani halkın elinde hiçbir şey kalmayacağını vurguladı. Basın açıklamasının özeti şöyle:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan ihale ile İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş. (İDO), blok satış yöntemi ile Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu’na 861 milyon dolara satıldı. Böylece, gerçekte halkın malı olan, İstanbullu vatandaşlarımızın sahip olduğu bir servetin daha “ÖZELLEŞTİRME” adı altında satıldığına şahit olduk. Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, son yerel seçimler öncesinde satışların “Halka Arz” yoluyla yapılacağını söylemişti. Üstelik, Topbaş İDO ve İGDAŞ satışlarından toplamda 10 milyar dolar ve bu gelirin üçte birlik kısmını ise İDO satışından beklediğini ifade etmişti; yani 3,3 milyar dolarlık bir gelir beklentisi vardı. Topbaş, İDO’nun 861 milyon dolara satış sonrasında, beklentilerinin üzerinde bile sattıklarını ifade etmiş!!!
Zarar eden hatlar halka, kâr eden hatlar rantiyeye…
2005 yılında şehir hatları Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ)’nden İDO’ya devredildi. Bu devirle birlikte kârlı olan Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem hatları TDİ’nden İDO’ya geçmiş oldu. İDO satışa hazırlanırken ise şehir hatlarını İBB ayırarak ayrı bir şirket kurdu. Ancak Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem hatlarını bu yeni kurulan şirkete almayarak, satılacak olan İDO bünyesinde bıraktı. İDO’nun en kârlı hatları olan bu hatlar da bu satışla elden çıkarılmış oldu. Sadece Eskihisar-Topçular hattının yaklaşık 500 bin TL günlük cirosu var. Yıllık 180 milyon TL, yani 120 milyon dolar civarında. Demek oluyor ki, halkın İDO’su, sadece bu hattın 7 yıllık geliri karşılığında satılmış oldu!!!
Soruyoruz… Zarar eden şehir hatları belediyede bırakılırken, Eskihisar-Topçular ve Sirkeci-Harem gibi kârlı hatlar neden satılan kısımda bırakıldı?!. Altın yumurtlayan tavuklar satılıyor… İDO alanında dünyanın en büyüğü ve bir numarası kabul ediliyor. Bu sebeple İDO’ya yerli ve yabancı birçok şirket talip oldu. 2010 yılında 347 milyon lira gelir elde etmişti. 2009’da ise 80 milyon TL yatırım gerçekleştirmişti. 1987’de kurulan İDO, her geçen yıl büyüyerek dev bir işletmeye dönüştü. Şubat 2005’te Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın Şehir Hatları İşletmesi’ni devralmasıyla İstanbul’da deniz ulaşımından sorumlu tek otorite olmuştu. Bütün bu değerleriyle İDO, toplam 19 hatta, 25 Deniz Otobüsü, 10 Hızlı Feribot, 17 Araba Vapuru ile 32 noktaya hizmet götürüyor.
Bitmedi, satılan BİT’ler ve KİT’lerimiz üzerinde durmaya devam edeceğim…
KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-2
Reşat Nuri EROL
İDO’nun satılması vesilesiyle, satılan BİT’ler ve KİT’lerimiz üzerinde durmaya devam edeceğimi yazmıştım; kaldığım yerden devam ediyorum...
İDO, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, yani İstanbul halkına ait bir kuruluştu...
Başkan Kadir Topbaş, son yerel seçimlerde, ikinci defa seçilirken, BİT’lerin satılmayacağını, “halka arz edileceğini” vaat etmişti ama…
KİT’leri “HALKA ARZ ETMEYEN” veya “ÖZERKLEŞTİRMEYEN” AKP hükümetleri karşısında Başkan Topbaş ne yapsın, nasıl sözünde durabilsin ki?!.
