1967...1968...1969....AKEVLER 44 YILDIR ÇALIŞIYOR....2009...2010...2011
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜNYA DÜZENİ 600
“ADİL DÜNYA DÜZENİ” III. BİN YIL MEDENİYETİ PROJESİDİR.
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
Haftalık Seminer Dergisi; 600. Hafta 26 Şubat 2011 Fiyatı: www.akevler.biz’e tıklamak!
BU DERGİYİ HER HAFTA OKUTABİLİR.. ÇOĞALTABİLİR.. DAĞITABİLİRSİNİZ...
“ADİL DÜZEN” UYGULAMALARI YAPMAK İÇİN BİZLERE DANIŞABİLİRSİNİZ...
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 600. SEMİNER
“HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (KUR’AN; Zümer Sûresi, 39/9)
“İ L İ M TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Tefsir Seminer Notları Yenibosna’da Cumartesi akşamları okunup tartışılmaktadır.
GAYEMİZ: Bu “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada “OKUNMASI, ANLAŞILMASI VE UYGULANMASI”DIR. Süleyman KARAGÜLLE, Reşat Nuri EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ/YORUMLARI;
HELAL KAZANÇ
HELAL KAZANÇ KOOPERATİFİ
ARAF SURESİ; 156-157. AYETLER TEFSİRİ
***
*ÜSKÜDAR SEMİNERLERİ; 150. SEMİNER
Her Hafta ÇARŞAMBA akşamı; Adres: EMİNEVİM, Kısıklı Cad. No: 36 Altunizade - Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0216) 444 36 46
SOHBET… SEMİNER… SORULAR-CEVAPLAR…
***
Mısır(1): Doğu, Batı, Erbakan ve gelecek…
Mısır(2): Batı’nın sömürü çağı sönüyor…
Mısır(3): Türkiye “model” olacak/mış!..
Mısır(4): Dünyadaki bütün ‘mesele’ bu!
FAİZ BATIRIR, KÖY SATTIRIR! Fotoğraflı!
Reşat Nuri EROL
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 8
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَائِرَ اللَّهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَائِدَ وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ(2) حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3) يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنْ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمْ اللَّهُ فَكُلُوا مِمَّا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (4) الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمْ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلَا مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ (5)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Bakara Suresi’nde “Ey İsrail oğulları” diye hitap etmiş, onlara eski emirlerini hatırlatmış, yeni emirler vermiştir. Şimdi ise İsrail oğullarının yerine geçecek olan kimselere “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir.
Uygarlaşmayı Hazreti Nuh peygamber başlatmıştı, birinci bin yıllık uygarlık Hazreti Nuh’un örnek uygarlığıdır. Yani tüm dünyanın uygarlığı yerine Mezopotamya uygarlığıdır. Bununla beraber bu örnek uygarlık Mısır’a tesir etmiş ve Mısırlılar ilk kuvvet uygarlığını kurmuşlardır. Mısır’da başlayan uygarlık Anadolu ve İran’da da kendisini göstermiş ama iklimin müsait olmaması nedeniyle o günkü teknoloji ile yeni uygarlık şeklinde ortaya çıkmamıştır. Mezopotamya’dan MÖ 2000 yıllarında Hindistan’a ve 1500 yıllarında Çin’e gitmiş ve orada da yeni uygarlık doğmuştur. Bering Boğazı’ndan geçenler Amerika’da uygarlık kurmuşlardır. Böylece Mezopotamya uygarlığından kopanlar dünyada bağımsız uygarlıklar geliştiriyorlardı. MÖ 2000 yıllarında Hazreti İbrahim aleyhisselâm ve onun zürriyetinden gelen peygamberler ikinci ve üçüncü uygarlıkları kurdular. İbrani uygarlığı ve Hıristiyanlık İsrail oğullarının uygarlıklarıdır. Bundan sonra Kur’an uygarlığı ortaya çıktı.
Kur’an uygarlığı artık bir kavmin uygarlığı değildir. İman eden kimselerin gönüllü olarak katıldığı uygarlıktır. Yani saltanattan cumhuriyete geçilmiştir. Merkezi yönetimden halk yönetimine geçilmiştir. Demokrasi gelmiştir.
İşte, şimdi de “Ey iman edenler, ey inanlar” diye sık sık tekrar edilerek kıyamete kadar sürecek olan yeni uygarlık anlatılmaktadır.
Bundan önce helal ve haramlar anlatılmış, tayyibatın helal habisatın haram edildiği bildirilmiştir. Bucaklar kurulacak, bucaklarda bir alim başkan olacak, istişare yapacak ve helal ile haramlar konacaktır. Araf Suresi’nde bunlar anlatılmıştır. Burada da önce helal ve haramlardan bahsedilmiştir. Şimdi ise tayyibatı ve habisatı belirleyecek teşkilat anlatılmaktadır; bu görev nasıl yerine getirilecektir?
إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ
(EiÜAv QuMTuM EiLa elÖaLAvTi)
“Salata ikame ettiğinizde.”
“İza” kelimesi şartı içeren ve istikbale ait zarf olan bir kelimedir. Yapılacağı kararlaştırılmış bir fiil olduğu zaman gelir. Namazın ikamesi daha önce emredilmiş, “Salatı ikame edin” denmiştir.
“Salat” marife olarak zikredilmiş, Kur’an’la, sünnetle ve icma ile şekli tesbit edilmiştir. İşte o sizin bildiğiniz “salata/namaza kıyam ettiğinizde” denmektedir.
“Namazı ikame edin” ifadesi müteaddi if’al bâbıyla yapılmıştır. Burada ise “İlâ” ile müteaddi yapılmıştır. “İkame”de bizzat namaz kılmak vardır, burada ise namaza yönelme vardır. Gaye mugayyaya dahil olmadığı için namazdan evvel bu işleri yapın anlamına gelir.
Burada kıyam edenler çok ama kıyam edilen müfrettir. Hepsi aynı hedefe gitmektedir. Farz ibadetlerin yanında münferit ibadetler de vardır. Zekatın münferidi fitredir. Haccın münferidi umredir. Namazın münferidi vitirdir ve farz dışındaki diğer namazlardır.
Cemaatle yapılan farz ibadetler yanında neden tek başına ibadetler de farz kılınmıştır?
Beraber yerine getirilirken acemilik çekilmesin diye böyledir. Bunlar ev ödevleridir. Gayesi yine topluca ifadır. Onun için cemaatle yapılması söz konusudur. Yani biz sünnet namazları kılarken de abdest alacağız. Çünkü sünnetleri kılarken cemaatle ne yapmamız gerektiğini ev ödevi olarak yapıyoruz. Sonra onun aynısını tekrar etmekteyiz.
فَاغْسِلُوا
(FaĞSiLUv)
“Gaslediniz.”
“Mesh” yalnız ıslatmadır. “Gasl” ise suyun deriden akmasıdır. Meshte sadece derinin ıslanması söz konusudur. Gasilde ise suyun kiri alıp götürmesidir.
Buradaki “Fa” harfi “İza”nın cevabıdır. Namaz kılmaya niyet ettiğinizde gaslediniz demek olur. “Gasil” çoğuldur, “Vücuheküm” de çoğuldur. Çoğula çoğul mef’ul yapılınca herkes ayrı ayrı yapacaktır. Ne var ki bunu yaparken aynı azmanda bir birliktelik vardır. Yani abdest yerlerini topluluk hazırlayacaktır. Böylece su şebekelerinin oluşturulması, kuyuların açılması, suların bölüşülmesi topluluğun işidir. Onun için burada çoğul getirilmiştir. Tarihte topluluklar suların bulunduğu yerlerde toplanmışlardır. “Karye” suların yığıldığı çukur demektir. Hazreti Musa’ya kuyunun açılması öğretilmiştir. Bugün yeraltı suları barajlarda yığılmakta, borularla nakledilmekte ve evlere dağıtılmaktadır. İşte, İslamiyet’te bu tesislerin oluşturulmasına bu emirle başlanmıştır.
Bugün yeryüzünün en önemli sorunu su sorunudur. İçme sularının temini artık uluslararası vakıfların konusu olmuştur. “Adil Düzen” iktidar olduğunda, buradaki bu emre uyularak su sorununu bütün insanlık içinde çözmelidir.
Fıkıh kitaplarında suyun satılması yasaklanmıştır. Kişi kendi tarlasında çıkan suyu kullanma hakkına sahiptir. Ne var ki artan suyu satamaz, boşa akıtmak durumundadır. Yani sular ihtiyaca göre kullanılır, artanlara sahip çıkılamaz. Size tuhaf gelebilir ama meradaki otlar da böyledir. Hayvanını otlatırsın ama otları toplayıp satamazsın. Enerji de böyledir. Odun da böyledir. Ormandan ağaç kesip kullanabilirsin ama onları kesip satamazsın. Av hayvanları da böyledir. Şimdi, buradaki “gasledin” sözü bize sular üzerideki topluluğun haklarını bildirmektedir.
Bugün her şey para ile alınıp satılmaktadır. Yollar da paralı hâle getirilmektedir. Kapitalistler her şeyi paralı yapmaktadırlar. Sosyalistler de her şeyi parasız hâle getirmeğe çalışmışlardır. Kuran ise konularına göre bazılarını özel mülkiyete bırakmış, bazılarını ise kamu mülkiyetine koymuştur. İşte bunların neler olduğunu tesbit etme yetkisini de topluluklara, içtihada ve icmaya bırakmıştır. Bucaktan bucağa, ülkeden ülkeye değişecektir.
وُجُوهَكُمْ
(VuCUvHaKuM)
“Yüzlerinizi gaslediniz.”
“Vech/yüz” kelimesi üzerinde ihtilaf edilmiştir. Görünen yerdir denmiş, çenenin altını bile yüz sayanlar olmuştur. Biz vechi re’ste yani başta olan bir yer olarak tarif ediyoruz. Yaratılışta çıplak olan, kadınlarda açık bulunan yerlere “vech” diyoruz. Kadınların kapalı olmayan yerleri erkekler için de yüzdür. Boğaz sınır olduğundan, sınır asıla dahil kabul edilmediği için bize göre hariçtir. Kadınlar için de yüzlerinin görüneni göstermeleri helal kılınmıştır. Bizim tarifimize göre kulaklar da vech içindedir. Ne var ki kulaklar vechin sınırındadır. Saçlı olmadığı için baş kısmına dahildir. Vechin de sınırında olduğu için vech de değildir. Bağımsız bir uzuv olarak da ele almayız. Çünkü mesh veya gasledilmiş re’sin yani başın içindedir. O halde ara bir hüküm uygularız. Kulakları gasletmek farz değildir ama istiabla mesh farzdır. Yüzde ise yıkama gerekmektedir. Saçlı olan kısımda meshin istiabı yani kaplanması gerekmez.
Kulak gibi müşkül olan ağız vardır. Ağız yüzden midir, yoksa değil midir? Oruçlu iken de ağzımıza su alıyoruz, sonra dışarı çıkarıyoruz. Demek ki içten değildir. Onların da çalkalanması gerekmektedir. Bize göre ağzın çalkalanması da farzdır. Burun ise ağıza kıyas edilemez, çünkü buruna su alma olağan değildir. Sünnet kabul edilebilir.
Burada misvak kullanma hususunun da irdelenmesi gerekir. “Siyabını tethir et” emrindeki emir; necasetten uzak tut mu, yoksa kirleneni yıka anlamında mıdır? Kirlenince yıka anlamındadır. Rüczden hicret ifadesi atıfla getirilmiştir. Matuf matufun aleyhten ayrıdır. O halde elbisemizin kirlenmesi halinde onu da yıkamak farzdır. Yüzümüzde kir olmadığı halde yıkamak emrolunduğu gibi elbisemizde de kir olmasa bile değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu şartlar altında ağzınızda bulunan kalıntıları fırçalayıp uzaklaştırmak, yani fırça kullanmak da farzdır. Hazreti Peygamber de bunun üzerinde çokça durmuştur. Günde bir defa da olsa yeterli midir, yoksa her abdest alınırken fırçalanması mı gerekir, yahut hiç olmazsa gusülden sonra mı fırçalanması gerekir?
Bugünkü imkanlar oluşuncaya kadar sıkıntı olmasın diye fırçalamak farz değildir. Ama bugünkü imkanlar elde edilince her abdestte fırçalamayı doğru bulurum. Bunun için kutulu fırçayı kullanmalıyız. Elbisemizin bir yerinde ona özel cep yapmalıyız. Her abdest aldığımızda dişlerimizi fırçalamalıyız. Macun kullanmak gerekmez, macunun günde bir defa kullanılması hasen olur.
Çocuk eğitimi, bunlara çocuklar tarafından küçük yaşta başlanmasıdır. Süt dişlerin düşmesinin sebebi budur. Çocuklar süt dişlerini de temiz tutması için fırçayı kullanmalıdır. Yani çocuklar diş fırçasını kullanmaya alışsınlar diye insanlarda süt dişler dökülmektedir. Bununla beraber bu hükme tam varabilmemiz için hayvanlarda süt dişler dökülmemelidir.
وَأَيْدِيَكُمْ
(Va EaYDiYaKuM)
“Ve kollarınızı.”
Türkçede “el” dediğimiz zaman bileklere kadar olan kısma denmektedir, “kol” dediğimiz zaman da bilekten sonraki kısımdır. Arapçada da böyle iki kelime vardır. “Zira” kol demektir. “Yed” ise el demektir. Türkçede “el ayak” dediğimiz zaman kol ile bacağı da kastederiz. Aksini yapmayız. Çoğu kelimelerin iki mânâları vardır; dar mânâları, geniş mânâları. Mesela, “re’s” dediğimiz zaman iki şeyden birini kastederiz. Saçlı olmaksızın “re’s’ olduğu gibi gövdenin üstündeki yüz ve başın ortak adı da “re’s”dir. “Hüve” erkek için “odur. “Hiye” kadın için “o”dur. Ama eğer ikisi birden kastedilecekse o zaman “hüve” kullanılır. Burada geniş mânâdaki “hüve” ile dar mânâdaki “hüve” müşterek kelimedir. Karine ile hangisinin anlaşılacağı bilinmektedir.
“Ellerinizi yıkayın” dediğimiz zaman sadece bileğe kadar yıkamamız gerekseydi dirseklere kadar denmezdi. Dar mânâda anlar, bileklere kadar yıkama ile yetinirdik. Nitekim “hırsızın elini kesin” dendiği zaman dar mânâda anlarız ve bilekten keseriz. Çünkü farzlarda ve cezalarda en hafifi geçerlidir.
