1967...1968...1969....AKEVLER 45 YILDIR ÇALIŞIYOR....2009...2010...2011
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 606
“ADİL DÜNYA DÜZENİ” III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 606. Hafta 09 Nisan 2011 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR.. ÇOĞALTABİLİR.. DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 606. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Tefsir Seminer Notları Yenibosna’da Cumartesi akşamları okunup tartışılmaktadır.
GAYEMİZ: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada “OKUNMASI, ANLAŞILMASI VE UYGULANMASI”DIR. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
“DÜNYANIN EKONOMİK MERKEZİ” VE
“III. BİN YIL MEDENİYETİ BAŞ ŞEHRİ”
İSTANBUL
“ALTIN SENEDİ”
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 156. SEMİNER
Her Hafta ÇARŞAMBA akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
AB ve Gümrük Birliği!-1
AB ve Gümrük Birliği!-2
“Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet”-1-2
“Yeni Türkiye” ve “Adil Düzen Medeniyeti”-(3)
Reşat Nuri EROL
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 14
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَائِرَ اللَّهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَائِدَ وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(2) حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3) يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنْ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4) الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ (5) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6) وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَمِيثَاقَهُ الَّذِي وَاثَقَكُمْ بِهِ إِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (7) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (8) وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ (9) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (10) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ هَمَّ قَوْمٌ أَنْ يَبْسُطُوا إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ (11) وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمْ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللَّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمْ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمْ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمْ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ (12) فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَى خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(13)
وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمْ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمْ اللَّهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (14) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ (15)
وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى
(Va MiNa elLaÜIyNa QAvLUv EnNAv NAÖaRAy)
“Ve biz nasarayız diyen kimselerden.”
Önce mü’minlerden alınan misaktan bahsedilmişti.
Sonra Yahudilerden alınan misaktan bahsedildi.
Şimdi de Hıristiyanlardan…
Kavimleri ve dinleri içine alan mü’minlerin görevleri anlatılmıştı.
Sonra bir ulus örnek olarak ele alındı ve İsrail oğulları anlatıldı.
Şimdi de bir din ele alındı ve örnek olarak anlatılmakta...
Mü’minler için; Allah’ın nimetini ve sizinle muvasaka ettiği misakını zikrediniz denmiştir.
Yahudiler için ise; Allah İsrail oğullarının misakını almıştı.
Burada ise; “biz nasarayız” diyen kimseler şeklinde geçmektedir.
Bunun anlamı şudur ki Yahudiler kavme dayanmaktadırlar, din onlar için uluslarını yaşatma aracıdır. Allah da onları kavim olarak seçmiştir.
Hıristiyanlar ise kavmî topluluk değildir, dinî topluluktur.
Mü’minler ise ne dinî ne de kavmî topluluktur, yeryüzünün güvenini ve barışını sağlayan bir topluluktur. Her dinden ve her kavimden insanlar İslâm devletinde yer alırlar. Yapıları farklı oduğu için onlara farklı şekilde hitap etmiştir.
وَلَقَدْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ
“Allah İsrail oğullarından misak almıştı.”
وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُم
“Biz nasârâyız diyenlerden misak ahzettik.”
İki misak şeklindeki farklılıklara dikkat ederek iki topluluk arasındaki farkları bulmaya çalışalım.
Yahudilerden alınan misakta “lekad” getirilmiştir. Oysa burada “lekad” kelimesi getirilmemiştir. “Kad” mazide tahkiki ifade eder. “Ve” geçmişte alınmış ve hâlen devam etmektedir demektir. “Kad”sız cümleler birer haber cümlesidir. Misakın devam edip etmemesinde tekit yoktur.
Bunun anlamı şudur ki, İsrail oğulları Allah’a olan misaklarını unuttuklarında yaşama şansları yoktur. Oysa Hıristiyanlar Hıristiyanlığı bıraksalar da bu dünyada yaşama şansları vardır. İsrail oğullarından misakın Allah tarafından alındığını bildirmiştir.
Burada “biz misak aldık” denmektedir.
Allah eğer bir şeyi değişik kimseler aracılığı ile yani kanunlar içinde yaptığını ifade edecekse “biz” der, adeta yanında birileri varmış gibi söyler. “Allah” dendiğinde eğer âlemlerin rabbi kastedilerek söyleniyorsa, aracılara daha az yer verir demektir. O halde Allah İsrail oğullarından doğrudan misak almıştır. Oysa Hıristiyanlardan alınan misak tarihi gelişme içinde alınmıştır, dolayısıyla “biz aldık” denmektedir.
Bu dolayısıyla almak ne demektir?
“Misak” daha çok siyasi bağlılıktır ve anlaşmadır. Hıristiyanlar din olarak Allah’la siyasi misak akdetmemişler, sonra Bizans İmparatorluğu’nun Hıristiyan olması ile bu görevi yüklendiler. Yani doğal tarihî gelişme ile bu görev onlara verilmiş oldu. İstanbul fethedildikten sonra Roma yine güçlü devlet olarak devam etti. Bugün de yeryüzünün güvenliğini Hıristiyanlar sağlıyor. Bu görev tarihî gelişmelerle onlara verilmiş olmaktadır. Onun için “biz aldık” deniyor.
Yahudilerden misak alırken, “Beni İsrail’in misakını ahzettik” denmektedir. Oysa burada “Biz nasârâyız diyenler” denmektedir. Onların misakı ırkidir. Ataları misak vermişler, çocuklar da misak içinde yer almışlardır. Oysa Hıristiyanların misakı kavlidir. Yani kendileri söz vererek bu misak ahz edilmiştir. “Nasârâyız” demekle bu onlardan ahz edilmiş oluyor. Yani biri fıtri misaktır, diğeri kesbi misaktır.
Burada önce “Biz nasârâyız” deniyor. Sonra onların misakı alınmıştır.
“Min” teb’iz için gelirse, o zaman bu misak bütün Hıristiyanlardan değil, bugünkü Hıristiyanlardan alınmıştır, Katolik ve Protestan Hıristiyanlardan alınmıştır. Ortodokslar da buna katılmışlardır. Bunlar savaş yaparken biz yağmacılık yapacağız diye savaş yapmadılar; tam tersine dünyanın huzurunu ve düzenini korumak için yaptılar. Sözleri böyle idi. Bugün tüm Hıristiyanların anayasalarına bakın; hepsi laik, hepsi demokrat, hepsi insan hakları için savaş veren devletler. Bunlar bu sözlerle ortaya çıktılar. Madem ki anayasalarında bunları yazdılar, o halde bunlar söz verdiler.
“Nasârâ” kelimesi özel isim olarak değil de, yardım eden anlamındadır. Bunun için nekredir. Bunlar “biz Hıristiyanız” değil de, “biz yardımcıyız” dediler. Böyle demeleri ile bu misakı almış olmaktadırlar.
Kur’an’da bu deyim yani “biz nasârâyız” deyimi iki defa geçmektedir. İkisi de Maide Sûresi’nde geçmektedir. İkincisinde mü’minlerle olan ilişkileri ve onların iyilikleri anlatılmaktadır. III. bin yıl medeniyetini bunlar kuracaklardır; Hazreti İsa’ya tâbi olanlar.
“Ellezîne” getirilmiştir. Hem söylenen sözler bellidir, hem de söyleyenler bellidir.
Marifedir.
Ahd içindir.
Burada kastedilen biz nasârâyız diyenler, Papalığın yanında yer alan Hıristiyanlardır.
“Kâlû” kelimesi kullanılmışsa da, marife olarak “en-nasârâ” getirilmemiştir.
Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi; bunlar biz Hıristiyanız demekteler ama bugünkü hâlleriyle Hıristiyanlıkları sözde kalmaktadır. Onun için onların en iyi tavsifleri “biz nasârâyız” diyenler olarak vasıflandırılmalarıdır.
İkincisi ise; Hıristiyan olmadan ziyade “yardımcıyız” demeleridir. Kime yardımcı olacaklar? Kur’an ehline yardımcı olacaklardır. Havarilerin Hazreti İsa’ya yardım etmeleri gibi; Hıristiyanlar da “Adil Düzen”i kuracaklara yardımcı olacaklar. Belki de biz üreteceğiz ama onlar uygulayacaklardır. Bunlar gelecekler, “biz nasârâyız” âyetlerinde bunları onlara anlatacağız. Burada ise onların kötü durumlarından bahsedilmektedir.
Evet, “misaklarını ahz ettik” deniyor, yani onlardan sözlerini aldık.
Batılılar beş yüz senedir insanlığı ileri götürmek için hareket ettiklerini ileri sürmektedirler. “İnsan hakları” diyorlar, “barış” diyorlar, “güvenlik” diyorlar. Yaşamlarında dinsiz de olsalar, Tevrat ve Kur’an’ın getirdiklerini dillerine getiriyorlar. Ateizmi bile insan hakkı olarak savunuyorlar. Belki bunları kalbleri ile söylemiyorlar ama madem ki söylüyorlar, artık o misak olmuştur.
İşte bu misak bugünkü Hıristiyan âleminden Allah tarafından alınmıştır.
Onlar ne sözü verdiler?
Demokrasi sözü verdiler.
Başka…
Laiklik sözü verdiler, sosyallik sözü verdiler, liberallik sözü verdiler.
Bunların Kur’an’daki karşılığı: Demokrasi=Şeriat, Laiklik=İslâm, Sosyallik=Hak, Liberallik=Adl, Hukuk Düzeni=Ahkam-ı Şer’iye.
İşte, bunlar kendi dilleri ile Kur’an’ın istediği şeylere sahip çıkıyorlar.
Şurasını belirtmemiz gerekir ki, bu kavramları Hıristiyanlara İslâmiyet’ten aktaranlar Yahudilerdir. Yahudiler samimi değildirler. Bu kavramları istismar ederek insanlığı sömürmek istemektedirler. Hıristiyanlar ise bu kavramlara samimiyetle bağlıdırlar. Bunun sonucunda ileride III. bin yıl medeniyetini birlikte kuracağız.
فَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ
(Fa NaSUv XaüÜan MimMAv ZukKiRUv BiHIy)
“Onlara zikredilenden payı unuttular”
Evet, biz söz aldık, onlar ise unuttular. Paylarını değil de, verdikleri sözün bazısını unuttular. Verdikleri sözün bazısını yerine getirdiler, bazılarını yapmadılar. Hıristiyanlar çocuk oyuncağı gibi oldular, ne söylenirse onu yaptılar. Önce kilise mensupları müsbet ilmin verilerine karşı çıktılar. Dünya yuvarlaktır diyenleri asmaya kalkıştılar. Faiz ve zina gibi haramları helal hâle getirdiler. İnsan hakları kavramını kendi çıkarlarına yorumladılar. Onlara bütün bu fenalıkları yaptıranlar İsrail oğulları olmuştur. Haçlı Seferlerini tezgahlayan hep sermaye olmuştur. Oysa onlara her şey anlatılmıştı, hep doğru şeyleri benimsemişlerdi.
Hıristiyanlık tarihte üç safha geçirmiştir.
İlk safhada üç yüz yıl en ağır şartlar içinde ezildiler. İnsanlık tarihinde Sovyetler de büyük zulümler yapmışlardır, ancak Hıristiyanlara yapılan zulümler onun kat kat üstünde olmuştur. Bu birinci dönem baskı dönemi, sabrın bittiği dönemdir.
Sonra ikinci dönem başlamıştır. Pavlus’un oluşturduğu İncil dışındaki öğretilere göre bozulan Hıristiyanlık rağbet görmeye başlamıştır. Sonunda Hıristiyanlık Roma/Bizans İmparatorluğu’nun dini olmuş, o zaman da Hıristiyanlık zulüm aracı olmuştur.