Dünkü yazımda verilen bilgilere ilave minik bir bilgi daha: İşte, “halka arz edilmeyen” veya bizim hep önerdiğimiz üzere “özerkleştirilmeyen” ve birilerine satışı yapılan İDO’nun (İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş.) ne kadar değerli olduğunu, satış yapılan yani İDO’yu satın alan firmanın hisselerindeki hızlı yükseliş de göstermektedir. İMKB’de işlem gören alıcı firma hisseleri hemen ilk günde yüzde 7,31 oranında yükselerek en çok değer kazanan hisseler arasında yer aldı. Böylece İDO’yu satın alan holding, bu alışveriş sonrasında gerçekleşen hisselerindeki değerlenmeyle bile, ihale karşılığı ödediği paranın önemli bir kısmını şimdiden karşılamış oldu. İstanbul’un İDO’sunun ne kadar önemli ve kârlı bir şirket olduğu bu ve benzeri daha başka rakamlardan da anlaşılmakta...
Peki, KİT’ler ve BİT’ler neden satılıyor?..
***
KİT’ler ve BİT’lerimiz aatılıyor, çünkü mâli tablolar felaket…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin son iki yıla ait bütçe kararnamelerine bakacak olursak, 2010 yılı tahmini gider 6,3 milyar; gelir ise 4,3 milyar TL. Aradaki 2 milyar bütçe açığı ise net faizli borçlanma! 2011 yılında ise 6,7 milyar gider; 5,8 milyar TL gelir; bütçe açığından kaynaklanan faizli borç 0,9 milyar TL. Her yıl bütçe tablosu bundan farklı değil.
Görüldüğü gibi Büyükşehir Belediyemiz beceriksiz ve bereketsiz ellerle yönetilmekte, bunun sonucu bütçe sürekli açık vermekte, gelir gideri karşılayamamakta ve iki yaka bir araya gelmemekte. İDO, İGDAŞ gibi en güzide varlıklarını ve değerlerini elden çıkararak yaptığı satışlar bile bütçe açığını kapatamamakta... Sadece son iki yılda 2,9 milyar TL bütçe açığı görülmekte... Bu açık FAİZLİ BORÇLARLA finanse edilmekte ve FAİZLİ BORÇLAR her geçen yıl katlanarak artmakta... Bu borçlanmanın sonu tek kelimeyle “hüsran”dır!..
Sayın Başkan Kadir Topbaş’a soruyoruz…
-Sırada hangi şirketler var, hangi BİT’ler var?!. Halka ait İGDAŞ, İSPARK, HALK EKMEK ve diğer BİT’leri (Belediye İktisadi Teşekkülleri’ni) de satacak mısınız?!.
-FAİZLİ BORÇLARI kapamak için elde kalan son varlıklar, değerler, BİT’ler de birilerine “satıldıktan” sonra ne yapacaksınız?!. Halk Benzin’i niye kuruyorsunuz?!.
Kaldı ki; bütün bu satışlara rağmen bile “BORÇ”lar “FAİZLERİ”yle birlikte BİR ÇIĞ GİBİ büyüyerek devam etmekte ve iflasa doğru sürüklenmekte...
Bu mantıkla yönetime devam ederseniz, halka ait olan elde kalan son varlıkları, değerleri, BİT’leri de sattığınız halde bile; emin olun ki, şu andakinden misliyle FAİZLİ BORÇLARA batmış bir BELEDİYE olacak ve elinizde de bir şey kalmayacak!!!