Buradaki “yed” kol ve el mânâsında mıdır, yoksa sadece el mânâsında mıdır, yani dar mânâda el mi yoksa geniş mânâda el midir? Bunu kolayca biliriz, çünkü dirseklere kadar denmiştir. Türkiye’de “Tahran’a kadar git” denmez, Türkiye’de “Ankara’ya kadar git” denir. O halde dirsek dar mânâsındaki elin içinde olamaz, geniş mânâda el anlamındadır.
إِلَى الْمَرَافِقِ
(EiLa eLMaRAvFıQı)
“Dirseklere kadar.”
“Refik” arkadaş demektir. “Mirfek” arkadaşlık yeri demektir. Kol ile ayrılır. Omuza bağlı olan kola arka kol denmektedir. Bir de el ile arka kol arasında olan kol vardır, buna da ön kol denmektedir. Arka kolda tek kemik, ön kolda iki kemik vardır. İkisini birleştiren yere “mirfek” denmektedir.
“Merafik” arkadaşlık yerleri demektir. “Merafik” “mirfek”in çoğuludur.
Dirseklerin de yıkanması gerekmektedir. Müçtehitler gereklidir diyorlar. Bunu şöyle açıklıyorlar. Geniş mânâda ellerinizi yıkayın emri omuza kadar yıkanmasını gerektirir. “İlâ” kelimesi geriye almaktadır.
“Ankara’ya Kırıkkale’ye kadar gidiniz” dersek, Kırıkkale’nin sınırına kadar gidersiniz. Ondan sonrasına gitmeniz gerekmez. Ama “Ankara’ya Sincan’a kadar gidiniz” dersek, Sincan’a da girmek gerekir. Çünkü Ankara Sincan’ı da içine almaktadır.
Şimdi iki organımızın yıkanmasını emretmektedir.
Acaba bunun hikmeti nedir?
İnsan çıplak yaratılmıştır. Tüyleri yoktur. Onun yerini elbise almıştır. Elbise vücudu örter ve dışarıda gelen kirlilikten korur. Bundan istisna edilen iki uzuv vardır; yüz ve eller. Bunların açık olması gerekir. Çünkü yüzümüz kulak, burun, ağız ve göz gibi duyu organlarını taşımaktadır. Ellerimizle de iş yaparız. Bunları elbise ile kapatırsak hayatımız zorlaşır. Bu açık olan yerleri zaman zaman yıkamamız gerekir ki tozdan ve diğer kirliliklerden bunlar korunsun. Bu durumda abdest uzuvları demek, açık olan ve elbise ile örtülü olmayan uzuvları yıkamak demektir.
Burada şu soru sorulabilir.
Kollarımız dirseklere kadar mı açıktır, yoksa bileklerimize kadar mı açıktır?
Dirseklere kadar açıksa, kadınlar dirseklere kadar kollarını açabilirler demektir. Yoksa ancak ellere kadar açık olacaktır. Bu âyetin ifadesi ile kadınlar dirseklere kadar açabilirler.
Buna şöyle cevap verilmektedir.
Asıl açık olan bileğe kadardır. Ne var ki yıkanırken ellerimizi kullanıyoruz. Dirseklere kadar açmazsak elbisemiz kirlenir. O halde dirseklere kadar emri açıklık illetinden değil de, ittikadan dolayı, yani korunmadan dolayı emredilmiştir. O halde kadınlar ancak bileklere kadar açabilirler. Buna cevap olarak kadınlar da abdest alırken açmak zorunda olacaklardır, yoksa açık yerlerde abdest alamazlar, o da onlara harec olur.
Bu tartışmalara bizim vereceğimiz cevap örflerdir. Kadınlar örfte dirseklere kadar açık geziyorlarsa, o zaman açık gezebilirler. Ama onların örfünde bileklere kadar açıksa, o zaman kollarını da açmamalıdırlar.
Yıkanmada başka sorunlar çıkar.
Bir kimse eline kına koysa ve bu deriyi kaplasa yıkanmış olur mu?
Diş kaplaması yapıldığı zaman dişim de yıkanmış olur mu?
Önce, kına deriye nüfuz etmekte, artık derinin bir parçası hâline gelmektedir. Meşru ise abdeste mâni bir şey yoktur. Deriye nüfuz etmeyip ruj gibi kaplıyor, sonra çıkarılıyorsa, bu hususta ne fetva vereceğiz? Meşru olup olmaması ayrı bir tartışmadır. Ancak gasil olmamaktadır. Yani su hücrelere temas edip onlara girmektedir. Gasil sadece temizlik için ise örttüğü için abdest geçerli olmalıdır. Ama yıkanmanın başka amacı da vardır.
Soğuk su ile ıslanan vücutta soğuma meydana gelir ve kan içeriye gider. Sonra normal durum olunca orasını ısıtmak için kan oraya hücum eder. Böylece kan basıncında değişiklik olur. Dolayısıyla yıkanmanın, sürekli yıkanmanın temizlik dışında da etkisi vardır. Bunun için yeter büyüklükte uzuvların yıkanması gerekir. Bunu esas aldığımızda, deriyi ıslanmadan ortaya koyan kaplama üzerinde yıkama geçerli olmaz. Diş ve saç için durum böyle değildir.
وَامْسَحُوا
(VaMSaXUv)
“Meshediniz.”
“Meshediniz” “gaslediniz”e atfedilmiştir. “Gasil” suyun akması anlamında olduğu halde, “mesh” sadece ıslatılması, hattâ değmesi anlamındadır.
Abdestin iki rüknü vardır; gasil ve mesh. Yüz ve eller yıkanacak, baş ve ayaklar meshedilecektir. İki uzuv yıkanacak, iki uzuv meshedilecektir.
Kuru olarak elin sürülmesi de mesh midir? Yoksa mesh bir şeyi bir şeyin üzerine sürmek midir? Suyu derinin üzerine sürmek meshtir. Toprağı deriye sürmek meshtir.
Süleyman aleyhisselâm, hayvanları bana getirin onları sıvazlayayım demişti. Burada sadece elleri sürme olacaktır. Teyemmümde ise “saiden tayyiben” denmektedir. Orada sürme anlamına gelebilir.
Mesh su ile sıvazlamak mı, susuz sıvazlamak mıdır?
Mest üzerine meshte bir şey kullanmıyoruz. Susuz mesh ediyoruz. Baştaki meshin de böyle olması anlamında mıdır?
Meshin hikmeti nedir?
Su ile veya toprakla mesh ettiğimizde, deriyi ıslattığımız veya toprak sürdüğümüzde başka yararları olabilir. Mestlerin üzerine meshte elbette böyle bir yarar yoktur. Sadece ayak yıkamayı hatırlatma anlamını taşır. Sıra ile kontrol etmemiz gerekir.
Mesh etmek genellikle elle yapılır. Dolayısıyla meshetme kökü elle meshetmeyi de içermektedir. Nasıl “külü” dendiği zaman ağzımızla demekse, meshetmek de elle meshetmektir. Yürümek de ayakla yürümektir. Konuşmak da dille konuşmaktır. Görmek, gözle görmektir. Mesh de böyledir. “Mesh” kelimesi müteaddidir, bir şeyi meshedersiniz.
بِرُءُوسِكُمْ
(BiRuuSiKuM)
“Re’slerinizi”
Buradaki “Bi” “Fi” mânâsındadır. Belirli yerinde anlamındadır. Başın tamamı söz konusu olsaydı “ruuseküm” derdi, “bi” gelmezdi.
Başın meshi üzerinde ihtilaf vardır. Kimi en küçük sürme yeterlidir, kimi başın dörtte biri yeterlidir diyor, kimi de tamamı gereklidir diyor.
Bizim kanaatimiz şudur. Abdest uzuvlarının, açık olan yani elbise ile örtülmeyen uzuvların yıkanması veya meshedilmesi gerekir. Başı açık gezenlerin başlarının tamamını mesh etmeleri gerekir. Başın aşağısına sarkan saçların meshi gerekmez. Başını tamamen örtmeyen, kısmen görünenlerin başlarının dörtte birini meshetmeleri gerekir. Başını örtenlerin ise sadene ayaktaki mesh gibi elle işaret etmeleri yeterlidir.
Burada başka bir konu ortaya çıkıyor. Kadınların başlarını örtmeleri farz mıdır?
Kur’an’da baş örtülerini omuzlarına sarkıtsınlar denmektedir. Bunun başka mânâsı yakarını, omuzlarını ve göğüslerini göstermesinler demektir. Bunu da başörtüleri ile yapsınlar denmiş olmaktadır. Kur’an’da, cahiliye dönemi gibi teberrüç etmesinler diyor. O halde saçlara değişik şekiller vererek süslenmek haram kılınmıştır. Baştan aşağı sarkıtılmış saçlar da haram edilmiştir. Başında arkaya taranmış düz saçların görünmesinde bir mahzur olmamalıdır. İşte bu takdirde dörtte bir kadar mesh yeterlidir.
Bununla beraber Kur’an’da “ondan zahir olanın dışında” ifadesi geçmektedir. Giyinmede topluluğun kurallarına göre örtünmek gerekir. Kadının kendisini belirleme şeklindeki giyinişi Kur’an tarafından men edilmiştir.
Bugün oluşmuş bir moda vardır. Erkekler saçlarını kısaltmakta, enselerinden almaktadır. Kadınlar saçlarını uzatmaktadırlar. Böylece kişinin kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmaktadır. Biz erkeklerin saçlarını uzatmalarını, kadınların da saçlarını kısaltmalarını haram görürüz. Asıl haram kılınan erkeklerle kadınların birbirinden fark edilmemeleridir. Başörtüsü de bunu ifade eder. Kadınların pantolon giymesi meşrudur. Ne var ki üstlerinde etek olması gerekir. Kadınların takı takması meşrudur. Erkeklerin yüzük dışında takı takmaları, küpe takmaları haramdır.
Örtünme, edep yerlerinin kapatılması anlamında erkeklere ve kadınlara farzdır. Bunun dışında giyim örfe tâbidir. Elbisemiz ise aynı zamanda mesaj aracıdır. Kadın veya erkek olduğunu belirtmesi gibi, evli olup olmadıkları gibi, İslâm nikahı ile mi yoksa muta nikahı ile mi evli olduklarını veya hangi nikahla evli olmak istediklerini gösteren elbiseleri giymek gerekmektedir. Ayrıca tahsil derecelerini, mesleklerini, mensup oldukları toplulukları ifade eden elbiseler giyilmelidir.
Burada tartışılan başka konu da şudur. Kur’an’da “ğassilu” demeyip “fagsilu” denmiş olması nedeniyle farz olan bir defa yıkamaktır. İki defa, üç defa yıkamak müstehap mıdır, sünnet midir? Cünüplükte teşdit sigası da getirilmiştir. Demek ki bir defa vücudu ıslatmak farz, çok defa ıslatmak da sünnettir. Kıyas yoluyla abdest için de aynı şeyi söyleriz. Bu elbiseler için de doğrudur. Bir defa ıslatarak yıkamak farzdır. Ama daha fazla yıkamak da sünnettir.
Tartışılan konular bunlar değildir. Gerek boy abdestinde gerekse abdestde üç defa yıkanmasının sünnet olduğunda icma vardır. Dolayısıyla bizim gasle kıyasla abdestin de üç defa yıkanacağının sünnet olması sadece bu icmanın Kur’an’a dayandığını göstermek içindir. Yoksa sünnetliğinde bir ihtilafımız yoktur.
Asıl ihtilaf şuradadır. Başa üç defa meshetmek de sünnet midir? Bu hususta ihtilaf vardır. Kimileri sünnettir demektedirler. Kimileri de istiab, yani tamamını meshetmek sünnettir demektedir. Üç defa mesh sünnet değildir. Bize göre saçların düzeltilmesi, uzun saçlılar için ve uzun sakallılar için taranması sünnettir. Üç defa meshin fazla anlamı yoktur.
وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ
(Va EaRCuLaKuM EiLay eLKaGBaYNı)
“Ve ayaklarınızı topuklara kadar.”
“Ricl” ayak demektir. Topuklara kadar olan kısmın adıdır. Ondan sonrakinin ismi “sak”dır. Türkçede “bacak” denmektedir; “ayak” dediğimiz zaman bacağı da içine alır.
Bacakla yürümeyiz, ayakla yürürüz. Demek ki “ricl”in iki anlamı vardır. Dar mânâdaki anlamı topuklara kadardır. Geniş mânâdaki anlamı ise kalçaya kadar olan kısımdır.
Ayakların yıkanması istenmektedir. Bu “meshediniz”den sonra gelmiştir. O halde ayaklar da mesh edilecektir. Ne var ki üstün ile de okunduğu için aynı zamanda gasledilecektir demektir. Bu şöyle izah edilmektedir. İlk olarak ben bu mânâyı verdim sanmıştım. Subütül müsellemde bu konu çok açık bir şekilde anlatılmıştır. “Manası topuğa kadar giyilmiş ayaklarınızı meshediniz. Topuklara kadar giyilmemiş ayakların üzerinde mesh yoktur. Buna işaret etmektedir. Bu en uygun açıklamadır.” (Cilt 2/196)
Hem esreli hem üstün okunması iki hâli ifade eder. Ayağınız çıplaksa yıkayınız, ayağınız giyilmişse meshediniz. Topuklara kadar yıkayınız yahut topuklara kadar giyilmişse meshediniz.
Kur’an’da birçok konuda kendiliğimden yorumlar yaptım. Burada olduğu gibi benim gibi yorumlayan başkaları da olmuştur. Bunun anlamı şudur ki; biz kurallara uyarken yorumladığımızda aynı sonuca varıyoruz. Birbirimizden habersiz olarak aynı sonuca varıyoruz. Demek ki önce kurallar doğrudur. Sonra da Kur’an gerçek kurallara göre yorumlanacak şekilde nâzil olmuştur.
Şimdi şu soru cevaplanmalıdır.
Asıl olan ayakların giyilmesi midir, yoksa asıl olan ayakların çıplak olması mıdır?
İlkel topluluklarda ayakların çıplak olması asıldır. Çünkü ayakkabı imalat teknolojisi yoktur. Ben köyümde büyürken ayaklarımız çıplak olarak gezerdik. Karla karışık çamurda bile çıplak ayaklarımla on dakikalık mesafeye gidip koyunları getirdiğimi hatırlıyorum.
Şimdi ise 15 liraya ayakkabı aldım, giyiniyorum. Demek ki iki saatlik emekle bir sene giyilecek ayakkabı alabiliyoruz.