Daha sonra Hıristiyanlığa karşı cephe alınmış, parçalanmış ve güçlü Hıristiyan devletler birbirlerini yemişlerdir. İşte, şimdi bu âyet onların bu durumlarını anlatmaktadır.
Benzer tarihî gelişme Risale-i Nur şakirtlerince yapılmıştır. Said-i Nursi Hazreti İsa gibi evlenmemiştir. O da birkaç havari bırakmıştır. Hazreti İsa gibi onun da mezarı yoktur. Hazreti İsa gibi şeriatla değil imanla meşgul olmuştur, şeriat değil tarikat üzerinde durmuştur. Nur şakirtleri de Hazreti İsa’nın müntesipleri gibi çok ağır zulümler görmüşlerdir. Sonra Pavlus gibi Fethullah Gülen ortaya çıktı, düzenle anlaştı, bugünün Bizanslılarıyla anlaştı. İslâmiyet ılımlı İslâmiyet olmaya başladı. Bu anlayış bugünkü insanlığın resmi mezhebi olmak üzeredir. Bozuluyor, bozulduğu kadar da büyüyor.
İşte, unutulan bu ahz idi.
Yani Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı bırakıp takiyyeci Pavlus tarafı oldular.
فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ
(Fa EĞRaYNAv BaYNaHUMu eLGaDaVaTa Ve eL BaĞDAEa)
“Onların aralarında bağdaı ve adaveti iğra ettik.”
Buradaki “Fa” sebep-sonuç “fa”sıdır. Yani kendilerine anlatılanları unuttuklarından dolayı biz de aralarında düşmanlıkları iğra ettik. Yani insanlar eğer kendilerine verilen görevi unuturlarsa aralarında bağda’ iğra olunur.
Cumhuriyet hükümetleri İslâmiyet’i unutarak, savaş esnasında verdikleri sözleri unutarak, “laik düzen” adı altında dinsizlik yapmaya başlamışlardır.
Aralarında ne olmuştur?
Bağda’ ve kin başlamıştır. Önce Kazım Karabekir ile Mustafa Kemal’in arası açılmış, sonra İsmet İnönü ile Mustafa Kemal’in arası açılmış, sonra Celal Bayar ile İnönü, sonra Celal Bayar ile Mareşal Fevzi Çakmak, sonra Demokrat Parti ve CHP, sonra Kürt-Türk gibi gruplanmalar meydana gelmiştir.
Benzer çatışma Ak Partililer ile Saadet Partililer arasında olmuştur; çünkü onlar verdikleri sözleri unuttular, “Adil Düzen” sözünü unuttular.
Hıristiyanlar arasında da böyle beşyüz yıllık kanlı savaş devam etmektedir.
“Ğera” veya “Ğıra” yapılan zamk demektir. Zamkın özelliği şudur. Moleküller arasına girer ve onlar arasında çözülmez bağlar oluşturur. Birbirlerini de çektikleri için yapışır kalırlar. Buradaki iğradan maksat kişilerde doğan duygulardır.
Saadet Partililer AK Partililere düşmanlık yapmaktadırlar. Oysa AK Partililer onlara bir şey yapmadılar. Ama Saadet Partililer kendilerine verilen görevi, başka bir ifade ile verdikleri “Adil Düzen” sözünü unuttular.
Bizim partilerimizi defalarca kapattılar. Biz ne yaptık? Yenilerini kurduk, her seferinde daha güçlülerini kurduk. 28 Şubat “Millî Görüş”e darbe indirilmesi amacıyla yapılmıştır. Ne oldu? “Millî Görüş” şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadır; Cumhurbaşkanı Millî Görüşçü, Başbakan Millî Görüşçü, Meclis Başkanı Millî Görüşçü. Şimdi de ordu artık Millî Görüşe karşı değil, üniversite Millî Görüşe karşı değil, yargı şimdilik yarı yarıya.
Ne var ki bunların hepsi, AK Parti de Saadet Partisi de “Adil Düzen”i unuttular.
İşte şimdi kalblerinde yer alan adavet ve bağda’ buradan gelmektedir.
Hıristiyanlar da Hıristiyanlıklarını unutunca ne oldu? Beşyüz senedir birbirleriyle savaşmakta, milyonlarca insan ölmektedir. Şimdi yavaş yavaş dine dönmeye başlamışlardır. Düşmanlık da ortadan kalkmaktadır.
“İğra” kelimesi ile ifade edilen mânâ çok iyi anlaşılmaktadır. Kanser olursan eğer, o yayılmamışsa, vücuda dağılmamışsa, yani iğra olmamışsa, o yeri söküp atarsınız ve tedavi olursunuz. Ama eğer bir yerde toplanmış kanser hücrelerini çeviren zar patlamışsa artık o bütün vücuda dağılır ve onu tedavi etmek mümkün olmaz veya zor olur.
İşte, “bağda’ ve adavet” artık tüm fertlere yayılmışsa, bütün Hıristiyanların içlerine girmişse, onu tedavi etmek hemen hemen mümkün olmaz.
“Bağda’” ve “Adavet”ten bahsedilmektedir.
İkisi de düşmanlığı ifade eden kelimelerdir.
“Bağda’” kelimesine çok yakın akraba olan bir kelime vardır: “Ğadab”; sadece harflerin yererli değişmiştir. “Ğadab” Fatiha Sûresi’nde geçmektedir
“Bağda’” Kur’an’da beş yerde geçmektedir. Biri “adavet”siz, diğeri ise “adavet” kelimesi ile beraber geçmektedir. Bunlardan üçü bu sûrede geçmektedir. Mümtehine Sûresi’nde bulunan biri Hazreti İbrahim peygamberin kıssasında geçmektedir. Burada geçen üçü Yahudiler, Hıristiyanlar ve mü’minler arasındaki “bağda’”dan bahsetmektedir.
“Bağda’” hissî düşmanlıktır, “Adavet” ise fiilî düşmanlıktır.
Savaşan iki topluluk birbirlerine kin beslemeyebilir, bir defa savaş başlamıştır. Karşılıklı öldürme dışında bir olay olmamaktadır. Mesela İranlılarla Iraklılar arasındaki savaş böyleydi, “buğz” yoktu ama “adavet” vardı. Bazen da “adavet” olmayabilir ama “buğz” olabilir. Birbirlerinden hoşlanmaz, nefret edebilirler. Genellikle ikisi birden olmaktadır. Demek ki hem iki ayrı şey anlatmaktadır, hem de ikisinin birden olduğu hâli anlatmaktadır.
“İğra” kelimesi Hıristiyanlar için, "İlka" kelimesi ise İsrailoğulları için kullanılmaktadır. “İğra” demek mevzi olandan çıkmış, bütün vücuda yayılmış demektir. “İlka” ise mevzi olarak bulunan bağda’ ve adavet/düşmanlık demektir.
Demek ki Hıristiyanlarda bağda’ ve düşmanlık halk arasında yayılmıştır, kişiler birbirlerinin düşmanı durumundadır. Ulusal düşmanlıktır. Oysa İsrail oğullarında gruplaşma şeklindeki düşmanlık vardır. Kişiler arasında, kitleler arasında düşmanlık vardır. Bu ikisini de Allah koymuştur. Oysa insanlar arasında içki ve kumarın kendisi fiil olmuştur. İçki ve kumar kendileri açısından düşmanlığa sebeptir. Oysa İsrail oğulları ile Hıristiyanlar arasındaki düşmanlık ise Allah’ın misakı bozmaları sebebiyle koyduğu adavettir.
“Bağda’” ve “Adavet” marifedir. O halde bilinen bağda’ ve adavettir.
Demek ki misakı bozmanın sonuçları ve içki kumarın sonuçları doğal ve sosyal kanunlara bağlı sonuçtur. Sözde durmamak demek, anarşi demek, karışıklık demektir. İçki ve kumarda da benzer doğal sonuçlar ortaya konmaktadır.
Şimdi daha açık bir şekilde söyleyebiliriz ki, topluluk şeriata ve kurallara uyma demektir. Sözleşmeler yapılacak ve onlara uyulacak. Toplulukla yapılan sözleşmeler Allah ile yapılmış sözleşmelerdir, uyulacak. Uyulmazsa topluluk olmaz. Düşmanlık olur, anarşi olur.
Demek ki, Türkiye’nin doğusundaki PKK ve anarşi olaylarının asıl kaynağı şeriatın yani hukukun yürürlükte olmamasıdır.
Neden hukuk devleti oluşmuyor?
Bugün organ naklinde karşılaşılan en büyük sıkıntı uyuşmazlıktır. Çünkü her vücudun kendine has hücrelerini tanıma araçları vardır. Yabancı bir şey vücuda girdi mi derhal harekete geçer ve onu dışlar. Parmağınıza diken batsa, biz onu çıkarmazsak akyuvarlar çevresinde toplanırlar. Orasını yumuşak ve kaygan hâle getirir ve dikeni zamanla dışarı atarlar. Bir topluluk kendi şeriatını, kendi töresini kendisi oluşturmazsa, o topluluk onunla mücadeleyi başaramayınca helâk olur.
O halde PKK’nın kaynağı cumhuriyet döneminin dışarıdan aktarılan kanunlarıdır.
Geçmişteki isyanlar da böyledir. Başka ülkelerde yapılan içtihatlar ülkeye yani bünyeye uymadığı için isyanlar olmuştur.
Sahabeler arasındaki kavga da buradan oluşmuştu. Olanlar Medine’de değil Irak’ta olmuştur. Sonra Irak’ta geliştirilen fıkıh sayesinde asırlarca huzur gelmiştir. Ancak devletin büyümesi ile zamanla yeniden uyuşmazlıklar meydana geldi.
O halde PKK’yı ortadan kaldırmanın yolu “bucak sistemi”dir. Her bucak kendi şeriatını kendisi ortaya koyacak. Bu şeriat Allah’la yapılan misaktır. Buna uyan bucaklar yaşar, uymayanlar elenip giderler.
إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ
(EiLAv YaVMı elQıYAMaTi)
“Kıyamet yevmine kadar.”
Kur’an burada açıkça Hıristiyanların kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerini ve aralarında düşmanlık olacağını bildirmiştir. Bu âyetin 1400 sene önce inmiş âyet olduğunu düşünün. O tarihlerde Batı Roma İmparatorluğu yıkılmak üzeredir. Kuzeyde bulunan paganist Germenler ve Hunlar Roma’yı tehdit etmektedir. Roma da yine kuzeyden gelen saldırılara karşı kendisini koruyamaz durumdadır. Bizanslılar yani Rumlar da İranlılarla yapılan savaşlarda yenilmiş, perişan olmuş bir durumda. İşte, buna rağmen yeryüzüne Hıristiyanların hakim olacakları, aralarında da düşmanlık olacağı bildirilmiş ve ısrar edilmiştir.
Sonra ne oldu?
İslâmiyet’in zuhuru ile Hıristiyanlık dışındaki dinler etkilerini kaybetmiştir.
Germenler Roma’yı işgal eder ama Hıristiyan olurlar. Böylece Roma İmparatorluğu yıkılmış ama Hıristiyanlık yayılmıştır.
Bir taraftan İslâmiyet gelişirken öbür taraftan Hıristiyanlık yayılıyordu.