***
TEK ÇARE VE ÇÖZÜM…
Refah Partisi döneminden itibaren efsane hizmetler veren “Millî Görüş” ve “Adil (Ekonomik) Düzen” belediyecilik anlayışıdır... Belediye yönetimlerinin işin ehline, becerikli ve bereketli ellere bırakılmasıdır; elbette hükümetlerle birlikte…
Aynen 54. Başbakan Erbakan Hükümeti gibi…
Şairin dediği gibi…
Tek çare, tek çözüm ve tek yol varsa; o yol budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Bitmedi, “KİT’ler ve yapması gereken hizmetler” üzerinde duracağım…
KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde-3
Reşat Nuri EROL
Bugün, KİT’ler ile bugüne kadar yaptıkları hizmetler ve bundan sonra yapmaları gereken hizmetler üzerinde duracaktım. O yazımı bir gün erteliyorum. Sebebi var. Japonya ile ilgili yazdığım yazılarımda da hatırlatmış, her gün kısa veya uzun, özel veya genel mesajlar aldığımı yazmıştım. Önce KİT’ler ve şimdi de BİT’lerin, daha doğrusu “İDO’nun satışı” vesilesiyle yazdığım yazılarla ilgili olarak da şifahi bilgiler, telefon ve mesajlar alıyorum. Talep, elbette bunların bir kısmını siz değerli okuyucularımla paylaşmak...
Mesela, mesajın biri şöyle başlıyor: Kaç gündür tüm günlük gazeteleri alıp satır satır tarıyorum, Millî Gazete’nin ve sizin dışınızda bu konuda tek satır kalem oynatan yok! (Olacak o kadar! Bu kadarcık da farkımız olsun. Adı üstünde, bizim adımız “Millî Gazete”, “millî meselelerimizin gazetesi”, Türkiye’de patronu olmayan tek gazete… RNE)
Aynı mesajın devamı şöyle: Merkez medya malum reklamlar ve diğer bağlarla zaten sisteme göbeğinden bağlı; sesi çıkmak bir yana, alkış tutuyorlar İDO’yu alan firmaya... Malum çevrelerin sesi iktidar (daha doğrusu başbakan) korkusu sebebi ile çıkmıyor...
Sn. Reşat Nuri Erol, İDO satılmamıştır, “peşkeş” çekilmiştir. İhalenin seçim sürecine denk getirilmesi ve gündem içinde kaybolması özellikle ayarlanmıştır. Kadir Topbaş’ın bu olayda bir dahli yoktur, kendisine denileni yapar; bu konuda da öyle olmuştur.
Size iptal edilen “Galataport İhalesi”ni ve Sami Ofer’in Karaköy’deki el kadar arazi için verdiği 3 MİLYAR DOLARI hatırlatırım. ‘Ne alakası var?’ derseniz, yine hatırlatmaya devam edeyim: İDO’nun İstanbul’un göbeğinde ve deniz kıyısında yüzbinlerce metrekare kullanımlı arazileri vardır. Buyrun HAREM, buyrun SİRKECİ, buyrun YENİKAPI…
Yarın “Harem-Sirkeci Tüp Tüneli” açıldığında (Tünel niçin Kadıköy’den Üsküdar’a alındı? Harem İskelesi ile bir alakası var mı acaba?!.), İDO’yu satın alan şirket, ‘Efendim, bu hatlar çalışmıyor!’ diyerek bu arazileri her türlü, çok türlü değerlendirecektir. İDO’nun ihtiyacı olmadığı halde, son yıllarda Yenikapı’da, Sirkeci’de, Harem’de onlarca dönüm arazi parça parça eklenerek, 200 dönüm gibi büyük kısmı âtıl duran alanlar İDO’ya verildi! Yani bu hazırlıklar yapıldı, yapıldı ve İDO satıldı!!! Neden?!. Yenikapı, Sirkeci, Harem arazilerinin marina, yat limanı, kruveziyer limanı şeklinde kullanması, buraların değerini emin olun 3-5 milyar dolara çıkartır. Geri kalan onlarca iskele ve gemi de cabası… Ayrıca bir de “Ro-Ro Meselesi” var ki, evlere şenlik. Sn. Topbaş yok diyor, Belediye Meclisi var diyor… Ve Ro-Ro yapması için İDO’ya Avcılar’da, Yalova’da, Bandırma’da yani oralardaki kıyılarda tahsis edilmiş araziler var. Bunların fiyatı ihaleye eklenmedi!!! Acaba neden?!.