Bugün artık çıplak ayaklı yani ayakkabısız kimse yoktur demektir. Demek ki ileri medeniyette ayakların giyinilmiş olması asıldır.
İşte bu sebepledir ki Kur’an’da ayakların mesh veya yıkanmasını başı meshten sonraya almıştır. İki kıraatle her ikisini de tedvin etmiştir.
وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا
(Va EiN KuNTuM CuNuBan)
“Ve cünüp iseniz.”
“Cenb” yan demektir. “Cenb” ayrı demektir. “Ecnebi” yabancı anlamındadır.
“Cunub” kelimesi mastardır. Uzaklaşmak demektir, yan çizmek demektir. Mastar isim hâlinde gelmiştir. Cenabet olan anlamındadır. “Cenabet” meninin adıdır. Dışarıya atıldığı için bu adı almıştır. Sperm erkeğin yumurtası demektir. Hayız olmak da cünüplüktür.
“Cünüp olursanız” demek, erkek veya dişi hücreleri dışarıya çıkarmış iseniz demektir. İnsanlarda cins şarj meydana gelmektedir. Boşalmakla deşarj olmaktadır. Vücudun içinden ifrazat olmaktadır. Sinirler gerilmektedir. Su ile yıkanıldığı takdirde bu gerginlik ortadan kalkmakta, vücuttan ter yoluyla atılan ifrazat da temizlenmektedir.
Cünüp olanın yıkanmasındaki başka hikmet ise cinsi ilişkilerin dengelenmesidir. Sık ilişki aşırı doyumluluk meydana getirmekte, bu da eşleri birbirlerinden soğutmaktadır. Nasıl acıktığınız zaman daha zevkle yemek yerseniz, aralıklarla cinsi ilişki de eşleri birbirlerine yaklaştırmaktadır. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak sürekli cinsi arzu duymaktadırlar. Bu arzunun dengelenmesi için de hayızlı ve yıkanmadan ilişki farz kılınmıştır. Çok eşli olanların ikinci eşle temas etmeden önce yıkanmalarını bu illetten dolayı gerekli görürüm.
Kadınların cünüp olmaları demek hayızlı olmaları demektir.
Diğer taraftan kadın erkek ilişkisinde meni gelmese dahi yıkanmak gerekir. Duhul yeterlidir.
Bu husus aşağıdaki beyanlardan istidlal edilmiştir.
فَاطَّهَّرُوا
(Fa ioOahHaRUv)
“İthar ediniz.”
Tefeül babıdır fa tatahharu denmiştir. “Te” “Ta”ya dönüşmüş, idgam olmuş, vasıl hemzesi gelmiş, kıraatta düşmüş. İyice yıkanın denmektedir. Üç defa yıkanın. Yahut her yerinizi yıkayın demektir. Bu sebepledir ki abdestte ağız ve burunun gaslini farz görmektedirler. Ağızla burunu cünüplükten yıkanmada farz görmektedirler. Bence üç defa da yıkanılması farz olmuş oluyor. Ne var ki bir defa yıkayan da cünüplükten çıkmış olur.
Bir malı ambalajı ile teslim etmek farzdır. Ama ambalajsız teslim de geçerlidir. Teslim alan almaktan imtina edemez. Belki ambalaj farkını ister.
Birçok emirler vardır ki farzdır ama şart değildir.
Üç defa yıkamak da böyledir.
Demek ki temizlik için iki şey emredilmiştir.
Biri açık olan uzuvlarımızın yıkanması, diğeri de bütün bedenin yıkanması.
Burada bütün bedenin yıkanması için illet olarak cünüplük gösterilmiştir. Abdest için illet ise namaza kıyam etmek gösterilmiştir. O halde günde beş veya altı defa abdest alacağız. Cünüp olduğumuzda yıkanacağız.
Cünüp olmuyorsak, kadınlar hayızdan kesilmişlerse veya erkekler de yaşlanmışlarsa yıkanmaları gerekmez mi?
Bunun cevabını verebilmemiz için iddet meselesine bakmalıyız.
İddetin sebebi çocuğun olma ihtimalidir. Bunun başka sebebi de vardır. Kadın bir erkekle cinsi ilişki kurduğu zaman onun suyunu bedenine alır ve bedenini o erkekten gelen çocuğa hazırlar. Başka erkeğin suyunu alınca bedende çatışma meydana gelir, genlerde bozulma meydana gelir ve yeni virüslerin veya mikropların üremesine sebep olur. O sebeple çocukları olmasa bile yani kadın hayızdan kesilse bile üç ay iddet beklenmesi emredilmiştir.
Temizlikte cünüp olmasa bile yıkanmak gerekmektedir.
O halde her namaz kılınmadan evvel abdest alınması gerekir.
Her cuma günü de boy abdesti alınmalıdır.
Bunun için pratik olmalıdır. Namaz kılındıktan sonra tuvalet yapılmalıdır. Namaz beklenmelidir. Çünkü o takdirde tuvalet meşgul olur, cemaat oluşmaz. Bununla beraber müstehab olanı her namazdan önce abdesti yeniden almaktır. Ancak bunun için de sadece el ve yüzün bir defa yıkanması ve ayaklara meshedilmesi gerekir. Tuvaleti hemen boşaltmalıyız. Böylece abdest alacaklara imkan hazırlamalıyız. Girip de dakikalarca tuvalette kalmak diğerlerinin hukukuna tecavüzdür. Bu bilinmedir. Ayakları da o saatlerde yıkamak haram olmasa bile mekruhtur.
Cumayı neden gusül için sebep yaptık?
Beş vakit namaza kıyas ettik. Zaten namaza kıyam ettiğinizde dendiği için Cuma namazına kıyam ettiğinizde daha fazla yıkanın anlamı çıkar.
وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى
(Va iN KuNTUM MaRWAy)
“Ve hasta iseniz.”
Gerek cünüpte gerekse hastalıkta çoğul kullanılmıştır. Yani insanların yıkanabilmeleri için abdest alınacak yerler tesis edilmelidir. Ayrıca yıkanma yerleri de tesis edilmelidir. Tuvalette duş alma imkanı olmalıdır, elbise çıkarma imkanı olmalıdır, kilitlenebilmelidir. Hastalık da böylece topluluğun ilgilenmesi gereken bir mevzudur. Hastaya bakmak insanlara mahsus bir vecibedir, farzdır.
Kime farzdır?
Genel olarak ailesine bu vecibe yüklenmiştir. Yahut devlet yapmaktadır. İkisi de yanlıştır. Hastaya bakmak görevi aşirete/ocağa aittir. Her aşirette/ocakta mescit bulunur. Mescitte hastaların gündüz kalacakları yer olur. Aşiretin, apartmanın, ocağın, semtin kadınları nöbet beklerler. Böylece hasta ve çocuklar da bakılmış olur. Doktor ise aşirete, apartmana, ocağa gelir, orada muayene ve tedavi eder. Ancak özel hastalar revire ilçeye götürülüp orada muayene edilir. Daha ağırları bölge hastahanelerine gider. Başı ağrıyan hastahaneye gitmez.
Bu âyet bize sağlık işleri ile topluluğun meşgul olması gerektiğini ifade eder.
Herkesin bir sağlık danışmanı vardır. Bunlar semtlerde bulunur. Kendilerine her zaman danışılır. Bu sağlık danışmanı aynı zamanda ilçedeki doktorun temsilcisidir. Telefonla görüşerek kişinin sağlıkla ilgili olan problemini çözer. Gerekirse doktor gelir, muayene eder. Acilse ilçeye götürülür. Sağlık vakıfları tarafından karşılanır. Hasta herhangi bir ücret ödemez. Tuvaletler de paralı olamaz, olmamalı.
أَوْ عَلَى سَفَرٍ
(EaV GaLay SaFaRın)
“Yahut seferde iseniz.”
“Sefer” geceyi dışarıda geçirecek kadar uzağa gitmek anlamındadır. Sabahın ağarma vaktine şahit olursanız anlamından gelmektedir. Fiil olarak getirmeyip “kâne” fiili ile getirmiş olması, belli mesafede misafir olma anlamına gelir.
“Alâ” kelimesi yakın yolculuğun misafirlik olmadığını ifade eder. Bu uzak mesafe üzerinde Hazreti Peygamber’in uygulaması vardır. Yani bir yere gitmiş ve orada sefer namazını kılmıştır. Bunun dışında bir açıklaması yoktur. Kimileri bir, kimileri iki, kimileri de üç konaklama yeri olarak tanımlamışlardır.
Eskiden 6 saatlik mesafelerde konaklama yerleri tesis edilirdi. Halk altı saat yürür ve konaklardı. Bazen 12 saat gider ve konaklardı. Hayvanların otlayıp istirahat etmeleri gerektiği için günde 6 saatlik mesafeden fazla gitmezlerdi.
Çöl yolculuğunda deve yürüyüşü, dağlık yerlerde at yürüyüşü esas alınır. Denizlerde de sallı kayıklar esas alınmıştır. Hızlı veya yavaş yürüme yerine mesafe esas alınmıştır.
Muhammed Hamdi Yazır ise bugün otomobil yolculuğu esas alınmalıdır diyor. Uçak yolcuları için sefer söz konusu olamaz demektir.
Biz ise seferin hikmetini “meşakkat” değil “yabancılık” olarak alıyoruz. İlinden ayrılan misafirdir. Sefere de bucağından ayrılması ile başlar.
Şu anlaşılmaktadır. Artvin’in Camili bucağında oturan kişi Hopa’ya gidecekse misafir değildir ama Samsun’a gidecekse misafirdir. Misafirliği Camili bucağından başlar.
Kur’an’da hastalık ve misafirlikten söz edilmektedir. Biri kişinin kendisinden gelen arızadır. Biri de çevreden gelen arızadır. Fıkıhçılar bunu arazı semaviye arazı arziye diye ayırmaktadırlar. Bu ayırımı biz de kabul ediyoruz. Sosyal arazlar vardır, doğal arazlar vardır. Kur’an yıkanma konusunda ikisini de zikretmektedir.
أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ
(EaV CAvEa EPaDün MiNKuM MiNa eLĞAEiTi)
“Yahut sizden biriniz gaitten gelirse.”
Burada hitabdan gaybe cemden müfrede udul etmiştir.
“Gaitten gelirseniz” denmemiştir. Çünkü gaitten gelme toplulukla ilgili bir konu değildir. Herkes kendisi gaitten gelecektir. Bu sebeple topluluğa ait hususlar birlikte sayılmış, misafirlik de toplulukla ilgili kabul edilmiştir. Çünkü birlikte hareket edilecek, yollar ve konak yerleri bedelsiz olacaktır. Hattâ yakıtlar da parasız olacaktır. Oysa tuvaletten gelme ise kişiseldir. Diğer taraftan gait burada marife gelmiştir. Gelişigüzel çukur değil, bizim “tuvalet” dediğimiz yerdir. Tuvaletlerin yapılması da emredilmiş bulunmaktadır. Avrupa’da 20’nci yüzyıla kadar evlerde tuvalet yoktu. Herkes evinde bir kap içine pisler, sonra sokağa atarlardı. Çöpçüler onları toplardı. İslâmiyet’le yakın temas kurunca evlere ortak tuvalet yapmaya başladılar. Almanya’da eski evlerin çoğu ortak tuvalete sahip idi. İslâmiyet’te ise her evin tuvaleti vardır. Bugün bu yaygınlaşmaktadır. Belki her odanın tuvaleti olacaktır. Müfret getirilmiş olması bundan dolayıdır. Gaitin marife olması ise bunların gelişigüzel çukur değil, doğrudan tuvalet olmasından ileri gelmektedir.
Burada önemli husus vardır. Hazreti Peygamber su ile tuvalet yapmamıştır, taşla yapmıştır. Doğudakiler hâlâ taşı da kullanırlar. Ama biraz sonra su ile tuvalet yaygınlaşmıştır. Tuvaletin gaitle adlandırılması da başka hikmete mebnidir. Tuvalet suları bir çukurda toplanacak, orada arıtılacak, ondan sonra akarsulara verilecektir. Tuvalet sularının doğrudan akarsulara veya denizlere akıtılması kirlilik yaptığı için haram kılınmıştır. Bunun en iyi örnekleri İzmir Körfezi’nde ve İstanbul Halici’nde görülmüştür.
Burada “gait” kelimesinin başka önemli anlamı daha vardır. Almanya’da akarsulara baktığınızda simsiyah akan akarsular tüm çevreyi kirletmektedir. Kur’an’da insanların yaptıklarından dolayı karalarda ve denizlerde fesat zuhur etmiştir deniyor. Bugün en büyük bela çevre kirliliğidir. Batı’daki çevreci bir profesör demişti ki; siz çevre kirlenmesine çare bulun; işsizliğe aşsızlığa biz çare bulmuş olursunuz!
İşte, çevre kirliliğine çözüm bulundu. Sanayi artıklarını akarsulara, havaya, toprağa karıştırılması haramdır. Bunlar bir araya getirilecek, çukur kazılacak ve gömülecektir. Derin çukurlara gömülecek. Örnek olarak, atom enerjisi artıkları derin çukurlara gömülecektir. Bunlar sonra çıkartılarak ham madde olarak da değerlendirilebilir. Demek ki sanayi atıkları sulara karıştırılmayacak, çukurlara gömülecektir.
Burada başka bir istidlal daha yapıyoruz. Cünüplük için teyemmüm ile hadesten taharet için teyemmüm aynı teyemmümdür. Her ikisinde de zikretmektedir. Demek ki cünüp olan abdestini bozmuş olmuyor. Yoksa evleviyetle delalet edeceği için teyemmüm için ayrıca zikretmeye gerek olmazdı.
أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ
(EaV LaMaSTuMu elNıSAEa)
“Yahut nisanızla lems ettiğinizde.”
Burada yine çoğul kullanılmıştır. Evlilik işlerinin topluluk işi olduğu ve yıkanma müesseselerinin toplulukça yerine getirilmesi gerektiğidir.
Cinsi ilişki Kur’an’da dört şekilde ifade edilmiştir.
Mübaşeret etme: Cinsi ilişkide bulunma ve çocuğun olması için gerekli inzalin olması.
Duhul: Cinsi ilişkinin olması ama inzalin olmaması.
Mülamese etmek: Duhul olmasa bile birbirinin teması sonunda inzalin vaki olması.
Temasın Olması: İnzalsiz ve duhulsüz olsa bile birbirlerine temasla zevk almaları.