Batıda teknoloji gelişmiş ve bu sayede dünyayı işgal etmişler, hattâ İslâm ülkelerini bile hakimiyetlerine almışlardır. Amerika dev bir devlet olmuştur. Bugün yeryüzüne Hıristiyanlık hakimdir. Hattâ Yahudileri dinlerlerse Müslümanları soykırımına uğratacaklardır. Ne var ki son beşyüz yılın savaşları Hıristiyanların kendileri arasında geçmiştir. Galip gelmişler ama kendi aralarında kanlı savaşlara devam etmişlerdir.
Kur’an ne yapıyor?
Bu gerçekleri bize bildiriyor. Kur’an bu durumun kıyamete kadar devam edeceğini bildirmektedir. Uygarlık Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında devredip duracaktır. Bir ara Ye’cüc ve Me’cüc gelse bile, uyarlık bu son iki din arasında devredip duracaktır.
وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمْ اللَّهُ
(Va SaVFa YuNabBiEuHuMu elLAHu)
“Ve Allah ileride onlara tenbi’ edecektir.”
Allah ileride onlara yaptıklarını bildirecektir.
Önce Hıristiyanlara zulüm yapılmıştır.
Sonra Hıristiyanlık devlet dini olunca bu sefer de onlar zulüm yapmışlardır.
Tarih, Papalık zamanında yapılan zulümleri destan yapmıştır.
Biz “sevfe” ile daha çok ahiret mânâsını vermekteyiz. Dünyada da kendi zamanlarında değil sonra anlaşılacaksa, o zaman “sevfe” kelimesi getirilir. Biz burada bu mânâyı vermekteyiz. Hıristiyanız diyenler, yani bugünkü Avrupalılar ve Amerikalılar da benzer zulmü İsrail oğullarının âleti olarak yapmaktadırlar.
Bugün yeryüzünde en büyük zulmü yapmaktadırlar. Ne var ki bunu Hıristiyanlar değil, “biz Hıristiyanız” diyenler yapmaktadırlar; Hıristiyanlara da yapmaktadırlar.
Tevrat ve Kur’an’ın getirdiği mefhumları kendileri bulmuş gibi ortaya koymakta, sonra da söylediklerinin sahtesini yapmaktadırlar.
“Demokrasi” deyip ekseriyet sistemi ile azınlığı ezmektedirler.
“Laiklik” deyip din düşmanlığı, Kur’an düşmanlığı yapmaktadırlar.
“Sosyal güvenlik” deyip sigorta şirketleri ile sömürmeye çalışmaktadırlar.
“Liberallik” deyip karşılıksız faiz parası (kâğıt para) ile dünyayı sömürmektedirler.
Bütün bu yaptıkları yarın kendilerine haber verilecek, tarafsız insaflı âlimler bunları teker teker ortaya koyacaklardır.
Müslümanlar arasında Emevilerle başlayan zulüm günümüze kadar gelmiştir. Yarın “Adil Düzen” geldiği zaman tarihte Kur’an’ı nasıl tahrif ettiklerini ortaya koyacaktır.
Hıristiyanlar arasında Pavlus’la başlayan tahrifat günümüze kadar gelmiştir.
Artık Papalık Pavlus Hıristiyanlığını bırakıp Hz. İsa Hıristiyanlığına geçecektir. Geçmişte yapılanlar bir bir ortaya konacaktır. Zaten bugünkü tarih araştırmaları da bunları ortaya koymuştur.
Evet, yeni dünya doğmaktadır, ortalık aydınlanmaktadır. Gerçekler bir bir ortaya çıkacaktır. Gerçek Hıristiyanlar, gerçek Budistler, gerçek Hindular, gerçek İslâmiyet ortaya çıkacak, hatalar bir bir düzeltilecektir.
Burada if’al bâbı değil de tef’il bâbı kullanılmış ve “Se” değil de “Sevfe” getirilmiştir. Yani bunlar birden ortaya çıkmayacak, adım adım zamanla ortaya çıkacaktır. Bunları Allah bildirecektir. Yani başkaları değil, kendi aralarında çıkacak ilim adamları yine kendilerine bildirmektedir. Tarihte işlenmiş hatalar ortaya çıkacak, bizzat kendileri bu hataları öğrenecekler demektir. Onlar anlayacaklardır. Bu hususta Avrupalılar çok ileridedirler, Hıristiyanlar ileridedirler.
Avrupalıların bugünkü çıkmazı kendilerini İsrail oğullarından kurtarmamalarıdır. Savaşları onlar çıkardılar, Avrupa’yı onlar dinsizleştirdiler, en büyük zulmü ve iftiraları onlar yaptılar. Bugün artık onların hakimiyetleri bitmek üzeredir. Sovyet halkı daha tam uyanmadı ama bugünkü yöneticileri bunların farkındadırlar. AB farkındadır. ABD halkı farkındadır. Bütün bu gerçekleri yeni yeni anlamaya başlamışlardır.
بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (14)
(BiMAv YaÖNaGUvNa)
“Sun’ etmiş olmaları sebebiyle.”
“Sun’ ettikleri bildirilecektir” denmiyor;
“Sun’ ettikleri sebebiyle onlara anlatılacaktır” deniyor.
Ne anlatılacaktır, ne yapmış oldukları anlatılacaktır?
Nasıl birbirlerine düşmanlık ettikleri, İsrail oğullarının onlara nasıl savaşlar yaptırdığı, nasıl hileler yaptırdığı, nasıl zulümler yaptırdığı anlatılacaktır.
Burada “Ya’melûn” denmiyor da “Yasna’ûn” deniyor.
Amelde siz yaparsınız, iyi veya kötü olur. Sizi ilgilendirmez. Sonuç kadere aittir, tarihe aittir, topluluğa aittir. Sun’da ise senin ne amel ettiğin değil ne ürettiğin önemlidir. Onların ne işler yaptıkları değil, ürettikleri sonuçların ne olduğu bildirilecektir.
Burada başka bir şeye işaret vardır. Bunlar zahirde kötülük olmuştur ama bu sayede uygarlaşma meydana gelmiştir. Beşyüz senedir Avrupa Yahudi sermayesinin oyuncağıdır ama bu sayede de bugünkü uygarlık doğmuştur. Avrupa devletleri birbirlerine karşı savaşmışlardır ama bu sayede de savaşçı topluluk olmuş, dünyaya uygarlığı yani İslâmiyet’i götürmüşlerdir. Savaşlar onları güçlü kılmıştır. İmparatorluklar yıkılmış, millî devletler kurulmuştur.
Birinci Cihan Savaşı dünyaya hakim olan üç büyük imparatorluğu yıkmış, hakimiyeti Ruslara ve İngilizlere vermiştir. İmparatorluklar gitmiş, yerine dikta rejimler ortaya çıkmıştır. Ama artık hanedanlık anlayışı ortadan kalkmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın insanlığa hediye ettiği şey ulusal devletlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de böylece ortaya çıkmıştır.
İkinci Cihan Savaşı ise dikta rejimlerine son vermiş, ulusal devletler bağımsızlıklar kazanmışlardır.
Evet, bütün bunlar “Adil Düzen”e doğru atılmış dev adımlardır.
İşte Hıristiyanların sun’ ettikleri yani yaptıkları bunlardır. Onlar kötü niyetle yola çıkmışlar ama sonunda hayırlı iş olmuştur. Dünyanın zorla Hıristiyanlaştırılması da şeriata aykırıdır ama insanlık için hayırlı olmuştur.
***
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ
(YAv EHLa eLKLiTABı)
“Ey kitab ehli”
Böylece ulus uygarlığına İsrail oğullarını örnek vererek, dinler uygarlığına da Hıristiyanlığı örnek vererek insanlığı bugünkü hâle getirmektedir.
Şimdi de Kur’an uygarlığını anlatacaktır. Ne var ki burada anlatılacak olan çağımızın Kur’an uygulaması değil de, bundan 1400 sene önce ortaya çıkan İslâmiyet’i anlatacaktır. Bizim için o da Hıristiyanlık gibi bir dindir. Tüm ehli kitaba ve biz de dahil hepimize Kur’an’ın ilk nâzil olan şeklini anlatmaktadır.
“Ey ehli kitab” diyor.
Kimler ehli kitaptır?
1- Kur’an’ın örnek olarak anlattığı İsrail oğulları ehli kitaptır. Kıyas yoluyla ulusal devletler seviyesine çıkmış bugünkü devletlerin hepsi ehli kitaptır, çünkü bugünkü devletlerden hiçbirisi kanunsuz yönetilmemektedir; hepsi hukuk devleti yani kitap devletidir. Kur’an burada bize başka bir şey anlatmaktadır. Hukuk düzeni ancak yazılı hukukla tedvin edilir. Batılılar “hukuk düzeni” diyorlar, Kur’an ise “kitap düzeni” yani “kanun düzeni” diyor. Halk kişilere değil de kanunlara uyuyorsa, mevzuata uyuyorsa, onlar ehli kitaptır. Türkiye gibi yazılan başka yapılan başka olsa bile, yine de Türkiye ehli kitaptır.
2- Sonra dinî uygarlığı anlatmıştır. Yazılı kitapları olan dinler de ehli kitaptır. Bunlar dört grupta toplanır; Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler.
Bunun dışında sosyalizm, kapitalizm, faşizm gibi laik düzene göre devlet oluşturanlar varsa ve onlar da kanun devleti iseler, onlar da ehli kitaptırlar.
“Kitab”ı burada ahd için aldığımızda, bütün semavi kitaplar tek kitap olarak kastedilmiş olur. Bu anlayış da kabul edilebilir. Ama buradaki harfi tarif istiğrak için alınırsa, tüm kanunları olan topluluklara hitap etmiş olur. Yani bugün Birleşmiş Milletler’e kayıtlı devletlerden bahsedilmektedir.
Bu hitap insanlara hitaptır, tüm insanlığa hitaptır. Onlara özel olarak Kur’an anlatılmaktadır. Burada anlatılanlar bugünkü Müslümanlar değildir. Onlar da ehli kitaptır.
Burada anlatılan 1400 senedir uygulanmış olan İslâmiyet değildir. O kıyas yoluyla Hıristiyanlara benzetilerek öğrenilecektir. Burada anlatılan Kur’an’ın ilk nâzil olduğu zamanki durum, o günkü İslâmiyet’tir. O yalnız o gün yaşayanlara değil, kıyamete kadar tüm insanlığa nâzil olmuştur. Geçmiştekiler paylarını aldılar. Şimdi, III. bin yıl medeniyetini kuracak olan bugünkü ulus devletlerle bugünkü büyük dinlerden nasibi olanlar anlayacak ve uygulayacaklardır. O halde o son peygamber bugün gelmiş ve Kur’an’ı getirmiştir kabul edeceğiz ve insanlık içinde III. bin yıl medeniyetini kuracağız.
Görüyorsunuz ki biz hep aynı şeyleri söylüyoruz ama yeni şeyler söylüyoruz. Kur’an bize değişik mânâları ile aynı şeyleri anlatmaktadır; Kur’an’ı ve diğer kitapları nasıl anlayacağımızı bize ve tüm insanlara anlatmaktadır.
قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا
(QaD CAEaKuM RaSULUvNa)
“Size resulümüz gelmiştir.”
Evet, buradaki resul Hazreti Muhammed’dir.