Bir iddia da aynen şöyle: Bu satış (İDO’nun satışı) planları çok derinlerde yapılmıştır ve amacı da Belediye’nin borcu filan olmayan derin bir operasyondur...
İDO neden bu kadar önemli? Yukarıda bazı gerçekleri yazdım. Ama daha başka ve daha önemli bilgiler de var: İDO Türkiye’nin en stratejik kurumlarından birisidir. Dünyanın alanında en büyüğü. Libya olayı da bunu gösterdi. Özel sektör gemileri bir haftada yerinden kalkamazken, İDO gemileri sabah direk Libya’ya yola çıkacak kadar hazırlıklı idiler ve gittiler, görevlerini yapıp döndüler zaten. İDO kamu/halk malı olunca hareket/hizmet kolay. Peki, İDO özel sektörün olunca bu hizmetleri yapacak mı?!.
İbretamiz bir KİT örneği ile bitirelim: Koç Holding, SEK’in (Süt Endüstrisi Kurumu) tüm varlıklarını “5 milyon dolar”a satın aldı. Bugün sadece Yenibosna’da Koçtaş yapılan eski SEK Fabrikası alanı “300 milyon dolar”dır. İşte bu ihalenin de o ihaleden bir farkı yoktur. İDO 3-5 yıl sonra 3-5 milyar veya 6-7 milyar dolar değere, yani gerçek değerine ulaşacak ama “bir milyar dolar”dan bile düşük bir fiyata satıldı!!! Bütün bu bilgilerle rakamlar ayan beyan ortadayken ve tek cümleyle “halkın malı sermayeye peşkeş çekiliyor” derken, birileri neden ve hangi hakla kızıyor; HANGİ HAKLA?!.
Evet, durum maalesef böyle… Yarınki yazımda KİT’lerin bugüne kadar yaptıkları hizmetler ve bundan sonra yapmaları gereken hizmetler üzerinde duracağım, inşaallah....
KİT’lerin yaptıkları ve yapması gerekenler (4)
Reşat Nuri EROL
Dünyada iki sistem var; biri kapitalizm, diğeri sosyalizm. Her ikisi de sermaye tekelini oluşturma çabasıdır. Sanayileşmiş ülkelerde tekel sermaye bütün işyerlerini yutacak, böylece tüm kapitalist devletler sermayenin birer eyaleti hâline getirilecek. Sanayileşmemiş ülkelerde sermaye tekeli kurulamadığı için oralarda sosyalizmle tekelleştirme uygulamasına geçilmiştir.
Önce ‘sosyalizm’ diyerek devlet halktan nesi varsa almış, şimdi de ‘özelleştir’ diyor ve sadece kendisi talip! Şimdilik bu peşkeş ve soygun tam olarak başarılamamış. Tek başına ‘zenginler/sömürü sermayesi’ veya ‘yönetim/sosyalist devlet’ halkı esir edemeyince, bu sefer ‘karma ekonomi’yi getirmiştir. Bunların hepsi halkı sermayenin emrine verme girişmişlerdir. Buna karşı ilk defa Türkiye (Mustafa Kemal) devletçiliği uygulamaya başlamıştır.
Devletçiliğin ilkesi şudur: -Halkın yapabileceği şeyleri halk yapar, devlet karışmaz ve o işleri yapmaz. -Halkın yapamayacağı işleri devlet (KİT’ler) yapar, bu defa da halk büyük sermayenin yani devletin yapacağı işleri yapmaya kalkışmaz.
Türkiye’yi taklit eden Mussolini İtalya’da, onu taklit eden Hitler Almanya’da başarılı işler yaptılar. Sermaye daha sonra onlara başka hatalar yaptırarak çökertti. Bunu ben söylemiyorum. Hitler’e, “Sen bunları nereden öğrendin?” diye sormuşlar; o da, “Ben Mussolini’den öğrendim, o da Mustafa Kemal’den öğrendi!” demiştir...