Bunların hükümleri ayrı ayrıdır. Zıharda temas men edilmiştir. Cünüp olmak için inzal esas alınmıştır. Eşlerden birisinde inzal yeterlidir. Duhul olduğunda inzal olmasa da gusül gerekir hükmü evleviyetle çıkarılır. Çünkü eşlerden birinde inzal olmadığı halde yıkanması gerekiyor. “Lames”in mufaale babında olması bunu ifade eder. Birisinin yıkanması gerekiyorsa diğerinin de yıkanması gerekir.
فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً
(Fa LaM TaCıDUv MAvEan)
“Su bulamazsanız.”
Uçurumun altında akan su buldunuz ama onu kullanamıyorsunuz. Türkçede bu “bulmak”tır; “bilmek” kelimesine akrabadır. Halbuki Arapçadaki “bulmak” ona gücü yetirmek anlamındadır. Vucdu demektir. İcad etmek de bu anlamdadır. Bulamazsanız onu kullanamazsınız demektir. Bir hastaya eğer su zararlı ise onu vecd etmemiş olur.
“Felen Tecide” denmiyor, “Felem Tecide” deniyor. O halde su bulacağım diye beklemeyeceksiniz. Teyemmüm edeceksiniz. İnsan ezan sesinin gittiği yere kadar mesafede ise oraya gideceksiniz, abdest alacaksınız veya yıkanacaksınız. Ondan daha uzaksa gitmeniz gerekmez. Tehir etmeniz de gerekmez.
Kur’an’ın bize yüklediği bir şey vardır. Daha iyisini yapacağım diye ertelemek, bekletmek yoktur. Çünkü kaybolan zaman daha iyisini yer ve bitirir. Bu sebepledir ki içtihattaki hatadan sorumluluk yoktur. Arabanız hareket ederken dur, yanlış var diyemeziniz; arabayı kenara çekinceye kadar devam edeceksiniz. Hastanız var, tedavide şüphem var diyemezsiniz. Hastaya gerekli şekilde acilen müdahale edersiniz, sonra araştırmanıza devam edersiniz. Namaz bize işte bunları öğretmektedir.
İbadetler birer eğitim müessesesidir. Nasıl hareket edeceğimizi örnekler göstererek öğretmektedir. Madem abdest için bekleme yoktur, diğer işlerde de böyledir. İçtihat yapacak ve zaman kaybetmeden uygulama yapacaksınız. Yoksa trafiği tıkarsınız.
فَتَيَمَّمُوا
(Fa TaYamMaMUv)
“Teyemmüm ediniz.”
“Yem” durgun akarsudur. Boğaz (İstanbul ve Çanakkale) gibi denizler de yemdir.
“Teyemmüm etmek” sürünmek anlamındadır. Toprak sürünün veya su sürünün anlamına gelir. Yetecek kadar suyunuz yoksa veya yıkanmanız için yeterli suyunuz yoksa, o zaman ellerinize ve yüzünüze süreceksiniz demektir.
Bu şekilde anladığınız zaman su ile meshedeceksiniz demektir. Bu benim içtihadımdı.
İcmaa aykırı içtihat geçersiz olduğu için bu içtihadım da geçerli değildir. Yani, ben diyorum ki; az su varsa avucu ıslatıp sürme da geçerlidir. Bilhassa tayyıb sait bulması zor ise su ile ıslak eliyle sürmek teyemmümdür. Ancak bununla benim amel edebilmem için bu konuda çağımızın müçtehitlerinin icmaı gerekmektedir. Bir icma ancak icma ile değişebilir.
Teyemmüm etme “ümm”den de gelebilir. Kendi kendinize tâbi olan anlamına gelir ki, eli sürme mânâsı çıkar. İşaret etme anlamına gelebilir, ima ediniz demek olur. Mestlerin üzerindeki mesh bu tür bir teyemmümdür.
O halde burada iki meshi ayırmamız gerekir. Biri elle sadece dokunmadır. Bu meshtir. Biri de her tarafa dolaştırmadır. Bu da teyemmümdür. Bu nedenledir ki burada meshi değil teyemmümü zikretmektedir. Yüz de kaplanacak, eller de kaplanacak.
Bu hususta da ihtilaf vardır. Teyemmüm kelimesinden çok sahabelerin tatbikatı ile buna kani olmuşlardır. Bir de tahfif, yarılama sistemi ile olur. Zaten başın ve ayakların meshi terk edilmiştir. Burada da tümü kaplamazsa eksik kalır diyorlar.
Biz ise bunu teyemmüm ediniz demiş olmasıyla izah ediyoruz. Baştaki meshte de her tarafın kaplanması gerekmediğine yine buradan istidlal ediyoruz.
Burada, yukarıda işaret ettiğimiz bir hususu açıklayarak tamamlayalım. Cünüplük ile abdestsizliğin ayrı ayrı olduğu yukarıda anlaşılmıştı. Her ikisine aynı teyemmüm getirilmiştir. Biri diğerinin içinde olsaydı evleviyetle delalet dolayısıyla ikisinin zikri zaid olurdu. Buradan çıkan mânâ meninin pis olmadığıdır. Gerçekten Hazreti Peygamber meni bulaşmış çamaşırını yıkamadan giymiştir. O halde meni temizdir. Meni temiz olunca yumurta da yani kadının yumurtası da temiz olur. Bunun fıkhi sonucu olarak erkek hayvanın husyeleri yenir. Kuşların yumurtaları da yenir. Temizdir. Daha ileri giderek cenin de yenir, haram değildir; çünkü o da gelişmiş yumurtadır. Balık yumurtaları en makbul yiyecek kabul edilir.
صَعِيدًا طَيِّبًا
(ÖaGıDan OayYıBan)
“Said tayyib.”
Zararlı olmayan, yararlı olan said, yani toprak. “Said” yokuş demektir, çıplak kayalık demektir. Üzerinde toprak olsun olmasın, yer demektir.
Buradan çıkaracağınız sonuç şudur. Teyemmüm edeceğimiz yer organik olmamalıdır. 100’e yakın elementin doğal birleşmesi olmalıdır. Üzerinde toprak olsun olmasın, önemli değildir. Ne de düz olmalı. Dik veya yatık olmalıdır. Tahtadan duvara el sürmekle teyemmüm olmaz ama kerpiçten sıvaya veya demirden saça sürmekle teyemmüm olur. Şu kadar var ki, yatalak bir kimse başkasının yardımı olmadan duvara varamıyorsa, kendisi zarureten battaniye üzerine veya elbise üzerine elini basarak teyemmüm edebilir. Teyemmüm için özel tuğla bulundurmak doğru değildir. Namaz için özel âlet kullanılamaz.
Burada “tayyib” şartı getirilmiştir. Zararlı madde olmamalıdır. Pislikler de bulaşmamış olmalıdır. Temiz tozu sürünüz demek olur. Tefeul bâbı olunca sürünüz demek olur. Yağı teyemmüm edin deyince, yağı sürünüz anlamı gelmiş olur.
فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ
(Fa uMSaPUv Bi VuCUvHiKuM)
“Vecihlerinizi meshedin.”
“Fa” harfi tafsil içindir. Yani bize teyemmümün nasıl yapılacağını tarif etmektedir. Vechinizi mesh ediniz. Burada bunun ifade edilmesi meshin tamamen yapılması gerekmez mânâsı verilebilir. Ancak sonunda onla denmesi ile mesh edilecek. Yani ellere sürülecektir. Kola sürülecektir. İstiab yani tamamen kaplanması teyemmüm kelimesinden anlaşılmaktadır.
“Vech”in tanımı yukarıda yapılmıştır. Kulakları mesh etmek gerekmez. Çünkü orada zaten müşkül idi. Tahfif olunca müşküller düşer. Bu da usulün bir kaidesidir. Kesin olanlar terk edildiğine göre kesin olmayanlar hayda hayda terk edilir.
وَأَيْدِيكُمْ مِنْهُ
(VaEayDiYaKuM MinHu)
“Ve ondan yedlerinizi”
“Onunla meshediniz” demesiyle teyid ediyor. Sadece işaret olsaydı burada “onunla” demeye gerek yoktu. Nitekim başka âyette “minhu” kelimesi geçmemektedir. Biri mukayyed, biri mutlaktır. O zaman iki hâle atfedilir. Mutlakta istiab gerekmez. Mukayyedde istiab gerekir. Bu durumda eğer hasta toprağa ulaşamıyorsa o zaman istiabda gerekmez, sadece el ile işaret eder, yeterlidir.
“Allah hareci murad” etmez ifadesi üzerinde fazlaca durmamız gerekiyor ama bugünkü dersimiz sona erdi, buraya sığmadı.
مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(6)
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-600/ADİL DÜZEN DERSLERİ-430 26 Şubat 2010
HELAL KAZANÇ
İnsanlar birlikte çalışıp üretmek, ayrı ayrı tüketerek yaşamak durumundadırlar.
İlk topluluklarda herkes ayrı ayrı üretir ve ayrı ayrı tüketirdi. Üretilen mallar satılırdı. Asıl geçinme ve tüketim kişinin kendi ürettikleriyle olurdu.
Bugün ise insanların hemen hepsi bir iş yerinde çalışıyor, birlikte üretim yapıyor, sonra aldığı ücretle üretilen malları satın alıyor ve tüketiyor.
Bugün üretimin olması için çalışana bir “ücret” verilecektir.
Sonra üretilen mallara da bir “fiyat” konacaktır.
Bir adamın “kazancı” demek, evine getirdiği evin ihtiyacını karşılayan iş yerlerinden çalışarak elde ettiği “gelir” demektir. Ben bunu kazandım demek, ben eve bunu getirdim demektir. Bunu belirleyen de işyerinde aldığı “ücret” ile bakkal, market, çarşı, mağaza ve diğer her türlü alışveriş yerlerinden satın aldığı malların “fiyatı” demektir.
*
Şimdi...
Bir kimse bir gün çalışmış, 40 lira ücret almış; sonra markete gidip 2 kilo et almıştır.
Bir başkası da çalışmış ve aynı işi yapmış ama 30 lira kazanmış; sonra markete gitmiş ve 18 liraya 1 kilo et almıştır.
İşte, burada birincisi ikincisinin hakkını yemiştir. Çünkü üretime katkıları aynıdır ama aldıkları etler farklıdır.
O halde…
Faizli düzende kimse ben helal kazanıyorum diyemez.
Çünkü…
Faizli düzende ücretler adil değildir.
Faizli düzende fiyatlar da adil değildir.
Ne var ki burada halkın bir kusuru yoktur.
Önce…
Gerçekte benim hakkım budur deyip o kadar ücret talep edemez. Çünkü ne kadarının kendi hakkı olduğunu takdir edemez.
Sonra…
Et örneğimizdeki eti veya herhangi bir şeyi alırken de fiyatı kendisi tayin etmiyor.
*
Bu durumda İslâm’da helal kazancın mânâsı nedir?
Bundan bin sene önceki helal kazançla bugünkü helal kazanç anlayışı tamamen farklıdır, farklı şekilde düzenlenmesi gerekir.
Acaba bugün helal kazancı nasıl temin ederiz?
Çevremiz ve işimiz, sağımız ve solumuz, içimiz ve dışımız, her şeyimiz faizli sistem!..
Cebimizdeki yirmi lira da faiz; hepsi haramın temsilcisi!..
O halde, ben bir yerde para ile çalışıyorsam, helal kazanca sahip değilim demektir.
Birine bir şeyi para ile satıyorsam, elde ettiğim helal kazanç değildir demektir.
Hele bugünkü parayla borçlanma ise tamamen haram hâle gelmektedir.
*
O halde ne yapacağız?
Anlaşmaları “para” ile değil, herhangi bir “ürün” ile yapmamız gerekir.
Satın alırken de “para” ile değil yine “belirlenmiş bir mal” ile almamız gerekmektedir.
Bugünkü sistemde helal kazanç mümkün olmadığına göre bu durumda ne yapacağız, kazanmayı bırakacak, aç mı kalacağız?!.
Kur’an, emirleri ve yasakları koyarken, zaruret hâllerinde bu yasaklar uyulanmayabilir diyor. O halde, önce şunu bileceğiz; bugün ben helal kazanacağım diyemiyorum, bu sistemde ve bu faizli düzende bunu yapmak mümkün değildir. Yapacağımız iş; bugüne kadar olduğu gibi helal-haram demeyip kazanmaya ve yaşamaya devam etmek!..
Ne var ki bunun da sınırı vardır.
*
Haramlarla yaşamanın sınırı nedir?
O topluluk nasıl yaşıyorsa biz de öyle yaşayacağız. Eğer onlar kendilerine bir şeyi haram ediyorlarsa biz de haram edeceğiz, helal ediyorlarsa biz de helal edeceğiz. Öylece o düzende çalışmaya devam edeceğiz. Başka türlü yaparsak yalnız kendimize zarar vermeyiz, ailemiz ve en yakın çevremiz başta olmak üzere başkalarını da zarara sokarız.
Evet, yaptıklarımız helal değildir, haramlar içinde yaşıyoruz...
Ama yaptıklarımızdan dolayı sorumlu değiliz...
Allah bize izin vermiştir. Allah bu gibi durumlarda bize mağfiret etmiştir. Öyleyse, ‘efendim, bu helaldir bu haramdır’ demeyip yaşamaya devam edeceğiz...
Ancak, bunun cevabını aklımıza ve gönlümüze yatacak şekilde daha sağlam ve daha sağlıklı kavramamız için “zaruretin fıkıhtaki hükmünü” bilmemiz gerekir. Zaruret kadarının helal olması için mümkün olduğu kadar en az haram işlenmelidir.
Burada iki şeyi hatırlayalım:
-Fetvayı/içtihadı fetva verene veya müçtehide sor ama en sonunda aklına/gönlüne sor.
-Sakın unutmayalım: İsraf haramdır ve Allah israf edenleri sevmez…
Ayrıca; komşusu açken tok yatan “bizden” değildir! Yani…
Ondan sonra da bu durumdan kurtulmak için çaba göstermemiz gerekir.
*
Bu durumda ancak şöyle hareket edersek helal kazançla yaşıyoruz demek olur.
Önce cari sistemde/düzende hela-haram demeden çalışıp kazanmalıyız...
Sonra harcarken israf etmeden asgari şartlar içinde yaşamalıyız...
Artan kısım ise helal kazanç sistemi/düzeninin getirilmesi için harcanacaktır.
Demek ki yapacağımız veya mutlaka yapmamız gereken şey çok sade ve açıktır.