“Size geldi” deniyor. Ehli kitaba geldi. Eski peygamberler kendi kavimlerine gelmiştir, kendi dinlerine gelmiştir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ise Arapların resulü değildir, Müslümanların resulü değildir; kâffeten li’n-nâs rahmettir. Yani Hazreti Muhammed Arabistan’a gelmiş ve İslâm dinini orada tedvin etmiştir. 1400 senedir kendilerine Müslüman diyenler onu kendi peygamberleri yapmışlardır. Yani Hazreti Musa Yahudilerin, Hazreti İsa da Hıristiyanların peygamberi olmuştur. Hazreti Muhammed de Müslümanların peygamberidir. Ne var ki o zaman öyle idi. Şimdi ise O ölmüştür ama O’nun bıraktığı sünnet tüm insanlığa hitap etmektedir. Yani şimdi rahmeten li’l-âlemindir. Yalnız O değil, diğer peygamberler de öyledir ama onların sünneti yeniden ortaya çıkmamaktadır.
Şimdi önemli bir sorunla karşılaşmaktayız. Kur’an sahabelerin ona titizlikle sahip çıkmasıyla zamanımıza kadar hiç değişmeden gelmiştir. Sahabeler hadisleri aktarmaya fazla önem vermemişlerdir. Hazreti Peygamber Kur’an’ın dışında bir şey yazmamalarını emretmiştir. Ondan sonra gelen hadis âlimleri büyük ayıklamalar yaparak sünneti asrı saadete kadar götürmüşlerdir. Ne var ki onlar da bazı hatalar yapmışlardır.
Bugün yalnız Müslümanların değil, tüm insanlığın sünneti yeniden ele alması gerekmektedir. Bunun için takip edilecek yol şudur.
1- Hadis ilminde 6 seçilmiş kitap vardır; Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Davud ve İbni Mace. Bunların hadis âlimleri olduklarında icma vardır. Bu kitapları ele alarak buralardaki hadisleri ilmî bir sistemle değerlendirmemiz gerekecektir. Diğer hadis kitaplarından gelen rivayetler bu hadis kitaplarındakileri açıklıyorsa değerlendiririz. Uygun gördüğümüz üzerinde dururuz. Ama bu altı kitapta geçen hadislerin üzerinde durmamız gerekmektedir.
2- Bu hadislerde ilk yapacağımız inceleme, kendi aralarında çelişki var mıdır, ona bakacağız. Bunun için önce Kuran'a uyan hadisleri rivayet edenlere ön sıralarda yer veririz. Çelişkili olan hadisleri ravilere göre ayıklar, onları da Kütüb-ü Sitte’nin dışına çıkarırız.
3- Bundan sonra hadislerde rivayet edilip Kur’an’a uymayan hadisleri de çıkarmamız gerekecektir. Mesela, Hazreti İsa’nın öldüğü Kur’an’da açıkça yazılı olduğu halde, hâlâ yaşadığı iddiası hadis kitaplarından çıkmalıdır.
4- Hadis kitaplarına uygulayacağımız başka bir metotla müsbet ilimlere uymayanları çıkarmamız gerekir. Mesela, Hazreti Muhammed’e ait olduğu iddia edilen tüm mucizeler devre dışı bırakılmalıdır. Mesela Ay’ın yarılması böyledir. Bunlar o zaman olmuş olabilir, onlar için mucizedir ama bize mucize değildir. Dolayısıyla o hadisler bize gelmemiştir.
Hâsılı, bütün ehli kitap, yani insanlık ele alıp incelemektedir. Tüm tarih incelendiği gibi Hazreti Muhammed aleyhisselâmın resullüğü de ilmen incelenmelidir.
يُبَيِّنُ لَكُمْ
(YuBayYiNu LaKuM)
“Size tebyin eder.”
Önce resulden bahsetmektedir. Sonra Kur’an’dan bahsedecektir.
Genel olarak kitaplar kollektif olarak zamanla oluşur. Oysa Kur’an’a Hazreti Muhammed’in öğrettikleri dışında bir harf bile ilave edilmemiştir. Dolayısıyla “Kur’an” dendiği zaman onun zamanla oluşmuş yorumları değil, bizzat Hazreti Muhammed’in getirdiği kitap ele alınmaktadır. Yorumlar da onun yorumlarına uygun olmalıdır. Biz ona çok şeyler katacağız ama kattıklarımız bize aittir, bizden sonra gelenlere ait değildir.
Kur’an’dan sonra gelenler Kur’an’ın açıklanmasında ve uygulanmasında büyük katkıları olan kimselerdir ama bize nâzil olan yani şimdi bize hitap eden Kur’an Hazreti Peygambere inen Kur’an’dır.
كَثِيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ
(KaÇIyRan MımMAv KuNTuM TuPFvNa)
“Hafyettiğinizin çoğunu size tebyin eder.”
Resul sadece Kur’an’ı getirmemiş, Kur’an’ın beyanını da yapmıştır.
Onların gizledikleri nedir?
Topluluk bir şeye inandırılır. Bunu kim yapar, nasıl yapılır; orası zor anlaşılır. Din adamlarında bir hastalık vardır, halkın hoşuna gitmeyen bir şey olursa onu gizlerler, ters çevirip anlatırlar. Örnek olarak Müslümanları ele alalım. Kur’an tefsirlerini yaparken hep ‘Habibim Ya Muhammed’ diye başlarlar âyetleri yorumlamaya; Kur’an sanki sadece Hazreti Muhammed’e indirilmiş de biz ondan yararlanmakta imişiz gibi! Oysa Kur’an her okuyucuya, her inanana hitap eder. “Sen böyle yap” dediği zaman bizzat o insana “sen böyle yap” demektedir, yoksa birçok mükellefiyet sadece peygambere yapılmış olurdu.
İslâm dünyasında yerleşmiş birtakım Kur’an’da olmayan, hattâ aksi olan kanaatler vardır. Bunları okurlar, anlarlar ama anlatmazlar. Çünkü yadırganacaklardır.
Ehli kitap da geçmişte bunları yapmıştır. Tamamen bâtıl olan itikatlar öyle yerleşmiştir ki, insanlar aksini söyleyemezler.
Humeyni çağımızın çok büyük inkılapçısıdır. Önce İran’ın on dört asırlık anlayışını yıkmıştır. İran Müslümanları tüm Müslümanları siyasete sokmuştur. Oysa onlara göre mehdi gelmeden Şiilerin siyaset yapması haram kabul olunuyordu. Sonra Sünni-Şii çatışmasına son vermiştir. Ehli kıble olarak birlikte ibadete başlanmıştır. İlk defa Müslümanların iktidarı elde etmelerine imkan sağlamıştır. Durum böyle iken, bâtıl itikat olan mehdinin gelmesi hususunda ses çıkaramamıştır. İran halkı hâlâ kayıp mehdiyi bekliyor!
Papa Jan Pol ve şimdiki Papa 16’ncı Benedict Hıristiyanlığın doğru anlayışı üzerinde adımlar atmışlardır ama Hazreti İsa hâlâ tanrı olarak takdis edilmektedir!
Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm bu tür bâtıl inanışlara şiddetle karşı çıkmış, onların uydurdukları şeyleri açığa çıkarmıştır.
Bunların neleri gizlemekte olduklarını tam anlayabilmemiz için onları yakından incelemek ve Hıristiyan halk inanışını bilmemiz gerekmektedir.
Biz şimdi insanlığa şunu teklif ediyoruz: III. bin yıla girerken dinler kapitalizm ve sosyalizm ile en aşağı duruma getirildi. Dindar olmak hâlâ ayıp sayılmakta, hâlâ yasak bulunmaktadır. Bir orgeneral camiye girip namaz kılamıyor. Kenan Evren, namaz kılmadığını beyan ederek, ben Allah’a hesap verirken sen öyle şartlar oluşturdun ki ben namaz kılmak istediğim halde kılmadım diyerek mazeret beyan edeceğim demiştir.
Önce bu duruma neden düştük, niçin mağlup olup hakir göründük?
Çünkü biz butlan içine daldık. Tarihe daldık.
O zaman Allah sormadı da şimdi neden sordu?
Çünkü müsbet ilimlere ancak bugün ulaştık, yani doğruyu ve yanlışı ayıracak ilimlere yeni vardık. Oysa bundan 200 sene evvelki bilgilerimiz 2000 yıl öncesinden farklı değildi. Tebliğ şimdi geldi. Şimdi yeni gelen bu tebliğe uymak zorundayız. Her şeyi müsbet ilmin verileri içinde yeniden ele almamız gerekmektedir.
مِنَ الْكِتَابِ
(MiNa eLKiTABı)
“Kitabdan”
Buradaki “Min” nereye taalluk etmektedir? “Tuhfuna”ya taalluk edebilir. Kitabdan gizledikleriniz anlamında olur ki, onlar kitabdan gizlemişlerdir.
“Kitab” marifedir. Bunun anlamı bilinen bir kitaptan bazı kısımları gizlediniz deniyor. O takdirde ahd içindir. İncil kastedilmektedir. Diğer dinler muhatap alınmamaktadır. Halbuki biz “Ehli Kitap” deyince ehli kanun olarak anladık. Öyleyse buradaki “Min” gizlediklerinize atfedilmemektedir. Buradaki “Min” tebyin ederse, açıklananlara atfedilmektedir.
“Kitab”dan maksat Kur’an’dır. Resul size Kur’an’dan beyan edecektir. Yani Hazreti Muhammed sadece Kur’an’ı uygulayarak açıklamakla mükelleftir ve sadece Kur’an’ın bildirdiklerini size tebliğ etmiştir. O halde “size resulümüz gelmiştir” diyerek önce Kur’an’ı getiren kâffeten li’n-nâs olarak resuldür. Sonra onun risaleti de Kur’an’ı size ulaştırmak ve anlatmaktan ibarettir. Esas olan kitaptır, Kur’an’dır. İnsanlık Kur’an’a davet edilmektedir.
Varsayalım ki Kur’an Allah’ın sözü değildir, Hazreti Muhammed kendisi uydurmuştur. Yeryüzünde en çok okunan, basılan, yayınlanan, şerh edilen, açıklanan bir kitabı okumazsanız başka neyi okuyacaksınız. Allah’ın insanlardan istediği her sözü dinlemeleri, tetkik etmeleri ve buldukları hakka uyup beyan etmeleridir. Müslümanların dini anlayışları da dahil olmak üzere, tüm dinleri yeniden ele alıp hataları ortaya koymamız ve hakkı bulmamız gerekmektedir.
İşte “Adil Düzen” çalışmaları bu çalışmadır.
İnsanlık müsbet ilimlere dayanarak ilâhi kitapları yeniden yorumlayacaktır. Tarihte onlara yüklenen bâtıl inançlar ve kabuller ortadan kalkacaktır.
وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ
(Va YaGFu GaN KaSIyRin)
“Ve çoğunu da affeder.”
Burada “kesir” kullanılmıştır. Daha fazla anlamında değil, mutlak çok anlamındadır.
Demek ki “çoğu” dediğimiz zaman Türkçede daha fazlası anlaşılmaktadır, Arapçada onun için ekserisi kelimesi geçmektedir. “Kesir” çok anlamındadır.
“Affetmek” ne demektir? “Affetmek” demek kesmek, koparmak demektir. Cezayı kısaltmak veya silmek demektir.
Kur’an onların gizlediklerinin bir kısmını açıklamakta, bir kısmından ise bahsetmemektedir. Onların düzeni insanları kandırmak ve yalan söylemektir. Bizim düzenimiz ise doğrular üzerine oturmaktadır. Anketler yapılmakta, insanların görüşleri öğrenilmektedir. Diyelim ki AK Parti’nin oyları yüzde 30’un altına düştü. Bunu açıkça beyan eder. Ama bir başka parti kendisinin oylarını yüksek göstererek gerçeği gizler. İşte bu iki davranıştan biri İslâmîdir, diğeri değildir. AK Parti de öyle yaparsa onunki de İslâmî değildir.
قَدْ جَاءَكُمْ
(QaD CAEaKuM)
“Size gelmiştir.”