KİT’ler Türkiye’de çok başarılı işler yapmıştır. 1) KİT’ler teknoloji transferini yapmış, Türkiye’yi “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirmiştir. 2) KİT’ler halkımızı eğitmiş, Türkiye’deki özel sektör sanayiinin personeli oradan yetişmiştir. 3) KİT’ler Türkiye’nin kentleşmesini sağlamış, halk onlar sayesinde kentlerde yerleşmeyi öğrenmiş, 15 milyonluk dev kent bu sayede oluşmuştur. 4) KİT’ler sayesinde Türkiye’de tekelleşme önlenmiş, yine KİT’ler sayesinde “halk ekonomisi” geliştirilmiştir.
KİT’ler neden zarar etmiştir/ettirilmiştir?!. 1) Önce Türkiye’deki ağır vergiler, enflasyondan alınan vergiler ve sigorta yüküyle çökertilen işletmeler ancak kayıt dışı kaçak çalışarak yaşayabilmişlerdir. Oysa KİT’ler vergi kaçıramamış ve enflasyonların altında ezilmişlerdir. 2) KİT’ler yalnız ekonomik işleri yapmamış, yukarıda saydığım kamu hizmetlerini de yapmışlardır. Zararın devletçe kapatılması kadar olağan bir şey olamaz. 3) Kayırma yoluyla atanmış bilgisiz ve yolsuzluğa âlet olan yöneticiler kasden KİT’leri iflas ettirmişlerdir. Biz bürokraside çalıştığımız yıllarda (14 yıl) bunun mücadelesini verirken her sene bir yer değiştirmek zorunda kalmışızdır. 4) Bunlar yetmiyormuş gibi iş arayanlar KİT’lere gönderilmiş ve üç-dört misli fazla işçi ile çalışmak zorunda kalınmıştır. Sonuç: KİT’lere önce zarar ettiriliyor, sonra da “zarar ediyor” diye satılıyor, sattırılıyor; daha doğrusu kurulan tezgahlarla sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor!!! Ne acayip bir mantık ki, zarar edenler değil kâr edenler satılıyor, öbürünü kimse almaz deniyor…!!!
KİT’leri şimdi daha büyük hizmetler bekliyor. 1) KİT’ler teknoloji transferi değil teknoloji üretimi yapacaktır. Muasır medeniyetin fevkine çıkmak ancak teknoloji transferi ile mümkündür. 2) KİT’ler teknoloji eğitimi yerine teknoloji uygulamasını gerçekleştirecek, usta-çırak sistemini organize edeceklerdir. Çırağı usta yapan ustaya bedeli ödenecektir. Çırağın işçi veya usta olduğu ortak imtihanlarla belirlenecektir. Böylece tarihimizdeki “usta-çırak sistemi” yeniden geliştirilerek canlandırılacaktır. Bu sayede köylere sanayi ulaşacak ve tarım sanayileşecektir. 3) KİT’ler “Genel Hizmetleri” yapacaktır. Küçük firmaların ayrı ayrı yapamayacakları işleri “Genel Hizmet Kooperatifi” yapacaktır. KİT’ler bu kooperatifleri organize edeceklerdir. III. bin yılın/medeniyetin temel dayanağı bu olacaktır. 4) KİT’ler vakıf işletmelerini işleteceklerdir. Serbest rekabetin sağlanmadığı “yollar” gibi hizmetler vakıf işletmelerle yürütülecektir. Bu işletmeler KİT’ler tarafından oluşturulacak ve denetlenecektir.
Evet, KİT’ler tasfiye edilmeyecek/edilmemeli, halkın yapamayacağı işleri yapacak/yapmalı, tekellerin sömürüsünü önleyecekler/önlemeli, halkın yapabildiği işleri ise yapmayacaktır. Bunlar “ÖZERKLEŞTİRİLEREK” “halk işletmeleri”ne devredilecektir.