Cari faizli sistemde/düzende var gücümüzle çalışacağız. Mevcut düzenin kurallarına uyulacak. Yani hırsızlık yapılmayacak, hile yapılmayacak, sahtekarlık vs yapılmayacaktır. Kazancımız eksik etmeyeceğiz. Çünkü o zaman fakirleşiriz ve daha çok sömürülürüz. Ancak kazandıklarımızı harcarken çoook ama çok dikkatli olmamız gerekir. Haram yoldan kazandıklarımızın ancak zaruret kadarını kendimiz için kullanırız.
Gerisini “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in gelmesi için harcarız…
Müslüman olmak kolay ama ya “mü’min” olmak; mü’min olmanın iki şartı neydi?
Önce malını, sonra canını Allah yolunda harcamak…
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi…
Yani…
*
Acaba haramlardan nasıl kurtulacağız?
Bunun için iki görüş vardır:
-Parti kuralım, iktidar olalım, helal kazanç temin edecek hâle getirelim.
Müslümanların ve onlara yakın duranların görüşü budur.
-Bizim yani Akevler’in görüşü ise bundan biraz farklıdır.
Önce bir kooperatif kurmalıyız, orada “Adil (Ekonomik) Düzen”i “teorik ve ilim” olarak öğrenmeli, sonra “pratik ve amel” olarak önce kendi aramızda, kendi ocak ve apartmanımızda uygulamalıyız. Daha sonra kendi sokak ve semtimizde, kendi mahallemizde veya köyümüzde, kendi bucağımızda, kendi ilçemizde, kendi ilimizde, kendi ülkemizde uygulamalı ve en sonunda bütün dünyaya “Adil (Ekonomik) Düzen”i getirmeliyiz...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-600/ADİL DÜZEN DERSLERİ-430 26 Şubat 2010
HELAL KAZANÇ KOOPERATİFİ
Faizli sistemde helal kazanç temin etmek mümkün değildir. Faizli sistemde sistem içinde o düzene uymak şartı ile en çok lazım olduğu kadarını temin etmek, israf yapmadan ailemize harcamak, kalanı bir kooperatifte değerlendirmek gerekir. O kooperatif helal kazancı temin edecek şartları hazırlayacaktır.
İlk yapılacak iş, kooperatif ortaklarının birbirleri ile yaptıkları muameleleri şeriata göre yapmaları gerekir. Şöyle ki; kardeşine faizli borç vermeyeceksin, faizsiz vereceksin. Kardeşine ayıplı mal vermeyeceksin, hataları ve eksikleri gizleyerek mal satmayacaksın Tüm anlaşmalar şeriata göre yapılacaktır. Ona mal satarken veya ondan mal alırken; ona çalışırken veya o sana çalışırken karşılıksız parayı kullanmayacaksın.
Bunu yapman için kooperatifte ortak hesap açacaksınız. Ortaklar paraları orada yatıracaklar. Bu biriken paraları birbirlerine faizsiz kullandıracaklar. Paranın değeri korunacak. Para bir mala kote edilecek. Altına, demire, buğdaya ve emeğe kote edilebilir.
Sözleşmeleri yaparken şeriata göre yapacaklar. Mesela, inşaat müteahhidine arsalarını verirken zamanında yapamazsa ceza koymayacaklar, sadece mukaveleyi feshetme maddesi konacak.
Biz üretimlerimizi birleştirip bir firma imiş gibi mallarımızı birlikte satmalıyız. Sonra ihtiyaçlarımızı bir firma gibi almalıyız. Biz para ile satmamalıyız, para ile de almamalıyız. Bir senet çıkarıp o senetle satacağız ve o senetle alacağız. Böylece faizli paradan kurtulmuş oluruz.
Biz bunları yaparken kimseye zar vermiyoruz.
Sadece kendimizi haramlardan koruyoruz.
Burada bir sorun ortaya çıkıyor. Bugünkü muamelelerde neyin helal neyin haram olduğunu bilmiyoruz. Bunu nasıl tesbit edeceğiz?
Hocalarımız bin sen evvelki sorunları biliyorlar. Biz bugünkü sorunları sorduğumuzda, halk tabiriyle kara kitapta bulamadıklarına bazıları haram ediyor, bazıları helal ediyor. Helal edenlerin fetvaları işimize yarıyor ama acaba gerçekten öyle midir?!
Haram edenlerin fetvaları da işimize yaramıyor. Onlara uyacak olursak bu sefer de iş yapıp kazanamayacak, açlıktan öleceğiz!
*
İşte, kooperatif ne yapacak?
Helal-haram üzerinde çalışanları destekleyecek.
Onlar içtihat edecekler, biz uygulayacağız.
Bunun için kooperatif kurmalıyız.
Bu sayede ilmi araştırmalarla helal kazanç ortaya çıkar.
*
Helal kazançtan evvel helal harcamanın nasıl yapılacağını öğrenmeliyiz.
Evet, israf haramdır ama acaba israf nedir, neler israftır?
Mesela, televizyon israf mıdır?
Bunların tesbiti yine fıkıhla yapılmalıdır.
Bunun tesbitini kim/ler yapacak?
Bunu da kooperatifimizin desteklediği alimler yapacaktır.
*
Bunun için önce bir apartman yapmalıyız. On kadar aile oraya taşınmalıdır. Orada beş vakit namaz birlikte kılıp her gün beş defa bir araya gelmemiz, helal ve haramları öğrenmemiz gerekir. Namaz bunun için farz kılınmıştır.
İslamiyet Mekke’de namazlarla başladı…
İslamiyet Medine’de namazlarla devam etti...
Yani; İslamiyet namazlarla başlayıp devam etti ve günümüze kadar ulaştı.
Beş vakit namazı her gün bir arada kılıp orada öğrendiklerimizi uygulayıp yaşamadıkça, helal kazanç elde edemeyiz. Bu beş vakit namazı kılarken beşikteki çocuklar da katılacak, 90 yaşındaki dede ve nineler de katılacak.
Beşikten mezara kadar ilim budur.
*
Böyle bir apartmana sahip olmak için parası olanlar sermayelerini birleştirip böyle bir apartman yapmalılar. Oraya taşınanlar var olan evlerini satıp oradaki daireyi satın almalılar. Kirada olanlar oraya taşınmalılar.
İşte çağımızdaki hicret budur.
*
Bu evi/daireyi/apartmanı yapmak için helal para kazanın demiyoruz.
Ama bu kazandığınız parayı harcarken helal yere harcayın diyoruz.
İşte böyle bir aşirette/ocakta/obada helal harcama vardır.
*
Ama helal kazanç için ise daha büyük bir yere ihtiyacımız vardır. Beş dönümlük bir yer bulmalıyız. Burada 13 (onüç) katlı bir apartman yapmalıyız. Her katta on daire yani aile bulanacak, yani bir aşiret/ocak olacak.
En alttaki iki kat işyerleri olacak...
En üstteki çatı katı ise sosyal hizmetler ayrılacak...
Burada yani bu binada hem yaşayacak hem de çalışacağız...
Böylece artık helal kazanca geçmeye başlarız.
*
Bunun başarılması için siyasi partiye de ihtiyacımız vardır. Çünkü böyle bir kooperatifi kurmamıza izin vermezler. Siyasi partimiz olursa o bizi korur.
Siyasi partimiz olursa biz devleti de “Adil (Ekonomik) Düzen”e göre yapılandırırız.
Biz önce bir bucağı, bin hanelik bucağı kurmaya çalışmalıyız.
Aynı zamanda bunları anlatmak ve ortaklar bulmak için de partiye ihtiyacımız vardır.
Parti olmazsa biz birbirimizi nasıl tanıyacağız?
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.biz (0532) 246 68 92
ARAF SURESİ; 156-157. AYETLER TEFSİRİ
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ (156) الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ أُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (157 ,Araf)
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
Ve rahmetim şer şeyi içine almıştır.
Allah’ın rahmeti her şeyi içine almıştır. Helal ve haram, emir ve yasak insanlar için rahmettir. Allah insanın yararına olan hiçbir şeyi haram etmemiştir. Allah insanlar için yararsız olan hiçbir şeyi emretmemiştir. O’nun her şeyi rahmettir. Azabı da rahmettir, acısı da rahmettir. Acı duyuyorsak bizi uyarmak içindir. Cehennem bile O’nun rahmetidir. Her şeyi insanların, meleklerin, cinlerin ve ruhların iyiliği için yapmaktadır.
İslam’da helal veya haram dediğimizde, İslam’da Allah’ın rahmeti demiş oluruz.
فَسَأَكْتُبُهَا
Ben onu yakında yazacağım, şeriat haline getireceğim.
Arapçada “kitabet” yazılı kuraldır; sadece yazı değildir. Yazı hattır. Bizim “kitap” dediğimiz de “suhuf”tur.
Madem ki rahmetim her şeyi kaplamıştır; rahmetimi, helalleri ve haramları, emirleri ve yasakları insanlara yazacağım, bildireceğim, ileride bildireceğim. Kur’an indirildikten sonra onlara bildireceğim denmektedir.
Gerçekten, Kur’an nazil olduktan bir asır sonra müçtehitler geldiler, fıkhı oluşturdular; helaller ve haramlar ortaya kondu, yasaklar emirler ortaya kondu. Bugün de bize zamanımızın helalleri ve haramlarını bildiriliyor. Emirler ve yasakları biz şimdi Kur’an’dan öğreniyoruz; müçtehitlerin öğrettikleri fıkıh usulü ile öğreniyoruz.
“Adil Düzen” budur. Allah’ın yazmakta olduğu rahmetin adıdır. Hatalar bizim, doğrular O’nun. Biz böyle yapılsın dediğimiz zaman, sadece insanlara rahmet olsun diye söylüyoruz. Demek ki “Adil Düzen” Allah’ın zamanımıza sunduğu rahmettir.
لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ
İttika eden kimseler için rahmettir.
“İttika etmek” demek, kendi kendine korunmak istemek demektir. Kulübe demektir. Yollarda fırtına ve kardan, canavarlardan korunmak için sığınılan yerdir.
Kainat canavarlarla ve fırtınalarla doludur. İnsanı onlardan koruyan şeriattır.
İşte, helal ve haramlar, emir ve yasaklar insanı doğal ve sosyal kötülüklerden koruyan kaledir, odadır, sandıktır. Onu kabul etmek ve oraya girmek ittikadır. İşte onlar rahmettir.
Şeriatın hükümlerini kabul etmeyen, helal ve harama uymayan, emir ve yasakları dinlemeyenler, o canavarların dolaştığı fırtına içinde helak olacaktır.
Burada “ellezine” gelmiş; bunlara bilinen kimselerdir, ittikaları biliniyor. Bunlar “Adil Düzen”i kabul eden kimselerdir. Adil Düzen çalışmalarımızın sorunları çözmesi Allah’ın rahmetidir. Bunlar “Adil Düzen” yapan kimseler değil, “Adil Düzen”i kabul eden kimselerdir. Bunlardan namaz kılmalarını istemiyor, vergi/zekat vermelerini yeterli sayıyor.
وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ
Ve bunlar zekat/vergi verirler.
Bunlar “Adil Düzen”in kurulması ve “Adil Düzen”in yaşaması için, İslam şeriatının yaşaması için amelen katkıda bulunan kimselerdir.
Bizim onlardan istediğimiz iki şeydir. Birincisi, helal ve haramları bilsinler, emir ve yasakları bilsinler; bir de güvenliği sağladığımız topraklarda yaşıyorlar, bize vergilerini versinler. Onların asker olmalarını da istemeyeceğiz.
وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ
Onlar ayetlerimizle güven sağlarlar.
Bunlar “Adil (Ekonomik) Düzen”i getirmeye çalışanlardır. Bunlara da Allah’ın rahmeti ulaşmıştır. Şeriatı bunlar Allah’ın geniş rahmetinden öğrenmişlerdir.
“Ellezi”neyi “Ve” harfi ile atfetmiştir.
Bunlar birincilerden farklıdır. Bunlar “Adil (Ekonomik) Düzen” için çalışanlardır.
Birinciler ise “Adil (Ekonomik) Düzen”i kabul edenlerdir.
“Ayetler” dediği Kur’an’ın sözleridir. Bunlar aynı zamanda mucize oldukları için “ayetler” denmiştir.
الَّذِينَ Onlar.
“Ellezi” burada tekrar edilmiştir. Her iki grubu bir arada zikretmektedir. Çünkü bunların ikisinin de Allah’ın rahmetinden yararlanmaları için Kur’an’da bildirilen haram ve helallerden, emir yasaklardan yararlanmaları gerekir. Bunlarım kendi dünyevi ve uhrevi menfaatleri için Allah’ın rahmeti olarak emredilmiştir. Eğer yalnız sonda olan kimselerden yani sadece mü’minlerden bahsetmiş olsaydı, o zaman “ellezine” getirmeye gerek olmazdı.
يَتَّبِعُونَ Tabi olacak kimselerdir.
Yani ileride ben onlara bildirecek, onlara şeriat yapacağım; onlar da ona tabi olacaklardır.
Bir kimseye tabi olmak için onun hayatta olması gerekmez. Ölü olan kimsenin de yolundan gidilebilir. Oysa itaat ancak sağ olan kimseye yapılabilir.
“Tabi olacaklardır.”
Neye tabi olacaklardır?
Tabi olunanın yaptığını yapacaklar.
O ne yaptı?
Helal ve haramları ortaya koydu; kendisiyle beraber yaşayanlar ona tabi oldular.
Burada çelişki vardır. Hem ileride yazacağım diyor, ileride anlatacağım diyor; hem de ona tabi olacaklardır diyor. İleride emredilecek bir şeye, daha önce gelen peygambere nasıl tabi olunacak. İşte hikmet budur. Hazreti Peygamber’in uygulaması kendi zamanına aittir. Artık biz zekatı deveden vermeyeceğiz. Deve üzerinde üç günlük mesafe gitmeyeceğiz.
Hazreti Peygamber bize bir şey öğretti.
O nedir?
O içtihattır.
O nasıl içtihat yaptı da amel ettiyse, biz de içtihat yapıp amel edeceğiz.
Evet, biz de peygambere tabi olacağız ama usulde ona tabi olacağız. Onun gibi biz de içtihat yapacağız. Yoksa onun içtihatları ile amel etmeyeceğiz. Böyle anladığımızda bir çelişki yoktur. Tam tersine ayet bize büyük yol açıyor, gerçekten rahmet oluyor.