Burada harfi atıf getirilmeden “Kad Caeküm” tekrar edilmiştir. Çünkü bahsedilen resulün gelişi ile kitabın gelişi aynıdır. Tekrar edilmesinin sebebi bedel olduğunun tekididir.
İslâmiyet sadece Kur’an değildir, Allah tarafından gönderilmiş dört kaynağı içermektedir.
a) Resul gelmiş, kitabı hayatında uygulayarak insanlara Kur’an uygulamasının örneğini vermiştir.
b) Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı getirmiş ve tebliğini yapmıştır. Artık kıyamete kadar ana delil Kur’an’dır.
c) İlimle onun beyanı yapılarak mânâları açık bir şekilde anlaşılmıştır. Kur’an’da geçen bir kelimeyi ele alalım, mesela “Tûr-i Sina”yı ele alalım. Kur’an’da bu kelime geçmektedir. Buranın neresi olduğunu nasıl bileceğiz? İşte bunu ilimle bileceğiz.
d) Sonra Kur’an asılları zikretmiş, fer’lerin hükümlerini bulmayı bize bırakmıştır.
Resul Hazreti Muhammed aleyhisselâm bize bütün bunları getirmiştir. Getirdiği bir “sistem”dir, bir “düzen”dir, bir “medeniyet”tir. Tarihte evrimler olmuştur.
a) Hazreti Nuh aleyhisselâm ilk defa kentleşmeyi başlatmıştır. Ümmetini köy hayatından kent hayatına geçirmiş, yazılı şeriatı ortaya çıkarmış ve uygulamıştır.
b) Hazreti İbrahim peygamber müsbet ilim metotlarını geliştirerek tüm insanlığı müsbet ilimde birleşmeye davete etmiştir.
c) Hazreti Musa peygamber şeriat düzenini getirerek yönetimde insanlığı genel barışa çağırmıştır.
d) Hazreti Davut peygamber ekonomide, bilhassa ulaşımda devletçiliği getirmiş, insanlığı tek ümmet yapma yolunda önemli adım atmıştır.
e) Hazreti İsa peygamber ise insanlığa laikliği öğretmiştir.
f) Sonunda Hazreti Muhammed aleyhisselâm gelmiş ve daha önceki peygamberlerin yaptığı inkılapları birleştirerek tek devlet yapısında uygulamıştır.
Şimdi ise sıra bizdedir. Görevimiz peygambersiz ilk medeniyeti kurmaktır.
Sıra ehli kitabın yani kanun ehlinin, hukuk ehlinin birleşmesi sonunda ortaya çıkacak medeniyete gelmiştir.
Bunlar dört delile dayanacaklardır.
-“Kitap” Kur’an’dır, ilk delil Kur’an’dır. Eski kitaplara da bakılacak, onlardan da yararlanılacak; onlar Kur’an’ın anlaşılmasında yardımcı olacaklardır.
-“Sünnet” bütün peygamberlerin uygulamalarıdır.
-“İcma” ise bugünkü müsbet ilimdir, ittifak edilen ilimdir.
-“Kıyas”: Sonra bütün sorunlar tümevarım yani “kıyas” yoluyla çözülecektir.
مِنَ اللَّهِ نُورٌ
(MiNa elLAHı NuvRun)
“Allah’tan bir nurdur.”
“Nur” “cae”nin failidir.
“Minellahi” de câr ve mecrur olarak mutaallaktır, Allah’tan gelmişlerdir.
“Minellahi” “Nur”un zarfı olabilir, ikisi birden mef’ul olur. Bu takdirde mânâsı gelenin Allah’tan bir nur olmasıdır.
Nuru getiren biz olmuş oluruz. Yani ehli kitap olan tüm insanlık birleşip müsbet ilmin ışığında “Adil Düzen”i ortaya koyacaklardır. Müsbet ilme dayandığı için Allah’tan nurdur. Müsbet ilim de Allah’tan gelmiştir.
Yani Allah insanlara iki şekilde hitap eder:
-Biri nakil yoludur,
-Diğeri akıl yoludur.
Aklı veren de Allah’tır, onu düşündüren de Allah’tır.
Aynı okullardan mezun ve zekaları da eşit olan iki arkadaş bir matematik problemini çözmeye çalışıyorlar. Biri çözüyor, diğeri çözemiyor. İşte bu durum doğa kanunlarıyla izah edilemez, çünkü doğa kanunu herkes için eşittir.
Tarihte peygamberler gelmiş, bir şeyler söylemiş, söyledikleri gerçek olmuş...
Tarihte filozoflar gelmiş, bir şeyler söylemiş, doğru çıkanlar olmuş...
O halde ilim de Allah’ın insanlığa lutfudur.
“Minellahi”deki “min” “caeküm”e müteallik olabilir.
O takdirde nur Allah’tan gelmiştir. Bizim aktif rolümüz olmayabilir.
Bu şekilde anlaşıldığı zaman Adil Düzencilere görev düşer; Kur’an’ı çağlarına göre ilim ile tafsil edeceklerdir, ehli kitaba biz götürmüş oluruz. Böyle anladığımızda, o zaman Erbakan gibi görevli birisi çıkacak, tebliği o yapacaktır.
Her iki mânâ verilebilir.
“Nur” ne demektir?
Aydınlık demektir. Eski şeriatlarda doğrudan doğruya çözümler gelmiştir. Sünnet de çözümleri içeriyordu. İçtihat ve icma müesseseleri sonradan ortaya çıkmıştır. Çıkacağını Kur’an bildirmiştir. “Birinci Kur’an Medeniyeti” içtihat ve icmayı getirmiş ama kendisi içtihat ve icmaya değil sünnete dayanıyordu. Şimdi “İkinci Kur’an Medeniyeti” yani “III. Bin Yıl Medeniyeti” içtihat ve icmaya dayanıyor yani “nur”a dayanıyor. Sorunların nasıl çözüleceğini öğreten içtihat ve icma müesseselerini de ayırmıyor.
“Nur” nekredir. Her uygarlığın kendine has icma ve içtihatları olacaktır. Dolayısıyla size onlardan biri gelmiştir.
وَكِتَابٌ مُبِينٌ (15)
(Va KiTAvBun MuBIyNun)
“Ve mübin kitab gelmiştir.”
Burada gelen nekre olan “kitab”dır, beyan eden, açıklayan bir “kitab”dır.
Kur’an’da Kur’an’dan bahsederken nekre kitab kullanıldığı yerler olmuştur. Çoğu müfessirler bu tazim ve takbih içindir derler. Dilde bu da vardır. Ama biz bunu böyle açıklamıyoruz. O zaman hükmen arabiyyen olmaz. Yeni şekildeki bir ifade yeni hüküm içermelidir. Kur’an’ın muazzam olması veya olmaması bakımından bir hüküm çıkaramayız.
Biz ise buna şu mânâyı veriyoruz: Kur’an lafzıyla bir defa nâzil olmuştur ve kıyamete kadar bir harfi bile değişmeyecektir. Ama mânâsı böyle değildir. Her bin yılda bir yeniden nâzil olacaktır. Çünkü yeni uygarlığa sıfırdan başlayacağız. Evet, sahabelerle başlayan icma ve içtihatlar “Birinci Kur’an Medeniyeti”ni kurmuştur. Şimdi “İkinci Kur’an Medeniyeti”ni kurarken biz yeniden içtihatlara başlayacağız. O içtihatlardan bazıları icmalara dönüşecektir. Her yeni bin yıl medeniyetinde içtihat ve icmaları ile Kur’an yeniden nâzil olacaktır.
Buradan başka bir şey daha öğreniyoruz ki, içtihat ve icmalar yazılı olmalıdır.
Biz bunu şöyle uygulanabilir hâle getiriyoruz: Müçtehit sene içinde içtihadını yapar, Ramazan’dan önce başkana tevdi eder. Başkan bayram günü bunu yayınlar. Kurban Bayramı’na kadar iptal için diğer müçtehitler hakemler nezdinde dava açabilirler.
a) Kendisinin diğer içtihatlarla çelişkisi varsa,
b) İcmaa aykırıysa,
c)İcma ile sabit doğa ve sosyal kanunlara aykırıysa,
d) Zararı var veya abes bir hükümse;
Hakemler tarafından iptal edilir.
İcmalar da Ramazan Bayramı’ndan önce ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar muhalif olan çıkmazsa icma akdedilmiş olur.
İşte bunlar yazılı hâle gelince onlar da “kitab” olmuş olur.
“Mübin/açıklayan kitap” yani Kur’an’ı yorumlayan içtihat ve icmalardan oluşmuş kitap.
“Nur” usul ise “mübin kitap” da fürudur.
“Kitab-ı mübin”in nekre olması, her topluluğun farklı kanunlarının olmasındandır. Tek tip düzen yerine, çoklu hukuk sistemi demektir.
Roma’da tek hukuk sistemi vardı.
İslâmiyet çoklu hukuk sistemini getirmiştir.
Batı’da aydınlanma başlayınca çok hukuklu sistem gelmiştir. İslâmiyet’in etki etmesi yıllarına Avrupalılar “aydınlanma çağı” diyorlar; Kur’an da burada “nur” diyor.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-606/ADİL DÜZEN DERSLERİ-436 09 Nisan 2010
“DÜNYANIN EKONOMİK MERKEZİ” VE
“III. BİN YIL MEDENİYETİ BAŞ ŞEHRİ”
İSTANBUL
İstanbul’un Avrupa yakası on milyonu geçmemek üzere dünyanın ekonomik merkezi ilan edilir. Buraya giriş ve çıkışlar vizesizdir. Buraya giren mallar gümrüksüzdür.
Buranın güvenliğini Türkiye Cumhuriyeti Devleti taahhüt eder.
Burada uluslararası vakıflar kurulur. Bu vakıfların dünyanın her tarafında gelirlik galliyeleri bulunur. İstanbul’da birçok hizmet karşılıksız verilir.
a) Konaklama yerleri yapılacak, buraya dünyanın her yerinden misafir kabul edilecektir. Misafirhanelerde kalma bedava olacaktır. Battaniye, çarşaf, terlik kendilerinden olacaktır. Gelen temizliğini kendisi yapacak ve yatacaktır.
b) Elektrik, su, gaz paraları alınmayacaktır. Kendi yemeklerini kendileri pişirip yiyebileceklerdir. Memleketlerinden yiyecek getirebileceklerdir.
c) Hava meydanları, deniz limanları, oto garajları, tren istasyonları ve tüm parklar ücretsiz olacaktır. İsteyenler kayıtlarını burada yapıp vergi ödemeyecekler.
d) Burada her türlü muhaberat/haberleşme karşılıksız olacak, telefon, internet vesaire paraları ödenmeyecektir.
Burada “Adil Düzen”e göre kurulmuş bir yapı/düzen olacaktır. Hakemlik sistemi söz konusu olacak, polis sadece soruşturmacı olacak, ayrıca müdahale edilmeyecektir. Hakemlerce tutuklanmasına karar verilen kimse bertaraf edilecektir.
İstanbul’da vergi adil vergi sistemi içinde olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne güvenliği sağladığı için bir pay verilecektir. Buradaki iç güvenlik “Adil Düzen”e göre sağlanacak, sadece dış savunma Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından yapılacaktır. İstanbul’da yaşayan yerli veya bir seneden fazla İstanbul’da bulunan veya beş yılın gün sayısı kadar günlerini İstanbul’da geçirenler “bedel” verecek veya “asker” olacaktır.