İstanbul Belediyesi faizli borç batağında (5)
Reşat Nuri EROL
Recep Tayyip Erdoğan, “Refah Partisi” döneminde, “Millî Görüş belediyecilik anlayışı” sayesinde İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) yönetiminde başarılı oldu ve bu başarıya istinaden başbakanlığa kadar ulaştı... Kadir Topbaş, 2004 yılından beri başkan…
İDO’nun İBB tarafından satışı vesilesiyle KİT’ler, BİT’ler ve “FAİZLİ BORÇLAR” ile ilgili dört yazı yazdım. Bu arada İBB Meclisi’nde 2010 faaliyetleri değerlendirme toplantısı yapılmış. Bundan sonra yazacaklarım, İBB Meclis Üyesi Ahmet Sadıkoğlu’nun Meclis’te dile getirdiği görüşlerinden derlenmiştir.
İBB Faaliyet Raporu’nu incelediğimizde, 5.985.182,250 TL geliri ile 6.513.000.000 TL gideri vardır... İBB’nin borçlarını 2009 yılı ile mukayese ettiğimizde 1.200.000.000 TL artış göstermekte, İSKİ ve İETT’nin borçları ile beraber 10.188.000.000 TL’ye çıkmış olduğu görülmekte... Fakat bu hesaplara hak edişlerden oluşan borçlar ilave edilmemiş; 31/12/2010 tarihi itibariyle İBB’nin toplam borcu ne kadardır, bilinmemektedir... İBB, 2010 yılı içerisinde borcu borç ile kapatma gayretleri içerisine girmiş!!! Aslında bizler de Meclis üyeleri olarak bu kadar borçlanma yetkisi vermekle yanlış yaptık ve yazık ettik...
Şimdi sizlerle sayın Kadir Topbaş’ın görevi devraldığı 2004 yılı mali yılı mazbatasını paylaşmak istiyorum. O günkü yönetim 2004 yılı içerisinde kullanılmak üzere meclisimizden 110.000.000 dolar borçlanma talep etmiş, fakat tahmini bütçe oylanırken meclisimiz bu borçlanma maddesi yetkisini iptal ederek bütçeyi kabul etmiştir. 2004 yılını hemen Mart ayından sonra göreve gelen Kadir Topbaş, neredeyse borçsuz bir belediye devralmıştır ama bugün gelinen nokta neredeyse her ay bundan çok daha fazla borçlanma yetkisini vermek suretiyle İBB’nin borcunu bu noktalara çıkardık. Bu durum kaynakların çok iyi yönetilmesi değil, “İFLAS”tır. Çünkü bu borçların kapatılması için İBB nesi varsa her şeyi “SATMA” gayreti içerisine girmiştir... (Dikkat edilirse, aynen KİT’lerde oynanan oyun ve uygulanan strateji; BİT’leri de zarar ettir, iflas ettir ve sermayeye SAT!!!)
BORÇLARIN İBB’YE “FAİZ” YÜKÜ: Genel bütçede 309.000.000 TL, İETT bütçesinde 164.000.000 TL, İSKİ bütçesinde tahmini 30.000.000 TL, emanetler hesabımda tahmini 100.000.000 TL olmak üzere, TOPLAM 603.000.000 TL.
FAİZ yükünü bütçe içerisinde bir kalemle mukayese edelim: Personel giderlerine baktığımızda, toplam 13.431 kişiye ödediğimiz ücret 492.000.000 TL. Bunlar için sosyal güvenlik kurumlarına ödenen prim giderleri 95.118.000 TL. Toplam 587.118.000 TL’dir.