İçtihat olmasa biz karanlıklarda kalacaktık.
İçtihat olmasaydı, Allah sadece 1400 sene evvelkilere rahmet etmiş, bize ise rahmetini esirgemiş olurdu. Allah onlara rahmet ettiği gibi bize de rahmet etmektedir.
Evet, aramızda peygamber yoktur ama onun yerini alan alimler vardır.
الرَّسُولَ النَّبِيَّ
Resul nebiye tabi olmuşlardır.
Hazreti Muhammed “nebi” idi; çünkü Cebrail ona vahyediyor, Kitap getiriyordu.
Hazreti Muhammed “resul” idi; çünkü o devlet kuracak ve başkan olacaktı.
Bu sure Mekke’de nazil olmuştur. Orada Medine Devleti’nin kurulacağını haber veriyordu. O devleti kurana kıyamete kadar uyulmasını emrediyordu. Çünkü O’nun rahmeti her asrı kaplamıştı. Allah Kur’an’dan evvel rahmet etmiş de sonra rahmetini kesmiş değildir. Kıyamete kadar rahmetini sürdürecektir.
O zaman Cebrail geliyordu.
Şimdi de alimler içtihat ediyor.
Bize örnek olan tabi olacağımız kimsenin de vasıfları vardır.
Nebidir...
Resuldür…
Ümmidir…
Ve eski kitaplarda onun kendisi bulunmaktadır.
الْأُمِّيَّ Ümmidir.
Okuma yazması bile yoktur.
Zaten Mekke’de yazmayı bilen 17 kişi vardır. Tüm Mekke halkı ümmi idi. Yazılı eser olarak sadece 600 satırlık şiir vardı. Başka hiçbir kitap yoktu.
Oysa o okudu, arkadaşları yazdılar ve bu 600 sahifelik kitap meydana geldi. 1400 senedir insanlık ondan yararlanmakta ve insanlığa rahmet olmaktadır.
Önce Medineliler yararlandılar ve devlet oldular, Arabistan’ın hükümranlığını Mekkelilerden aldılar.
Sonra cahiliye döneminde olan Arabistan halkı ilkellikten kurtularak medeni ülke haline geldi.
Sonra İslamlaşan Farslar, Türkler ve diğer Araplar yararlandılar, bin yıllık hükümranlıklarını onun sayesinde sürdürdüler.
Sonra Avrupalılar bugünkü medeniyeti onun sayesinde kurdular. Şimdi o medeniyetten tüm insanlık yararlanmaktadır.
Adil Düzen Çalışanları da onun rahmeti sayesinde çalışmakta, konuşmakta, yazmakta ve uygulama denemeleri yapmaktadırlar.
الَّذِينَ Onlar.
Yani o ümmi nebi olan resule tabi olanlar Allah’ın rahmetine kavuşacaklardır.
يَجِدُونَهُ Onu bulacaklardır.
Bakınız, “onu buldular” denmiyor, “ileride bulacaklardır” deniyor.
İşte, zamanla Tevrat ve İncil’de, değişmemiş Tevrat ve İncil’e de ulaşılacak ve orada Hazreti Muhammed’in resullüğünü bulacaklardır. Tevrat’ta; senin kardeşinin kavminden denmektedir. Bu kavim Araplardır. Peygamber geleceği açıkça yazılıdır.
Diğer taraftan İncil’de de; ben gideceğim, size beni gönderenden birini göndereceğim deniyor.
Kur’an’da son resul diyor, Tevrat’ta ve İncil’de ise resul gelecektir diyor. O halde bugünkü İncil’de ve Tevrat’ta da bulmaktayız.
مَكْتُوبًا Yazılmış olarak.
Tevrat’ta ve İncil’de özellikleri ve geleceği yazılmış kimse olan resul bulunacaktır. Bizim İncil’i ve Tevrat’ı okuyarak orada bulunan bu bilgileri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bunun için sizlerin Adil Düzen Çalışmalarına katılmanız gerekmektedir.
Bilgisiz iktidar olsak neye yarar.
AK Parti gibi oluruz, durmadan Avrupa’dan kanunlar aktarırız.
عِنْدَهُمْ Kendilerinin yanında.
Demek ki kendilerinin yanında Tevrat ve İncil var. Orada Hazreti Muhammed’in vasıfları yazılıdır. Onlar bunu saklıyorlar, gizliyorlar. Medine Yahudileri bilmeyebilirlerdi. Ama bugünkü Hıristiyanlar ve Yahudiler bilmektedirler. Nitekim Papa Jan Pol, Müslümanlar da İbrahimi dindendirler demiştir.
فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ Tevrat ve İncil’de.
Kur’an “Tevrat ve İncil”den çokça tahrif edilmemiş bir şekilde bahsetmektedir. O zamandan beri de hiç tahrif edilmemiştir. Demek ki Tevrat’ın asılları tam olarak ortaya çıkmasa bile, yaklaşık olarak ortaya çıkacak ve orada Hazreti Muhammed’i bulacağız.
Tarihte peygamberler gelmiştir, kitaplar getirmişlerdir.
Son Peygamber’in diğerlerinden farkı vardır. Eski peygamberler Cebrail’in öğrettiklerini uyguluyorlardı. Peygamberlerin bile o devirlerde içtihat yapma yetkileri yoktu. Hazreti Muhammed ise her şeyi Cebrail’den aldığı emirlerle yapmıyordu. Kendisi içtihat ediyor ve ona göre düzen kuruyordu, ona göre helal ve haramları, yasak ve emirleri ortaya koyuyordu. Çünkü artık insanlığa bundan sonar nebiler gelmeyecek ve insanlar vahiyler almayacaktı. Hazreti Muhammed artık sadece tebliğci değildi, bundan sonra kıyamete kadar gelecek akimlere ve başkanlara birer örnekti. Ondan sonra gelenler onun yaptıklarını yapacaklardır, Kur’an’ı anlama ve uygulamada aynı usulü/metodu uygulayacaklardır.
يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ
Onlara marufu emreden kimse olana tabi olacaklardır.
“Maruf” nedir. Bunu bilmemiz gerekmektedir.
“Maruf” bilinen şey demektir, icma ile sabit olan şey demektir.
İnsanlar kabileler ve aşiretler halinde yaşayacaklar. Aşiretlerin beş vakit namazlarını kıldıran imamları olacak, kabilelerin cumalarını kıldıran imamları olacaktır. Ayrıca bunların meclisleri ve kuralları olacaktır. Kararlar alınacaktır. İşte o kararlara uymaları gerekir. Uymayanlara gerekli cezalar uygulanacaktır. Başkan bununla görevlidir.
Maruf olan demek, topluluğun aldığı kararlar demektir. Maruf olması kararların alınmış olmasından dolayıdır. Emretmek demek, emri yerine getirmeyen olursa ceza vermek demektir.
وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ
Onları münkerden nehy eder.
Bir kentin imarı için plan yapılır. O plan maruftur. Planın dışında inşaat yapmak münkerdir. İnsanlar bir yerde yenilik yapacaklarsa onu maruf hale getirmeleri gerekir. Yoksa kurallar içinde hareket edilecektir. Kuralların dışına çıkanları kurallara getirmek de yine oranın alim başkanına aittir.
İşte o ümmi nebi resul bunun örneğini vermiştir.
Emir ve yasaklara uymayanların cezaları vardır. Bu cezalar hakem kararları ile tesbit edilir ve başkan onları uygular, uygulatır.
وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ
Ve onlara tayyibatı helal eder.
“Helaller ve haramlar” bahsinde asıl konumuz budur. Eskiden peygamberler bu helaldir, bu haramdır diyorlardı. Oysa artık şimdi neyin haram neyin helal olduğunu Cebrail gelip bize öğretmiyor, helal ve haramları biz tesbit ediyoruz.
Nasıl tesbit ediyoruz?
“Tayyibat” olanlar helaldir.
“Tayyibat” nedir? Yararlı olan şey tayyibattır.
Neyin yararlı olduğunu nasıl bileceğiz.
İşte eski dinlerle bizim aramızdaki fark budur. Biz bunları Cebrail’in bize öğretmesi ile bilmeyeceğiz; içtihadımızla, ilmimizle, istişare ile bileceğiz. Şu helal, bu haram şeklinde değil de, tayyibat helaldir. Tayyibatı da ilimle bileceğiz.
وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ
Ve habisleri onlara haram eder.
“Habis” nedir?
Zararlı alan habistir.
Kötü olan nedir?
Habistir.
Peki, biz bir şeyin zararlı olduğunu, kötü olduğunu, habis olduğunu nasıl bileceğiz?
İlimle, içtihatla, icma ile bileceğiz.
Kur’an’dan önce insanlar bunları peygamberlerden öğreniyorlardı. Peygamberler de Cebrail’den öğreniyorlardı. Biz ise bunları artık kendimiz tesbit edecek, kendi helallerimizi kendimiz ortaya koyacağız, kendi haramlarımızı kendimiz ortaya koyacağız. Her aşiretin kendi haramları olacak. Mesela, gece saat 10’dan sonra televizyonu yüksek sesle açmak haram kılınacaktır. Mesela, belli yerlerde arabamızı park etmek haram kılınacaktır. Belli yollarda araba şu kadar kilometreden daha fazla, daha hızlı sürülmeyecek. Kırmızı ışıkta geçilmeyecek. Şu mevsimde şu hayvanlar avlanmayacak.
İşte bunlar zararlı olduğu için haram kılınacak.
Helal ve haramın tesbiti için takip edilen yol şudur.
- Başkan istişare eder ve sonunda karar alır.
- Bu karara kimse itiraz etmezse bu icma demektir, artık ona herkes uyar.
- İtiraz eden olursa hakemlere gider ve hakemlerin verdiği karara herkes uyar.
- Sonunda kişi kararları beğenmezse o topluluğu terk eder, oradan hicret eder, bütün hakları kendisine verilir.
وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ
Onlardan ısrlarını vazeder.
Eski şeriatlarda içtihat yoktu, kişi fetvalarla hareket ederdi.
Şimdi ise içtihat vardır. Herkes içtihat eder ve kendi içtihadı ile hareket eder.
İçtihat demek, uygun yerlerde uygun kararlar almak demektir. Katı kuralların içinde boğulup gitmemek demektir. Yeni durumlara ve sorunlara yeni çözümler üretmek demektir.
وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ
Onların üzerinde olan zincirleri.
İnsan içtihatla hür hale getirilmiştir.
Topluluklar da istişare ve icmalarla bağımsız hale getirilmiştir. Biz artık fetva alarak, ruhsat alarak amel etmiyoruz. Biz içtihat yapıyor ve uyguluyoruz. Hatamız olursa kendi seçtiğimiz hakemlere hesap veriyoruz. Verdiğimiz zararları bağlı bulunduğumuz yani üyesi olduğumuz dayanışma ortaklıklarımız ödüyor.
Hukuk düzeni budur.
İşte İslam’daki helal ve haramın hükmü de budur.
İslam’ın bu anlayışı ile insan hür hale getirilmiştir.
İslam’da helal ve haramları biz içtihatlarımızla tesbit ediyoruz. Dayanışma ortaklıklarıyla sigortalıyoruz. Hata eder de zarar verirsek, dayanışma ortaklığımız verdiğimiz zararı tazmin ediyor.
فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ
Kimler onunla güven temin ederse, onu güçlendirirse, ona yardım ederse.
Buraya kadar örnek alim başkandan söz etmiştir.
Şimdi ise onun etrafında yer alan arkadaşlarından bahsetmektedir.
وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ
Kendisiyle beraber inen nura tabi olursa.
Yani bütün bunları Kur’an’ın öğretilerine göre yaparsa.
أُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Onlar felaha ermişlerdir.
Yani, Allah’ın rahmetine ulaşmışlardır.
Sonuç: İslam’da helal ve haram dediğimiz zaman; Kitap, sünnet, icma ve kıyaslara dayanarak kendi topluluğumuz için, kendimiz için kendimiz tesbit edeceğiz. Yararlı olanları helal, zararlı olanları haram yapacağız; sonra da o helallere ve haramlara uyacağız. Kendimiz tesbit ettiğimiz için hürüz ve kişiliğimizi korumaktayız ama kendimizin tesbit ettiği kurallara uyduğumuz için de topluluğu oluşturuyoruz ve o zaman da kuluz.
Başka bir deyişle; biz karar alırken Allah’ın halifesi olarak alıyoruz, sonra onu yerine getirirken de Allah’ın kulu olarak yerine getiriyoruz.
Mısır(1): Doğu, Batı, Erbakan ve gelecek…
Reşat Nuri EROL
Önce çok kısa bir özet yapalım. İnsanlık, tarihi evreleri geçirerek bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Dinlerden (yani peygamberlerden ve din adamlarından) sonra insanları hanedanlar (firavunlar, sultanlar, imparatorlar, krallar vs) yönetmeye başladı. Hanedanlardan sonra sermaye (küresel sömürü sermayesi ve onun diktatörleri) yönetiyor... Bundan sonra sıra ilmin yönetmesine gelmiştir/gelmektedir...
Doğu yani Mısır’daki gelişmeler vesilesiyle ele alacağımız konunun bir yönü böyle. Bu özeti ve özü bir kenara not edelim. Çünkü meseleyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Küresel tekel sermeye, bugünkü “kuvvet uygarlığı”nın özellikle sistem/düzen kurucusudur. Sermaye Doğu’dan, özellikle Müslümanlardan aldığı ilim ve birikimi Batı’ya götürmüş, “sanayi devrimi”ni gerçekleştirmiş ve sonunda bütün dünyayı kendi çiftliğine dönüştürmüştür. Madem Mısır’daki son gelişmelerden ve halk hareketinden söz edeceğiz; Batı’daki Reform ve Rönesans döneminden sonra, 1789 Fransız İhtilâli’ni hatırlamadan olmaz! Fransız Devrimi veya Fransız İhtilâli, Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi’nin reformlara gitmeye zorlanması, Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktası, milliyetçilik akımlarını başlatan devrim…
Şunları da kısaca hatırlamamak olmaz: 1979 İran İslam İnkılabı… 1917 Rus/Sovyet Devrimi veya Bolşevik İhtilali ile başlayıp 1989 Berlin Duvarı’nın yani komünizmin yıkılışı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması…
Batı’daki sosyalizm, komünizm, kapitalizm ve şimdi de küreselleşme!..
Birkaç asırda oluşan ve şimdi çökmekte olan Batı’nın kısa ve öz tarihi bu kadar!