Burada yabancı devletlere birer bucak kurdurulacaktır. Her bucak nüfus olarak 10 bin kişi kabul edilirse, bir milyon yabancı olacaktır demektir. Dünyanın merkezinde olan ve tarihi değeri bulunan İstanbul tüm insanlığın hizmetine sunulacaktır. Bunun bize getirecekleri nimetler sayılamayacak kadar çok olacaktır. İnsanlık da sorunlarını burada çözecektir.
Mesela, bugün Kaddafi ülkesini bırakıp gitse, nereye gidecektir? Ölüme terk edilecektir. Onun için yönetimi ve ülkesini bırakmıyor. Oysa İstanbul’da bir bucak kurulacak, o bucak siyasi suçluların sığındığı yer olacaktır. Oraya gelen kişi emin olacaktır.
Devlet ülkeyi yönettiği için karşı gelenleri cezalandırma her devletin hakkıdır, kimse onu suçlayamaz. Bu durum Ergenekon ve Balyoz suçluları için de böyledir. Onlar bir bucak kurarlar ve suçlular oraya sığınırlar. Kamu görevlisi iken yaptığı suçlardan bugün muhakeme edilemezler; o günün yönetimi muhakeme eder.
Gümrüklerin ve vizelerin olmadığı, haberleşmenin bedava, ulaşım masraflarının çok az olduğu İstanbul’a tüm insanlık yönelecek, İstanbul dünyanın kalbi olacaktır.
İşte o zaman insanlık gelişmiş bir canlı olacaktır.
Biz bunları yapmağa mecburuz.
Çünkü biz dünyanın merkezinde oturuyoruz.
Biz bunları yapmazsak; biz gideriz, başkası gelir ve bunları yapar.
Amerika’da olan Birleşmiş Milletler binası İstanbul’a taşınır. O zaman da ABD’nin sömürüsü sona erer. Bizim ise sömürü gücümüz yoktur. Bu yalnız bizim için değil, en çok dünya sermayesine hakim durumda olan Yahudiler için gereklidir. Onlar da Türkiye’ye gelir ve İstanbul’da bucaklarını kurabilirler.
İstanbul kentinin dünyaya açık kent hâline getirilmesi ve İstanbul’da yaşayan herkesin oy kullandığı yönetimin olması, İstanbul’u “III. Bin Yıl Medeniyeti”nin baş şehri yapacaktır. Askeri yok, ordusu yok ama barış alanı vardır.
Böyle bir kente hiçbir devlet atom bombasını atamaz, çünkü kendisinin orada bir bucağı vardır. Sonra burasını bombaladığı zaman eline hiçbir şey geçmeyecektir.
İstanbul’u siyasi bakımdan bu statüye getirmek yasa konusudur.
Anayasa ekseriyetine sahip AK Parti bunu rahatça yapabilir ama yapmıyor.
Onlar yapmadıklarına göre; bunu İstanbul halkından beklememiz gerekir.
Biri çıkacak, bir gönüllü çıkacak, bizimle çalışacak, İstanbul yönetimi ile ilgili doktora yapacak, bütün bunları tartışarak hazırlanacak; ve günü geldiğinde bunları uygulamak üzere İstanbul’a başkan olacaktır, inşaallah...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-606/ADİL DÜZEN DERSLERİ-436 09 Nisan 2010
ALTIN SENEDİ
Devlet hazinesinde 100 altın vardır kabul edelim.
Her nedense -bugünkü uygulamada- bunun yarısı dışarıda imiş!
Bir ton altın 70 milyon Türk Lirası etmektedir, yüz ton 7 milyar TL etmektedir.
Şimdi varsayalım ki “Adil (Ekonomik) Düzen” iktidara geldi.
“Adil (Ekonomik) Düzen” iktidarda ne yapar?
1- İlk iş olarak dışarıda bulunan altını derhal Türkiye’ye getirir. İpotekli ise dışarıda bulunan dolarla takas eder.
2- İstanbul’da bir “İnsanlık Kredileşme Kooperatifi”ni kurar, ve bu kooperatife İstanbul’daki kuyumcuları ortak eder.
3- İstanbul’daki kuyumculardan taşınmaz ipotek alarak hazine altınını bunlara borç olarak verir.
4- Karşılığında kuyumculardan “altın bono senedi”ni alır. Ayrıca bir o kadar da “altın bono senedi”ni kuyumculardan kooperatif borç alır.
5- Elde ettiği 14 milyar TL’lik bono senetlerini İstanbul bakkallarına borç olarak verir. İstanbul nüfusuna bölersek nüfus başına 1000 TL düşmektedir. Bir bakkal 100 haneye yani 500 kişiye hitap ediyorsa, her bakkala 500.000 TL’lik kredi vermiş oluyoruz.
6- Bakkallar bu altın bono senetlerini kooperatifin koyduğu fiyatla alıp satabileceklerdir. Bu senetleri alış satış farkı vermeden alıp satacaklardır. Fiyat olarak alış-satış fiyatlarının ortalaması ile alıp satacaklardır.
7- Bu “altın senetleri”nin halka olan yararları şunlardır:
a) İstedikleri zaman bonolarını/senetlerini herhangi bir kuyumcuya gittikleri zaman üzerinde yazılı altını alabilecekler. İstedikleri zaman da kuyumcuya üzerinde yazılı gram altını vererek altın senedi alacaklardır. Böylece altın gibi kıymetli bir meta olmuş olacaktır.
b) Altın senedini bakkaldan alırken daha ucuz alacaklar, satarken de daha pahalı satabileceklerdir. Dolayısıyla halk doğrudan altın alacağına altın bono senedini almayı ve satmayı tercih edecek, böylece fark vermekten kurtulacaktır.
c) Altın bono senedini saklamak, taşımak, bozdurmak, borç verip almak daha kolay olacaktır.
d) Altın bono senedi her zaman altın değeri ile TL’ye çevrilecektir. Halk döviz yerine altın lirasını tercih edecektir. Çünkü tüm bankalarda aynı değerle her zaman alıp satma imkanına ulaşılacaktır.
8- Bankalarda satılan bono senetleri karşılığı gelen Türk Liraları bankada açılan kooperatif hesabına yatırılır. İstanbul halkına “kooperatif kartı” verilir. Kooperatif kartı ile para çekerler. Paralarını kooperatif hesabına yatırırlar. Bunun yararları neler olacak?
a) Para değerleri altın değerine göre korunmuş olur. Enflasyon etki etmez.
b) Kooperatif kredileşme ilkesine göre hesap sahiplerine kredi açar, faizsiz kredi temin ederler.
c) O hesaptan çalışan esnaf, işçi vesaire birbirlerine emek ve mal takası yapmış olacakları için sermayesizlikten iş yapma söz konusu olmaz.
d) İstanbul’daki TL ve döviz bankada toplanır, bununla İstanbul’u yeniden muasır kentlerin üstünde bir kent yaparız.
9- Kooperatif bakkallara çekleri kredi olarak verir. Çekin vadesi bir yıldır. Çekte TL yazılıdır. İsteyene hemen çek karşılığı ödenir. Bir yıl sonra altın değerinden fazla değerle ödeme yapılacak formül geliştirilir. Bu sefer halk TL kullanacağına çek kullanmaya başlar.
İstanbul’un tüm ihtiyaçları bu çeklerle sipariş verilir. Onlar da Anadolu’ya sipariş verirler. Böylece yılbaşında herkes işini bulmuş ve ihtiyaçlarını sipariş etmiş olur.
10- İstanbul’da ayrıca “İmar Kooperatifi” kurulacaktır. Burada İstanbul’daki komisyoncular ortak edilecektir. Komisyoncular imar kooperatifine taşınmazlar satın alacaklardır. Buna karşılık “altın bono senedi” ile değiştirilebilen “imar senedi”ni vereceklerdir. Kooperatif taşıtlar dahil tüm taşınmazları alır ve satar. İstanbul’da taşınmazını satacak olan onunla satar, alacak olan onunla alır. İmar senetleri altın bonolarıyla alınıp satılır. Arz ve talebe göre imar senedinin değeri değişir.
Devlet ne zaman altın talep ederse her zaman geri verebiliriz. Hatta kooperatif ne kadar altını kullanmışsa devlete o kadar altını kullandırır. Yani altın stoku 200 tona çıkar.
İstanbul’un biriken paraları ile Anadolu’daki dağları ve kırları İstanbul halkı satın alır. Böylece devlet dış borçtan kurtulur. İstanbul halkının da Anadolu’da dinlenme yerleri olur.
Bu yazdıklarımızı tekel sermaye değerlendirebilir ve sizi sömürmeye devam eder.
Türk halkı ve ilgililer kulaklarını tıkamaya devam etsinler!..
Bakalım böyle kör ve sağır nereye kadar?!.
Nereye kadar, nereye kadar?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
AB ve Gümrük Birliği!-1
Reşat Nuri EROL
Sonda yazacağım ‘sonuç/hüküm’ cümlemi bu sefer başta yazayım ve verilmesi gereken mesajımı vereyim: “Adil (Ekonomik) Düzen” iktidar olduğunda yani yönetimi ele aldığında, yapacağı ilk işlerden biri gümrükleri kaldırmak olacaktır.
Başbakan dünden beri bugün de İngiltere’de, yani en önemli AB ülkelerinden birinde ve bizim yıllardan beri AB ile “Gümrük Birliği” anlaşmamız var ama “vize engeli” devam ediyor! Altmıştan fazla ülkeye vizesiz gidebiliyoruz, bu ülkelerin sayısı giderek artıyor ama elli yıldır kapısında beklediğimiz AB ülkeleri ile “Gümrük Birliğimiz” yani gümrüksüzlüğümüz var ya; vizesiz AB ülkelerine gitmek yasak!..
Türkiye Avrupa Birliği’ne “aday” olarak girdi ya; birkaç yıl önce büyük heyecanla bayram havasında kutlamalar yapıldı! Sonra AB müzakerelerine başlandı!..
AK Parti’nin kurulduğu günleri hatırlayalım; her hafta ya Amerika’da ya da bir Avrupa ülkesindeydiler… Bu hafta da, Başbakan ve Dışişleri Bakanı başta olmak üzere, ayrı heyetler hâlinde ABD’nin “asıl banisi” ve bugün de “asıl beyni” olan İngiltere’deler… ABD’yi de boş bırakmaya gelmez; başka bir “çok özel AKP heyeti” de Amerika’da, ayrıca yine “çok özel CHP heyeti” ABD’de -AKP’liler nihayet onları da alıştırdılar ve kendilerine benzettiler- ve her iki heyetimiz de özellikle Yahudi lobileri ile “çok özel” görüşmeler yapıyorlar/mış… Haziran’da ülkemizde “seçim” var ya; efendiler ABD’de Yahudi lobileri ile “seçim çalışmaları” yapıyorlar ve güya biz de seçimde kendi vekillerimizi seçiyoruz!!!
Sonuç olarak; ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz-üçyüz yıllık Batı sevdamız, elli yıldır süren AB müzakerelerimiz bir türlü bitmiyor, karasevda gibi hâlâ devam ediyor!!!
Ondan sonrasında Türkiye’de neler oldu neler; zaman zaman bu köşede okuyorsunuz: Dış borçlarımız, cari açıklarımız, bütçe açıklarımız ve ithalat artışlarımız vs vs on misli katlanırken; bugünkü devletimiz aynen Osmanlı Devleti gibi yıkılacak sınırlara getirildi!
***
Dünyadaki bir kısım Yahudiler şuna inanıyorlar: Biz Allah’ın seçtiği bir kavimiz... Allah bize akıl vermiş... Diğer insanlar da hayvanlar misali bize hizmet etsinler diye yaratılmışlar... Onların akılları kıttır; biz söyleriz, onlar da koyun gibi dediklerimizi yaparlar...