Fark etmişsinizdir, FAİZCİ küresel sermayeyi destekleyerek, en fazla 15-20 kuruluşa ödediğimiz FAİZ, 13.431 personelimizin toplam maliyetinden çok daha fazla!!!
Böyle olmasına rağmen, İBB yönetimimiz, tasarruf yapmak için gözünü personel giderlerimize dikmiş, elini işçimizin ve memurumuzun sofrasına uzatmıştır... Yine sizin yeni ifade ettiğiniz (Kadir Topbaş’ı kastediyor) Mevlana’ya ait güzel bir sözü hatırlatacağım; “Bir neslin geleceğini bir önceki nesil hazırlar.”…
Şimdi de İDO ve İGDAŞ’ı satma gayreti içerisine girdik... Geçen hafta hep beraber medyadan takip ettik. İDO’ya bizler 3-4 milyar dolar teklif beklerken, 861 milyon dolara satıldı!!! Bu rakamı değerlendirdiğimizde, İBB’nin 2 yıllık FAİZ GİDERİDİR!!!
Daha dün, Asya Belediye Başkanları toplantısındaki konuşmanızda, 7 yıl önce devraldığımız İDO’yu bir dünya devi haline getirdik demiştiniz. Karşılığı bu mu olacaktı?!. Halbuki sizler seçim propagandalarınızda İGDAŞ’ı, İDO’yu, İSPARK’ı satmayacağınızı, “halka arz yapacağınızı” İstanbul halkına söz vermiştiniz. Ayrıca, bu kurumlar sizlere sizden öncekilerin İstanbul’a yaptığı hizmetler olarak bırakılmış emanetlerdir. Evet, altını çiziyorum, “EMANETLERDİR” ve ne demek istediğimi anlayacaksınız. Siz İstanbul halkına söz vermiştiniz. Bir mümin söz verince ne yapması gerekir, bunu sizler en az benim kadar bilirsiniz. Bunlar size emanettir. Emanete karşı bir müminin nasıl davranacağı bellidir. Siz konuştuğunuzda doğru konuşursunuz, yalan konuşmazsınız, bu müminin vasfıdır. Bunların tersini yapanın vasfının ne olduğunu sizler de en az benim kadar bilirsiniz...
İnsanlık, nerden nereye…
Reşat Nuri EROL
Önce kısa bir özet: Kurulan devlet, ikiye ayrılış, sonra yıkılış ve Babil’e esir olarak sürgün... Tekrar dönüş ve Romalıların istila ve zulüm dönemi… Hazreti Ömer Kudüs’ü alınca İsrail oğullarına da oralara girme imkanı sağlanmış... İsrail oğullarının yeniden canlanmaları ancak İstanbul’un Fethi sonrasında Amerika’nın keşfi ve gelişmesinden sonra olmuş...
Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ticaret gelişince, İsrail oğulları bundan yararlanmış ve zengin olmuşlardır. İşçiliği ve üretimi bilmeyen Avrupalılara Müslümanlardan öğrendikleri sanayii götürmüşler ve bundan yararlanarak dünyaya ekonomik olarak hakim olmuşlardır. Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıyor, kendi imkanlarını geliştiriyorlardı. Yirminci yüzyıla geldiklerinde, bunlar, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları “Yahudi Kongresi” toplantısında şuna karar verdiler: Müslümanlar o kadar zayıfladılar ki, artık bunların Hıristiyanlara karşı durması mümkün değil. Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı ortadan kaldıralım, çatışmayı başka bir şey üzerine bina edelim; “kapitalizm ve komünizm/sosyalizm rejimleri” üzerinde kuralım. Marx’a hazırlattıkları tezleri bazu Avrupalıları ve Almanları da kullanarak “Rusya’da/Sovyetlerde komünizmin/sosyalizmin merkezini” kurdular ve “ABD’yi de kapitalizmin merkezi” yaptılar. İslâm dünyasını da işgal ederek/ettirerek dine karşı şiddetli bir saldırıya geçtiler. İslâm âlemi dinsizleştirilecek, sömürgeleştirilecek ve asimile edilecek; Arapça eğitim dili olmaktan çıkarılacak...