Sömürü sermayesi ne yapmış? Önce derebeylerini bertaraf etmiş, sonra imparator ve kralların canına okumuş, sonra onların yerine Hitler ve Mussolini dahil diktatörleri üretmiş; şimdi de ne yapacağını bilememekte!.. Avrupa’da ve özellikle İngiltere sonrasında; ABD’de oluşturduğu mafya ve CIA organizasyonları ile Doğu ve Batı’daki dünya diktatörlerini desteklemiş... Sonunda dünya uyanmış ve sömürü sermayesine karşı cephe almaya başlamış...
***
İLK KIVILCIMI ERBAKAN ÇAKMIŞTIR
Dünyada sömürü sermayesine karşı ilk cephe alan Necmeddin Erbakan’dır.
- İlk mumu Erbakan yakmış, ilk kıvılcımı o çakmıştır...
- Ondan sonra Gorbaçov sosyalizm baskısına son vermiştir...
- Avrupa yeniden Papa’nın etrafında toplanmaya başlamıştır...
- ABD’de Obama başkan seçilmiştir; sembolik ve siyasi değeri vardır...
Bütün bu değişimler ve gelişmeler dünya diktatörlerini desteksiz bırakmıştır.
Kur’an diyor ki: “İşte sana bildirdiğimiz bu haberler, helâk olmuş diyarların haberleri. Onların kiminin izleri hâlâ dururken, kimi biçilmiş ekin gibi yok olmuştur.” (Hud,100)
***
FİRAVUN MÜBAREK GİTTİ! BUNDAN SONRA NE OLACAK?
İşte, dün (1989) Batı dünyasının yarısı mesabesindeki Sovyetler Birliği bölgesinde sosyalizm/komünizm çöktükten sonra, şimdi yani bugün de Batı dünyasının geriye kalan diğer yarısı faizci vahşi kapitalizm de çatırdamakta, çökmekte, yıkılmaktadır... Dikta rejimleri ve diktatörler yıkılıp gitmektedir... Bu sefer Tunus ve Mısır’da ayaklananlar dışarıdan destekli değildir; dış desteği kesilen diktatörlere karşı halkın ayaklanmasıdır.
Artık dünya/insanlık bir daha diktatörlüklere zor dönecektir. Bazı geri dönüş teşebbüs ve denemeleri olabilir ama sonu başarısız olacağı için kısa zamanda vazgeçilir.
Kur’an diyor ki: “Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa gitti. İşte o Firavun ve takımı yenilip küçük düştüler.” (Araf, 118, 119)
Evet, Firavun Mübarek gitti; benzer biri gelse bile o da gider! Asıl sorun şudur: Bundan sonra ne olacak, Musa ve Harun kim olacak, onların “düzen”i ne olacaktır?..
Mısır(2): Batı’nın sömürü çağı sönüyor…
Reşat Nuri EROL
Batı çöküyor… Batı birkaç asır önce yükselmeye başladı, ancak her yükselişin bir de inişi ve çöküşü vardır. Önce Büyük Britanya çöktü, sonra Sovyetler Birliği; şimdi de AB ve ABD çöküyor, Batı çöküyor… Batı’nın sömürü çağı ve dünya egemenliği sona eriyor… Doğu’da, düşünen akıllar gören gözler için yeni bir çağ başlıyor…
Bunun böyle olduğunu sadece biz değil, Mısır’ın bitişik komşusu İsrail’deki Ari Şavit bile apaçık görüyor ve diyor ki: Batı’nın dünya egemenliği sona erdi, Batı’nın egemenlik çağı sönüyor… İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz, Mısır’daki halk isyanın getirdiği ve getireceği sonuçları yorumlayan oldukça çarpıcı bir analiz yapmış. Ari Şavit’in makalesinde, artık “Batı’nın gücünü kaybettiği” ilan edilmiş. Şavit, ABD ve müttefiklerinin yani topyekün Batı’nın giderek eriyen gücünün ardından, yeni güç odaklarından birinin Türkiye olacağını da belirtmeyi ihmal etmemiş.
ORTADOĞU’DAKİ DÜZEN ÇATIRDIYOR. İsrailli birinin bunları görmesi ve devamındaki gözlemleri önemli: Gözlerimizin önünde iki büyük süreç yaşanıyor. Bir tanesi, Arap dünyasındaki özgürlük devrimi. Tiranların Arap dünyasını kontrol ettikleri yarım asrın ardından, iktidarları giderek zayıflıyor. 40 yıldan beri istikrarı giderek bozulan Ortadoğu’da ortaya çıkan çürük, bugün istikrara dönüşüyor. Arap halkları, eskiden kabul ettikleri şeyleri artık kabul etmeyecek. Arap elitler daha fazla sessiz kalmayacak. On yıldan beri yer altında gelişmekte olan süreçler bir özgürlük intifadası olarak aniden ortaya çıkıyor. Modernleşme, küreselleşme, telekomünikasyon ve İslâmlaşma, durdurulamayan bir kitle hareketi oluşturdu... Tunus’un “Bastille hapishanesi”nin düşmesinden sonra, Kahire’nin Bastille’i de çöküyor. Zamanla diğer Arap Bastille’leri de çökecek. Mısır’da yaşanan olaylar, Filistin’de 1987’de yaşanan intifadaya benziyor. Ancak hükümetin çatırdaması, 1989 yılında Sovyetlerin Doğu Avrupa’daki çöküşünü hatırlatıyor... Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ortadoğu’daki eski düzen çatırdıyor. 1950’lerde generallerin, sömürge güçlerine dayanan Arap monarşisini yıktıkları devrim gibi, 2011’de de meydanlarda yaşanan devrim, ABD’ye sırtını dayamış olan Arap tiranlarının sırtını yere getiriyor.
BATI DÜNYASI GERİLİYOR... Tanık olduğumuz ikinci süreç, Batı dünyasının yaşadığı gerilemenin hızlanması. Yaklaşık 60 yıl boyunca, Batı, dünya genelinde, mükemmel olmaktan uzak bir istikrar kurdu. Bu istikrar, refah ve maksimum barış içeren bir tür imparatorluğa dönüştü. ABD’deki ekonomik kriz yaşandığı dönemde, Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya’nın yükselmesi, bu imparatorluğun zayıfladığının kanıtı oldu. Yine de, Batı uluslararası alandaki egemenliğini bir şekilde sürdürmeyi başardı. ABD dolarının yerine geçecek bir para birimi bulunamazken, Kuzey Atlantik’in yeni liderinin kim olacağı hâlâ belli değil. Batı ülkelerinin Ortadoğu’yla baş edememesi, onların artık lider olmadığını gösteriyor. Dünyanın süper güçleri, gözlerimizin önünde “palavra güçler”e dönüşüyor...
BATI KAYBETTİ, BATI ARTIK BİR GÜÇ DEĞİL. Batı’nın sergilediği duruş, insan haklarına gerçekten bağlılık gösteren bir ahlâki bir duruş değil. Batı’nın konumu, eski başkanlardan Jimmy Carter’ın dünya görüşünü hatırlatıyor: Güçlü tiranlar, ılımlı, zayıf olanları görmezden gelirken, cahillere yaltaklanıyor. Carter’ın Şah’a ihaneti başımıza Ayetullahları getirdi... Batı’nın Mübarek’e ihaneti daha olumlu bir sonuç getirmeyecek... Bu, Batı’nın Ortadoğu’daki tüm müttefiklerine ve gelişmekte olan dünyaya ihaneti. Mesaj açık ve net: “Batı” kelimesi artık bir kelime bile değil; Batı’yla yapılan ittifak artık ittifak değil. Batı, artık kaybetti. Batı, artık dünyada öncü olan ve istikrar sağlayan bir güç değil. Arap özgürlük devrimi, Ortadoğu’yu tamamen değiştirecek. Batı dünyasının içinde olduğu gerilemenin hızlanması dünyayı değiştirecek. Elde edilecek sonuç; Çin, Rusya ve Brezilya, Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlere doğru bir yönelim başlayacak... Ancak genel çıktı, Kuzey Atlantik’in politik egemenliğinin on yıllarda değil, birkaç yıl içinde yıkılması olacak... Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda, Batı’nın egemenlik çağı sönüyor.
Mısır(3): Türkiye “model” olacak/mış!..
Reşat Nuri EROL
Ortadoğu’da, dünyanın ortasında önemli gelişmeler oluyor, bu arada ülkemiz Türkiye de bu gelişmelerin ortasına oturuveriyor! Vardığımız genel sonuç ve olacak olan şöyleydi: Topyekün Batı’nın ve Kuzey Atlantik’in politik egemenliğinin on yıllarda değil, birkaç yıl içinde yıkılması olacak; Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda, Batı’nın egemenlik çağı söndü, sönüyor... Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlere doğru bir yönelim başlayacak...
Ortadoğu nüfusunu düşünelim; her dört Ortadoğuludan biri Türkiye’de, biri İran’da, biri Mısır’da, dördüncüsü de diğer İslâm ülkelerinde yaşıyor... Mısır’ın ve diğer Ortadoğu İslâm ülkelerinin durumu malum! Geriye Sünni Türkiye ve Şii İran kalıyor. İslâm ülkelerinin nüfusları Sünni ağırlıklı olduğuna göre; gözler ve gönüller Türkiye’de!..
Aradan nice yıllar geçti, az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik; insanlık olarak ülkemizde, Ortadoğu’da ve bütün dünyada nice haller yaşadık, günümüze geldik ve bir de baktık ki; Türkiye olarak “model” tartışmalarının içindeyiz, bir yaşımıza daha girdik. Artık komşularından, Batı’dan, dünyadan etkilenen değil, komşularını ve dünyayı etkileyen, hattâ model olan Türkiye konumundayız; ya da birileri bizi Ortadoğu ülkelerine model gösteriyor!
***
Sahi… Biz zaten on yıllardan yani Habib Burgiba [d. 1903-ö.2000, Tunus Devleti’nin kurucu ilk devlet başkanı (1957-1987)] döneminden beri, halk ayaklanmasının başladığı Tunus’ta uygulanan baskıcı rejimin modeli değil miydik, Tunus’ta bizim katı Kemalizm modelimiz uygulanmıyor muydu!? Ama Tunus halkı ayaklandı ve o modeli yıktı!!!
O model yıkıldığına göre; İsmet İnönü’nün Şeflik ve tek parti modeline verelim desek, o modeli de bizzat Türk halkı 1950’de yıktı! 1960, 1971, 1980 darbeleriyle yıkılan modellerimizden birini versek; o modeller de iyi olsaydı, hâlen devam ediyor olurlardı. S. Demirel, B. Ecevit, T. Özal, T. Çiller, D. Bahçeli, M. Yılmaz vs modellerini geçiyorum…
Model olarak “muhafazakâr” olduğunu iddia eden ama üzerindeki “Millî Görüş” gömleğini bile muhafaza edemeyen, “Adil (Ekonomik) Düzen” ceketini başından itibaren hiç giymeyen AKP model olacakmış! Bu model önerisine derim ki; hadi canım sen/siz de!
Neden?
Nedenini bu köşenin dikkatli müdavimleri olan okuyucularım gayet iyi biliyor ama bilmeyenler için bir defa daha hatırlatayım. Türkiye’nin onlarca sorunu (bize göre yüz sorunu) yanında, dört ana/temel sorununun olduğunu hep söylüyoruz, hep yazıyoruz, bıkıp usanmadan hatırlatıyoruz: -İşsizlik, istihdamsızlık, -Dış ve iç borçlar, - Millî olmayan medya ve -Adil olmayan yargı, anayasa ve yönetim modeli!.. Adında hem “adalet” hem “kalkınma” hem de “ak” kelimeleri bulunan bir parti sekiz yıldan beri iktidarda ama; -Millî ve manevi değerlerimiz ile eğitim ve ahlâki durumumuz ortada… -“Adalet ve anayasa” meselesi, yani yargı ve “genel yönetim modeli/sistemi/düzeni” yerlerde sürünüyor… -“Kalkınma” konusu da, “işsizlik ve istihdam başta olmak üzere, durmadan artan fahiş faizli dış borçlara, cari açıklardan bütçe açıklarına ve ithalat patlamalarına” kadar apaçık ortada değil mi?!. Sizce genel durum “ak” mı “kara” mı?..
Diğerlerini, diğer maddi ve manevi sorunları, “Sosyal Tufan”ı boş verin gitsin!
Soruyorum…Yukarıda kısaca özetlediğim bu Türkiye mi “model” olacakmış…
Tekrar ediyor ve diyorum ki; hadi canım sen de, hadi canım siz de!..
***
Geriye ne kaldı? Geriye kalanı unuttuğumu zannetmeyin. Çünkü kendimi bildim bileli, hiçbir an ve hiçbir şekilde, hiç aklımdan ve gönlümden çıkmıyor ki; her gerçek Millî Görüşçünün de aklından ve gönlünden çıkmamalı! Mısır’la ilgili ilk yazımda ne demiştim? “Dünyada sömürü sermayesine karşı ilk cephe alan Necmeddin Erbakan’dır. -İlk mumu Erbakan yakmış, ilk kıvılcımı o çakmıştır.” Erbakan Hocamızın bize ve dünyaya önerdiği “MODEL” neydi? “Yeni Bir Dünya” için “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”...
Mısır(4): Dünyadaki bütün “mesele” bu!
Reşat Nuri EROL
Mısır başta olmak üzere, Tunus ve Libya’dan Yemen ve Bahreyn’e kadar bütün Ortadoğu ülkelerinde “ölümlü” -son bilgilere göre sadece Mısır’da 387 kişi öldü- halk hareketleri oluyorken, biz Türkiye’de kendimizi ‘bu ülkelere model olma tartışmaları’ içinde bulduk! Hangi Türkiye, hangi model?! Dünkü yazımda bu tartışmalara ben de dalmış oldum. Meselenin daha başka yönlerine açıklık getirmek üzere devam etmemiz gerekiyor…
İyi anlamak ve kavramak gerekiyor. HAKK’ın yeryüzündeki halifesi olarak HALK, Ortadoğu ülkelerinde gücünü yeniden keşfediyor, her türlü haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı, “hak ve adalet arayışı hareketi”ni başlatmış oluyor... Teşbihte hata olmaz; -Türkiye örnek alınacak veya örnek olarak gösterilecekse- aynen, kırk yıl önce Erbakan’ın önderliğinde başlayan ve hâlen devam eden Millî Görüş Hareketi gibi…
Hareket “halk hareketi”, hareketi yapan halk da “Müslüman” olunca, İslâm ve İslâmcılık hareketi akla geliyor. Müslümanlar İslâm’dan uzaklaşma veya gevşeklik göstermelerinin bedelini, bütün Ortadoğu’ya hükmeden Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve ardından gelen “sömürgecilik, despotizm/diktatörlük ve zulüm” ile ağır şekilde ödediler. Türkiye Müslümanları bu çöküş ve yıkılışın ardından İstiklâl Savaşı ve mücadelesi ile ilk öncülüklerini yaptılar; sonra, özellikle tek parti döneminde yaşadıkları zulümlerin ardından başlattıkları Millî Görüş Hareketi ile öncülüklerini sürdürmeye devam ediyorlar…
Mısır’la ilgili ilk yazımda ile bundan önceki son yazımda ne demiştim? “Dünyada sömürü sermayesine karşı ilk cephe alan Necmeddin Erbakan’dır. İlk mumu Erbakan yakmış, ilk kıvılcımı o çakmıştır.” Model olacaksak, Erbakan’ın bize ve dünyaya önerdiği “MODEL” neydi? “Yeni Bir Dünya” için “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”...