Olanlara bakınca, Yahudilerin bu düşüncelerine hak vermek zorunda kalıyoruz.
Onlar saçma sapan şeyler söyler, diğer dünyalılar onu kabul eder ve yapar!
Hele hele Türkiye’nin yöneticileri gizli-açık söyleneni hemen yapar!
Erbakan gibi bir uyarıcı gelip-geçse ve kırk yıl uyarsa da yapar!
***
Bugünkü ana konumuz “Gümrük Birliği” meselesi olduğu için bu konudan fazla uzaklaşmayalım ve asıl meselemize dönelim.
Bir yerde eğer karar mekanizmasında siz yoksanız, orada sizin lehinize karar alınmaz. İğne kimin bedenine batarsa onu acıtır, öbürü ise seyreder; sadece “üzülür” veya “sevinir”!..
Gümrükler niye konur?
Ülkemizde üretilmekte olan mallara gümrük konur ki yerli üretim çökmesin. AB de tarım ürünlerine gümrük koyar ki yerli tarım çökmesin. Bir ülke tarım ürünlerini ihraç edecekse o tarım ürünlerine gümrük koymasına gerek kalmaz. Bizim ekonomi yapımız Avrupa ekonomi yapısına benzemez. Biz tarım ülkesiyiz, Avrupa sanayi ülkesidir. Biz Ortadoğu’da, dünyadaki karaların ve kıtaların merkezindeyiz. Avrupa denizlerin merkezindedir. Bizim artık emeğimiz var, onun artık malı var. Biz gelişmekte olan ülkeyiz, Avrupa gelişmiş ülkelere sahip. Buna benzer daha başka farklı özellikler var.
Hâsılı… Bizim çıkarlarımız ile Avrupalıların çıkarları aynı değildir. Dolayısıyla takip edeceğimiz gümrük ve vize politikaları da farklı olmalıdır. Gümrük ve vize meseleleri başta olmak üzere, AB ile ilgili diğer politikalarımız da farklı olmalıdır.
Bitmedi; AB ve gümrük konusunda yapılması gerekenleri yazmaya devam edeceğim…
AB ve Gümrük Birliği!-2
Reşat Nuri EROL
Avrupa Birliği ile birleşelim, birlikte çıkarlarımızı ayarlayalım diyebilirsiniz; eşit şartlarda oturursunuz, karşılıklı pazarlık sonunda iki tarafın lehine kararlara varabilirsiniz.
Ancak, elli yıldan beri AB ile yapılan böyle değil ki. Avrupa Birliği, tek taraflı olarak Avrupa ülkelerinin çıkarlarına uygun gümrük politikaları uyguluyor, biz de ahmakça o politikalara uyuyoruz! Diyelim ki, Avrupa Birliği sanayi ürünlerine gümrük koymuyor, çünkü onun rakibi yoktur; Türkiye de gümrük koymuyor ve Türk sanayisi çöküyor!
İşte, bu şekilde ve bu şartlarda yapılan “Gümrük Birliği” ve gümrük anlaşmaları bize yapılan en büyük zulümdür, sanayimize vurulan en büyük darbedir.
Biz kardeş İran ve Azerbaycan’a karşı gümrük tarifelerimizi ayarlayamıyoruz. İran’a ucuz mal satamıyoruz, İran veya Azerbaycan’dan petrol alamıyoruz. Aynı durum diğer Müslüman ve kardeş, aynı zamanda komşumuz olan Arap ülkeleri için de geçerlidir.
Neden?
Çünkü Avrupa gümrükleri koymuştur, “Gümrük Birliği” anlaşmamız var ya!
Yani…
Biz dünyanın merkezindeyiz, kıtaların merkezindeyiz, ülkelerin merkezindeyiz, ticaretin merkezindeyiz ama en yakın/komşu müşterilerimize bile mal satmak yasaklanıyor!
***
Bu durumda neler yapılması gerekir?
İşte…
“Adil Düzen”e, “Adil Ekonomik Düzen”e bunun için ihtiyaç vardır.
Her şeyden önce Kur’an gümrükleri yasaklıyor...
Yeryüzündeki bütün malların hepsi tüm insanlarındır. Devlet vergisini alır, ondan sonra malların dünyaya yayılmasına veya dünyadan gelmesine mâni olamaz. Bu Hazreti Ebubekir döneminde böyle olmuştur. Hazreti Ömer zamanında halk şikayette bulunur; ‘biz gümrük koymuyoruz, onlar koyuyor’ demişler. Hazreti Ömer, yüzde onu geçmemek üzere, onlar uyguluyorsa biz de uygularız demiştir. Devletlerin gümrük uygulaması yanlıştır.
Neden yanlıştır?
Gümrüğü uygulayan devlettir, oysa ticareti yapan halktır.
Devletin hatasını halka çektiremezsiniz. Ülkemize gelen herkes insandır, eşit haklara sahiptir. Ne giriş ne de çıkış gümrüğünü ve vizelerini uygulayamazsınız.
***
Önceki yazımın en başında ‘sonuç/hüküm’ cümlesi olarak yazmıştım, tekrar hatırlatıyorum: “Adil (Ekonomik) Düzen” iktidar olduğunda yani yönetimi ele aldığında, yapacağı ilk işlerden biri gümrükleri (ve vizeleri) kaldırmak olacaktır.
Bu hükme açıklık getirelim.
Ülke sınırına gelen eşyanın muhteviyatı tesbit edilir, orada belge tanzim edilir ve o mal o andan itibaren artık ülkemizde üretilmiş muamelesi görür. Ticaret malıdır. En çok kırkta bir vergi/zekat alabilirsin. Aynı şekilde ülkeden çıkan mallara da yasal bir engel konamaz. Ülkemize giren herkes serbestçe gezebilir, dolaşabilir; “VİZE” yoktur, olmamalıdır. Sadece güvenlik tedbirleri alınabilir. Sınırda pasaport verilir, bir daha gelişinde onu kullanır, yahut uluslararası pasaport ülkelere verilir, onlar doldururlar. Aynı şekilde “GÜMRÜK” de yoktur, mallar ve insanlar serbestçe dolaşır. Çünkü sadece ülkeler değil bütün dünya bizimdir, bütün insanlığındır. İnsanlar bütün dünyada serbestçe dolaşmalı ve bütün dünya nimetlerinden yararlanabilmelidir. Aynen altı asırlık Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi; hem de varılan han veya kervansarayda kendisi ve binek hayvanı ile bedava barınarak, gerekiyorsa üç gün aynı handa/kervansarayda bedava yiyip-içerek…
Bir zamanlar “adil bir dünya düzeni” kurulduysa ve altı asır sürdüyse…
Tekrar neden “Adil (Ekonomik) Dünya Düzeni” olmasın; NEDEN?!.
“Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet”-1
Reşat Nuri EROL
Geçtiğimiz günlerde Erbakan ile ilgili olarak yazdığım yazıların ikincisinde (30.03.2011) “Erbakan ve beklenen Adil Düzen Medeniyeti” başlığını kullandım ve sonunu şöyle bağladım: “Sonuç olarak… “O”nun ölümü birçok açıdan “DÖNÜM TARİHİ” olacaktır... Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesi Türkiye’ye demokrasiyi getirdi... Benzer şekilde muhteşem bir halk ve uluslar arası ilgi ile geçen “Erbakan’ın cenazesi” de Türkiye’ye ve bütün dünyaya “Adil (Ekonomik) Düzen”i getirecek; çok değil, birkaç on yıl sonra da bütün dünyaya beklenen “Adil Düzen Medeniyeti”ni getirecektir.”
Kırk yıllık çalışmalarımızda, “Millî Görüş” ve “Adil (Ekonomik) Düzen” vurgusu elbette önemliydi ve hareketimizin ana direkleriydi. Bendeniz, son yıllardaki çalışmalarımızda “Adil Düzen Medeniyeti” vurgusu ve hatırlatması da yapmaya başlamıştım… Özellikle “O”nun yani Erbakan’ın vefatından sonra, acizane kanaatim odur ki; “Millî Görüş Hareketi”nin “Yeni Medeniyet” yani beklenen “III. Bin Yıl Medeniyeti”nin, daha doğrusu “Adil Düzen Medeniyeti”nin kurucusu bir harekete dönüşmesi gerektiğine inanıyorum.
Türkiye’de yüzlerce yazar her gün yüzlerce yazı yazıyor ve takip edebildiğim kadarıyla, bu önemli “medeniyet meselesi” üzerinde duran yazar yok gibi; Yusuf Kaplan müstesna. “Yeni Türkiye”nin “yeni dünya”sı yazılarında (28 Mart ve 1 Nisan 2011), kendi ifadesiyle; “Açıkçası, bendeniz, biraz daha derin nefes alarak, bir tarih felsefesi okuması yaparak, medeniyet perspektifi ekseninden bakıyorum hâdiseye.” yani “Yeni Türkiye”ye. Yazarın bu medeniyet perspektifi ekseni üzerinde geniş bir iktibasla durmamız gerekiyor.
***
Derin bir nefes ve olağanüstü bir dikkatle okuyun, lütfen: ““Yeni Türkiye”den söz edip duruyoruz.../ Peki, neo-liberal, dolayısıyla hâkim küresel söylemler üzerinden tasvir ve umut edilen yeni Türkiye’nin neresi yeni? Konjonktürlere, dolayısıyla hâkim küresel sisteme meşrûiyet kazandıracak bir Türkiye’nin neresi yeni olabilir ki? Yeni bir şey söyleyemeyen, söyleyeceği yeni esaslı şeyler ol/a/mayan, sadece hâkim küresel sisteme eklemlenme katsayısını geliştiren, artıran Türkiye’nin eskisinden daha “sorunlu” olduğunu söylersem, şaşırmayın lütfen: Küresel sisteme entegre olan sözümona “Yeni Türkiye”, eskisinden daha “sorunludur”: Çünkü bu durumda, Türkiye’nin hem gerçekten söyleyebileceği yeni sözleri, dillendireceği yeni iddiaları bizzat kendi eliyle berhava etmesi sözkonusudur; hem de hiçbir meşrûiyeti kalmayan, üstüne üstlük de bilfiil olmasa bile bilkuvve (yani entelektüel olarak, felsefî olarak) çöken, zorba küresel sisteme meşrûiyet kazandırması sözkonusudur, küresel sisteme eklemlenen sözümona “yeni” Türkiye denen “nesne”nin; özneleşme imkânlarını kendi eliyle yok etmeye kalktığı için “nesneleşen” Türkiye’nin./ Oysa benim âcizâne sözünü ettiğim “Yeni Türkiye”, çöken, vaatlerini bizzat kendi yapıp ettikleriyle bitiren eski dünyanın, dolayısıyla Batı uygarlığının, dünyayı yalnızca felâketlerin, çatışmaların, hukuksuzlukların, yeni sömürü biçimlerinin eşiğine sürüklediği için bittiğini gören ve ilan eden; ve buna mukabil, daha âdil, daha erdemli, daha vicdanlı, daha hakkaniyetli yeni bir dünyanın kurulabileceği fikrini dillendiren ve bunun da ancak esaslı bir medeniyet fikrini ve iddiasını hayata geçirme yolculuğuna soyunmakla mümkün olduğunu idrak eden bir Türkiye’dir.../ “Yeni Türkiye”, yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğinin ipuçlarını sunabilecek tarihî derinliğe, tecrübeye, özgüvene sahip bir kıtadır aslında. Bin yıl sadece İslâm dünyasının değil, dünyanın en çalkantılı, en bunalımlı bölgelerini yönetmiş, büyük sorunlarını nasıl aşabileceğini göstermiş bir dünya aktörünün tarihî bilincine ve misyonuna sahip çıkmasından söz ediyoruz. “Yeni Türkiye”, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu'da -şu hâliyle bile- adaletin, vicdanın, erdemin, zekânın, tarihî derinliğe sahip olmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. Bu yürüyüşün barış, adalet, kardeşlik ve dayanışma ilkeleri çerçevesinde kuşatıcı bir medeniyet fikriyle hayata geçirileceği günler yakındır…” (Devamı var.)