Ancak, bir asır geçmeden “kapitalizm-komünizm/sosyalizm rejim bloklaşmaları” sona erdi; “komünizm” yıkılıp gitti, “kapitalizm” can çekişiyor… İslâm ülkeleri/devletleri bağımsızlıklar kazanmaya başladı, “dinsizlik akımı” da adım adım ortadan kalktı, kalkıyor...
Şimdiki soru/n şudur: İsrail oğulları çağımızdaki Batı uygarlığını bu hâle getirdiler. Bunu “dinsizliğe ve ahlâksızlığa dayanan faizli ekonomi” ile sağladılar. Büyük güç elde ettiler. Elleri üzerimizde dolaştı. Şimdi ise elleri tutulmuştur. Sovyetler yani “komünizm” yıkıldı, “kapitalizm” de çöküyor.. ABD’de yani “kapitalizmin merkezinde” Müslüman evladı Barack Hüseyin Obama başkan oldu… AB ülkeleri Papa yani “din” etrafında kenetleniyor... İslâm ülkeleri çok yönlü kaynıyor, çok yönlü bağımsızlıklarına kavuşuyor... Peki, bu durumda, bundan sonra İsrail oğullarının durumu ne olacak?..
Tekrar tarihe dönelim, minik bir özet daha yapalım: İsrail oğulları, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un oğullarıdır. Hz. İbrahim’in diğer oğlu İsmail Mekke’de yerleşmiş, Hz. Muhammed aleyhisselâm da onun torunu olmuştur. Allah insanlığı bir uygarlıkta toplamayı murad etmiş ve bu görevi Hz. İbrahim’in çocuklarına vermiştir. Hz. Yakup’un çocukları Hz. Yusuf’un başkanlığında yeni bir ulus ortaya çıkarmış, bu ulus insanlığı bugünkü hâle getirmiştir. Kur’an Araplara (yani Hz. İbrahim - Hz. Muhammed koluna) nâzil olmuş, onlar da uygarlaşmada etkili olmuşlardır. Hz. Muhammed aleyhisselâm Mekke ve Medine’de yaşamış, Arap Yarımadası’ndaki ilk devleti (Medine Sözleşmesi/Anayasası ve Medine Devleti) kurmuş, bu devlette Yahudiler de yer almışlardır...
Mezopotamya (Babil) ve Mısır medeniyet merkezleri… Fenikeliler ve Grekler… İbraniler ve Araplar… İnsanlar önce toplayıcılık, sonra avcılık ve daha sonra da çobanlık dönemini yaşadılar... Develerin yaşayabildiği geniş ovalara yayılan Arapların geçimleri çobanlıktı... Mekke şehri Hz. İbrahim’in oğlu İsmail tarafından Milattan 2000 yıl önce kurulmuştu... Medine’nin kuruluşu Miladi yıllara rastlamakta... Medine tarıma elverişli bir yerdi, halkı iki medeniyetin muhacirlerince oluştu… Medine yavaş yavaş gelişmiş ve Mekke’ye yetişecek hâle gelmişti... Kur’an, Mekke ve Medine’de nâzil olurken İsrail oğullarından bahsetmekte, “Beni İsrail’e/İsrail oğullarına” hitap hem Mekke hem Medine sûrelerinde geçmekte; “Yakub’un âli” geçmekte, “İsrail’in oğulları” geçmekte, bir yerde de “zürriyet” olarak geçmekte… “İsrail” Hazreti Yakub’un adı mıdır, yoksa başka birisi midir; bu ayırım neye göre yapılmaktadır?.. Bunun ayrıca araştırılması gerekmekte...
Mesele önemli ve derin; bugün kısa ama geniş bir giriş yaptım, devam edeceğim…