İşte bu, yani Adil (Ekonomik) Düzen! Erbakan’ın tesbit ve benzetmesiyle, Batı faizli zalim düzenini temsil eden timsahın iki çenesinden biri olan “komünizm” yıkılıp gitti, geriye sadece “kapitalizm” kaldı! Mücadele “sömürücü ve kan emici vampir vahşi kapitalizm” ile “Müslüman halk ve dünyadaki diğer mazlum halklar” arasında. Bütün mesele bu!
“Küresel sistemin post-İslamcılık düşü” yazısında (17.02.2011), Akif Emre meselenin bu boyutunu çok güzel özetlemiş: “Daha genel bir perspektiften bakıldığında; Ortadoğu’daki siyasal dönüşümün neo-liberal politikalar çerçevesinde küresel kapitalizmin etkinlik alanıyla çakışmasıyla, Müslüman toplumların bu tür ekonomik ilişki biçimine entegre edilip edilememesi sorunuyla doğrudan ilintili olduğunun altını çizmek gerekiyor. Kapitalizmin en büyük özelliği farklı kültür ve sistemleri eklemleyerek içselleştirme becerisini göstermesinde yatar. Avrupa merkezli bu sistem Kuzey Amerika’ya kaydıktan sonra artık yeni alanları bünyesine katma ihtiyacı hissettiğinde Soğuk Savaş bitirilmiş, Sovyet bloğuna dahil devasa bir coğrafya sisteme dahil edilmişti. Yeni dönemde ulusdevlet-kapitalizm ilişkisi farklı bir boyuta evrilirken, aynı zamanda stratejik rekabetle birlikte stratejik kültür-toplumların da sisteme dahil edilme zamanı geldiği anlaşılıyor. Stratejik kültür değerine sahip Müslüman coğrafya zihinsel olarak, hayat algısı ve insan tekine yüklediği anlam itibariyle kapitalist insan (ve toplum) tipiyle çatışıyor; bu anlayışa meydan okuyor. Hâlâ değer yargıları, medeniyet anlayışı bakımından sisteme tümüyle entegre edilemeyen, hatta “alternatif olma” (challange) iddiasını sürdüren “tek model” olarak kaldı.../ Burada sorun Müslüman toplumların neo-liberal politikalara karşı takınacakları tavırla yakından alakalı. Yani Müslüman hayat tarzının kapitalizmin temel değerleriyle ne kadar uyumlu olup olmadıkları meselesidir.../ Bu nedenle siyasal sistemin şeklî özellikleri, kültürel kodları ne olursa olsun, Müslüman coğrafyanın ve İslamcı hareketin dönüşerek küresel kapitalizme entegre olup olamayacağı ve bu sistemin motor gücü haline gelip gelemeyeceği meselesi tartışılmaktadır.”
Sonuç: “Kapitalizm”e karşı ‘tek alternatif model’ var; Adil (Ekonomik) Düzen! İnsanlık karar verecek, “kapitalizm” mi, “Adil Düzen” mi; dünyadaki bütün “mesele” bu!
FAİZ BATIRIR, KÖY SATTIRIR!
Tür: EKONOMİ Reşat Nuri EROL
Günlerdir ne dedik?
“Faizli sistem kendini öldürür” dedik.
“Sorunların ana sebebi faizli sistemdir” dedik.
Ülke ekonomilerini çökerten işsizlik musibetinin ana faktörünün “FAİZ” olduğu görülecektir dedik.
Demekle kalmadık; “çare ve çözümleri” de yazdık.
Kimler için yazdık?
Kör, sağır, dilsiz olmayanlar yani üç maymunları oynamayanlar için yazdık.
Sekiz yıl öncesinden minik ama ibretamiz bir hatıra. İktidar yeni oluşmuş, hükümet yeni kurulmuş, herkes heyecan ve umut içinde. O zaman olduğu gibi bugün ve şu anda bile ülkemizdeki en önemli 3-5 makamdan birini işgal eden yöneticilerimizden İsmi önemli değil, sonuç önemli- birinin en yakınlarından olan “Büyüğümüzü” ziyaret ediyor ve bir ara soruyorum: ‘Bunların başarılı olma Şansı var mı?’ Cevap gayet sakin, kısa ve keskin: ‘Hak ile savaşanların, yani faizli düzenle ülke yönetenlerin başarılı olmaları mümkün mü?‘
Saygıyla susuyorum; başka bir soru sorma veya yorum yapma cesareti bulamıyorum!
Aradan sekiz yıl geçti, sonuç ortada.
İşsizlik, istihdamsızlık, artan iç ve dış borçların yanında “faizli borç” bataklıklarına saplanan işçi, memur, esnaf, emekli, köylü vatandaşlarımız ve yok olan iş yerleri, yok olan aileler. “İşçi, memur, esnaf, emekli” yanında “köylü vatandaşlarımız” dedim, yani “fahiş faizli kapitalizm sistem sebebiyle çöken tarım ve hayvancılığımız” demek istedim.
“Faizli bankalar sebebiyle batan ve satılığa çıkarılan köyleri” duydunuz mu?
Antalya‘nın ilçesi Elmalı‘nın 300 haneli yani ortalama 1500 nüfuslu Düdenköy’ünde tüm topraklara “faizci sömürücü vahşi kapitalizmin bankaları” ipotek koyunca köy satılığa çıkarılmış! Koca köyler satılık, alan yok! Alıcı çıkmayan köyde muhtar maaşına bile el konulmuş! Köyde yalnız 3 kişinin borcu olmadığı açıklanmış!
Demek ki sonunda bütün köy arazileri “faizci sömürücü vahşi kapitalizmin bankalarının” mülkiyetine geçecek; köylüler de bu “bankaların” yani “faiz düzeninin” kölesi olacak demektir. Antalya milletvekili durumu şöyle özetliyor: “İnsanların canına tak etti, evi ocağı dağıldı, icralar geldi, hapse girdiler, iş yerleri kapandı, tarlalarını, bahçelerini, evlerini sattılar, çiftçilerimiz rezil oldu, battılar, tükendiler, bittiler.”
İstanbul’da Bakırköy ve Kartal ilçeleri ile birlikte Şişli’deki Çağlayan Meydanı’na “Avrupa’nın En Büyük Adliye Sarayları!” yapılıyor ya; demek ki ülkede çok büyük adaletsizlikler var, mevcut adliye binaları yetmez olmuş, herkes mahkemelik olmuş; büyük, çok büyük, Avrupa’daki en büyük adliye saraylarında adalet dağıtılacakmış!
Yeni Yapılacak İstanbul Adliyesi
Antalya’daki İcra-İflas Daireleri sayısı 7 (yedi)den 14 (on dört)e çıkmış! Benzer haberleri her gün okuyup izliyorsunuz. Çevrenizde en yakınlarınız veya komşularınızdan duyuyorsunuz; “zalim faizli düzen”den mağdur olmayan kaç kişi var? Daha önce bu köşede örnekleriyle birlikte yazdığım üzere; Türkiye’nin hangi bölgesinde ve yöresinde bu “kapitalist zalim faizli sömürü düzenin mağdurları” yok ki?
Faizler. İflaslar. Hacizler. İcralar. İntiharlar.
Satılan iş yerleri ve fabrikalar. Satılan köyler. Sönen ocaklar.
İntihar eden insanlar. Dağılan aileler. Perişan olan çocuklar ve yaşlılar.
Ve; “bu faizci, sömürücü, iflas ve intihar ettirici, işyeri ve köy sattırıcı, en büyük adliye sarayları yaptırıcı, sekiz yılda icra ve iflas dairelerini yüzde yüz artırıcı fahiş faizci ve vampir sömürücü zalim düzen”de iyi yönetici olduklarını zanneden zavallılar.
Muhterem Büyüğümüzün bugün hatırlandığında daha çok ibret alınası sekiz yıl önceki kısa ve keskin değerlendirmesini bir kere daha hatırlayıp hatırlatmakta yarar var:‘Hak ile savaşanların, yani faizli düzenle ülke yönetenlerin başarılı olmaları mümkün mü?’
(Reşat Nuri Erol, Milli Gazete, 10.02.2011)
www.arastiralim.com sitesinden alınmıştır.
Faiz batırır, köy sattırır!-2
Reşat Nuri EROL
BU, ÜLKE BATIŞININ SESLERİDİR! Bizde hangi hareket başlar bilemem, bu ülkenin batış sinyalleridir, daha çok banka, daha çok yardım… Önce borçlandır, sonra elindeki ekmeği al!.. Daha çok kapitalist sistem; zengin daha da zengin, fakir daha fakir... Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, yakında ülkenin genelini bankalar alır… Sonra ne olur görelim bakalım?!. İhracat patlıyor; nerde, birkaç zenginin elinde! Öyle bir sistem getiriyorlar ki al asgari ücreti sesini çıkarma, asgari ücret sadece bir kişin aylık masrafına yetmez. Yakında bir yerlerden bir şeyler patlak verecek. Hakan Meriç
Sanki sadece orası (Antalya köyleri) mi? Gelin Sakarya köylerini bir gezin bakalım; orada 3 kişi borçsuz çıkmış, yine iyi, burada borcu olmayan bulamazsınız. Ahmet Hamdi
İŞTE AKP’NİN TÜRKİYE’Sİ! Her şey yolunda, her şey güllük gülistanlık, herkes memnun halinden, kimse şikayetçi değil bu durumdan, ne zengini ne fakiri, çünkü % 40 oy veriyor bugünkü hükümete. Dış borcu gelir diye gözümüzün içine bakarak söyleyen bir hükümete başka ne diyelim. Ülkenin % 90’ı kredi kartı veya (faizli) kredi borçlusu. Çözüm bulmak yerine bir de fırçalıyorlar halkı. Ne diyelim, millet uyansın da “Adil (Ekonomik) Düzen”i savunanları iktidara getirsin inşaallah. Yasin Nergis
YETEEER, BU ACI GERÇEKLERİ GÖRÜN ARTIK... Milleti bu hale tefeci zihniyetli bankalar getirmiştir, bu yalnızca görünen tarafı, ya görünmeyen tarafı… Millet borçlardan bunalmış, çıldırıyor, sesini kimselere duyuramıyor, tüm kredi kapıları yüzlerine kapanmış, çaresiz, sokaklarda para dileniyor… Gurur yapıp durumunu gizleyen ve insanı içten içe yiyip bitiren, tek çare olarak intihar ve şiddete yönelen insanları bu yetkililer nasıl göremezler? bu ne ilgisizlik? Büyüyen ekonomide kimler büyüdü, kimler mutlu Allah aşkına? Bu vebal çok ağırdır. Saygılarımla… Alaattin Üsküdar
DEVLET MUTLAKA BİRŞEYLER YAPMALI. Yabancı birine 1 m2 arsa satılsa, birileri çıkıp ülke elden gidiyor diyor. Köyün tamamına el koyan bankalar acaba yerli sermaye mi? Bankalara 1 cm2 toprağa bile el koyamama yasağının olması lazım. Arsa ve ev karşılığı dışında her şeye ipotek koyabilsin bankalar ama ülkenin 1 cm2’sine veya tek odalı ahırına bile el koyma yetkisi olmamalı, ipotek etmemeli. Trakya bölgesinin neredeyse tamamı gavur bankalarına ipotekli. Faizde zaten hayır olmadığına göre... Ellerindeki topraklar da ipotekli... Direkt İngiliz hesabına… Furkan Çelik
DURUM ÇOK KÖTÜ! Ben çiftçiyim. Üreten değil tüccar ve aracı kazanıyor. Destekler çok büyükmüş gibi! Destek vermesinler, ürünlerimizi hakkıyla gerçek değerinden satalım yeter. Mazot yetmiyor, çok para, 1000 metrekare bir yeri işleyim ekmek için 10 litrenin üzerinde mazot yakıyoruz. Gübre almış başını gidiyor. Tüccar bizden 350-450 TL’ye buğday aldı.. Ekmeğe zam.. Stokları dolu.. TMO kota uyguluyor... Çok sorunlarımız var, çoook.. Batan batana.. Özel bankalara yem oluyoruz, çare yok! Ahmet
AYNISI HER YERDE! Eminim ki tüm Türkiye, özellikle kırsal kesim aynı sorunla boğuşuyor. Borç, borç, borç... Siz toplumu üretmeden tüketmeye yönlendirirseniz olacağı bu olur. Bizim köy de 200 hanelik. Borcu olmayan ya 3’tür ya 4 kişi. Daha fazlası çıkmaz. BORCA DAYALI (KEMAL) DERVİŞ MODELİ’nin en alası ile AKP döneminde uygulandığı ne kadar gizlense de er veya geç ortaya çıkacak. İnşaallah milletimiz için çok geç olmaz. Efsane
ARTISIYLA EKSİSİYLE AKP… Bir ülkede bankalar karlarıyla zirve yapmışsa, ülke banka cenneti haline gelmişse, bu ülkede işsizlik almış başını gitmişse, tüketim malları pahalılıkta birinciyse ve bu anketlerde bu parti hala birinciyse; insanın kendi kendini sorgulaması ve öz eleştiri yapması gerekmez mi? Serdar Han
***
Faizci bankalar sebebiyle batan ve satılığa çıkarılan köylerle (Antalya’nın ilçesi Elmalı’nın köyleriyle) ilgili haberi bir haber sitesinden aldım. Haberin altına pek çok yorum yapılmış. O yorumların birkaçını, ayrıca yorum yapmaya gerek görmeksizin sunmuş oldum.