“Yeni Türkiye” ve “Yeni Medeniyet”-2
Reşat Nuri EROL
Yaşadığımız dönem karanlık, geleceğimiz ise aydınlık. İşte tam da bundan dolayı, içinde yaşamakta olduğumuz bu dönemi “tesbit ve teşhislerle” kısaca geçiştirdikten sonra, aydınlık ve parlak geleceğimizi “tedavi içeren ve en geniş şekliyle medeniyet perspektifi ihtiva eden” yönleriyle yazmak; artık biricik yazarlık prensibim hâline dönüşmüş durumda. Elbette, bir de bu medeniyet düşüncelerini gerçekleştirmek için çalışmak, çalışmak…
Yazmaktan ve çalışmaktan yorulduğumda, dinlenmek amacıyla “okuma” faslına geçiyorum. Günlük okumalarımda nadir de olsa, çok keyif aldığım ve tefekkür ufuklarımı genişleten yazar ve yazılara rastlıyorum. Yusuf Kaplan bunların en başta gelenlerinden, özellikle derin bir vukufiyet ve engin bir cesaretle yazdığı “medeniyet” yazılarıyla. Önceki yazımda da hatırlattığım üzere, “yeni medeniyet meselesi”ne benim anladığım ve anlatmaya çalıştığım açıdan bakıp yazan -mesela Ali Bulaç gibi bir iki yazar dışında- biricik ve tek yazar konumunda. Bundan dolayı yazdıklarını önemsiyor ve dikkatle takip ediyorum.
Bugün de yazarın “Yeni Türkiye”nin “yeni dünya”sı(2) yazılarından ikincisi (1 Nisan 2011) üzerinde duracak ve son yazıda kendi değerlendirmelerimle, başta da yazdığım üzere, aydınlık ve parlak geleceğimiz demek olan “Yeni Medeniyet” ile tamamlayacağım.
***
Tekrar derin bir nefes daha alıyor ve olağanüstü bir dikkatle okumaya devam ediyoruz: “Bir kere, şunu bilelim: Eski dünya, çöktü artık. Eski dünya dediğim, neo-liberal, neo-seküler küresel kapitalist sistem. Yani Batı uygarlığı.../ Bugünden geriye ve geleceğe dönük yaptığım tarih felsefesi okumaları, medeniyetlerin vaatlerine, dayanaklarına ve pratiklerine ilişkin yaptığım yolculuklar, “Yeni Türkiye”'nin, dünyanın yarını ve geleceği olduğunu söylüyor bana. Şu ân büyük bir kaosun, belirsizliklerin ve hukuksuzlukların tam ortasından geçen dünyanın yeni bir dünyaya, yaşanabilir, insanca bir dünyaya dönüşebilme sürecinde medeniyet iddialarıyla kuşanan yarının Türkiye’sinin sandığımızdan da etkin, aktif ve belirleyici roller oynayacağını görüyorum. Yarının dünyasının başat kurucu aktörlerinden biri, en görünen, en başta gelen aktörü, "yarın" ve "gelecek" demek olan Yeni Türkiye olacak... Batı uygarlığının insanlığa insanca yaşayabileceği bir dünya sunamadığını; bu gerçeğin, birinci sınıf Batılı düşünürlerce de ta Nietzsche'den, Husserl'den, Heidegger'den itibaren haykırıldığını hatırlatmak istiyorum. Batı uygarlığı, bir yandan, gerçekten de bütün insanlığın birikimi üzerine oturan bir uygarlık. Bu açıdan Batı uygarlığıyla karşılaştırılabilecek, boy ölçüşebilecek başka bir medeniyet yok. Ama öte yandan da, temellük ettiği, üzerine oturduğu insanlığın bilim, düşünce ve sanat birikimini, -insanlığın birikimine kendi dar bakış açısıyla yaklaştığı için- karşılaştığı, temasa geçtiği, tanıdığı medeniyetleri tanınamayacak kadar kendine benzeten, biçimbozumuna uğratan, içini boşaltan, tarumâr eden ve ruhunu yok eden tek uygarlık tecrübesidir insanlık tarihinde. Başka medeniyetlerin, hem varolma, hem de kendileri olarak, kendi dinamikleri çerçevesinde insanlığın varoluş ve hakikat yolculuğuna katkıda bulunma imkânlarını yok eden tek uygarlık tecrübesidir Batı uygarlığı: O yüzden bazı düşünürler -sözgelişi Mestroviç- Batı uygarlığı tecrübesini "uygar barbarlık" olarak tarif eder/ler…/ Yani seküler/kapitalist Batı uygarlığı projesi, insana insanca bir dünya kurabilmesi açısından imkânsız ve kendisiyle çelişen bir projedir: Hem aydınlıktan ve uygarlıktan söz etmesi; hem de, felsefî olarak insanlığı karanlığın ve türlü barbarlık biçimlerinin, çatışmaların ve işgallerin eşiğine sürüklemesi.../ Batı uygarlığı, dün'dür artık. Günlerini sayıyor. Baudrillard'ın dediği gibi ömrünü uzatmaya çalışıyor sadece, türlü tuhaf hormonlama ve klonlama yöntemleriyle... Ama aşırı şişen bir balonu andırdığı için balona dokundurulacak bir iğneyle patlayacak kadar da zayıf temellere sahip: Şu ân Arap dünyasında yaşanan, dalga dalga yayılan, sürgit derinleşen halk ayaklanmaları bunun bir göstergesidir. Bir de bu ayaklanmaların, gerçek anlamda İslâmî iddiaların dillendirildiği başkaldırılar olduğunu düşünün.../ Ve neden geleceğin dünyası, derin tarihî tecrübesiyle, özgüveniyle, sergilediği vicdan, ahlâk ve adalet ilkeleriyle insanlığın son kıtası olduğunu fark ettiği andan itibaren Yeni Türkiye'nin öncülük edeceği bir dünya olacak acaba?” (Bitmedi, devamı var.)
“Yeni Türkiye” ve “Adil Düzen Medeniyeti”-3
Reşat Nuri EROL
Yeniden medeniyetleşmede, daha doğrusu “yeni medeniyet” tesis etmede insanlık her bin senede bir sıçrama yapar. Bir medeniyet doğar, yaşar, yaşlanır ve ömrünü tamamlayıp sahneden çekilir, tarihteki yerini alır; onun yerine “yeni medeniyet” doğar.
Yeryüzünde iki medeniyet silsilesi vardır. Doğuda peygamberlerin medeniyeti, batıda filozofların uygarlığı. Bu medeniyetlerden biri zirvede iken, diğeri yeni kurulmaya başlar. “Hakka dayalı medeniyet” olarak, içinde bulunduğumuz bu dönemde “beşinci doğu medeniyeti” doğmak üzeredir. Batı dünyasının “kuvvete dayalı dördüncü filozoflar uygarlığı” yani bugünkü Batı Uygarlığı zirvededir; çökmeye başlamıştır...
Yazımızın başlığı neydi? “Yeni Türkiye ve Yeni Medeniyet”.
Yani artık kurulması zamanı gelmiş bulunan “III. Bin Yıl Medeniyeti”
Ya da hocalarımın ve bendenizin vurgu ve tesbitiyle “Adil Düzen Medeniyeti”.
Yeni medeniyeti bir ulus ortaya koyar, sonra dünyaya yayılır. Bize göre bugün bu “Yeni Medeniyet”i kurmak, ortaya koymak ve yaymakla görevlenmiş ulus ve ülke Türkiye’dir; daha doğrusu kurulmakta olan “Yeni Türkiye”dir.
***
Neden ulus ve ülke olarak “Türkiye”, neden “Yeni Türkiye” görevlidir?
1. “Yeni Medeniyet” ancak “Yeni Devlet Düzeni” ile doğar. Yüz yıl öncesinde yeni devlet oluşmasına “Osmanlıcık” ile başlanmış, sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde “cumhuriyetçilik” ile noktalanmış ve Mustafa Kemal bu hedefi “muasır medeniyetin fevkine çıkma” şeklinde göstermiş, bu hedefi gerçekleştirmek için de “elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” demiştir.
2. “Yeni Medeniyet” ancak bir ulus tarafından oluşturulabilir veya oluşturulmaya başlanır. Bu görev de coğrafi ve tarihi konumu ile Türkiye’nin görevidir.
3. “Yeni Medeniyet” doğu ve batı medeniyetlerinin sentezi ile doğar. Bugünkü dünyamızda her iki medeniyeti bilen tek ulus ve tek ülke Türkiye’dir.
4. “Yeni Medeniyet” eski medeniyetlere dayanacaktır. Hakka dayalı peygamberlerin kurduğu medeniyetler dine/düzene dayanır. Artık yeni peygamber gelmeyecektir, yeni kitap da inmeyecektir. Yeni medeniyet Kur’an’ın muasır ilimlerle yorumlanması ile oluşacaktır. Bu yeni medeniyet çalışmalarına 45 yıl önce İzmir-Akevlerde başlanmıştır, İstanbul’da hâlen devam etmektedir. Millî Görüş Lideri ve Millî Görüş Partileri Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın rehberliğinde yapılan kırk yıllık çalışmalarla “Adil (Ekonomik) Düzen Yeni Medeniyet Projesi” ortaya konmuş ve bütün dünyaya duyurulmuştur.
***
Millî Görüş camiasından doğan AK Parti “Adil Düzen”i daha baştan reddetmiş ve “Millî Görüş Gömleği”ni de çıkardığını yine partinin henüz kuruluş aşamasında ilân etmiştir.
Tevbe edip yeniden Millî Görüşçü ve Adil (Ekonomik) Düzenci olurlar mı?.. AB, ABD, BOP vesaire hizmetkarı olmaktan vazgeçerler mi?!. Allah’ın tevbe kapısı daima açık; isterlerse her an tevbe ederler ve bir zamanlar beraber yaptığımız hizmetlere dönerler… Veya AB, ABD, NATO, BOP, Haçlılar, IMF, DB vesaire kapılarında sürünmeye devam!!!
Peki, ya sonra, daha sonra ne/ler olacak?!. Hele âhireti hiç sormasak mı!!!
***
Bu durumda tek çare ve çözüm var; gömlek çıkarmayan “Millî Görüş Hareketi”nin müntesipleri ve onların yani hareketin tek temsilcisi Saadet Partisi… “Yeni Türkiye”, dünyanın beklediği “Yeni Medeniyet” yani “Adil Düzen Medeniyeti” ve “Millî Görüş Hareketi”nin partisi Saadet Partisi… Parti vurgusunu hamaset olsun diye değil, sadece bir hakikati bir kere daha hatırlatmak, ayrıca yaklaşmakta olan 12 Haziran seçimi ile ilgili bir görevi yerine getirmek amacıyla yapıyorum: Seçimde sadece parti değil, geleceğimizi ve medeniyetimizi de seçmekte olduğumuzun idrakinde olmalıyız. Ve’s-selâm mea’d-duâ, duâ…